“Arkadaşlardan kopmanın acısı içimde buruk bir özleme dönüşüyordu” 1994 sonbaharıydı Eylül ayı henüz yaz mevsiminin sıcaklığını atamamıştı. Kaldığımız yer Bitlis ile Mutki arasında sıkışmış, balıksırtı gibi uzanan bir silsileydi. Adına Bitlis yaylaları da denildiğini duymuştum. Eyalet konferansı için hazırlık yapıyorduk. Garzan eyaletinde kalan bütün güçler, yerini küçük bir birime bırakarak yanımıza geliyordu. Toplam gerilla gücümüz iki yüzü aşkındı. Konferans sonrası düzenlemeler yeniden yapılacak, ona göre bölgelere dağıtılacaktık. Yüz elli kişi toplanmıştık.
Gelen arkadaşların ihtiyaçlarını karşılamak üzere önceki gün konuştuğumuz korucularla görüşecektik. Korucular Mutki’ye bağlı Mizik köyündendi. Köy, az da olsa yurtsever denilebilirdi. Düşmanla ilişkileri olduğu gibi bizimle de ilişkiliydiler. Bir grup arkadaşla bulunduğumuz yerin aşağı kısımlarına düşen bir yerde gece korucularla görüştük. Beş kişi gelmişlerdi. Ellerinde ufak tefek poşetler vardı. Bize pil, bant vb. şeyler getirmişlerdi. Ama getirdikleri yetersizdi. Onun için tekrar bir liste yazıp vermek zorunda kaldık. Onların hem düşmanla hem de bizimle ilişkili olmaları beni ister istemez şüphede bırakıyordu. Ama ilişki kuracağımız başka kimse de yoktu. Bir saat yanımızda kalıp tartıştıktan sonra onları gönderdik. Biz de noktaya döndük.
Ertesi gün akşama doğru iki keşif helikopteri bulunduğumuz derenin üzerinden geçti. Helikopterlerin görebileceği açık renkli eşyaları saklamaya çalıştık ve gizlendik. Buna rağmen bazı arkadaşlar helikopterlerin bizi gördüklerini söylediler. Görüştüğümüz korucular bizi düşmana ihbar etmiş olabilirdi. Rahatımızı kaçıran iki uğursuz böceğin buraya tesadüf mü yoksa bizim için mi geldiğini tartışıyorduk, tesadüf olabileceğine karar verdik. Sabah da bir olumsuzluk olmayınca konferans öncesi tartışmalara devam ettik.
Saat dokuz gibi yine erzak için dört arkadaşla birlikte bir köye gidecektik. Köy üç saat uzaklıktaydı. Köyün yanına vardığımızda üç yüz askeri aracın, tanklar ve panzerler eşliğinde köye geldiklerini gördük. Ay ışığı olduğundan araçlardan inen askerlerin, köyün yukarısındaki araziye çıktığını rahatlıkla seçebiliyorduk. Eğer sağa sola sapmaz da direk yürüseler bizim noktaya varacaklardı. Artık köye giremezdik. Arkadaşlara erken haber vermek için geri döndük. Hiç olmazsa kaldığımız yeri değiştirebilirdik. Arkadaşlara ulaşıp gördüklerimizi anlattığımızda;
“Düşmanı gördüğünüz yer bizden üç saat uzakta. Orada çıkan operasyon bizi kapsamına almaz” dedi sorumlu arkadaş. Yine de bazı tedbirler alındı. Dlar arkadaş takım komutanıydı. Mahsum Korkmaz Akademisi’nden yeni gelmişti. Takımı, güvenlik için ova tarafındaydı. Yarım saat sonra bizimle bağlantı kurup düşmanın araziye çıktığını bildirdi. Gücümüz sayıca fazla olduğu için uzağa da gidemezdik. Bazı gruplar mevzilendiler. Noktamızdan kırk dakika uzaklıktaki yan tepeye bir grup çıktı. Yine noktanın yukarı ve aşağı kısmı tutuldu. Norşin tarafına uzanan sırtı da bir takım tuttu. Ben de bu grubun içindeydim. Düşmanın araziye çıktığını bildirdikten sonra stratejik tepeleri tutmak için sorumlu arkadaş, Dılar arkadaşın takımını da noktaya çekmişti. Dilar arkadaş, altı arkadaşla birlikte bir tepeyi tutmuşlardı. Benle iki arkadaş da aynı tepenin Bitlis’e bakan yamacında mevzilenmiştik. Tepeyle bizim aramızda da Mustafa, Rubar ve Edip arkadaşların tuttuğu bir mevzi vardı. B-7 yanlarında olduğundan onları biraz daha geride tutmuştuk. Ay ışığı altında aydınlanan çıplak arazide bir hareketin olup olmadığına dikkat ediyorduk ki, aşağıdan bizim bulunduğumuz sırta doğru kalabalık bir grubun çıktığını fark ettik. Yanımdaki arkadaşlara; “biraz daha bekleyelim, iyice yaklaştıklarında vururuz” dedim. Bir süre sonra iyice yaklaştılar. Üçümüz aynı anda tetiklere asılıp vurduk. Geri kaçan askerlere de bir bomba fırlattım. Aynı zamanda iyice eğildik. Sonra sert bir patlama… İlk temas bulunduğumuz sırtta başlamıştı. İlk saldırıyı geri püskürttüğümüz halde karşı saldırılar devam ediyordu. Mevzimizi sağdan soldan yoğun ateşe tutmuşlardı. Yanımdaki arkadaşlara;
“Heval, saldırılar böyle devam ederse sabaha kalmaz tepe düşer. Ama biraz aşağı inip, düşman kolunu yandan darbelersek, saldırıları durmak zorunda kalır” dedim. “Tamam, inelim” dediler. Askerlerin bütün dikkati tepenin zirvesine kilitlenmişti. Üçümüz, tepeye çıkan askerlerin tarafına gidip, onları da vurduk.
Vuruşumuzdan sonra saldırıları gevşedi. Kayıpları çok olduğundan güçlerini geri çektiler. Bir süre sonra aşağımızdaki boğazdan yeniden saldırmaya başladılar. Bazen kesik kesik bir kuşun kanat çırpmasına benzeyen bir ses, bazen ıslık çalarak yakınlarımıza düşüp patlıyorlardı. Şarapnel parçalarından korunurken herhangi bir saldırıya karşı tetikteydik. Sabaha karşı Savaş ve Kartal arkadaşlar aşağıdaki noktadan yanımıza gelmişlerdi. Durumumuzu sorduktan sonra hiç beklemeden bir arkadaşı da yanlarına alıp gittiler. Ön mevzi olduğu için hafif olması gerekiyordu. Mevzide benle Adife arkadaş kalmıştık.
Sabah olmuştu. Üç saat önceki çatışmanın yorgunluğu hala üzerimdeydi. Susuzluktan boğazım yanıyordu. Sanırım Adife arkadaş da aynı durumdaydı. Aklıma çantama koyduğum kesme şekerler geldi. Şekerlerden iki tane Adife arkadaşa verdim. Bir tanesini de ben aldım.
Arazide, tutuşup yanan dikenli otlardan başka bir şey görünmüyordu. Dürbünle aşağılara baktım. Saat dokuza kadar helikopterler boğazda vurduğumuz askerlerin cenazelerini taşıdılar. O zamana kadar da bulunduğumuz yere herhangi bir saldırı olmadı. Ama noktadan yoğun silah sesleri geliyordu. Kobra ve tanklar da eşlik ediyorlardı. Silah seslerini duydukça noktadaki arkadaşları daha fazla merak ediyordum. Mevzimiz Bitlis’e bakan yamaçtaydı. Yerimiz deşifre olmasın diye hareket etmiyorduk.
Saat dokuzdan sonra bir bölük kadar askerin boğaza indiğini gördüm. Bize doğru geliyorlardı. Bu, aşağıdan sonuç alamadıklarını gösteriyordu. Şimdi bulunduğumuz sırttan sonuç almayı deneyeceklerdi. Ama daha uzakta sayılırlardı. Tütün kutumu çıkarıp bir sigara sardım. Adife arkadaş sigara içmiyordu. Ceplerimi aradım, çakmak yoktu. Belki de iyi aramadım diye tekrar ceplerimi karıştırdım. Bulamadım. Tank ve havan gülleleriyle tutuşan otlar gözüme ilişti. Sigaramı o ateşten yaktım. Hiç söndürmeden dört beş sigara içtim. Askerler de yaklaşmışlardı. Adife arkadaş mevzinin solundan, ben de sağından gelen askerlere ateş ettik. Üç asker düştü. Diğerleri arkaya doğru kaçtılar. Bulunduğumuz yere, saat ona kadar dört kez saldırı yapıldı. Her geldiklerinde iyice yaklaşmalarını bekliyor, sonra vuruyorduk. Bu gidişle sonuç alamayacaklarını anlayınca geri çekildiler. Bitlis’ten yedi tank getirip karşı tarafımıza diktiler. Bulunduğumuz yeri öğlene kadar tanklar, kobralar ve havan topları ile yoğun olarak vurdular. Öyle ki tepelerin rengi değişmişti. Tepeler, sanki kızgın bir fırında kızartılıp yakılmışçasına siyahlaşmışlardı. Doğa durmadan yanıyor, çığlığını göğe ulaştırmak ister gibi dumanları yükseliyordu.
Mevzimiz keşfedilmesin diye hareket etmiyorduk. Çünkü tepemizde durmadan dolanan, her tarafımıza roket ve mermi yağdıran kobra helikopterleri vardı. Binlerce asker yetmiyormuş gibi havadan da saldırmaya başlamışlardı. Aşağıdaki arkadaşların hareketlerini görebiliyorduk. Tepenin zirvesini tutan arkadaşları dinledim. On ikiye kadar da karşılıklı silah sesleri geliyordu. On ikiden sonra silah sesleri kesildi. Neden kesildiğini bilemiyordum. Yoksa tepeyi bırakıp gitmişler miydi? Adife arkadaşa; “Bir süredir tepedeki arkadaşların silah sesleri gelmiyor. Birimiz gidip bakarsak iyi olur” dedim. Arkadaş ‘Tamam’ dedi, ama gitmek mümkün değildi. Arazi çıplak olduğundan en ufak bir hareket bile görülüyordu. Bu nedenle gitmekten vazgeçtik. Havan toplarının zirveye isabet ettiğini görebiliyorduk. Şehit düşmüş olabilirlerdi. Mustafa, Rubar ve Edip’in bulunduğu orta mevziden çatışma boyunca hiç silah sesi gelmemişti. Onları birkaç kez yüksek sesle çağırdım. Ama sesime yanıt veren olmadı. Bir kez daha seslendim. Fakat mevzilerinde ses seda yoktu. Bir taş alıp yukarıya, onların olduğu mevziye attım. Ama taş mevziye yetişmedi. Onların uyumuş olabileceklerini düşündüm. Sonra bu kadar bombanın, merminin gürültüsünde böyle bir şey olamaz dedim kendi kendime. Adife arkadaşa; “Ne olabilir” diye sordum. O da “bilmiyorum” dedi. Silahımı doğrultup mevzilerine iki mermi sıktım. Ama bu yöntem de işe yaramadı. Ses yoktu…
Öğlenin yakıcı sıcağı kırılmış, yerini arazinin hemen hemen bütün yerlerine sıçramış alevlere bırakmıştı. Alev dilimleri karşımızda savaşanlar kadar açgözlüce abanmıştı araziye. Aralanan duman kümeleri ardında aşağıdaki arkadaşları göremiyordum. İçimde merak uyandırdığı gibi, aynı zamanda korkuya da neden oluyordu. ” Ne oldu acaba?” diyordum kendi kendime. Birden bire iki arkadaşın düşmanın olduğu yönden bize taraf geldiğini gördüm. Adife arkadaşla onları yanımıza çağırdık. Onlar bizi düşman sanmış olacak ki, silahlarını bize doğrulttular. Az kalsın bir kaza oluyordu. Kendimizi tanıtınca mermi yağmuru altında koşarak mevzimize atladılar. Karker ve Mücahit arkadaşlardı. Altımızda mevzilenmişlerdi. Arkadaşların durumunu sorduğumuzda bilmediklerini söylediler. Sonra Karker arkadaş patlamalara aldırmadan; “özel timler altımıza kadar gelmişlerdi. Tabii haberimiz yoktu. Fark ettikten sonra ikisini vurduk. Oradalar. Diğerleri ise kaçtı. Birinde M-16, diğerinde G-3 silahı vardı. Silahlarını taşıma olanağımız olmadığından getiremedik. İkisini de orada kırdık” dedi. Tepedeki arkadaşları sorduğumuzda Karker arkadaş devamla;
“Birkaç defa çağrı yaptık ama cevap veren olmadı” Sonra duygu yüklü bir ses tonuyla; “Arkadaşlar şehit düşmüş olabilir” dedi. Ve tepeye doğru baktı.
Bizden başka, çevremizde arkadaş kalmamıştı. Tepeyi tutan arkadaşların şehit düştüğünü ve bu haberi tepede yaralı kurtulan iki arkadaşın aşağıdaki arkadaşlara ilettiğini, bizden de haberleri olmadığından hepimizin şehit düştüğünü söylemiş olduğunu sonradan öğrenecektik. Bunun üzerine noktadaki arkadaşlar bir kademe geri çekilme gereğini duyuyorlar. Çevremizde de herhangi bir çatışmanın olmadığını görünce, biz de geri çekilme kararı aldık. Çünkü düşman tepenin işlevsiz kaldığını anlamış ve boğaza inmişti. Altımızda askerler vardı, ama tam olarak göremiyorduk. Acele etmemiz gerekiyordu. Hemen yan tarafımızda küçük bir sırt vardı. Aradaki mesafe üç yüz metre kadardı. Onu geçtik mi kurtulabilirdik, ama oraya yetişmeden de vurulmak vardı. Arkadaşlara söylediğimde kabul ettiler. İlkin Karker arkadaş denedi. Çünkü tek tek, koşarak geçmemiz gerekiyordu. Yolun yarısında kendini yere attı. Mermiler sağına soluna isabet ediyordu. Ve bize bağırdı. “mümkünü yok gidemem” diyordu. Biz de ona sürekli “git!..git!..”diyor, ikna etmeye çalışıyorduk. En sonunda kalkıp tekrar koştu. Sırtın ardında kayboldu. Sonra Mücahit arkadaş da yine aynı şekilde, birkaç kez yere atlayıp kalkarak sırtı geçti. Düşman geri çekildiğimizi anlamıştı. O yüzden bütün gücüyle yükleniyordu. Havan atışlarıyla tank atışları daha fazla olmaya başladı. Geçeceğimiz yer sırat köprüsü gibi olmuştu. Düşman yakınlaşmaya korkuyor, uzaktan engellemeye çalışıyordu. Benle Adife arkadaş kalmıştık. Hangimizin önce gideceği konusunda anlaşamıyorduk. “Önce sen git” diyordu. Ben de; “hayır, sen git” diyordum. Onun bu yoldaşça hassasiyetini anlıyordum. Aşağı tarafta askerler bize doğru gelmekteydiler. Dolayısıyla mevzide kalan bu tehlikeyi göğüslemiş olacaktı. Aynı zamanda vurulma olasılığı da vardı. Bir süre tartıştıktan sonra onu ikna ettim. Sırta doğru koşmaya başladı. Tam bu sırada yoğun ateşe tutuldu. Aslında ben onun vurulduğunu zannettim. Geri geldi. İkinci kez de deneyip geri döndü. Biraz üsteleyince o da diğer arkadaşlar gibi sırtı geçti. Gitmeden bir kez daha arkadaşları çağırayım diye düşündüm. Tekrar yüksek sesle çağırdım. Ses alamayınca biraz yukarıya doğru çıkmaya başladım. Bana ateş edilince tekrar mevziye dönmek zorunda kaldım. Vicdanım onları bırakıp gitmeme el vermiyordu. Uyumuş olabilirlerdi. Baktım tepeden de bana ateş ediyorlar. Öyle anlaşılıyordu ki, düşman tepeyi tutmuştu. Silahımı doğrultup mevziye üç dört el ateş ettim ama yine ses yoktu. O zaman “bu arkadaşlar kesin şehit düşmüşlerdir” diye düşündüm. Ben de öbür arkadaşlar gibi kendimi birkaç kez yere atarak, yerde sürünerek sırtı geçtim. Ama hala o kadar yoğun ateş arasında, bana bir merminin nasıl değmediğine şaşıyorum. Tesadüf olabilirdi ancak. Sırtı geçince dönüp arkama baktım. Çatıştığımız tepenin yamacında iki cenaze gördüm. Birinin ayağında beyaz bir spor ayakkabı vardı. Onun Azad arkadaş olduğunu anladım. Batmanlıydı. Gerillaya ’93’te katılmıştı. Daha fazla bakmaya dayanamadım. Arkadaşların yanına ulaştım ama kimseye bir şey söylemedim.
Geçtiğimiz tarafta da Xerebu ve Sanbu korucu köyleri vardı. Bazı yerler uçurum, bazı yerler kayalıktı. Yukarıdaki tepeleri düşman tutmuştu. Biz altlarında kalmıştık. Karker arkadaş, kendimizi aşağıya bırakmamızın daha iyi olacağını söyledi. Ona “eğer aşağıya inersek üstümüzdeki askerler bizi fark eder. Onun için bu kayalıklarda kalıp çatışmak daha iyidir” dedim. “Akşama kadar çatışır, karanlık çökünce çemberi yarar geçeriz” dedim. Akşama daha dört saat vardı. Karker arkadaş aşağıya inmekte ısrarlıydı. Burada kalalım dememize rağmen aşağıya indi. Birbirimizden kopmamak için biz de indik. Düşman bizi görmüştü, silahlar patlamaya başladı. Ona doğru yüz metre yürüyüp bir kayanın ardına gizlendik. Karker arkadaşta Karnas vardı. O da ’93 katılımlı ve Batmanlıydı. Onun biraz aşağısında Şilan arkadaş şehit düşmüştü. Hemen altında bir kayanın altına gizlenmiş Hasret arkadaş vardı. Norşin’e bağlı Avuzut köyündendi, ’92 de gerillaya katılmıştı. Yanına gidemiyorduk. Bütün silahlar Karker arkadaşın olduğu yere çalışıyordu. Bir süre böyle bekledik. Askerler yavaş yavaş olduğumuz yere inmeye başladılar. Herhalde Karker arkadaşın yalnız olduğunu düşünmüşlerdi. Üçümüz uçurumun olduğu yöne doğru yürümeye başladık. Ben önde, iki arkadaş arkada etrafı kontrol ederek gidiyorduk. Tepeden tek bir mermi sesi geldi. Aynı anda yere yığıldım. Bacağımdan yaralanmıştım. Arkadaşlar her ne kadar da bana ‘gel’ dedilerse de, yerimden kımıldayamıyordum. Birkaç defa denediğim halde ayağım beni taşıyamıyordu. Arkadaşlara;
“Heval siz geri gidin, mermiler sizi de tutmasın. Gelemiyorum” dedim. Sonra sırtımı taşa verip, silahımı yana dayadım. Susuzluk içimi kavuruyordu. Dün akşamdan beri bir damla su içmemiştim. Yaralanınca susuzluğum daha da ağır basmıştı. Bombalarımı çıkarıp pimlerini düzelttim. Onları da yanıma koydum. İki şarjör mermim kalmıştı. Diğerlerini çatışma boyunca kullanmıştım.
Kırk dakika sonra düşman, kendini benim olduğum tarafa bıraktı. Bazı askerler yukarıdaki kayalıklarda beklediler. Bazıları ise yanlardaki sırtları tuttular. Benim üzerime doğru iniyorlardı. Silahıma iyice sarılıp bekledim. Beni ilk gören askeri vuracak, sonuna kadar çatışacaktım. Belki kurtulabilirdim. Bu düşüncemi yitirmemeye çalışıyordum. Askerler on adım daha gelselerdi beni göreceklerdi ki, o esnada aşağıda Hasret’in ince sesini duydum. Askerleri çağırıyordu. “Ateş etmeyin. Ben teslim oluyorum!” diyordu. Yukarıdaki askerlerden biri diğerlerine bağırdı. Şöyle diyordu; “kimse ateş etmesin, biri teslim olacak!”
Düşündüm… İnanmak istemedim. “Mümkünü yok teslim olmaz” dedim kendi kendime. ’92’den beri kim bilir kaç kez ölüm çemberinden geçmişti Hasret. Sadece benim duyduğum beş altı zorlu çatışmadan kurtulmuştu. Böyle bir teslimiyeti kabul edemezdi. Yaramın verdiği ağrıyı unutmuştum. Nefesimi tutmuş onları izliyordum. Yukarıdan iki asker öbürlerinden ayrılıp Hasret’e doğru inmeye başladı. Potinlerinin altında taşlar yuvarlanıyor, otlar eziliyordu. İki asker bulunduğum yerin yakınından geçtiler. Beni geçtikten sonra Hasret’in teslim olabileceğini düşündüm. Kendimi saklamayı bile unutmuş ne olacağını merakla izliyordum. Ansızın Hasret’in olduğu yerde bir mermi patladı. Ve aynı anda öndeki asker yere düştü. Diğeri can havliyle yukarıya, diğer askerlerin olduğu yere koşmaya başladı. Yukarıdaki askerler de hiçbir şey yapamadan izliyorlardı. Kısa bir kaçıştan sonra ikinci mermi de kaçanı yere yığmıştı. Böylece herkes teslimiyetin olamayacağını anlamıştı. Yoldaşımın bu direnişine imreniyor, tuhaf bir duyguyla güç alıyordum. Bu sırada askerler Hasret arkadaşın olduğu yeri yoğun bir taramaya aldı. Lav silahları kullandılar. Bir kadının tek başına yüzlerce asker ve çeteye karşı koyuşu herkeste hissedilebilir derin bir etki bırakmıştı. O sırada askerlerin arasında tanıdık bir ses duydum. Kimin olabileceğini düşündüm. Ama aklıma kimse gelmedi. Birkaç defa daha dinleyince sesi tanıdım. Bu ses çatışma esnasında bağırıp uyandıramadığım en son sesime cevap vermeleri için mevzilerine taş attığım orta mevzidekilere aitti. O kadar patlamaya rağmen uyuya kalmış, düşman onları elle yakalamıştı. Şimdiyse onların arasındaydılar. Rubar, Edip ve Mustafa’ydılar. Hasret arkadaş iki askeri vurunca Edip bize sesleniyordu;
“Dilxwaz gelin teslim olun. Bizi vurmuyorlar. Adife gel teslim ol! Cahit, Karker neredeyseniz çıkın teslim olun! Ben, Mustafa, Rubar onların yanındayız. Bizi vurmuyorlar. Siz de gelin!”
Bu seslerden sonra dondum kaldım. Hemen otuz metre yukarımdaki askerlerin arasındaydılar. Bize sürekli ” teslim ol” çağrıları yapıyorlardı. Bu namussuzların seslerini duydukça öfkem kabarıyor, kendime hakim olmaya çalışıyordum. Bir ara artık seslerine dayanamayıp silahımı onlara doğrulttum. Birkaç tane vurmayı düşündüm. Sonra vazgeçtim. Yerimi bilmiyorlardı. Belki kurtulabilirdim. Tekrar olanları izlemeye başladım. Düşmanın bütün dikkati Hasret arkadaşın olduğu yerdeydi. Askerler üç defa inmeyi denediler. Ama her defasında Hasret arkadaş bir iki tanesini vuruyor, bazılarını da yaralıyordu. Hasret arkadaş yanına kimseyi yaklaştırmıyordu. Bu kez kobralar gelip Hasret arkadaşın olduğu yeri roketlerle vurmaya başladılar. Bu saldırıdan sonra bir daha Hasret arkadaşın sesini duymadım.
Cahit ve Adife arkadaşlar aşağıya inince onlara da yoğun taramalar olmuştu. Onların da şehit düşmüş olabileceklerini düşündüm. Hala yerimde, sırtımı bir kayalığa dayamış oturuyordum. Oldukça kan kaybediyordum. Bir şütik parçasıyla yaramın üst kısmını sıkıca bağladım. Kobra helikopterlerinin saldırısından sonra askerler inmeye başlamıştı. Yukarı ve aşağı tarafım uçurum olduğundan askerler iki metre ötemden geçiyorlardı. Beni görmeleri için kafalarını sağa ya da sola çevirmeleri yeterliydi. Ama her sefer etrafına bakmadan Hasret arkadaşın olduğu yöne kendilerini bırakıyorlardı. Silahım elimde, tetikte bekliyordum. Beni gören askerin ilk ve son görüşü olacaktı. Gözlerim sürekli bombaların üzerinde, silahımın ve askerlerin üzerinde dolaşıyordu.
Aşağıda kırk asker birikmişti. Bağıra çağıra konuşuyorlardı. Beni görmediklerine hayret ettim. Daha önceki çatışmalarda da başıma gelmişti. Bazen böyle tesadüfler oluyordu.
Bir askerin aşağıdan bağırdığını duydum. Karnas silahının parçasını bulduğunu söylüyordu. O, Karnas silahından bahsedince Karker arkadaşın da şehit düştüğünü anladım. Biraz sonra aynı ses bir cenaze bulduğunu söyledi. Üç arkadaşın cenazesini aynı yere taşıdılar. Cahit arkadaşlara ise ne olduğunu bilmiyordum. Şehit düşen her üç arkadaş da askerlerin mermileriyle değil, kobraların saldırısıyla şehit düşmüştü.
Karanlığın çökmesine yarım saat kalmıştı. Böyle düşünürken aşağıdan bir asker, diğerlerini çağırdı. Etrafı kontrol edip etmediklerini sordu. Olumlu cevap alınca “tepeye çıkın” dedi. Her iki ölen askeri de yanlarına alarak tepeye çıktılar. Hepsi tepeye çıktıklarında hava hafif kararmıştı. Hala beni göremediklerine inanamıyordum.
Artık buradan gitmeliydim. Kayalıklara tırmanarak biraz yürümeye başladım. Midem bulanmaya başlamıştı. Bu halimle yürüyemeyeceğimi anlamıştım. Durup düşündüm. Biraz dinlendikten sonra belki yürüyebilirim. Ve bu düşünceyle yere uzandım.
Ayılıp kendime geldiğimde, şafağın atmasına bir saat vardı. Çatışmadaki zorluklara rağmen düşmanın eline geçmedim. Ama şu anda yürüyemediğim için askerlerin içinde kalmıştım. Ne yapıp edip kendimi güvenlikli yere ulaştırmalıydım. İlk defa arkadaşlardan kopmuştum. Zaten yürüyemiyordum. Etrafıma bakmaya başladım. Gidebileceğim bir yer olmalıydım. Fakat gidecek bir yer bulamadım. Ama hemen yanı başımda derin bir vadi vardı. Oraya nasıl inebilirim diye düşündüm. Yürümeye kalksam akşama kadar bile inemezdim. Oysa bir saatlik sürem vardı. Bunu değerlendirebilirsem kurtulabilirdim. Kendimi yuvarlayacaktım. Başka bir çare de bulamadım. Silahımı kucağımda tuttum. Taş, dikenli çalılar demeden yuvarlanmaya başladım. Yaralı ayağım taşa ya da başka bir şeye denk geldiğinde beynimde şimşekler çakıyormuş gibi acı çekiyordum. Nihayet vadiye inmiştim. Ama üzerimdeki elbiseler yırtılmıştı. İndiğim yerde iki dere birleşiyordu. Yukarıya baktım beş yüz metreden kendimi yuvarlamıştım. Yuvarlandığım yerden aşağıya kadar kan izleri kalmıştı. Yapacak bir şey yoktu. Askerler izleri takip etseler direk yanıma geleceklerdi. Suya ulaştığım için artık yürüyebilirim diye düşündüm. Ve kana kana su içtim. Su bulduğum için çok sevinmiştim. Artık hava aydınlanıyordum. Yürümek için ayağa kalkmaya çalıştığımda sağlam ayağım bile doğrulmuyordu. O zaman arkadaşların söylediği sözler aklıma geldi. ‘Yaralıyken su içmek iyi değildir!’ bir adım bile atamayacağımı anladım. Biraz ötemde bir insan boyu kadar uzamış ısırgan otlarını gördüm. Ani bir refleksle kendimi suyun içine attım. Çünkü hava aydınlanmıştı. Düşman beni görse, herhangi bir kurtuluş yolu olmayacaktı. Aşağıya doğru bazen yuvarlanarak bazen dirseklerimin üzerinden sürünerek ilerledim. Isırgan otundan ellerim, yüzüm yanmaya başlamıştı. Hava iyice açıldığında askerlerin sesini duymaya başladım. Bulunduğum dere hafif virajlı olduğundan dünkü çatışma yerinde arama yapan askerleri görebiliyordum. Biraz daha sürünerek ilerledim. Önüme ufak bir şelale çıktı. Suyun içine atlayıp, şelalenin içine gizlendim. Su yarım metre derinliğindeydi. Düşman sırtta kan izlerini görmüş olacak ki kendimi yuvarladığım yerden inmeye başladılar. Kan izlerini takip ederek ilerliyorlardı. Onlar karşıma düşüyorlardı. Onun için bütün hareketlerini şelalenin arkasından izleyebiliyordum. Kan izlerini takip ederek su içtiğim yere vardılar. Derenin her iki yanını kontrol ederek bulunduğum yere kadar gelmişlerdi. Bir asker titrek bir sesle;
-Kan izleri burada kayboluyor
Komutan olduğu anlaşılan bir ses;
-Oraları iyi arayın. Çünkü yaralıdır. Uzağa gidemez, dedi.
Bunun üzerine askerler aramaya devam ettiler. İçinde bulunduğum gölcüğe taş atıyorlar, otların arasına mermiler sıkıyorlardı. Onlar benim otların arasında saklanabileceğimi düşünüyorlardı. Bense nefesimi tutmuş, iki büklüm suyun içinde onları izlemeye çalışıyordum. İlerleyip bulunduğum gölcüğü geçtiler. Aşağıdaki korucu köyüne kadar gitmişlerdi. Saat birde geri dönüp yanımdan geçtiler. Artık kurtulmuş sayılırdım. Tepelere çıkınca helikopter sesini duydum. Anladım ki geri çekiliyorlar. Akşama doğru bulunduğum yerden çıktım. Tepeleri dikkatlice gözledim. Kimse yoktu. Ellerim ve tek ayağım üzerinde yavaş yavaş ilerlemeye başladım. Bir değnek bulmuştum. Onu kendime destek yaparak korucu köyüne kadar yürüdüm. Köye vardığımda akşam olmuştu. Takip ettiğim dere köyün içinden geçiyordu. Köyün arka tarafındaydım. Suyun ne sağından yürüyebiliyordum, ne de solundan. Çünkü dere burada sarplaşıyor, Karabu’nun içinden geçecektim. Köyü dolanmaya kalksam belki de birkaç günümü alırdı. Normal bir insanın bir saatte geçebileceği bir yerdi. Projektörler her tarafı aydınlatıyordu. Ne olursa olsun köyün içinden geçmeliydim. Bazen evlerin arasından bazen dereye girerek ilerliyordum. Köyün ortasına varmıştım ki iki korucu gördüm. El feneriyle karanlık yerlere bazen ışık tutuyorlardı. Gideyim mi gitmeyeyim mi tereddüde düştüm. Eğer beni görürlerse bütün emeğim boşa gidecekti. Bahçe çitlerinin ardına gizlenerek onları da geçtim. Böylece sabaha kadar ancak köyün dışına çıkabildim. Köyün aşağısında bahçeler vardı. Biraz daha ilerleyip bir bahçe kenarındaki böğürtlenlerin arasında gizlendim. Sabah erkenden köylüler gelip bahçenin içine girdiler. Gelenlerden üç kişi silahlıydı. Bahçede çalışmaya başladılar. Bir kadın sürekli bahçeden topladığı küçük taşları bir tenekeye doldurup, sanki orada saklandığımı biliyormuş gibi üzerime boşaltıyordu. Akşama kadar kımıldamadan böğürtlenlerin arasında kaldım. Bir yandan da kadın tenekesini doldurup taşları üstüme döküyordu. Karanlık çökünce yola çıktım. Çavuşa Doluna kadar dinlene dinlene gittim. Orası az da olsa ormanlıktı. Burada arkadaşların eskiden kullandıkları noktalar vardı. Onlarla karşılaşabilirdim. Önümdeki köprüyü de geçtim. Sürekli su içtiğim için düşüyordum. Su içmem kötü olur, içmemeliyim diyordum kendi kendime ama susayınca tekrar içiyordum. Kendime de kızıyordum bazen niye su içiyorsun diye. Bir yamaca vardığımda güneş iyice yükselmişti. Daha önce çatışma esnasında cebime bir naylonun içerisinde biraz şeker koymuştum. Her gün bir şeker yiyordum. Onun dışında iştahım yoktu. Tekrar bir şeker aldım. Ertesi güne kadar orada kaldım. Ama ne gelen vardı, ne de giden. Arkadaşlardan kopmanın acısı içimde buruk bir özleme dönüşüyordu. Acaba onları bir kez daha görebilecek miydim? Onları görebilmek için yola çıktım. Düşman bulunduğum yere havan atıyordu. Ama rastgele attıkları belliydi. Bir taşın dibinde beklemeye başladım. Hava kararınca tekrar yola düştüm. Arkadaşların terk ettiği başka bir noktaya ulaşmıştım. Noktada sabahladım. Dört gündür yemek yemediğim halde aklıma yemek gelmiyordu. Arkadaşlardan ayrı geçirdiğim her gün bana bir yıl gibi geliyordu. Sürekli gözlerimin önüne geliyorlardı. Hele hele Hasret arkadaşın konuşmalarını hiç unutamıyordum. Onu hatırladıkça onun göstermiş olduğu direniş sayesinde kurtulduğumu düşünüyordum. Aksi halde askerler beni de görebilirlerdi. Ona olan yaşam borcunu gittiği yolu takip ederek ödeyebilecek miydim acaba? Öbür arkadaşlarda tek tek düşündüm. Belki de ilk defa böyle bir şeyin başıma gelmiş olduğundandı. Üstelik oradaki halkın çoğu koruculaşmıştı.
Beşinci gün akşamüzeri arazide yürüyordum. Aşağıda da patika vardı. Birden bire iki köylü patikadan çıktı. Ormanda yürüdüğüm için onları görememiştim. Onlar beni görünce oldukları yerde durdular. Bir süre öylece bakıştık. İkisi de genç sayılırlardı. Silahımı gördüler, ama yaralı olduğumu anlamamışlardı. Sanıyorum korucuların akrabalarıydılar. Çığlık atıp ikisi köye doğru kaçmaya başladılar. Köy de yakındı. Onlar köye varana kadar ortalık kararmıştı. Sabaha kadar ormanın içinde yürümek zorunda kaldım. Kelaniye adında boşaltılmış bir köye varmıştım. Köyün etrafında Xaçareş dediğimiz ormanlık bir alan vardı. Arkadaşlar daha önce sürekli buralarda olurlardı. Onun için kendi kendimi arkadaşların burada olabileceğine inandırdım. Köyün kenarında sık ağaçların arasındaki ilk noktaya gittim. Bir yandan arkadaşları düşünürken diğer yandan belki ateş bulurum ve birkaç sigara içerim diye de düşünüyordum. Manga yerlerinde kimseyi bulamamıştım. Yalnız yerde mekap izleri vardı. Tahminime göre birkaç günün diye düşündüm. Ateş yerlerine baktım. Üzeri toprakla örtülmüştü. Elimdeki değneğimle karıştırınca altta bir közün sönmemiş olduğunu gördüm. Hemen bir sigara sardım. Kömürleşmiş olanları bununla tutuşturdum. Kısa süre sonra ateşi büyüttüm. Sonra tepe yerlerine çıkıp baktım. Kimse yoktu. Orada sabahladım. Erkenden sırtı aşıp öte tarafa geçtim. Nokta nokta arkadaşları arıyordum. Kullandıkları patikaları takip ediyordum. Ama bir türlü kimseye rastlayamadım. Yarama kurt düşmüştü. Hareket ettiklerinde sanki yarama birisi çubuk sokup, karıştırıyormuş gibi korkunç bir acı duyuyordum. Yine de otururken, kalkarken, yürürken hep onları düşünüyordum. İlk defa ortak amaçlarımızın bizi bu kadar birbirine bağladığını hissediyordum. İnsan beraberken bütün yakıcılığıyla hissedemiyordu nedense. Ne zaman ayrılıyorsa işte o zaman bu özlemin, bu bağlılığın farkına varıyordu. Arkadaşlardan kopalı dokuzuncu güne girmişti. Öğleden sonra bir ağacın gölgesine oturmuş, önümdeki boğazı nasıl geçeceğimi düşünüyordum. Hem bende yürüyecek güç kalmamıştı hem de boğaza giden patika oldukça dikti. Normal bir yürüyüşle insanın yarım saatte alacağı bir yoldu. Ama ben yürümeyi göze alamıyor ve bunu düşünüyordum. Yan tarafımda ki dereden ayak seslerinin geldiğini duydum. Biraz sonra iki kişi göründü. Zaten bu halimle kaçamazdım. Silahımı hazırlayıp bekledim, gelenler arkadaşlardı. Elbiselerinden tanıdım. Onlarda tedbirli yürüyorlardı. Beni görünce köylü sanıp durdular. Onları tanımıştım. Rüstem ve Bahoz arkadaşlardı. Tesadüfen karşılaşmıştık. Başka birimlerde oldukları için beni tanıyamadılar. Bunun üzerine onları çağırdım. Yanıma geldiler. Gelir gelmez kucaklaştık. Şaşırmışlardı. Çünkü orada kalan arkadaşların hepsini şehit biliyorlardı. Bir an durup düşündüm. Arkadaşlara ulaştığıma inanamıyordum. Çatışma da olup bitenleri bir bir onlara anlattım. Beni noktaya götürdüklerinde akşam olmuştu. Arkadaşlar közün başında oturmuş sohbet ediyorlardı. Beni görünce hepsi ayağa kalkıp yer verdiler.
Sabah erkenden sağlıkçı bir bayan arkadaş yaramı temizleyip pansuman etti. Arkadaşları gördüğüm için yaramı, verdiği acıyı unutmuştum. Duyduğum sevinci anlatmam mümkün değil. Hemen bana temiz elbiseler getirip giydirdiler. Yemek getirdiklerinden iştahım olmadığından yiyemedim. Çatışmaya giren arkadaşların durumunu sorduğumda bağlantılarının olmadığını söylediler. Bütün günümüz sohbetle geçti. Çatışmayı en ince ayrıntısına kadar onlara anlatıyordum.
Akşamüzeri nöbetçiler iki kişinin bize doğru geldiğini söylediler. İki arkadaş gelenleri karşılamaya gitti. Gelenleri gördüğümde gözlerime inanamadım. Karşımda Mücahit, Adife ve Cahit arkadaşlar duruyorlardı. Çatışmadayken birbirimizden kopmuş ve şimdi karşılaşıyorduk. İnsan inanamıyordu. Tekrar hayal olabilir mi diye düşündüm. Ama onlarla sımsıkı kucaklaştığımda bunun bir ‘gerçek’ olduğundan kuşku duymuyordum artık.
Dilxwaz Çavreş