3. Dünya Savaşı gerçeğinin giderek daha da somutlaştığı, tüm güçlerin bu gerçeği gözeterek hazırlık yaptığı bir süreçteyiz. Bu realite içerisinde kimi devletler mevcut statükosunu korumayı esas alırken kimi ulus devletler ise yayılmacılığı esas almaktadır. Bu ulus devletlerin başında Rusya, TC ve İsrail gelmektedir. Rusya, Kırım, Osetya ve Ukrayna’ya yönelik işgal saldırılarını NATO’nun kuşatmasına girmemek için gerçekleştirdiğini belirtirken; sömürgeci Türk devleti ise ‘büyümezsek küçülürüz’ bahanesiyle Kürdistan’ın diğer parçalarını işgal etmeyi bir beka sorunu olarak görmekte. Keza İsrail de aynı zihniyetle ‘güvenlik’ bahanesini öne sürerek Filistin’in tümünü işgal etmeyi önüne hedef olarak koymuştur.
Rusya-Ukrayna savaşının giderek daha fazla NATO ve Rusya savaşı olduğu gerçeği kendisini göstermektedir. Yine Ortadoğu’da büyük güçlerin bölgedeki çıkar çatışmaları ve süren vekalet savaşları, krizlerin daha da derinleşmesine neden olup, bu savaşın merkezinin daha fazla Ortadoğu olacağına işarettir. Ülkeler, askeri güçlerini modernleştirmek için büyük yatırımlara ve askeri harcamalara girişmiş durumdadırlar. Siber savaşı, yapay zekâ ve otonom silahlar gibi yeni nesil savaş teknolojileri dedikleri gelişmeler, gelişecek çatışmaların niteliğini kökten değiştirmeyi hedeflemektedir. Yaşanmakta olan savaş, sistemin yaşadığı kaos ve kriz durumu, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ‘güvenlikli ada’ olarak görülen Avrupa’nın güvenlik anlayışını derinden sarsmış, aşırı sağ ile faşist hareketlerin yükselişini beraberinde getirmiştir. Aşırı sağ ve faşizan hareketliliğin temel gündemi ise “göçmenler” üzerinden oluşmaya devam etmektedir. Kapitalist sistemin güvenliği ve çıkarları karşılığında ezilen sınıflara, halklara daha fazla savaş, ölüm, işsizlik, yıkım ve göç yaşatılmaktadır.
Erdoğan bölgesel bir savaşın peşinde
Ortadoğu’da uzun bir geçmişe dayanan Filistin ve Kürt sorunu tüm yakıcılığıyla kendisini dayatırken Filistin halkına dönük faşist Netanyahu’nun geliştirdiği soykırımın bir aynısını faşist Erdoğan-Bahçeli ikilisi uygulamaktadır. Netanyahu ile Erdoğan aynı politikanın yürütücüleri, bir madalyonun iki yüzü ve ruh ikizleridir. Bölgesel ve küresel güçlerin bölgedeki politikaları ise sorunu kördüğüm halinde tutmaya devam etmektedir. Oysa Önderliğin demokratik ulus paradigması Kürt ve Filistin sorunu başta olmak üzere bölgedeki birçok sorunun çözümünde en ideal ve gerçekleşebilir çözüm olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Son Hamas saldırısı Filistin halkının soykırıma uğramasına gerekçe yapılmıştır. Benzer bir tutum, Özgürlük Hareketi olarak bize karşı da geliştirilmek istenmektedir. Kuşkusuz Filistin örgütleri ile ne ideolojik/paradigmasal olarak, ne politik olarak ne de öz savunma mücadelesi anlamında benzer yanlarımız bulunmaktadır. Kuşkusuz ki paradigmasal/ideolojik boyutunun yanı sıra, Hareketimizin politik ve toplumsal olarak çok geniş bir alanı etkilemekte. Bu durumun farkında olunarak soykırımı sonuca götürmesi temelinde Türk devletine sonuna kadar alan ve imkân açılmıştır. Küresel ve bölgesel güçlerin tüm ittifak, imha ve saldırı politikalarına rağmen, Hareketimizi istedikleri noktaya çekememiş, bunu başaramamışlardır. Fakat bizi sistem sınırlarına çekmeyi başarmadıkları noktada imha ve soykırıma uğratma politikasını sonuna kadar sürdüreceklerdir. Bugün yürütülen politika bu çerçevededir.
Filistin sorunu önemli oranda etkisiz bir noktaya çekilmiştir. Filistin halkının haklı olan varlık ve özgürlük mücadelesi uzun bir süredir sistem içi politika sınırlarına çekildi. Sorunla ilgili birçok güç ve devlet, Filistin sorununu kendi çıkarları ve ihtiyaçlarına göre bir sınıra çekme noktasında rol üstlendi. Sistem içileşen, politik çıkarlar ve iktidar mücadelesi sınırlarına çekilen Filistin davası bölündü, parçalandı. Bu bölünmenin bir tarafı direnişe karşı çıkarken, diğer tarafı da şiddeti amaç dışında kullanan anlayış ve tutumun ortaya çıkmasıyla Filistin sorununun çözümsüzlüğünü derinleştirdi. Bilinçli geliştirilen bu politika sonucunda çözümsüz kılınan ve kör şiddet noktasına çekilen Filistin davası, artık birçok Arap devletinin çıkarları açısından taşımak istemedikleri bir “yük” olarak görülmekte. Özellikle Körfez ülkelerinin bu noktada bir tutum içinde oldukları görülmektedir. Körfez sermayesi İsrail’in Filistin halkına karşı geliştirdiği soykırım politikası ve saldırısına karşı durma yerine, kendi çıkarlarını korumayı esas almaktadır. İsrail ile geliştirmek istedikleri İbrahimi Anlaşmayı da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Körfez ülkelerinin tutumu, Filistin halkının davasının bir an önce –Filistin halkının feda edilmesi de dahil- sorun olmaktan çıkarılmasıdır. Irak, Suriye ve Lübnan gibi Arap devletleri ise güçsüz durumdadırlar. Bölge güçleri ve küresel hegemon güçlerin çıkar politikası karşısında etkisiz pozisyondadırlar. Yine Mısır ve Ürdün devletleri de Filistin halkının davasına güçlü sahip çıkma ve çözümü dayatma, geliştirme noktasında olmadıkları; İsrail ile ilişkilerini dengede tutmaya çalıştıkları anlaşılmaktadır.
İsrail devletinin soykırım politikasını bu denli pervasızca yürütmesinin esas nedeni kuşkusuz Siyonist zihniyet ve politikaların sonucudur. Ancak bölgede ABD başta olmak üzere, küresel hegemon güçlerin bölge politikalarının bir parçası, temsilcisi olarak bulunduğu; bu güçler tarafından desteklendiği ve kollandığı bilinmektedir. Tüm bunlara rağmen pervasızlaşmasının temelinde, Arap devletlerinin tutumu, etkisiz duruşu ve yaklaşımlarının rolünün daha önemli olduğu açıktır. Arap devletleri, çıkarları için Filistin halkını feda eden bir noktada durmaktadırlar. Arap ve bölge ülkeleri, İsrail halkı kadar bile bu soykırım politikasına karşı güçlü bir direniş ve tutum geliştiremediler.
Türkiye’nin İran ile İsrail savaşını bölgesel kılma çabaları
Türk devletinin Filistin davası ve mücadelesi karşısındaki tutumu politik pragmatizm temelinde, çıkarları için kullanma amaçlıdır. Kör şiddet politikasını yürüten Hamas’ı desteklemesi, bölgede geliştirmek istediği siyasi İslam politikasını egemen kılarak, yeni Osmanlıcılık hegemonyasını geliştirmeyi hedeflediği bilinmeyen bir durum değil. Filistin halkının haklı özgürlük davasını savunma gibi bir tutumu ve derdi yoktur. Yıllardır İsrail ile geliştirdiği politik, diplomatik ve ekonomik ilişkilerin boyutu bilinmektedir. AKP/MHP faşist iktidarı Hamas’ı İsrail devletine saldırtarak, bölge politikasında etkin olma amacı üzerinden, binlerce Filistinli’nin ölümüne neden olmuştur.
İran, belli bir süredir İslam devleti olarak İslam devrimini ihraç etme döneminden, İslam devrimini ön cephede koruma, savunma anlayışı ve tutumuna geçmiştir. Bölgede hegemonyasını hâkim kılma noktasında mücadele yürütmektedir. Türk devleti ile de bölge hegemonyası noktasında rakip durumdadır. Hem bölgede güç olma politikası hem de ulus devletçi bölge politikasının temsili gibi bir rolü edinerek, ABD ile küresel çapta da çelişki ve mücadele içerisindedir. Sistem içi güç mücadelesinde kendisine biçtiği role göre Şia ekseni veya Şia hilalini inşa etme, geliştirme ve etkili kılma politikasını uzun bir süredir sürdürmektedir. Irak, Suriye, Lübnan’da Şii güçleri, Hizbullah’ı ve Yemen’de ise Husiler’i desteklemekte, silahlandırmakta ve savaştırmaktadır. Suni bazı güçler ile de iktidar ve güç çıkarı temelinde ciddi ilişkileri vardır. Hamas ile ilişkisi bu temeldedir. İslami söylem üzerinden yürüttüğü bir ilişki söz konusudur. Hamas lideri İsmail Haniye’nin Tahran’da öldürülmesini bu güç ilişkisi ve mücadelesi üzerinden değerlendirmek gerekir. En çok Türkiye’de yaşayan, Katar’da ikamet eden Haniye’nin Tahran’da öldürülmesini planlayan akıl, zayıflayan Hamas’ı kendi çıkarları etrafında yeniden dizayn etme; aynı zamanda İran ile İsrail savaşını bölgesel kılarak, bölgesel rol üstlenme amacı güden Türk devletidir. Birçok kesim ve çevrenin bu ölümle ilişkisi düşünülebilir. Ama en çok da Türk devletini, özel olarak Erdoğan-Bahçeli faşizminin etkisini ve rolünü görmek, olan biteni doğru anlamak açısından önemlidir.
Ayrıca İran rejimi tüm baskılarına rağmen kendi içinde de ciddi bir muhalefete sahip olup, bu anlamda da bir zorlanma içindedir. Halkın sisteme katılmadığı, meşruluğu tartışmalık olan bir rejim söz konusudur. Bu, rejim için ciddi bir sıkıntıdır. İran’ın içerde yaşadığı sıkıntı, ekonomik zorlanma, uluslararası alandaki kuşatmayı yaşarken; bölgede tüm tahriklere rağmen direk bir savaşa girmek istemediği çok açıktır. AKP-MHP sömürgeci zihniyeti bölgede yaşanan bu durumlardan istifade ederek kendini bölgesel savaşa hazırlamaktadır.
Soykırımcı, sömürgeci AKP-MHP iktidarı PKK’nin tasfiyesi ve Kürt soykırımı temelinde Misak-ı Milli’yi gerçekleştirerek bölgede etkili olacağını düşünmektedir. İran’ı buna razı etmek için zorlamakta, bunun için İran ve İsrail arasında savaş olmasını çok arzulamaktadır. Savaş çıkararak bölgede güvenlik paktı oluşturma planları ve girişimleri içindedir. Türk Dışişleri Bakanı Hakan Fidan bunu açıkça söyledi. Kudüs Paktı olarak ifade etseler de esasında geçmişte Kürt karşıtlığı temelinde yapılan Sadabat Paktı, Bağdat Paktı ve Sento gibi bir ittifak geliştirme amacındadırlar. Kudüs Paktı demeleri İran’ı etkilemek, zorlamak, mecbur kılmak içindir. TC böyle bir ittifakla Irak, İran, Suriye’yi yanına almak istiyor. Yine Katar vb. güçlerin de katılmasını istiyor. Bu duruma Rusya’nın da destek olacağı, çıkarları için bunu uygun göreceğini beklemektedir. Soçi ve Astana’da bu doğrultuda kendini örgütlüyor. Türkiye NATO’ya bağlıdır, bu cenahla bir şey olmaz diyemeyiz. Çünkü sürecin karakteri bu tür ilişkilere açıktır. Türkiye “güvenlik sorunum var” diyerek İran’la, Rusya’yla ilişkilere girerek, hatta onları destekleyerek diğer yandan da ABD’yle, NATO’yla hareket edecektir. Kendini büyütme ve yeni Osmanlıcılık hayallerini gerçekleştirmek için bu güçlerin çelişkilerini ve fırsatları kullanmaktadır. Bölgedeki tüm hedeflerinin başında PKK’nin tasfiyesi olup, bölgede Kürtlerin en küçük bir kazanıma, statüye sahip olmaması için gereken her yerde Kürt soykırımını gerçekleştirmekten geri durmamaktadır. Mevcut durumda planlarına en büyük engel PKK ve Kürtleri görmektedir.
ABD’nin pozisyonu ve olası etkileri
Bölgede yaşanan tüm bu gelişmeler karşısında hegemon gücün temsilcisi ve sistemin sürdürülebilirliğinden sorumlu olan ABD’nin pozisyonu ve tutumu da önemli. ABD’nin Kasım ayında yapılacak seçimlere kadar mevcut politikasını sürdüreceğini ön görmek gerekir. Bu doğrultuda İsrail’e desteğini sürdürecektir ancak çok fazla ileri gitmemesi ve bölgesel bir savaşa dönüştürmemesi için mevcut çatışma halini kontrolde tutma politikasını yürüteceğe benzemektedir. İran ile çelişki/ilişki diyalektiğini de mevcut belirttiğimiz anlayış ve yaklaşım temelinde sürdürecektir. ABD’deki seçim sonuçları gelişmeleri etkileyecektir. ABD’nin neyi ön plana çıkaracağı, hangi güçleri hedefleyeceği önemlidir. Şu anki göreceli dengeli durumun hala bazı şeylerin net olmamasıyla bağlantılı. Trump bile gelse eskisi gibi kendi başına hareket edemez, sistem içi sınırlara iyice çekilecektir. ABD’deki siyasi güçler Çin’in sınırlandırılması konusunda- aralarında yöntem ve zaman farklılığı olabilir- mutabıktırlar. Yine seçimden sonra Hamas, Hizbullah, İran’ı köşeye sıkıştırmak isteyecekler. Türkiye’nin durumu da krizli ve kritiktir. Hiçbir zaman Türkiye bu kadar sert İsrail, ABD karşıtı duruma gelmemişti. Araplar ile Yahudilerin arasını bozamayınca Arap devletleriyle ilişki geliştirme yoluna başvurdu. Ancak İsrail-Suudi Arabistan merkezli yeni Ortadoğu yapılanması karşısında çok kaygılıdır ve bundan çok rahatsızdır. Çünkü bu planla Türkiye eskiye nazaran daha çok dışlanıyor, eskisi gibi Ortadoğu’da kendisine öncelik verilmiyor. Bundan dolayı Türkiye çılgına dönmüş gibidir, bu kadar ABD, İsrail karşıtlığı söylemlerinin nedeni budur. Türkiye’de Avrasyacı bir kanat da güçleniyor, bundan dolayı da Türkiye’ye yeterince güvenilmiyor. Bunun için Türkiye’yi belli düzeylerde aşmak, daha doğrusu aşırılıklarına dur demek ve ıslah etmek istemektedirler. Bunun, Türkiye’den vazgeçiliyor anlamına gelmediği açıktır. Türkiye’nin pozisyonu NATO ve ABD için önemli olduğu kadar Türkiye de NATO’daki ayrıcalıklarından vazgeçmek istememektedir. En başta da bugüne kadar Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı savaşabilmesinin arkasındaki en temel güç ABD ve NATO’dur. NATO’nun desteği olmasaydı ve bu pozisyonunu kullanmasaydı soykırımcı, sömürgeci TC, onlarca defa yenilgiden kurtulamamış olacaktı. TC’nin ABD’ye karşı dikleniyor gibi tutumları şantaj olup, kendisini daha fazla pazarlamak amaçlıdır. Özellikle Kürtlerin inkâr ve soykırımında koşulsuz destek almak amaçlıdır.
Uluslararası Komplo’nun bölgesel işbirlikçi ayağı
Yaşanan tüm bu gelişmeleri, bölgedeki en köklü mücadele gücü ve Hareketi olarak etkileme gücümüz olduğu kadar kuşkusuz etkilendiğimiz boyutları var, olacaktır da. Her şeyden önce Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmeyi merkezine koyan sömürgeci, soykırımcı TC gerçeği ile karşı karşıyayız. Halkımıza ve Özgürlük Hareketi’mize karşı ikinci Uluslararası Komplo gibi bir süreç geliştirilmek istenmekte. Ya da bunun bölgesel ayaklarının geliştirilmek istendiği bir süreç söz konusudur. Komplo, Uluslararası eksende gelişti. Ağırlıklı uluslararası güçlerin planı ve uygulaması olarak gerçekleşirken, 27. yılına giren bu komployla istenen sonuca ulaşılmadı. Önderliğimiz başta olmak üzere Hareket ve halkımızın tutum ve direnişi ile önemli oranda boşa çıktı. Şimdi ise Uluslararası Komplo’ya paralel daha çok bölgesel güçler üzerinden bir komplo geliştirilmeye çalışılmakta. Tümü aynı motivasyon ve amaçla olmasa da eski dört sömürgeci gücün Kürdistan üzerinde birbiriyle ilişkilendiği ve birbirine yanaştığı bir süreç mümkündür. Henüz açık ve kesinleşmiş bir ittifak olmasa da bu kapsamda gelişen ilişkilerin yol açtığı sonuçları yaşıyoruz. Irak’ın Türk devletiyle girdiği ilişkiler ve gerçekleştirilen mutabakatı bu kapsamda ele almak mümkündür. Irak hem zayıf hem de parçalıdır. Sadece İran’ın değil, başka güçlerin de Irak üzerinde yönlendirmesi vardır. İran ise içte ve dışta gelişen baskılar karşısında çok sıkışmış durumdadır. Politik, taktik adımlarla üzerindeki tehlikeyi savuşturmaya çalışmakla birlikte her an bir savaşa sürüklenmesi de ihtimal dahilindedir. Yine daha düne kadar Erdoğan, Suriye’de siyasi İslam projesiyle yayılma hedefi temelinde Esad’ı düşürmeye yeminli iken; bugün zayıf düşen Esad’ın bile ayaklarına kapanacak düzeyde görüşme istemi, ilişkilerini normalleştirme çabası; Kürt karşıtlığı ve Kürtlerin Suriye’de herhangi bir statüye ve kazanıma sahip olmamasına dönük çabalardır. Türk devleti bu güçlerin içerisinde bulunduğu zor durumlarından faydalanarak Hareket’imize karşı bir cephe geliştirmek istemektedir. Geçmişte de bölgede Kürt inkâr ve soykırım politikalarını belirleyen, anti Kürt ittifakların mimarı ve öncüsü her zaman TC olmuştur. Diğer Kürdistan parçalarına egemen olan sömürgeci devletler, Kürt soykırım politikalarında hep TC sömürgeciliğini örnek alarak politikalarını belirlemişlerdi. Gelinen süreçte ise bu devletlerin politikaları Kürt soykırımında yetersiz kaldığı ya da yetersiz görüldüğü noktada TC sömürgeci ve soykırımcılığı, bu devletlerdeki Kürtlerin soykırımı için de devreye girmiştir. TC’nin, Kürdistan’ın diğer parçalarında Kürtlerle savaş halinde olması, Başûrê Kurdistan’a ve Rojava’ya işgal saldırıları gerçekleştirmesi bunun sonucudur. TC sömürgeci, soykırımcı zihniyetinin sadece Bakûr’da değil, tüm Kürtler için her yerde en büyük tehlike olduğu daha fazla açığa çıkmış olup, mücadele edilerek aşılması tüm Kürtler açısından hayatidir.
Irak-TC arasında geliştirilen söz konusu anlaşma; Irak’ın sıkışmışlığı ve güçsüz pozisyonu ile alakalı olsa da Özgürlük Hareketi açısından tehlikeli bir anlaşmadır. Her şeyden önce bu anlaşma TC’nin Başûr-Irak işgalini meşrulaştırmış, işgalin daha rahat ilerletilmesinin zeminini oluşturmuştur. Yine gerçekleşen işgalin Kürdistan bölgesinin statüsünü zayıflatması anlamında Irak’ın da işine geldiğini görmek gerekir. Şimdi bu anlaşmanın somutlaşan adımlarıyla gerilla alanlarında karşı karşıyayız. Bu anlamda 3 Temmuz’la birlikte mücadelemizin yeni bir aşamaya girdiğini belirtiyoruz. Bu aşama, başından beri AKP-MHP savaş hükümetiyle özgürlük mücadelesine karşı işbirlikçi-ihanetçi pozisyonda olan KDP’nin TC güçleriyle artık açıktan harekete karşı savaşmasının zeminini de yaratmış, KDP’yi rahatlatmıştır. Zaten bu anlaşmaya Irak’ın çekilmesinde KDP’nin önemli bir çabası ve rolü olduğu bilinmektedir. Mevcut durumda YNK’nin de işbirlikçi-ihanetçi zeminine çekilmesine dönük TC üzerinden önemli bir baskıyı uygulayan da KDP’nin kendisidir.
Barzani hanedanlığının ihaneti
KDP, tarihteki ihanetçi rolüyle geçmişten beri Kürt örgütlerine karşı bir Kürt gladyosu olarak örgütlendirilmiştir. KDP’nin bu gerçeğini bilmeyenler Rojhilat’tan, Bakur’a, Rojava’ya kadar Kürt tarihine bakmalıdırlar. KDP gerçeği böyle olsa bile TC, Kürtlüğün hainine bile tahammül edemez. KDP’yi bir aparat olarak ele alması ve ilişkilenmesi tamamen Özgürlük Hareketi’nin tasfiyesi üzerinedir. Bu anlamda geçmişten beri TC, KDP’yi Özgürlük Hareketi’ne karşı kullanmıştır. Son olarak da soykırımcı Türk devletinin PKK’ye karşı yürüttüğü Çöktürme Planı önemli mihenk taşlarından biri durumundadır. 2019 yılından itibaren TC ile açıktan PKK düşmanlığı üzerine kurduğu kirli ilişki 16 Nisan 2024 tarihi itibariyle yeni bir aşamaya geçmiştir. 2020-2023 arası yıllarda TC’ye istihbarat, lojistik, ikmal hatları gibi konularda tam destek sunarken; 2024 yılında ise TC ile gerillaya karşı ortak savaşmakta. KDP artık PKK’ye karşı Türk devletini salt desteklemiyor, Türk devletiyle PKK’ye karşı bizzat bir savaş yürütüyor. Özellikle karadan TC’ye ikmal yolları açması yine Türk istihbarat subaylarını ve özel kuvvet güçlerini kendi karakollarında operasyon bölgesinde barındıracak kadar bu savaşta bir birliktelik içindedir. Zaten istihbarat örgütü Parastin’ın MİT adına bölgede görev yaptığı bilinen bir gerçektir. Bırakalım alanlarında bir PKK’linin olması, Özgürlük Hareketi’ne sempatisi olan bir yurtsever için de anında istihbarat verip, dron kaldırmakta. Türk ordusunun Başûr’un şehir merkezlerinden, kara yollarından açık bir şekilde işgal konvoylarıyla geçiş gösterilerinin gerçekleştiği bir ‘Kürdistan’dan bahsediyoruz. Ancak burasının Kürdistan olmadığı, Kürt düşmanları ile iş birliği ve ihanet içinde olan bir Barzani hanedanlığı olduğu artık tüm çıplaklığıyla ortadadır.
Başûr kentleri; uzun bir süredir sosyal, ekonomik, eğitim başta olmak üzere birçok alanda AKP-MHP ile birlikte geliştirdikleri kirli ortaklık üzerinden uygulanan politikalarla adeta Türkiye’nin vilayetine dönüşmüştür. Son yıllarda çokça tartıştırılan Başûr’un statüsünün tehlikeye girmesi Bağdat’ın çıkarmak istediği birkaç yasanın sonucu değildir. TC, Başûr’un statüsünü zaten ortadan kaldırmıştır. Başûr’da TC işgalciliğinin yanında KDP işbirlikçi-ihanetçilerinin yer alması bu gerçeği değiştirmediği gibi işgali kolaylaştırmıştır.
Kürt halkı, özelikle Başûr halkımız KDP’nin bu uğursuz gerçeğini görüp, ciddi anlamda rahatsızdır. Uluslararası güçlerin KDP’ye biçtiği işbirlikçi misyon, yine TC ile girilen kirli ilişkilerinden dolayı KDP gerçeğini aşamayacakları gibi bir umutsuzluk içindedirler. Başûr’da bulunan diğer siyasi yapılar da iktidar ve daha fazla pay almak derdindeyken, halkı-ülkeyi düşünen noktada olmadıkları açıktır. Bu durum karşısında Başûr halkımızın, özellikle gençlerin en fazla yaptığı; Barzani hanedanlığı haline gelen bölgeden kaçış olmaktadır. Oysa, Kürt halkının iradesi ve birliği; Barzani hanedanlığını aşacak, ihanetine karşı koyabilecek güçtedir. Kürt halkı böyle bir birlik ve irade gösterdiği noktada hiçbir güç KDP’yi kurtaramaz. Bu anlamda ulusal birlik Kürt halkı için hayati önemdedir. Özgürlük Hareketi, ulusal birliğin gerekliliği üzerinde durmakta ve önemsemektedir. Bu alanda belli çabalar, zaman zaman beli girişimler de gelişmektedir. Yine halkımızın, aydınların, kanat önderlerinin, farklı kesimlerin bu temelde çağrıları da olmaktadır. Ancak bu ulusal birlik yaklaşımını da doğru anlamak, bu konuda bir yanılgı içinde olmamak gerekir. Ulusal birlik denince geçmişte PKK ve KDP’nin bir araya gelmesi anlaşılmaktaydı. Ulusal birlik yaklaşımı ve çağrısı ihanet içinde olan KDP’ye de bir çağrı olmaz. Halkımızın da böyle bir beklenti ve çağrı içinde olmaması gerekir. Bu durum iyi niyetli de olsa KDP’yi ulusal birliğe çekme değil, ulusal birlik adına ihaneti meşrulaştırmaktır. Bugün Kürdistan’da iki çizginin varlığı oldukça somutlaşmış ve açığa çıkmıştır. Birincisi; yurtseverlik çizgisi, ikincisi ise işbirlikçi-ihanet çizgisi olduğu güneş kadar nettir. KDP’yi bilmeden, tanımadan bir Kürt partisi ve gücü olarak bilenler, görenler vardı; onlar açısından bu durum bir yere kadar da anlaşılırdı. Ancak KDP’nin ihanet gerçeği bugün tüm açıklığıyla artık herkes tarafından görülüyorsa, yapılması gereken bu ihanet çizgisine karşı durmaktır. Arada kalmak da bu ihanet çizgisine zemin yaratmak ve meşrulaştırmaktır.
- Dünya Savaşı’nın krizli, bir o kadar da çok ilişkili ve çelişkili denkleminde belirsizlikler, riskler herkes için söz konusudur. Mevcut yaşanan süreçte Hareket olarak kuşkusuz bizim de zorlanmalarımız var. Ancak sadece bizim açımızdan değil, bölgedeki tüm güçler açısından zorlanma ve ciddi durumların yaşandığını ifade ettik. Özgürlük Hareketi’ni tanıyanlar çok iyi bilir; bugüne kadar çok zorluklar atlatmış, badirelerden geçmiş bir harekettir. Mücadele gücü olan Hareket’imiz, belli zorlamalar yaşasa da bunları atlatma; zorlukları güce, imkansızlıkları fırsatlara çevirmeye muktedir olduğunu defalarca ispatlamıştır. Bölgede yarım asırdır kesintisiz bir şekilde mücadele yürüten, halkımıza, ezilen halklara, kadınlara, insanlığa mal olmuş; umut olmuş bir Hareketiz. Böyle bir mücadele Hareketi’nin bölgede ve dünyada yaşanan gelişmelerden belli boyutlarda etkilenmesi de anlaşılırdır. Ancak daha çok gelişmeleri etkileyebilecek bir mücadele gücü ve pozisyonunda olduğumuz görülmelidir. Bu süreç, doğru değerlendirildiğinde örgütlü mücadele gücüne sahip Kürtler başta olmak üzere halklar açısından da fırsat ve imkanlarla dolu.
Türkiye’de gerçek devrimci-demokratik muhalefet
TC sömürgeciliğinin Kürt soykırımındaki en iddialı temsilcisi olan AKP-MHP faşist iktidarı; tüm iç ve dış politikaları, Kürtlerin gelişebilecek yeni siyasal sistemde varlık göstermemesine odaklanmıştır. Yine Kürt halkının özgürlük teminatı olan gerilla gücünün imhasına bu denli odaklanması bu amaçladır. 22 yıldır tüm kirlenmişliğine rağmen iktidarda tutulması da bu amaçla bağlantılıdır. Ancak artık bu iktidar sadece Kürtler açısından değil Türkiye’deki tüm halklar, toplumun tüm kesimleri için kaldırılamayacak, taşınamayacak noktaya gelmiştir. Bu doğrultuda AKP-MHP faşizmi çöküş süreci içerisindedir. Kuşkusuz bu faşist iktidarı bu noktaya -çok ağır bedellere mal olsa da- mücadelemiz getirmiştir. Başta Önder Apo’nun İmralı’daki direnişi, özgürlük gerillasının düşmanın her türlü tekniğine, kimyasal silahlarına karşı sergilediği direniş iradesi, faşizmin tüm sindirme ve baskı politikalarına rağmen halkımızın kesintisiz bir mücadele içinde olması; bu faşist iktidarın çöktürme planını boşa çıkarmıştır.
Türkiye’de AKP-MHP faşizminin çöküşünü gerçekleştirecek iç koşullar fazlasıyla elverişlidir. Toplumda içten içe biriken ve öfke düzeyine varan büyük bir tepki söz konusudur. AKP toplumdan büyük ölçüde kopmuş, izole olmuştur. 22 yıllık iktidar, AKP ve ortaklarını her yönden kirletmiştir. Geleceğe ilişkin insanlara verebilecekleri hiçbir umut ve argümanları kalmamıştır. AKP dış politikada da büyük açmazlarla karşı karşıyadır. Tasfiye olmaları için olmayan tek şey muhalefettir. AKP, iktidar olmanın gücünü ve imkanlarını kullanmanın dışında, esasta olmayan muhalefetin vermiş olduğu büyük avantajlar üzerinden varlığını sürdürmektedir. Faşist iktidar, toplumu milliyetçilikle zehirleyerek, kutuplaştırarak ‘içerideki sorunları erteleyin, beka sorunu var, Kürtlere karşı savaşla meşgulüz’ diyor. Muhalefet, tüm sorunların müsebbibi olan, Kürt sorunu ve bu soruna soykırımcı ve savaşla yaklaşan zihniyeti sorgulamıyor. Muhalefet, Kürt sorununa yaklaşımını ortaya koymadan, mevcut faşist savaş zihniyetine karşı tutum almadan; bu iktidarın yarattığı savaşın sonuçları olarak: Ekonomik sorunlar, yoksulluk, yolsuzluk, anti demokratik uygulamalar ve daha birçok sonuçlarla mücadele etmesinin mümkün olmadığını kendisi de biliyor. Muhalefet olarak CHP’nin, iktidarın yaratığı sonuçlarla oyalanması, iktidarın değirmenine su taşıması anlamına gelir ki yapılan da budur. Türkiye’de ana muhalefet olup, iktidar olma iddiasında olanlar her şeyden önce Türkiye’nin temel meselesi olan Kürt sorununa yaklaşımını ve tutumunu tüm açıklığıyla koymalıdır. Türkiye’de Kürt sorununa dair bir politikası ve yaklaşımı olmayan bir güç iktidara gelemez. AKP-MHP’nin de daha öncekilerin de bir yaklaşımı ve tutumu -denenip başarılmamış olsa da- olmuştur.
Türkiye’de bugün sadece sistem içi siyasi muhalefetten bahsedilemez. Her ne kadar son yıllarda faşizan uygulamalarla bastırılıp örgütsüz kılınsa da ciddi bir toplumsal muhalefet söz konusudur. Türkiye’de devrimci, demokrat, sol, aydın kesimler ve bir bütünen güçlü bir toplumsal muhalefetten söz edilebilir. Yine uzun yıllardır Kürt toplumu Türkiye demokratik mücadelesinde bir muhalefet cephesi olarak birleşik mücadelede öncü bir pozisyonda rol oynayarak kesintisiz bir mücadele içinde olmuştur. Esasta sistem içi muhalefeti de zorlayacak, harekete geçirecek bu toplumsal muhalefettir. Doğru bir mücadele perspektifiyle hareket edildiğinde esas ve belirleyici olacak olan bu muhalefettir. Ancak CHP’nin muhalefet yapıyormuş gibi yansıttığı hava ve bu yönlü yarattığı algı toplumsal muhalefeti kuyruğuna takma gibi bir tehlikeye işaret ettiğini görmek, bu noktada daha duyarlı bir yaklaşım içinde olmak gerekiyor.
Türkiye’de gerçek devrimci-demokratik muhalefet kuşkusuz Kürdistan Özgürlük Hareketi’dir. Gerillanın bu anlamda oynadığı rol çok önemlidir. Fakat tek başına yetmemektedir; toplumsal-siyasi ayak zayıftır, yetersizdir. Çağımızın mücadele karakteri salt devrimci güçlere ya da gerillaya dayalı bir mücadelenin nihai zaferi getiremeyeceğini ortaya çıkarmıştır. Onun için Önderlik yeni sürecin mücadele stratejisini, gerilla öncülüğünde devrimci halk savaşı olarak ifade etti. Bunun tüm halkın silahlanarak gerilla ile birlikte savaşması anlamına gelmediği açıktır. Halkımızın, yaşamın tüm alanlarını mücadele gerçeğine göre örgütleyerek devrime katılması savaşan halk gerçeğini ortaya çıkaracaktır. Halkımızın sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel, diplomatik tüm ilişkileri mücadelenin hizmetine girmeli. Kendisini mücadele gerçeğine göre örgütleyen, böyle yaşamaya çalışan halk gerçekliğini Rêber Apo savaşan halk gerçekliği olarak tanımladı. Böyle bir halk gücünün haklı mücadelesinin önünde hiçbir güç duramaz. Kuşkusuz yüreği mücadele ile atan, mücadelenin gereklerine göre asgari düzeyde yaşayan, mücadeleyle yürüyen yurtsever insanlarımız vardır. Bu kitlemizin bile mücadelenin hizmeti temelinde yeterince örgütlendiğini söyleyemeyiz. Yine mücadeleden bir şekilde etkilenmiş, fiili bir katılımı olmasa da sempati duyan genel bir halk gerçekliğimiz de söz konusudur. Bu halkımıza da mücadeleyi kavratma, örgütleyerek mücadele zeminine çekmek; toplumsal alanda çalışan mücadele örgütlerimizin görevi ve sorumluluğudur. Gelinen aşamada sürece cevap olma, başarıyı hedefleme anlamında bu mücadelenin öncü gücü olarak gerilla üzerine düşen sorumluluğu büyük bir irade gücüyle, fedaice fazlasıyla yapmaktadır. Halk olarak gerilla direniş ruhunu toplumsal alana yaymaz ve direnişe dönüştüremezsek gerilla direnişi tek başına istediğimiz sonucu alamaz. Böyle bir risk, gerillanın az direnmesi ya da rolünü oynamamasından değil, bu direnişi toplumsallaştıramadığımız için gelişecektir.
Var olmak için mücadele dışında başka bir seçenek yok
Özgürlük mücadelesiyle Kürt toplumunda bir diriliş devrimi gerçekleşti. Kürt toplumu bu diriliş temelinde yaşamın sosyal, kültürel, siyasal ve tüm alanlarında kendini tanımladı; bu alanlarda yeniden varlık ve özgürlüğünü örgütledi, mücadelesini verdi. TC faşizmi bugün sadece gerillaya karşı değil, halkımızın kendisini var ettiği tüm yaşam alanlarına saldırmakta ve yok etmek istemektedir. AKP-MHP faşizmi bugün mücadele ile yaratılan Kürt kazanımlarına, toplumsal değerlerine, kültürüne tahammül göstermemektedir. Son süreçlerde yaşandığı üzere faşist rejim; Kürt diline, halayına bile saldırır duruma geldi. AKP-MHP faşist rejimi ulusal kültürümüz, dilimiz, toplumsal değerlerimiz üzerinde yürüttüğü baskıyla sınırlı kalmamaktadır. Kürt insanını aynı zamanda toplumsal değerlerine, mücadele ve özgürlük değerlerine ters düşen bir pozisyona getirmek için özel savaşın her boyut ve yöntemlerini yoğun bir şekilde uygulamaktadır. Bugün Kürdistan’da insanlarımız şantaj, tehdit ve bin bir yöntemle düşürülerek ajanlaştırılmaya çalışılmakta. Yine gençlerimizi uyuşturucu, fuhuş girdabına çekerek mücadeleden uzaklaştırma gibi özel savaş uygulamaları Kürdistan’da faşist sömürge iktidarın rutin çabaları haline gelmiştir. Kürt halkı olarak düşmanın bu özel savaş yönelimlerine karşı, kültürümüzü, toplumsal değerlerimizi daha fazla geliştirmeli ve korumalıyız. Tüm toplumumuz üzerinde her alanda yoğun olarak geliştirilen özel savaşı en fazla boşa çıkaracağımız, cevap vereceğimiz alan kültür-sanat alanı olmaktadır. Bugün mücadelemiz çok boyutlu gelişmek durumundadır. Gerilla mücadelesi bu mücadelemizin -önemli olsa da- sadece bir boyutu oluyor. Başta dilimiz olmak üzere kültür alanı, sosyal, siyasal, toplumsal tüm değerlerimizi geliştirerek yaşatmak ve korumak için mücadele duruşu içinde olunmalıdır. Varlık ve özgürlük sorunu yaşayan bir halk için her yer, her alan ve her süreç mücadeledir. Yaşamak ve var olmak için mücadeleden başka bir seçeneğimiz yoktur. Bu toplumun özgürlüğü için yola baş koyanlar, daha işin başında yaşamın direniş olduğu ‘Berxwedan Jiyane’ gerçeğini bize yaşamlarıyla göstermişlerdir.
Kürt halkı ile Rêber Apo’nun özgürlüğünün bütünselliği
Kürt toplumu dört parça Kürdistan’da, yine Türkiye’de, yurt dışında dünyanın dört bir yanında toplumsal mücadelede en dinamik güçtür. Özellikle son 27 yıldır halkımızın, Hareketimizin mücadelesinin merkezinde Önderliğimizin özgürlüğü bulunmaktadır. Kürt halkının özgürlüğü ile Önderliği’nin özgürlüğü birbirinden koparılamayacak kadar iç içe ve birbirine bağlıdır. Bundan dolayı Kürt halkına, mücadelesine dönük politikaların, uygulamaların merkezi de İmralı olmaktadır. Dolayısıyla savaşın merkezinin de İmralı olduğunu görmek gerekir. AKP-MHP faşist iktidarı ‘Çöktürme Planı’ ile Harekete, Kürt halkına karşı çok boyutlu bir savaş sürecine girerken; öncelikle İmralı’ya dönük bir yönelim içine girdi, mutlak bir tecrit sürecini geliştirdi. Önderliğin özgürlüğünün Kürt sorununun çözümüyle bağı görülmekte, anlaşılmaktadır. Bu gerçeği halkımız, dostlarımız kadar düşmanlarımız da çok iyi bildiği için savaşı İmralı’da yoğunlaştırarak, oradan başlatarak yaydıklarını anlamak gerekir. Onun için de halk ve Hareket olarak mücadelemizin merkezine Önderliğin özgürlüğünü almamızın ne kadar doğru ve yerinde olduğu anlaşılmaktadır.
Geçen 27 yıllık süreçte halkımız, dostlarımız, Hareketimiz Önderliğin özgürlüğü temelinde daha özgün mücadele hamleleri de geliştirdi, geliştirmeye devam ediyor. Son olarak 10 Ekim’de bir yılını dolduracak ve sürmekte olan mücadele hamlemiz önemliydi, küreselleşen bir boyutta gelişmesi anlamında farklıydı. O güne kadar Önderlik için özgürlük hamlelerini halkımız başlatıp yürütüyordu. Bu hamle dostlarımız, Önderliğin fikirlerini benimseyen aydınlar, aktivistler tarafından başlatıldı. Küresel düzeyde bir mücadele hamlesine dönüştü. Daha önce de kuşkusuz dört parça Kürdistan dışında, Avrupa başta olmak üzere Kürtlerin bulunduğu her alanda Önder Apo için özgürlük hamleleri gelişiyordu. Ancak belirttiğimiz gibi Kürt halkı tarafından gelişiyordu. Kürt halkının geliştirdiği bu hamlelere en fazla dayanışma temelinde katılan dostlar oluyordu. Önder Apo’nun özgürlüğünün küresel düzeyde bir hamleye dönüşmesi Önderliğin direk kendi gücüydü. Evet, Önder Apo’nun savunmaları, kitapları birçok dile çevrilmişti ve bunlar da çok anlamlı çalışmalardı. Ancak insanlar Rêber Apo’yu direk Önderliğin kendisinden okudular, anlamaya çalıştılar. Sistemin insanlığı, geleceğe dönük umutsuz, ufuksuz kıldığı bir çağda Önderliğin görüş ve düşüncelerindeki ışığı gördüler. Gelecek ve çözüm perspektifini gördüler. Önder Apo’nun görüşlerinden korkanlar, Önderliği Hareket’inden, halkından tecrit ederek, hiçbir görüşünün ulaşmasını istemezken; Önderliğin görüşleri evrensel düzeyde insanlıkla buluştu. Bu anlamda tecrit politikaları amacına ulaşmadı, boşa çıktı.
Önder Apo’ya Özgürlük Hamlesi sonuç alacaktır
Ancak unutmayalım ki Önder Apo halen esaret koşullarında, bu anlamda da özgürlük sorunu var. Önderliğin düşüncelerinin yayılması önemli olmakla birlikte sadece entelektüel ve düşünsel bazı çalışmalarla sınırlı olmasının Önderliği özgürleştirmek için yeterli olmayacağı çok açık. Önder Apo’nun düşünceleri evrensel düzeyde akademisyenlerle, aydınlarla, kadınlarla, sol, sosyalistlerle, özgür bir dünya arayışı olanlarla buluştu. Bu anlamda yapılan çok anlamlı çalışmalar oldu. Önderliğin koşulları ve özgürlüğü için küresel düzeyde avukatların başlattığı ve devam eden girişim, 69 Nobel Ödüllü insanın girişimleri, Avrupa’da önemli bir sendika çevresinde başlatılan kampanya, konferans ve etkinlikler hepsi de çok anlamlı çalışmalardır. Bu çalışmalarından dolayı Hareketimiz adına hepsini selamlıyorum. Kürt halkı ve Hareket olarak bu çabalarını, taktir ediyor, unutmayacağımızı belirtmek istiyorum.
Kuşkusuz ki özgürlük hamlesinin küreselleşen bir düzeyi var. Ancak küresel düzeyde toplumsallaşmaya da ihtiyacı var. Kürt halkı bağlamında da bir toplumsallaşmadan bahsetmiyoruz. Çünkü Kürt halkına mal olmuş bir Önderlik gerçeği biliniyor. Kuşkusuz Kürt halkı olarak da bu hamlelerimizde zayıf kalan, yaratıcı ve sonuç almadan uzak tarzlarımızı aşarak, sonuç almaya dönük bir yoğunlaşma ve daha güçlü katılım sağlanmalıdır. Özellikle Bakur’un giderek özgürlük hamlesinde merkez olması, hamleyi yaygınlaştırması gerekir. Ancak Önderliğin özgürlüğünü küresel düzeyde de milyonlara ulaştırarak, yaygın kitlesel bir tarzda sürdürecek düzeye gelmesi oldukça önemli ve gereklidir. Özgürlük hamlemizi çokça Mandela’nın özgürlük kampanyalarıyla karşılaştırıyoruz. Mandela’nın özgürlüğünde etkili olan küresel düzeyde büyük kitlesel sahiplenişlerdir. Avrupa’da, Afrika’da hatta Ortadoğu’da halklar, geniş toplumsal kesimler; ya Önderliğimizi tanımıyorlar ya da düşmanlarımızın oluşturdukları yanlış algı ve tanıtmalar üzerinden bir tanıma durumu olduğunu biliyoruz. Mevcut sürdürülen küresel hamlenin tanımada belli bir etkisi olsa da düşünsel alana ilgili olan dar bir kesimle sınırlı kalmaktadır. Bu hamleyi yürüten dostlarımızın, enternasyonal çevrelerin en temel görevlerinden biri de Önderliği kendi ülkelerinde halklarına, geniş toplumsal kesimlere tanıtmaları; bu kesimlerin harekete geçmesinde öncülük yapmalarıdır. Yine bu konuda halkımızın da yurt dışında farklı halklara dönük bu yönlü bir çalışması olmalıdır. Halkımızın yıllardır ‘biz bize yeteriz’ yaklaşımını aşıp; dost, dayanışan geniş çevrelerle hamleyi büyütmeleri gerekir.
Yine hukuk alanı Kürtler olarak en güvensiz yaklaştığımız, egemen devlet hukukunun bile kendilerine çok görüldüğü, uygulanmadığı bir alandır. Kuşkusuz Önderliğin davası siyasi bir davadır. Ancak hukuk alanında da mücadele ederek, var olan durumu teşhir etmek, sesimizi dünyaya duyurarak bu alandaki mücadeleyi siyasi bir mücadeleye dönüştürebilmeliyiz. TC’nin ulusal hukuku Önder Apo’ya göre özel düzeltilirken, uluslararası hukukun da Önderliğimiz için uygulanmadığı bir durum söz konusu. Uluslararası alanda bu mücadeleyi dostlarımızla daha güçlü vererek, toplumsal bir baskıyla uluslararası ilgili kurumların sorumluluklarını Önder Apo için de yerine getirmelerini sağlamalıyız.
Mevcut durumda Avrupa Konseyi’nde ‘umut hakkı’ kapsamında Önderliğin durumunun da ele alınacağı bir süreç başlatılmış, devam etmektedir. Yine BM vb ilgili kurumlar düzeyinde başlatılan süreçler var. Bu süreci hukuki, diplomatik, kitlesel ve birçok boyutta çok güçlü ve etkili karşılamamız gerekir. Bu konuda özellikle Avrupa’daki örgütlü yapılarımızın, halkımızın rolü çok önemli. Hem bu kritik sürece ve hem de özgürlük hamlesine bu sorumluluk bilinciyle katılacaklarına inanıyor; başarılar diliyoruz.