Türkiye Cumhuriyeti Devleti, doksan dokuzuncu yılına büyük bir krizle girmiştir. Krizin nedeni devletin zihniyet ve siyasetiyle, 1924’ten beri varlığını kullandığı, topraklarından beslendiği halklara her gün ihanet ediyor olmasından kaynaklanıyor. Siyaseti ihanet olan bu devletin, uygulamaları ise katliamcılıkdır. Anadolu ve Kürdistan’daki kültür ve inanç farklılıklarını, zenginliklerini inkar edip, düşmanlık ettiği için kriz her gün biraz daha derinleşmektedir. Türk ulus devleti, sadece bu kadim toprakların tarihiyle çelişmiyor, en büyüğü Ermeni soykırımı olan katliamlardan ötürü aynı zamanda kirli ve suçludur.
Cumhuriyet rejimi yanlışlarını zamanla gideremedi. Ya da İnönü gibi adamlarca giderilmesine izin verilmedi. Kürt ve Alevi politikasındaki gibi hatalarını düzeltmek yerine tekrar etti, soykırım yaptı. Devlet içindeki bürokratik güçlerin birbiriyle çatışması, bu güçlerin PKK’ye ve Türkiye sosyalist hareketine karşı savaşta ortaklaşması ve dış efendilerinin çıkarlarına ve telkinlerine göre tutum alması, 1990’larda kontrolü kaybetmelerine yol açtı. Bunu fırsat gören küresel sermaye güçleri, Türk İslam sentezci bir odağı devlete yerleştirdi. Kürdistan özgürlük gerillasına karşı kimyasal gazlar kullanan, kendi asker cenazelerini dahi yakan bu zihniyet, her türlü kötülüğü yapan AKP-MHP ile başka bir tür iktidar odağı olup çıkmıştır.
Alevilik kadim bir inanç olarak, Türk iktidar gurupları yokken de vardı
Türkiye, günümüzde kendisine “Türk” diyen ancak etnik Türklükle tanıtılması, anlaşılması pek mümkün olmayan bir güruhun eline geçmiştir. Böylece Cumhuriyet rejimi, devletten çok çete ve mafya organizasyonuna daha çok benzemektedir. Elbette bu bir sonuç değil, TC’nin kuruluşu mayası inkar ve imha üzerinedir. Mayası inkar ve imha olduğu için tarihi gerçekliği de çok büyük çarpıtmalarla, yalan ve uydurmalarla inşa edilmiştir; zamanla bu çarpıtmalara yalan ve yanlışlara mutlak doğru diyerek inananlar çıkmıştır; bunlar Alevi, Kürt ve diğer inanç ve halklara yok deyince yok olabileceklerini, yok olmazlarsa da fiziki soykırımla yok edebileceklerine adete iman etmişlerdir. İşte cumhuriyet doksan dokuzuncu yılına bu anlayışın yol açtığı yıkım ve kriz ile girmiştir.
Türkiye’de son birkaç aydır Kürt halkına uygulanan soykırım saldırıları yanında bir de “Alevi Bektaşi Ve Cemevi Kültür Başkanlığı” adıyla kanunlaştırılan, Alevilere dönük saldırılar da paralel yürütülmektedir. Aslında tam da bu savaş organizasyonunun kendisini tartışmaya açmak gerekirken bunlar, Alevileri ve Aleviliği “sorun” gösterip Alevi inancını gündem yapmaya çalışmıştır. Çünkü Alevilik kadim bir inanç olarak, Türk iktidar gurupları yokken de vardı. Alevilik, Kürt, Türkmen-Türk, Arap ve Roman halklarının etnik ve inanç değerleriyle zenginleştirilmiş, ahlaki ritüelleriyle Ocak ve Pirleriyle güzelleştirilmiş yaşam kültürleriyle, Türk ulus devletinden bile çok önceden bu topraklarda zaten yaşıyordu. Bunların adı ve sanı ortada yokken de Alevilerin Ocakları, Dergahları Cem yapıyor, Pîrleri-Anaları Xızır ve Hak aşkı için Semah Dönüyor, taliplerine hizmet ediyordu. Bu ve benzer sebeplerle gündemde olması gereken Alevilik ve Aleviler değil, bu yaşam tarzını sorun gibi gösteren zihniyet olmalıdır.
Alevilik kadim bir inanç ve bu inanca mensup halkların yaşam kültürüdür. Aleviler ve Alevilik bilinmeyen bir inanç ve toplum değildir. Bu nedenle Alevilik bir inanç mı kültür mü sorusu yerine, Türk-Türkmen halkı adına konuşan “bu Türkçü Türkler kimdir” sorusu sorulmalıdır. Aleviler Kürt, Türkmen-Türk, Arap ve Roman halklarıdır. Peki Alevileri ve Aleviliği Kültür Ve Turizm Bakanlığının bir dairesine sıkıştıran bu adamların nesebi ve meşrebi nedir? Bunların da kendilerine ait bir inancı ve yaşam kültürü var mıdır? Varsa nedir? Bu sorulara verilecek en doğru cevap Alevilerin Aleviliğini bilmesi ve yaşaması gerçekliğidir.
Onun için bu yazımızda güncel siyasi gelişmelerle bağlantılı hususları da ele almaya çalışacağız. Ancak konu Türk egemenlerinin tarihsel soykırımcı politikalarının Aleviler, Kürtler ya da diğer halk ve inançlarla ilişkisi olunca, geçmişte olup bitenleri günümüz gerçekliği içinde anlaşılır kılacak yorumlar yapmadan konuyu anlatmak da anlamak da zordur. Çünkü Türk egemenleri halkların bilinç sınırlarını daraltarak geçmişi unutturmada, sorgu sual yerine ezbercilikle öğretmede, zihinleri yalanlarla bulandırmada da maharet sahibidir.
AKP-MHP iktidarı, durup dururken sebepsiz yere Aleviliğin inanç kimliğini görmezden gelip, kültür yanını kanunla devlete bağlamamıştır. Dahası Kılıçdaroğlu’nun çıkışına karşı bir hamle gibi halka sunulmamıştır. Tüm bu hususları iyi irdelemek gerekiyor. Çünkü Aleviler CHP’nin zeminini ve ortamını yarattığı bir oldu bittiyle karşı karşıya bırakılmıştır. Gündemde olduğu için şu yanlışa da düşmemek gerekir; TC Aleviliği bir inanç olarak görmüyor değildir. Bir inanç olarak görüyor tabi. Fakat kendisinin tanımladığı, kendisinin olmasını istediği bir inanç olarak görüyor; TC Aleviliği, ittihatçıların devlet ulusu yaratmak için sağa sola araştırma ve inceleme için adam göndermeye hız verdikleri 1920’lerde kavramsallaştırdıkları “Alevilik Türk İslam’ıdır” gibi görüyor; böyle tanıyor ve tanımlıyor; böyle bir kılıfa sokmak için de aralıksız çalıştı, çalışıyor. Bu nedenle tüm Aleviler kendileri hakkında Talat-Cemal-Enver liderliğinde başlatılan İttihat Terakki çizgisindeki tarif ve tanımın, İsmet İnönü-Feyzi Çakmak ile CHP politikası içine alındığını, 1960’tan sonra Demokrat Parti ve halefleri tarafından elden geçirilip, 1980’den itibaren de Türk İslam sentezi adıyla Erdoğan ile AKP politikalarına yerleştirildiğini çok iyi bilmelidir. Daha iyi anlaşılması için AKP-MHP iktidarının, “Alevi Bektaşi ve Cemevi Kültür Dairesi Başkanlığı” dediği şeyin, 1963’te İsmet İnönü’nün Aleviliği Diyanet İşleri Başkanlığında kurmaya çalıştığı Mezhepler Dairesine bağlamak isterken yaptığı tanım, olmasını istediği şeyin devamı olduğunu hatırlatmak istiyoruz. Yani Aleviler tarihsel bir saldırının adeta final olanıyla karşı karşıyadır. Şimdiye kadarki saldırılar tabi ki Alevilere zarar vermiş, güçten de düşürmüştür, Aleviler içinde birçok soruna da yol açmıştır. Fakat Alevileri tümden bitirememiş, teslim de alamamıştır. Son final saldırısını yapan Türk egemenleri, bu saldırgan cenahın en zayıf, teşhir ve tecrit olanlarıdır. Yani en cibilliyetsiz olanlarıdır da. Dolayısıyla Alevilerin birlik içinde gösterecekleri direniş, bu finali demokrasi zaferi ile sonlandırmalarına fazlasıyla imkan sunmaktadır. Aleviler, birliklerini daim kılar, dirliklerini büyütür ve demokrasi güçleriyle ortak demokrasi mücadelesini daha güçlü verirlerse, tarihlerinde bir ilki de gerçekleştireceklerini bilmelidirler; bu ilk Alevilerin inanç kimliklerini ilk defa Türk egemenlerine kabul ettirmesi olacaktır. Bu da Aleviler için zafer, Türk adıyla hareket eden her nesepten egemenleri de biraz insan yapma anlamında iyi bir şey olacaktır.
Tarihten bilebildiğimiz kadarıyla Alevi inancını kendisi için tehlike gören, Alevilere ara vermeden saldıran anlayış, önce Emevi ve Abbasi Arap iktidar İslamcılar daha sonra da Türk iktidar İslamcı egemenler olmuştur. Detaylarının bir bölümü Türkmen halkının Ortadoğu tarihinde saklı bu gerçeklik, aynı zamanda iktidar İslam’ın Ortadoğu’da halklara ve inançlara saldırı ve katliam tarihinin de önemli bir dönemi olmaktadır. Bu, Türkmen halkının Ortadoğu’daki serüveninin anlaşılması için üzerinde durulması gereken çok önemli bir konudur.
Sultan-halife iktidarları, güçlü ve büyük devlet olduklarını ülkeler fethederek, ganimet kaldırarak, talan yaparak ve köle alarak göstermiştir. Osmanlı da bunu yapmıştır. Bu sadece Osmanlıya has bir özellik değil; İslam, Hristiyan tüm feodal devletlerin özelliğidir. Konumuz Türk egemenleri, Alevilik ve Aleviler olduğu için Türk egemenlerinin adını veriyoruz. Osmanlı 1453’e kadar da Türkmen halkının kültürüne ve inancına dayanmış, bu inancı ve kültürü dost ve müttefik görmüş, temel gücünü de Türkmenlerden almıştır denilebilir. Fakat İstanbul’un fethi ile Osmanlı hanedanı Türkmenlerle ilişkisinde politika değiştirmiş, başta Türkmen Alevi Babailer olmak üzere, iktidar İslam’a göre olmayan tüm din ve inançları düşman görmeye başlamıştır.
1300’lerde bir Kürt tarikatı olarak doğan Safeviliğin, Fars iktidar geleneği içinde 1500’de devletleşmesiyle hem İslam’da hem de Ortadoğu’da yeni bir dönem açılmış oldu. Safeviler, Emevilerden beri iktidar İslam’a direnen halkların direniş mücadelesinden devlet ideolojisi yaratmıştır. Bu halklardan güç alan Safeviler, Türkmen halkının Osmanlı Sünni iktidar İslam’ına karşıtlığını da kullanmaya başlamıştır. Safevilerin, Kürt-Türk Alevileri etkileyerek, saflarına çekmeye başlamasına karşı, Osmanlı da Türk-Kürt Alevilere hem fiziki hem de kültürel soykırım politikalarının dozunu artırması şeklinde cevap vermiştir. İşte böyle bir dönemde çok iyi bilinen Pîr Hacê Bektaş Dergahına bugünün deyimiyle Balım Sultan’ın kayyum olarak gönderilmesi gündeme girmiştir. Bu atama, yol açtığı sonuçları halen de tam anlaşılamamış Alevi-Bektaşi inancına ilk ciddi ve köklü Sünni İslam iktidar müdahalesi olarak kabul edilmelidir. Bu atamaya, 8 Kasım 2022’de AKP-MHP’nin Türk meclisine sunduğu “Alevi Bektaşi ve Cemevi Kültürü Dairesi Başkanlığı” kanununun beş yüz yıl önce Osmanlı şeriatına göre olanı demek de mümkündür. Ve aynı amaçla yapılmıştır; Alevileri kontrole almak, inancını bozmak, Sünni iktidar İslam içine çekerek Müslümanlaştırmak ve devlet için kullanmak!
Osmanlı sadece Alevi inancına Bektaşiliği bozmak üzerinden müdahale etmemiştir. Pîr Hacê Bektaş dergahını Ahmet Yesevi üzerinden Nakşiliğe bağlamak isteyen bir düşüncenin alt yapısını da oluşturmuştur. Alevi oldukları için Yavuz döneminde katliamlara uğramıştır. İlginçtir, Alevi Katliamları Kuyucu Murat gibi Hristiyan Boşnak bir devşirmenin sadrazamlığında da sürmüştür. Osmanlı döneminde Aleviliğe inançsal müdahale esasta Türkmen Aleviler üzerinden yapılırken, fiziki katliamlardaysa Türkmen, Kürt, Arap Alevi ayrımı yapılmamıştır.
Osmanlı Alevileri İslam dışı bir inanç olarak tanınmış ve iktidar İslam’a dahil etmek istemiştir. Bunun için de gerektiğinde katletmiş, gerektiğinde para ile satın almaya çalışmış, gerektiğinde de sürgün etmiştir. Fakat Alevi Türkmenlerin göçebe ve direnişçi olması, Kürt Reya Heq Alevilerin ise kültürel gücü nedeniyle Osmanlı başarılı olamamıştır. Osmanlının “Dersim’e sefer olur zafer olmaz” sözü, Türkmenleri en çirkin sözlerle nitelemesi bu gerçekliğin veciz ifadesidir. Osmanlı daha çok Bektaşi geleneğini bozmuş, tasavvuf ilkelerine zarar vermiş, bölmüş, teslim alarak kullanmaya çalışmıştır. Abdülhamit’in, Arnavut Bektaşilere mevki vermesi, Ermeni soykırımından sorumlu Talat’ın ise Bektaşilikle ilişkisi, Osmanlının bu inanç kolunu çıkarları için bozarak kullanmasına örnek verilebilir. Özünü koruyan Bektaşi çizgisinin buna cevabı Osmanlıya isyan etmek olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ve inşa süreci, Türk egemenleriyle Alevilik ilişkisi için yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Türk ulus devlet sürecine geçmeden Selçuklu ve Osmanlı devletlerinde egemen Türklükle Aleviler ilişkisini farklı açılardan bir kez daha hatırlatarak feodal dönem Türk egemenleriyle ulus devlet dönemi egemenleri arasındaki tarihsel benzerlik ve farklılık teşkil eden noktalara değinmek gerekiyor. Bu hatırlatmalar, ulus devlet ile Aleviler ilişkisini daha doğru açıklamış olacağından günümüzü de anlaşılır kılacaktır.
Alevi-Bektaşi Türkmenler her zaman direnmiştir
Selçuklular döneminde Türk egemen sınıfları, önce boy-oba şefliğinden, Abbasi halifelerinin askerleri ve komutanlığına terfi etmiştir. 1050’lerden itibaren de daha çok Fars ve bir miktar da Kürt egemenleriyle ilişkiler sayesinde, İslam devletinin komutanları durumuna gelmiştir. Türkmen-Türklerin, Arap, Kürt ve Fars ilişkisi için çok şey belirtilebilir. Fakat bu ilişkiyi kuran ve belirleyen en önemli etkenin, Roma-Sasani döneminde adeta rutin hale gelmiş Doğu Batı çelişkisi ve savaşının, 1050’lerden itibaren İslam Hristiyan çelişkisi olarak Haçlı seferleri adıyla yaşanmaya başlaması olduğu genel kabul gören olgudur. 1050’lerden sonra Müslüman Doğuyu, Hristiyan Batıya karşı savunacak bir güç gerekmiş, tam böyle bir süreçte, Arap, Fars ve kısmen Kürt egemenleri, bölgeye yeni gelmiş yurtsuz ve dinsiz (tek tanrılı anlamında) Türk ve Türkmenleri en kullanışlı güç olarak değerlendirmeye başlamıştır. Türklere yurt ve biraz din, Ortadoğu’nun kadim güçlerine de savaş için ittifak edeceği askeri bir güce gereksinimi, bu ilişkinin kurulmasını kolaylaştırmıştır.
İktidar ve devlet her zaman, devletçi bir ideoloji, para (tüccar) ve asker (komutan) üçlüsünün ittifakıyla kurulmuştur. Bu ittifaka göre ele alırsak, Selçuklulardan beri Türk devletlerinde ideoloji iktidar İslam olmuş ve her zaman Kürtlerin, Farsların ve Arapların yerleştiği kurumdur; para yani tüccar fırsatını bulan Yahudi, Ermeni, Rum başta olmak üzere farklı etnik ve dinsel kesimden hemen her kes olmuştur; asker yani komutan ise Türk egemenlerin kendilerini örgütlediği temel yapı olmuştur. Bu sebeplerden ötürü Türk İslam devletleri hiçbir zaman tüm kurumlarıyla etnik anlamda “Türk”ün damgasını taşımamıştır. Tıpkı bugün ki gibi.
Selçuklu’da ve Osmanlı’da, Sultanların aynı zamanda büyük savaş komutanları olmasının nedeni bu kuruluş mantığında gizlidir. En büyük Sultan, en çok fethi yapan olmak zorunda kalmıştır. Çünkü Sultanlar, ideologlarca Müslümanlığını fetihçiliği ile kanıtlamak üzere eğitilmiştir. “Her Türk asker doğar” (!) sözü, İslam döneminde bu ilişki gereği dinselleştirilmiştir. Tüccar; zenginlik için toprak ve ganimet istemiştir. Bu nedenle Türk iktidar İslam devletlerinde ideoloji ile para, komutana karşı güçlü bir ittifak içinde olmuştur. Dolayısıyla fetihçi olmayan Sultanlar, genelde saraydaki ideologların ve tüccarların elinde çoğu zaman kukla olmuş, iradesizleştirilmiştir. Osmanlı sarayında entrika ve komploların çok olmasının da temelinde bu siyasi yapılanışın etkisi büyük olmuştur. Bazı zamanlar hemen her gün sarayda bir darbe olmuştur. Osmanlı Sultanları, hanedanın diğer üyeleri her zaman en yakınlarından korkmuştur. Ve birçoğu da en yakınlarınca infaz edilmiştir. Roma’da da sınıflar, tabakalar, çıkar gurupları çok olduğu için entrika, komplo, suikast çok olmuştur. Fakat her şeye rağmen, Selçuklu ve Osmanlıda, ordunun başkomutanı anlamında Sultan ve Halife, bunların en güvendiği kişiler içinde her zaman etnik olarak Türkmen-Türkler yer almıştır. Yani Selçuklu olmayan biri Selçukluların, Osmanlı olmayan biri de Osmanlının başına geçmemiştir. Bu bakımdan Osmanlı ve Selçuklu Sultanları iktidarın bir numarası anlamında etnik olarak Türk kalmayı başarmıştır. Tabi bu Türklük, iktidar İslam geleneğinin izin verdiği kadar olabilmiştir.
Osmanlı yıkılınca, Osmanlı hanedanı elindeki halifelik ve padişahlık makamını kaybetmiş, bu da sarayda, orduda, ticarette yer alan devşirmeden teşekkül ricalin önünü açmıştır. Devşirmeler devlet tecrübesine dayanarak çıkarlarına göre Almanlar, İngilizler, Fransızlarla ilişki kurmuştur. Örneğin askeri bürokrasi Almanya’dan, saraydaki sivil zevatsa daha çok İngiltere’den destek almıştır. Bu dönemde ideoloji ve para ise Yahudi damgalı olmuştur. İçerdeki bu çıkar gurupları, birinci dünya savaşı ortamında Rus devrimi gerçekleşince, dış destekle Türk olmadıkları halde Türk adıyla bir devletin kurulması noktasında geçici de olsa uzlaşmış oldu.
Bu bilgiler ışığında şu çarpıcı vurguyu paylaşmak istiyoruz; Selçuklular ve Osmanlılar ile Türkmen Aleviler arasında, aynı etnik yapının kendi içindeki sınıfsal, kültürel ve ideolojik çelişkisi, çatışması ve savaşı yaşanmıştır. Bu kendi içinden doğru, insanlığın sınıflara bölündüğü günden beri de doğal sayılması gereken bir gidişattır. Her iki taraf da çıkarlarını savunmuştur. İktidar İslamla devlet olmuş Türkler, Türkmenleri katletmiştir. Türkmenlerde güçleri yettiğince devletçi Türklere karşı özsavunma çizgisinde direnmiş ve savaşmıştır. İktidar İslamcı devletçi Türkler, 1900’ün başında yıkılıp gitmiş, Türkmenlerse bu direniş ve savaşlar içinde Türk halk kültürünü, kimliğini ve kişiliğini yaratmıştır; büyük yol önderleri, kahramanları, efsaneleri, ozanları, folklorik birçok öge, gelenek ve görenek geliştirmiştir. Bu diyalektik sonuçlar, halkların gelişim süreci gereğidir. Yani her halk gibi Türkmen halkı da egemenlerine karşı direnmiş, demokratik halk kimliğini geliştirmiş ve kalıcılaştırmıştır. Bu Türkmenlerin çoğu, Alevi ve Bektaşidir. Sonuçta iktidar İslam ile kimlik bulan Türk egemenleri, İslam fütuhatıyla yaşamış, halk Türklüğüyle de 1250’den 1700’lere kadar çatışmıştır. Bu çatışmada direnen Türkmen-Türk halkı Anadolu topraklarında varlığını kesinleştirmiştir.
Anadolu Türkmen Alevi-Bektaşi kültürüyle Türkleştirilmiştir
Anadolu’nun Türklere yurt olmasını sağlayan temel gücün, Alevi-Bektaşi Türkmen-Türk halkı olduğu tartışmasızdır. Ancak şimdiye kadar bu halkın hakkı teslim edilmemiştir. Cumhuriyet bu kültürü dayanak ve gerekçe yaparak kurulmuştur. Fakat Türk ulus devleti de Türkmen halkının emeklerini tümden inkar etmiştir. Sanıldığı gibi Anadolu Türk iktidar İslamcılarca fethedilmemiştir. Anadolu’ya Türklerin girişini kolaylaştıran Malazgirt savaşı, çoğu Kürt aşiret savaşçısı İslam ordusunun, halifenin destek verdiği ve henüz tümden iktidar İslamcı Türk olmamış bir komutanın komutasında Hristiyan Bizans’a karşı kazanılmış bir savaştır. Bizans yenilince Türkmen oba ve boylarının Anadolu’ya yerleşmesi kolaylaşmış ve asıl Anadolu Türkmen Alevi-Bektaşi kültürüyle Türkleştirilmiştir. Çünkü Anadolu Selçukluları da yıkılıp gitmiş, çoğu Alevi-Bektaşi olan boyların Anadolu halklarıyla kurduğu dostane ve kardeşlik ilişkisinin kazandırdıklarıyla söz konusu gelişme sağlanmıştır. Bu boylardan biri olan Osmanlı güçlenince Anadolu’daki diğer boylarla küçük çaplı çatışmalara girmişse de çoğuyla uzlaşma anlaşma ile birleşmiştir. Osmanlı, İstanbul’u alınca biraz da o dönemki İslam dünyasındaki iktidar boşluğundan yararlanarak hızla büyümüş, Türkmenlerle arasına mesafe koymaya başlamış, emperyal heveslerle işgallere girişmiş, Türkmenlerden devlet olarak vergi ve asker istemiş bu da Celali isyanlarına yol açmıştır.
İktidar İslamcı Türkler, iktidar gereği Anadolu’yla sınırlı kalmamıştır. Balkan, kuzey Afrika, Arabistan topraklarını da işgal etmiştir. Bilinen tarihlerde de yenilip dağılmış, geride yaptıkları katliamları bırakmıştır. Sonunda kendilerine rağmen varlık kazanan Türkmen halkının Türkleştirdiği Anadolu’ya sığınmıştır. Başka bir ifadeyle Ortadoğu’daki serüvende iktidar İslam ile devlet olan egemen Türkler yenilmiş ve gitmiş, çoğu Alevi-Bektaşi olan Türkmen-Türk halkıysa varlığını daim kılmıştır. İşte Türk ulus devletinin ya da cumhuriyetin Alevilerle ilişkisini çözmek için bu gibi karanlıkta bırakılmış noktalara ışık tutmak gerekmektedir.
Osmanlı iktidar şekli ve Türkmenlerin Osmanlı ile çelişki ve çatışmasına yol açmış, sınıfsal, dinsel ve kültürel sorunlar, Osmanlı yıkıldığında etnik anlamda Türklük için çok büyük sorunlara da yol açmıştır. Çünkü Osmanlının Türkmen politikası ortada ulus devlete dayanak yapılacak güçte bir kültür bırakmamıştır. 1920’lere gelindiğinde asker ve sivil bürokraside yer almış, çoğu devşirme ve devlet dışında pek bir şey bilmeyenler, kurmaya çalışacakları Türk devletine yurttaş yapacakları bir etnik gurup, millet ya da ulus bulamamaktadır. Tabi bu Osmanlı harabesi üzerine devlet kurmaya çalışan bürokratların kafasındaki gerçekliktir. Yoksa tabi ki halk anlamında bir Türkmenlik ve Türklük vardır. Olmayan, devletçi devşirmelerin işine yarayacak Türkmenliktir. Egemenlerle halk arasındaki çelişkinin büyüklüğünden ötürü Mustafa Kemal de dahil hiçbir asker ve bürokratın algısında, hafızasında güçlü bir Türk kimliği bulunmamaktadır. Bu o dönem ki konuşmalarından da anlaşılmaktadır. Bunun için İttihatçılar, önce Panislamizm ve Panosmanlıcılık, çok sonradan Turancılık diyerek orta Asya köklerine yani ırkçı ve milliyetçi zihniyetle Türkmenliğe uzanmaya başlarlar. Bu gerçeklik bize, çoğu devşirme olan yani etnik kimlikleri karışık, bulanık, belirsiz, kimliksiz ve kültürsüz olan bu güruhun, amaçlarının devleti korumak, olmadı yeni bir devlet kurmak olduğunu, çağın ulusal devletler çağı olduğunu anladıklarında da hangi ulus, nasıl bir ulus arayışına girdiğini gösterir. Bu da Türk ulus devletinin kuruluşunda bir özgünlüktür. Çağın gereksinimlerini, halkın ihtiyaçlarını gözetmek düşünmek bunların akıllarının ucundan geçmemiştir. Düşündükleri tek şey bir devlet kurup başına geçmek olmuştur. Bunda halife padişahın bendeleri olmaktan kurtulmuş olmanın verdiği kendine güven duygusunun payını da görmek gerekir.
Ulus devlete, bir ulus gerekiyordu. Bu Türk ulus devleti olunca işler sanıldığından da zor olmuştur. Bu devletin adını alacağı Türk nerededir ve kimdir sorunu ortaya çıkmıştır. Osmanlıda, ideolojisi gereği son iki yüz yıla kadar etnik yapı pek önemsenmemiştir. Fakat Türkmenlik ve Türklük, en alt tabaka, idraksizler kitlesi olarak görüldüğü için Türkmen halkına oldukça negatif bir bakış söz konusu olmuştur. Cumhuriyet bu kimliğe dayandırılmak istenince hem kültür olarak ulus olmanın çok uzağında bir yapı hem de din-inanç olarak Türk egemenlerine düşman Alevi-Bektaşi kültürle karşılaşılmıştır. Türk ulus devletini kuracak kadro, Hristiyan halklara dayanamazdı. İslam temel ideoloji olduğu için elinin altında Türkmenler, Kürtler ve Araplar kalmıştı. Türkmenlerin de çoğu Alevi-Bektaşi olup egemenlere mesafelidir. Müslümanlaştırılmış Türkmenlerin belli bir kesimi Osmanlı hanedanıyladır. Bunlar Osmanlının yüzyıllarca iddia ettiği “kafir Hristiyan batı” propagandasıyla çağın gelişmelerinden kopartılmıştır. İktidar İslam ile de kültürel olarak asimilasyona uğramıştır. Araplar 1750’lerden itibaren Osmanlı ile çekişme sürecine girmiştir. Kürtler pek kolay zapturapt altına alınacak gibi değildir. Önemli bir kesimi de Reya Heq Alevi ve Êzdîdir. Bu kültürel çeşitlilik tek millet yaratma önünde engel görülmüştür. Bu tablo karşısında karar kılınan şey, Türkmen kimliğini milliyetçi temelde ulus devlet için kullanmak olmuştur. İnşa edilecek ulusun Osmanlı İslamından farklı bir zihniyet ve değerler sistemine sahip olması gerektiği de tespit edilmiştir. Etnik olarak Türkmen-Türk, din olaraksa Osmanlıdan farklı bir Müslümanlık, karar kılınan ve 1920’den sonra üzerinde çalışılan temel politika olduğu bilinmektedir. Bu strateji ulus devlet kuracak asker ve sivil bürokrasinin Türkmen kültürünü temel alarak ulus yaratmayla sonuçlanmıştır. Fakat bu işe girişenlerin Türk-Türkmen olmaması ne Osmanlı İslam’ını ne Türkmen’in Aleviliğini de derinlikli bilmemesi ve içten yaşamaması, Avrupa’dan ezberledikleriyle halkların kültür ve inancına bakmasına yol açmış, bu zihniyette kendisiyle soykırımlar getirmiştir.
Madem Türkmenler ve Türk kültürü yeni devletin ulusuna maya yapılacak kararı verilmiştir, o zaman bu alan üzerinde çalışmak gerekecektir. Yaklaşık olarak 1250’den sonra Türkmen Aleviler ile iktidar İslamcı Türkler arasında çetin geçmiş bir mücadele süreci yaşandığından, Türkmenler Türk egemenlerine düşmandır ve onlara güvenmemektedir. İttihatçılar ve ardılı Kemalistler bu gerçekliği çok iyi bildiklerinden, ilkin Türkmenler içinde çalışacak, propaganda edecek bir ortam yaratmaya çalışmışlar. Bu iş için İttihatçı kadrolar içindeki Bektaşilerin de etkisiyle Aleviler Osmanlı zulmünden kurtulacağına inandırılmaya çalışılmıştır. Cemalettin Efendi sayesinde, Pîr Hace Bektaş dergahının da devreye girmesiyle Alevilere yoğun bir “cumhuriyet”, “medeniyet”, “ilericilik”, “kurtuluş” propagandası yapılmıştır. Aleviler içinde Mustafa Kemal’in Alevi ya da Bektaşi olduğu şeklinde söylentiler de dolaşıma sokulmuştur. Bu propagandanın, Selçukluların ve Osmanlıların baskısını, katliamını yaşamış özellikle de Türkmen Alevilerin dikkatini çekmiş olması normaldir. Söz konusu dönemde halk umudunun peşinde, egemenlerse çıkarlarının; halk beklenti içinde egemenlerse amaçlarını gerçekleştirme peşindedir. Bu ortamın 1.Dünya Savaşı sonrasının çok zorlu dönemi olduğunu da hatırlayalım. Türkmenlerin Türk egemenlerine karşı yüz yıllar alan mücadelesi, Kürtlerle ilişkilerinde bolca rastlanan örneklerden bildiğimiz, Türk egemenlerine karşı başka etnik ve dinsel güç merkezleriyle ittifak kurarak savaşma süreci, halk tabiriyle kendilerinde takat bırakmamıştır. Bu nedenlerle birinci paylaşım savaşından sonra Anadolu işgal edildiğinde, Türkmenlerin çok ciddi bir karşı koyuşları gelişmemiştir. Bu, Türkmenlerin toplum olarak çok zayıf duruma düşürülmüş olmaları, göçebelikten kaynaklı zayıf yurt bilinci yanında, Osmanlıya duydukları tepkiden de kaynaklanmıştır. Önce ittihatçılar sonra da ardılları Kemalistler, tüm bu sorunları gidermeden Türk devletine ulus yaratamayacaklarını bilerek, Türkmen Aleviler üzerinde çalışmıştır. Kurtuluş savaşı sırasında Osmanlı, İslam vurguları yoğun kullanılmış da olsa, milliyetçilik geliştikçe zihni arka planda devletin bu iki argümana dayandırılmaması gereği ortaya çıkmıştır. Bunun için Türkmen-Türk etnisitesi üzerindeki çalışmalar, esasta da savaştan sonra yani devletin kuruluşuyla sistemli hale getirilmiştir.
Türk devleti, Alevi-Bektaşi Türkmen halkını kültürüne yabancılaştırmıştır
Önce bu Türklüğün çok şerefli olduğu, tek birinin tüm dünyaya bedel olduğu şeklinde formüle edilecek milliyetçi propaganda devreye konulmuştur. Bu Türklüğün, Anadolu’ya yerleştikten sonra, Kürt, Ermeni, Rum, Laz, Çerkez ve adını sayamadığımız diğer halkların kültüründen işine yarar, onu bu toprakların insanı yapacak değerler alarak orta Asya’dan koptuğu ve yeni bir kültürel kimlik yaratarak halklaştığını görmek yerine, dünyadaki her şeyin bu Türklükten çıktığı, tüm dünyanın Türk olduğu gibi “çocuklara masal” olduğunu bildiğimiz iddialar ileri sürülmüştür. Dillerinin Kürtçe, Farsça, Arapça ve Ermenicenin etkisine girdiği, birçok kelime ve kavramın bu dillerdeki seslerin farklı telaffuz edilmesiyle kelime dağarcığını genişleten değil, tüm dillerin anası bir dil olduğu şeklinde akılları zorlayan savlar ileri sürülmüştür. Bu da yetmemiş, Sümer, Hitit, Mitani, Kasit, Urartuların Türkmen-Türk ataları olduğu tezi de geliştirilmiştir.
Günümüzde duyunca insanın gülüp geçtiği bu ve daha birçok uydurmanın olduğu biliniyor. Bu uydurmalara, Türk ulus devletinin Türkmen halkını etkilemek, kendi emeği ile yarattığı değerlerden kopartarak istediği biçimi vermek için icat edildiğini bilerek ciddi yaklaşmalıyız. Yol açtığı tahribatları da görebilmeliyiz. Türk ulus devleti ve iktidar elitleri, çıkarları için koca bir tarihi ters yüz edecek, binlerce yılık kültürleri bir çırpıda başka bir kaynak ve mana ile anlatacak kadar yalan ve uydurma ustasıdırlar. Bu geleneğin son temsilcisi Erdoğan’dır. Hatta Erdoğan bu geleneğin tüm yeteneklerini kendinde toplamış birine benzemektedir. Halkı yalanına inandırmak için hüngür hüngür kim ağlayabilir! Kendisini ağlatan acılı duruma ve kötülüğe, birkaç saat sonra inanarak yol açan biri dünyanın neresinde bulunabilir? Birkaç defa tekrarlayınca yalanına inanmak ve inanarak yalan söylemeye başlamak da Türk iktidar sınıfının ustalaştığı bir özelliktir. Halklar ve halklar adına söz söylediğine inananlar bunlara karşı mücadelede bu gerçeği dikkate almak zorundadır.
Resmileştirilen tarih tezine denk düşecek etnik kimlik tanımlaması için neler ileri sürülmüştür? Daha doğrusu hangi yalan ve uydurmalar icat edilmiştir? Madem ulus devletin temeli yapılacak bu Türklük Orta Asyalı değilse nereden gelmiştir? Horasandan. Madem Osmanlı İslam’ı Arap İslam’ıdır o zaman Türkmenlerin dini nedir? Türk Alevi İslam’ı. Bu İslam’ı kim nerede oluşturmuş? Eski ataların Şaman dininden etkilenmiş Horasan erenleri. Horasan erenleri tezi çökünce, son yıllarda bu defa da Anadolu erenleri denilmeye başlanmıştır. Anadolu’daki Türkmen Babalarının Vefailik üzerinden Kürt Pirlerine talip olduklarının anlaşılması üzerine resmi ideoloji yoğun ve yaygınca bu defa da Ahmet Yesevi tezini ileri sürmeye başlamıştır. Bununla hem Türkmen Alevi-Bektaşi inancının Kürtlerden alınmadığı hem de Türkmen-Türk halkının Alevilik sayesinde iktidar İslamcı Türklerden ayrı bir inanca sahip olmadığını ispatlamaya çalışıyorlar. Çünkü Ahmet Yesevi Nakşibendi tarikat silsilesinde adı geçen önemli bir alimdir.
Bektaşiliğin Osmanlıdan beri devletle işbirliği yapan kolunun Aleviler içindeki çalışması, Türkmen Alevilerin devletlere karşı uzun yıllar süren mücadelesinin yol açtığı yorgunluk, devletin sağlayacağı maddi olanaklarla yanına çekebileceği gurupların toplum içinde yol açacağı gelişmelerden ötürü, Horasan’dan gelme ve Türk Alevi İslam propagandasının bir kesim Türkmen’i etkilemese de sessiz kalmasına yol açabilirdi. Fakat Alevilik araştırmaları derinleştirildikçe Aleviliğin Türk İslam tezi önünde tabiri caizse dağ kadar büyük bir engellin var olduğu görüldü; bu dağ Kürt Reya Heq Alevi kimliğidir. Başta İnönü’nün raporları olmak üzere 1920’den 1936’ya kadar hazırlanmış soykırım raporlarında, Aleviliğin Türk İslam’ı, Aleviliğin özbeöz Türk inancı ve kültürü olduğunun kanıtlanması için Kürt Alevilerin ortadan kaldırılması gerektiği sonucuna vardıkları tespitlidir. Axucan (soykırımcılar bilinçli Ahuiçen veya Ağuiçen diyorlar) gibi Reya Heq Ocaklarının Türk taliplerinin de olması, Babailiğin Vefailik üzerinden Kürt inançlarından etkilenerek şekillenmesi, Selçuklulara karşı Türkmen ve Kürt Alevilerin ortak mücadelesi, dayanışması, Osmanlı Safevi çelişkisinde Türkmen ve Kürt Alevilerin aynı tarafta yer alması gibi tarihsel ortak hafıza fark edildiğinde bu iki süreğin mutlaka birbirinden kopartılması, birbirine yabancılaştırılması gerektiği tespitine varılmıştır. Alevi-Bektaşi Türkmen halkının Kürtlerle ortak siyasi tutum alması, Selçuklulardan beri Türk egemenlerini en çok korkutan gelişme olmuştur. Ve bu korku bugün de artarak sürmektedir. Çünkü bu iki etnik ve inanç gurubunun ortak mücadelesi, Türk egemenlerinin gerçeğini en kolay teşhir ve tecrit edecek mücadele, Türk egemenlerini yıkıp yok etmese de demokrasiye duyarlı hale getirecek gücü açığa çıkarmaktadır. Bu tarihsel gerçeklikten ötürü de Türk ulus devleti, Osmanlının Alevi-Bektaşi Türkmenlerle mücadele tecrübesini, Kürt Alevi politikasına dönüştürdü. Bu politikada önce yapılacak katliamlara meşruiyet yaratmak için, Kürt Alevilerin dağda kalmış, Osmanlı tarafından eziyet edilmiş Türkler, Horasandan gelmiş hakiki Türkler gibi bugün gülünüp geçilen tezler ileri sürüldü. Örneğin Kılıçdaroğlu ve onun gibileri bu gülünç tezlerce asimile edilmiştir.
Osmanlı’nın hedefinde Alevi-Bektaşi Türkmenler, TC’nin hedefinde ise Kürt Alevileri var
Prof. Hasan Reşit Tankut’un Dersim’in katliamdan geçirilmesi ve TC’nin Kürt Reya Heq Alevi politikasının oluşturulmasındaki görüşleri belirleyici olmuştur. Türk ırkçısı Prof. Hasan Reşit Tankut’un arşivinden çıkanlar, devletin Kürt Reya Heq inancı hakkındaki düşüncesinin boyutlarını daha çarpıcı ortaya koymaktadır. Örneğin Tankut’un kendisi de Kürt Aleviler için Reya Heq ismini kullanmış. Alevilerin inanç dilinin Kırmancki (Zazaki) olduğunu, bu inancın Kürt inancı olup ne Sünni ne Şii İslam olmadığını, çok direngen ve inatçı olduğu vs tespit ettikten sonra, nasıl yok edilmesi gerektiğini, geride kalanlarınsa nasıl Türkleştirilebileceğini tek tek sıralamıştır. Örneğin “Tunceli Kanunu”nun çıkarılmasında onun rolü belirgindir; “Kürt, Alevi ve Zaza ayrımı yapalım, bu üç olgunun her biri ayrıdır ve bir arada olamazlar diyelim” anlamına gelebilecek görüş ve öneri de bu soykırımcınındır. Türk ırkçısı bu faşist, Kurmanclarla ve Kırmanclar arasına “Türk barajı” yerleştirelim diyor. Bir kısmı Baha Sait gibi İttihatçıların, bir kısmı Tankut gibi Kemalistlerin tezleriyle bir araya getirilmiş etno-politik tespitler, Türkiye Cumhuriyeti devletinin Alevilik stratejisini ve politik taktiklerini oluşturmuştur.
Selçuklu ve Osmanlı politikalarının merkezinde Alevi-Bektaşi Türkmenler, TC’nin Alevi stratejisinin merkezinde ise Kürt Aleviler olduğunu bilmek gerekir. Bu stratejide, Kürt Alevi katliamı ve yerlerinden göçertilmesi vardır; Kürt Alevilerin Türkleştirilmesine paralel olacak biçimde Aleviliğin ayrı bir inanç olmadığının ispatlanmasına çalışmak vardır; uydurulmuş görüşlere dayalı iddialar karşılık buldukça da Aleviliğin Türk İslam olduğunun resmileştirilmesi, nihai sonuç olarak belirlenmiştir. Bu strateji gereği Türklerin Selçuklu ve Osmanlı döneminde yaşadığı İslam’ın Türk ananesine uymadığı çok sık dilendirilecektir; Osmanlı Arap ve Fars İslam’ını yaşadığı için Alevi İslam Türkmenleri katletti ve sonunda da yıkıldı, vurgusu yapılacaktır; ulus devlet olarak cumhuriyet ise Alevi Türk İslam’ını kendi dini kabul ettiği için laikliği seçmiş, Alevileri de laikliğin temel koruyucu gücü olarak kabul etmiştir; cumhuriyet devleti Alevi devleti olup Alevileri şeriattan kurtarmıştır; bu inanç ve bilinç ulus Türklüğünün kimliği olacaktır denilmiştir. Bu sonuca ulaşıldığında da Türklerin Alevi Türk İslam’ıyla, bilimsel akılla çağdaş uygarlıkla buluşması sağlanmış olacaktır; bu ulus Anadolu’da “kendini küllerinden yarattı” iddiası da sürekli propaganda edilecek politika olarak belirlenmiştir. Bu yöntemle kimlik bulmuş Türk ulusu da doğal olarak tüm insanlığa ve dünyaya olmasa da İslam alemine ışık saçandır, ilelebet yaşayacak olandır, devleti de payidar olacak devlettir. İttihatçıların temelini attığı fikrin, Kemalistlerin CHP programı olarak formüle ettiği resmi ideolojinin devlet ulusu yaratma tezini böyle formüle etmek mümkündür.
Ancak görüldüğü gibi, neredeyse hiçbir argümanı ve dayanağı doğru ve tarihsel değildir. Hepsi birilerinin hayalinden geçen düşüncelerdir. Etnik ve inançsal kimlik ve kültür gibi binlerce yıl içinde ancak oluşabilecek insanlık değerlerini, masa başında ölçüp biçmek, ayar vermek, Arap halifelerinin din yoluyla atalarına yaptığını, bilimsellik adı altında, halk ve inançlara dayatmak, pratik sonuçlarında da görüldüğü gibi vahşi saldırılara, kan ve katliamlara yol açmış oldu.
Demek ki Türk ulus devletinin kendi tebaası olacak ulusu yaratması için iki önemli stratejik hedefi vardır; Kürtleri Türk yapması, Aleviliği de Türk İslam inancı olarak yeniden tanımlaması ve inşa etmesi. Aslında yüz yıldır olup bitenlerin temel hedefi budur. Kürtler Türk yapılırsa Kürdistan’da Türkiye olmuş olacağından yurtlarını genişletmiş, Anadolulu olmak içinse çok tarihsel ve köklü dayanak bulmuş olacaklar. Aleviliği Türk İslam inancı yapmalarıysa özgünlükleri olacaktı. Yani devlet Türklüğü için bu da çok önemli bir yaratım olacaktı. İşte bugün AKP-MHP’nin yapmak istediği şey tam olarak bunu başarmaktır. Bu Türk egemenlerinin en az sekiz yüz yılık bir rüyasıdır. Ve buna karşı da Türkmen ve Kürt halkı birlikte mücadele etmiş ve edecektir. Kürt bitsin, yok edilsin ya da Bahçeli’nin deyimiyle bu amaca ulaşmak için gerekirse “hiçbir omuzda taşınacak baş kalmasın”; en az sekiz yüz yıldır iktidarcı ve devletçi Türklükle çelişkili, çatışmalı halk Türklüğünün ruhu, kimliği ve kültürü olan Alevi-Bektaşi inancı da egemen Türklerin iktidar İslam kimliği içinde eritilip bitirilsin.
Anadolu, devletçi Türklerin değil, Alevi-Bektaşi halk Türklüğünün varlığı ile Türkler için yurt olmuştur. Türk egemenlerinin altı yüzyıldır gözü Avrupa’da, gönülleri ise Arabistan’dan yanadır. Türk egemenlerinin, Anadolu insanını ve topraklarını sevmemesinin, ona düşmanlık etmesinin temelinde bu tarihsel nedenlerin olduğunu unutmayalım. Türkmenler, başta Kürtler olmak üzere diğer halklarla kardeşlik içinde yaşamıştır. Ancak iktidar İslamcı Türk egemenleri, ısrarla halklara ve inançlara düşmanlık ederek başta Türkmen-Türk halkı olmak üzere tüm halkların ve inançların geleceğini tehlikeli bir hale sokmuştur. Kürt özgürlük mücadelesini yalnızlaştırmak için Alevileri Kürtlerden uzaklaştırma çabasına girmiştir.
Aleviliğe ve Alevilere saldırılarda ve Aleviliğin tartışılmasında belli başlı duraklar vardır. Bu durakların birincisi, Aleviliği ve Alevileri yeniden tanımlayarak, Türk ulus devletinin hizmetine almaya çalışan ittihatçıların ve Kemalistlerin 1920’den sonra yürüttüğü inkar ve imha saldırılarıdır. Günümüzdeki sorunlara yol açan politikaların temelini oluşturan bu saldırıyı, “Alevilik özbeöz Türk İslam’ıdır, tüm Aleviler de Türk’tür” cümlesiyle formüle etmek mümkündür. Bu soykırımcı ve asimilasyoncu faşist Türk saldırısı, Aleviliğin ayrı bir inanç olduğunun inkar edilmesi sürecini başlatmıştır; CHP politikalarıyla sürdürüp günümüze kadar getirmiştir. Aslında Alevilikle ilgili sorunlar söz konusu olduğunda, bunun tek sorumlusunun Türk devleti olduğu iyi bilinmelidir. Gerçekten de Alevi sorunu diye bir sorun yoktur. Türk devletinin Aleviliği inkar etme, yok etme politikası vardır. Bu politikanın ilk ciddi ve vahşi uygulaması da 1925’te yürürlüğe sokulan “Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması, Yasaklaması” kanunudur. Bu kanunun Palu-Genç-Hani isyanından sonra çıkarılmasından da anlaşılacağı üzere asıl hedefi Kürt halk inançları olmuştur. Bu kanunla başta Dersim Ocakları olmak üzere, Müslüman Kürtlerin Medrese, Tekke ve dergahları da hedeflenmiştir. Ocakların, Pîrliğin, Seyitliğin, Babalığın yasaklanması, Reya Heq Aleviliğin, Dedelik, Çelebilik, Babalık, Dergah ve Türbe yasağı ile de Alevi-Bektaşi Türkmen inancı ve kültürü yasaklanmıştır. Böylece Türkmen ve Kürt halkının Alevilik üzerinden kurulmuş tarihsel ilişkisi de engellenmek istenmiştir. Bu yasaklar Müslüman Kürtlerin de medrese ve dergahlarından çıkarılıp diyanetin denetimindeki camilere mecbur edilmesine yol açtı. Gerçekten de Müslüman Kürtler Kemalist devletin politikalarıyla camilerde ibadet etmeye başlamıştır. Bu kanundan önce medreseler, tekke ve dergahlarda ibadet edilmekteydi. 1925’deki malum yasaklamayla, Türkiye’yi Müslüman ülkeler içinde en çok camiye sahip devletlerden biri yaptılar.
Bu dönemin en şiddetli saldırısı olan bu yasaklama ile asıl hedeflenen şey, devletin din ve inançları Diyanet yoluyla kontrole alarak istediği şekli vermesidir. Başka bir ifadeyle Türk ulus devleti, din ve inançlara stratejik hedefi doğrultusunda ilk ciddi müdahalesini bu yasakla başlatmıştır. Bu yasaklamalar, başta Dersim olmak üzere Alevi yoğunluklu alanlardaki Alevileri daha yakından takibe alma, haklarında raporlar hazırlama, müdahale için yol ve yöntem bulmaya da ortam oluşturmuştur. Aleviliğin ayrı bir inanç olarak yasaklanması, Aleviliğin ve Alevilerin yok sayılması bu kararda gizlidir. Ve böylece Alevilik tarihte ilk defa yok hükmünde sayılmış oldu. Kemalist politikaların Aleviliğe dönük en vahşi ve yok edici olanıdır bu.
Aleviliğe yönelik ikinci önemli saldırı dönemi ise tartışmasız Dersim katliamı ve sonrası dönemdir. Bilindiği gibi 1925’te Şeyh Sait liderliğindeki ulusal hak arayışı gerekçe yapılarak Kürdistan’da katliam yapılmıştır. Bu katliamdan sonra adım adım Dersim katliamına da ortam hazırlamaya başladılar. Kemalistler, daha parti ve devlet olmadan Koçgiri katliamını yapmıştı. Kuşkusuz bu katliamlar Türk devletinin kendi devlet ulusunu yaratmak amaçlı gerçekleştirdiği Kürt soykırımlarıdır. Ancak her iki yerde de katledilenler Kürt Reya Heq Alevilerdir.
Dersim katliamının Kürt halkının tarihindeki yeri biliniyor. Dersim, Osmanlının “sefer olur zafer olmaz” dediği yerdir. Kemalistler, Dersim’i İkinci Dünya Savaşı ortamında hedefleyerek çok alçakça bir yol izlediler. Seyit Rıza ve yoldaşlarını komplo ile tutukladılar. Aslında bu yöntemle yönelmeleri, Dersim’den ne kadar korktuklarını da göstermektedir. Dersim katliamının Kürt halkının ulusal hafızasında açtığı yara, kültüründe yol açtığı tahribatlar hakkında çok şey söylenebilir. Bunlardan birinin de başta Kürt Reya Heq Aleviliği olmak üzere Anadolu Türkmen Aleviliğini güçsüz bırakması olduğu tartışma götürmez. Eğer bugün Aleviliğin yol ve erkanları hakkında bir belirsizlikten bahsediliyorsa buna yol açan başlıca neden, Dersim katliamında dağıtılan Ocak sistemi, Dersimli Pîr ve Anaların katledilmesidir. Ve bugün Alevi inancının ne olduğu üzerine bir tartışma varsa bunun da kaynağında Dersim katliamı ve Kürt Reya Heq Aleviliğin Pîrsiz bırakılması vardır. Eğer bugün AKP-MHP faşist iktidarı Aleviliği kültür bakanlığında bir daireye bağlıyorsa bunun da sebebi Dersim Reya Heq Aleviliğinin güçsüz olmasıdır. Sonuç olarak Aleviliğe saldırıları bertaraf etmek istiyorsak her şeyden önce ve her şeyden çok, Dersimin Kürt ve Reya Heq Alevi kimliğini yeniden canlandırmak gerektiğine inanmak gerekir. Kim ki Dersimin Kürt ve Reya Heq Alevi kimliğinin geliştirilmesine hizmet ediyorsa o en başta AKP-MHP’nin soykırımcı saldırılarına karşı mücadele ediyor demektir. Çünkü dünyada nüfusunun tümüne yakını Alevi, dili Alevi kavramlarının dili, coğrafyası Alevi kutsallarına ve Alevi Ocaklarına ev sahipliği yapan tek mekandır. Bu mekanı, Kürt Reya Heq diliyle belirtirsek Hardo Jiyar u Dewreş’i sahiplenmeden Aleviliği sahiplenmek mümkün olamaz. AKP-MHP son saldırısıyla Aleviliği inanç olmaktan çıkarmayı, inanç kimliğini yok ederek iktidar İslam içine alarak yok etmek istiyor. Bu nedenle bu saldırıya en çarpıcı ve sonuç alıcı yanıt Dersim inanç kimliğini sahiplenmek olacağı da kesindir. Bunu da sadece Dersimliler değil, tüm etnik kimlikler olarak Kürt, Türkmen, Arap ve Roman tüm Alevi sürekleri ortak yapabilmelidir.
1960’larda Türk devletinin Alevi politikası
Aleviler ve Alevilik hakkında üçüncü önemli durak 1960 askeri darbesiyle başlatılan dönemdir. Bundan önce Demokrat Parti’nin aynen bugün ki AKP-MHP gibi dini hassasiyeti olan halkın desteğini almak amacıyla, laik geçinen milliyetçi Kemalistlere dönük eleştirilerde İslam’ı ve kültürünü istismar etmesi, Alevilerde tedirginliklere, korkulara yol açmıştır. Bir yandan da Demokrat Parti’nin CHP’den daha “Anadolucu, halkçı” bir görüntü vermesi, CHP’nin Kürt soykırımcılığına göndermelerde bulunması söz konusu olmuştur. Bu politika Kürtlerin dikkatini çekmiştir. Devletin 1960’lardaki politikasını açıklayan örneklerden biri, Cem Vakfının kurucu başkanı İzzetin Doğan’ın babası Hüseyin Doğan’ın önce CHP’den sonrada AP’den Malatya Mebusu olması göstermektedir. Bu, devletin Alevileri kendi sınırları içinde bile olsa laik bir parti kadar sağ ve dini argümanları kullanan bir partiye oy vermesini de istediği anlamına gelir. Çünkü Türk devletinin ilk günden itibaren Aleviler hakkında aldığı ve çoğu kez gizli uyguladığı stratejik kararı, Aleviliğin Türk İslam’ı olduğudur. İlginçtir oğul İzzetin de önce CHP ile temastadır, 2000’den sonra Gülen Cemaati ve şimdi de AKP ile birliktedir. 2000’lerde de devletin Alevi politikasını oğul İzzetin’in durduğu yerden anlamak gerekir. İzzetin Doğan’ın Gülen cemaatiyle birlikte hareket ettiği, “Cami-Cemevi” projesinde ayyuka çıkmıştı. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra, Gülen Cemaatine selam verenler dahi tutuklanmışken, İzzetin Doğan’ın eskiden olduğu gibi kurduğu Vakfın başında çalışmalarına devam etmesi bir kez daha devletin Alevi politikasını deşifre etmiştir; Alevilik ayrı ve özgün halk inancı, kimliğini ve kültürünü yitirsin Türk Alevi İslam’ı olsun da gerisi önemli değildir. Devlet, benzer bir politikayı da Kürtlere karşı uyguluyor; Gülen Cemaati üyesi hakim ve savcıların baktığı tüm siyasi davalar darbeden sonra bozulduğu halde, KCK davası bozulmadı, tutukluları bırakılmadı, ceza alanların cezaları da iptal edilmedi.
1960 askeri darbesinden sonra yaşanan bir diğer ilginç gelişmeyse 1966’da kendisini Alevilerin partisi olarak ilan eden Birlik Partisinin (BP) kurulmasıdır. Birlik Partisiyle Alevilerin, sosyalist düşünce ile siyaset yapmasının, toplum olarak da sol çizgideki özgürlükçü siyasete destek vermesinin önü alınmak istenmiştir. BP’nin Milet Partisiyle ve Adalet Partisiyle ilişkileri de devletin belirtmeye çalıştığımız Alevi konseptini ele veren bir diğer uygulama olmaktadır. Bu çarpıcı ve ilginç örnekleri Alevilerin bugün de sürekli hatırlarında tutması gerekiyor.
Alevilere havuç-sopa politikası ile yaklaşılmıştır
Çok partili dönemle birlikte devletin, Demokrat Parti ile siyasallaştırdığı sağ-dinci çizgisi, Alevileri korkutan, tehdit eden bazen de yumuşak söylemlerle gönlünü alan bir durakta duruyor. Tıpkı Erdoğan’ın yaptığı gibi. Çünkü bu devlet aklı ve devletin Alevi politikası gereği oluyor. Bu dönemde İnönü liderliğindeki CHP, faşist ve ırkçı yolda tam gaz ilerliyor; fakat Alevilere kendini solcu ve laik gösteriyor; arkadan da 1963’de Diyanet’te kurmayı planladığı Mezhepler Dairesine Aleviliği Türk İslam inancı adıyla bağlamaya çalışıyor. 1960 darbesiyle Türkiye’de siyaset DP ardılı partiler ve CHP şeklinde yeniden dizayn edilmiştir. Alevilere havuç-sopa politikası ile yaklaşılmıştır. 1960 darbesinden sonra Aleviler içinden de bazılarının “biz Türk İslamız, Diyanet bizi dışlamasın, düşman görmesin” anlamına gelebilecek bir söylemi dillendirmesi, bu söyleme denk politik tutum içine girmesi, devletin havuç-sopa politikasının kısmen de olsa amacına ulaşmış olduğunu gösteriyor. Bu dönemde devlet, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel düzeyinde bir ziyaret ile Alevileri kabul ediyor, önce saz çalmayı yasaklıyor sonra Aşık Veysel’e saz çalma özgürlüğü vererek ne kadar Alevi dostu olduğunu gösteriyor.
TC tarihinde Alevi politikaları bakımından üçüncü önemli dönem dediğimiz 1960’tan sonra da ana maddelerini yukarıda verdiğimiz strateji gereği en büyük soykırımı bir kez daha Kürt Reya Heq Aleviler yaşamıştır. 1960’tan sonra Kürtlük namına geri kalan ne varsa yok edilmek istenmektedir. 1925-1938 arası dönemde Bakur Kurdistan kan gölüdür; 1940-1960 arası kapalı cezaevidir. Bu dönemlerde, Müslüman Kürtlerin kendilerine has İslami kültürleri, adetleri, ancak dağ köylerinde o da gizli kendini sürdürebiliyor. Dersim Kürt Reya Heq talipleri, Pîr, Ana ve Rayberleri zehirli gazlarla şikeftlerde yok edilmiş, geride kalanlarsa sürgün edilmiştir. Bu soykırımcı saldırılara 1960’ta Alevilikteki Kürt ve Kürtçe olan hemen her şeyin bilinçli, planlı yasaklanması da eklenmiştir. Unutmayalım ki İslam için Arapça neyse, Alevilik için de Kürtçe (Özellikle de Kırmancki) odur. Her süreçten Alevinin bilmesi, bilince çıkarması gereken en önemli noktalardan biri de budur. Dolayısıyla Aleviler, Kürtçe dil yasağının Aleviliğin özünü bozmada rol oynadığını daha çarpıcı ifade edebilmelidir. Çünkü dil yasağı Aleviliğin Kürtçe olan kavramlarının kullanılmasını da engellemiştir. İslam’da Arapçanın yarattığı huşunun aynısını Alevilikte Kırmancikinin (Zazaki) Cemlerde, gulbanglar ve Qewl u Kelamlarda (deyiş-deme) kullanılmaması, mesela Pîr kavramının bile artık az kullanılması Aleviliğin ahlaki yaptırım gücünü zayıflatmıştır. Türkmen Alevilerin inançlarındaki Kürtçe kavramları kendi dil ve kültürlerine uygun bir şekilde kullanması, Kürt Alevilerinse cemlerini mutlaka kendi dilleri Kürtçe ile yapması çok önemlidir. Bu kararlı tutum tüm saldırılara, en çok da son saldırıya verilecek en stratejik cevap olacaktır. Madem Aleviliğe inanç değil diyorlar, o zaman Aleviliğin inanç olduğunu anlatan, gösteren en önemli özelliği olan Kürtçe kavramları ısrarla kullanmak gerekmez mi? Yine Kürtler cemlerinde kendi anadillerinde ibadet ederek bu soykırım saldırısına en koruyucu noktadan cevap vermeyecek mi? Kürtçenin yasaklanması ve bu yasağın Alevilikteki inanç ruhunda ve kimliğinde yol açtığı tahribatlar konusunda son dönemlerde araştırmacılar epey bir belge ve bilgi ortaya çıkarmıştır. 1960 darbesi uygulamaları içinde başta Maraş bölgesindekiler olmak üzere yine Dersim ve Erzincan’daki Kürt Alevi ozanları, Qewl-Kelam söyleyen Pîrleri çağırarak tehdit etmek de vardır. Darbeciler, “Türkçe söyle çok söyle” demiştir. Bugün Türkçe dinlediğimiz birçok türkü ve deyişin Kürtçe orijinalleri yasaklanmıştır. Kürt Reya Heq Alevilerin hafızalarına yerleşmiş nöbetçi çıkararak Cem olma, en çok da 1960 darbesinden sonraki baskıların ürünüdür. Aleviliğin ana damarı olan Kürt Reya Heq Aleviliğin Dersim katliamından sonra maruz kaldığı ikinci büyük saldırı, 1960 askeri darbesinin “size Kürt diyenin yüzüne tükürün” ifadesinde somutlaşmış Kürt düşmanlığının Kürt Reya Heq süreğine düşen payı olmuştur.
Bu süreçte her sürekten Aleviler baskıya uğramıştır. Ağırlıkta köy ve kasabalarda yaşayan Aleviler kentlere göçertilmiştir. Kürt Alevilerin Dersim’deki kesimi zaten kırımdan geçirilmiş, sürgün edilmiştir. 1960’tan sonra adeta sıra Semsur-Maraş-Antep-Malatya-Erzincan-Sivas hattındaki Kürt Alevilere gelmiş gibi köyleri bilinçli boşaltılmış ya Türkiye metropollerine ya da özellikle Maraş Kürt Alevilerde olduğu gibi dünyanın her yerine savrulmuştur. Türkmen Alevilere bilinçli yoksullaştırma politikası dayatılmıştır. Böylece her sürekten Alevilere özel politikalar sonucunda kentlere göçertme dayatılmıştır. Kentlere göç ettirme, Alevi inancının kutsal mekanlarının terk edilmesine, talip-Pîr-Ocak bağının tümden olmasa da büyük oranda kopmasına ve inancın giderek zayıflamasına yol açmış oldu. Ayrıca incelenmesi gereken bu dönemin bir diğer gelişmesiyse sosyalist hareketin, reel sosyalist çizgiden kaynaklı hata ve eksiklikleri olmuştur. CHP’de bu süreçte laiklik adı altında saldırılarını daha da inceltmiş, Alevilerin kapitalist modernite yaşamını özgürlükçü, ilerici, çağdaş vb algılaması, kabullenmesi için daha yoğun çalışmıştır.
Devletin özel savaş politikası: Aleviler dinsizdir, koministtir ana-bacı tanımazlar
1960 sonrası değişim ve dönüşüm, aynı zamanda devletin Alevilere yeni bir söylemle gelmesine de yol açtı. Alevileri daha yakından takip etmeye, gizli raporlar hazırlamaya başladı. Başta Dersimliler ve diğer bölgelerdeki Kürt Aleviler olmak üzere tüm Alevilere sol jargonla özel politik söylemler özenle kullanılmıştır. Devletin kendisi için muhafaza gücü olarak gördüğü dinci-milliyetçileri motive etmek amacıyla Alevilerdeki değişim ve dönüşümü, “Aleviler dinsizdir, kızılbaştır, komünisttir, Kürt’tür, devlet düşmanıdır, ana-bacı tanımıyor” gibi özel savaş yöntemine başvurmuş, psikolojik savaş yöntemiyle halkları birbirine karşı dayanışmasız bırakmıştır. TC, bu planlı söylem ve politikayla, anti komünist kampta olduğunu gösterip NATO’dan aldığı desteği artırmış, sol hareketlerin Alevilerle sınırlı kalmasını istemiş, Müslüman halk ile sol ve demokratik yurtsever hareket ilişkisini kesmeyi hedeflemiştir. Bu devlet politikası, Türkiye sol hareketinin 1980’den sonra tabanını önemli oranda kaybetmesi gibi sonuçlara neden olmuştur. TC’nin bu politikasında önemli bir başarı elde ettiğini sol ve sosyalistler olarak söylemek zorundayız.
1960-1980 arasında devletin Alevilere dönük temel stratejisi olan Aleviliği Türk İslam’ı yapmada bir kez daha fiziki katliam yöntemiyle yöneldiği yer Maraş katliamıyla Kürt Reya Heq Aleviler olmuştur. Bu hususu sıkça vurguladık. Başta Alevi-Bektaşi Türkmen canlar olmak üzere her sürekten Alevinin bu hatırlatmaları yanlış anlamaması gerekiyor. Bu hatırlatmayı sık sık yapmamızın nedeni günümüz saldırısıyla organik bağıdır; devlet Aleviliği inanç olmaktan çıkarmak için 1920’lerden beri fikir sahibidir. Cumhuriyetin kurulmasıyla da bunu karar altına almış, dönemlere göre gizli açık, sert yumuşak yol ve yöntemlerle de bugün ki gibi uygulamıştır. Ve devlet aklı, Aleviliği inanç olmaktan çıkarmanın, Aleviliği Türk İslam’ı yapmanın, Kürt Aleviliğini asimile edip bitirmekten, Aleviliğin Kürt kültüründen ve kadim inançlarından beslenen damarını kesmekten, Türkmen ve Kürt Alevileri birbirinden koparmaktan geçtiğinden emin olduğu için Kürt Alevilere odaklanmıştır. Türk devleti, hem Kürtlüğü hem de Aleviliği bitirmek için ilk yönelmesi gereken kültürün Kürt Reya Heq topluluğu olduğunu düşünmektedir. Bu gerçekliği iyi bilmeden Alevilik üzerindeki kültürel soykırımı anlamak zorlaşacaktır. Dikkat edilirse 1923’ten beri uygulanan politikaların hepsi bu konsepte uygun yapılmıştır. Eğer bu soykırım plan ve politikasını ayrıntılarıyla kavrarsak, buna karşı Aleviler-Bektaşiler olarak pozisyonumuzu sağlamlaştırır, mücadelemizi birlik içinde yürütürsek, AKP-MHP bir değil, milyonlarca torba da getirse Alevi-Bektaşi inancını, kültürünü o torbalara sığdıramaz. Bu nedenle son saldırının yapılmasında, Alevilerdeki inanç zayıflığı, Türkmen Alevilerin Kürtlerin uğradığı saldırılara gereken tepkiyi vermemesi, Kürt Alevilerdeki duygusal ve tepkisel çıkışların etkisi, Arap Alevilerin cihadist selefilerle kuşatmaya alınmasının yol açtığı sonuçların da etkisi olduğunu bilerek mücadele etmek gerekir.
Alevilik ve Aleviler konusunda dördüncü önemli dönem 1980 askeri darbesi ile resmileştirilen Türk İslam sentezinin “Alevilik Ali’yi sevmekse en iyi Alevi biziz, ibadet camide, kültürel etkinliklerse Cemevinde olur” sözleriyle formüle edebileceğimiz politikadır. Bu dönemdeki saldırı dalgasında Kürt, Türkmen, Arap ve Roman her sürekten Aleviler hedef alındı. Örneğin Alevi köylerine cami yapmak, imam atamak, Cem Vakfı aracılığı ile diyanetin yetiştirdiği kimi Alevi “dede”lerini Alevi köylerinde görevlendirmek, çok planlı ve hesaplı bir biçimde bizzat cemevlerinde cemin inançsal ahlaki ve sorgu erkanını ortadan kaldırmak, yeniçeri edebiyatını Alevi Qewl ve Kelamıymış gibi dayatmak, Alevi inanç dili Kürtçeyi (Kırmanckiyi) kendine Aleviyim diyen bazılarının Cemlerde yasaklaması, Aleviliğin dili Türkçedir demesi, zorunlu din dersi, diyanetin yetkisini ve imkanlarının arttırılması vb saldırıların, yalan ve yanlışların hepsi, 12 Eylül 1980 faşist darbesiyle devleti yönetmeye başlamış Türk İslam sentezi zihniyet ve siyasetinin Alevilik ve Aleviler hakkında düşündüğü ve yaptıklarıdır; Alevilerin gündemine soktuğu sapmalardır. Bugün Alevileri öfkelendiren, haklı tepkisine yol açan “Alevi Bektaşi ve Cemevi Kültür Dairesi Başkanlığı” saldırısının üzerinden geliştiği süreci böyle özetlemek mümkündür.
AKP, 12 Eylül faşist zihniyetinin ürünüdür. Erdoğan 12 Eylül faşist askeri darbesinin yetiştirdiği dinci-milliyetçi bir militandır. MHP ise 12 Eylül’ün kendisidir. Bu dinci ve faşist klikler bir ve aynılaşmıştır. Ve 12 Eylül’ün yapmak isteyip yapamadığını, bu dinci faşist odaklar yaşanmakta olan 3. Dünya Savaşı ortamında yapmak istemektedir. Bu yanıyla “Alevi Bektaşi ve Cemevi Kültür Dairesi Başkanlığı” saldırısının yapıldığı ortam, biraz da Dersim katliamının yapılma biçimini, taktiklerini akla getiriyor. “Önce Alevilere gittik, taleplerini dinledik, önerilerini aldık sonra da bu adımı attık” diyorlar. Dersim katliamında da “Dersim’e medeniyet götürecektik, şakiler, eşkıyalar, vahşiler bize engel oldular, bizde Dersim’i Tunceli yaparak medeniyete kavuşturduk” türünden sözlerin sarf edildiğini bilmeyen yoktur. Kemalist cumhuriyetin medeniyet dediği şeyin, Bahçeli-Erdoğan ve Soylu kişiliklerinde mafyacı, eroinci, kara para aklayıcı olduğu netleşmiştir. Kemalist cumhuriyetin, ilericiliğinin, çağdaşlığınınsa Hulusi Akar ve Hakan Fidan ile cinayet işlemek, kimyasal gazlarla insan öldürmek, kendi askerlerinin cenazelerini yakmak olduğu anlaşılmıştır. Kemalist cumhuriyet laiklik demiş, ordusunu cihadist selefi örgütlerin eğitim ocağı haline getirmiş, özgür ve demokratik olduğu tartışma götürmez Kürtlere düşman, DAİŞ gibi yapılarla müttefik yapmıştır. Kemalist cumhuriyet sosyal demokrat, çağdaş ve bilimsel toplum ve sistem demiş, siyasi iktidarını ve toplumsal örgütleme alanlarının tümünü Erdoğan ve AKP gibi, ihvancı bir projeye teslim etmiştir. Halkçı olduğunu söylemiş, ülkenin tüm zenginliklerini üç beş şirketin eline vermiş, ülkeyi mafya için han ve hamam yapmış, cennet Anadolu topraklarını küresel sermayenin en talancı, saldırgan kolu olan madenci ve inşaatçılara peşkeş çekmiştir.
Alevilere eşit yurttaşlık hakkı
Kemalist devletin, rejimin tüm iddiaları boş çıkmıştır. Bu cumhuriyetin yüz yıldır topluma en çok da Alevilere yalan söylediği netleşmiştir. Başta Aleviler olmak üzere Türk yurtseverlerinin, bu gerçekleri özeleştirisel temelde çok daha derin görmesi gerekmektedir. Devletle bağlantılı oldukları halde kendine sol diyenler ve CHP’nin yüz yıldır ısıtıp ısıtıp sunduğu laik, sosyal, çağdaş cumhuriyetin bir masaldan ibaret olduğu söze yer bırakmayacak kadar somutlaşmıştır. Artık doğru ve gerekli olan demokratik cumhuriyet mücadelesi vermektir. Başta Aleviler olmak üzere Türkiye yurtseverleri, ahlak sahibi insanları bu gerçekliği daha net ve kendine güvenerek ifade edebilmelidir. Son saldırının, Alevileri demokratik cumhuriyet mücadelesinden kopartmak, kafaları karıştırmak, enerjisini demokrasi güçlerinden yana kullanmasını engellemek yanının da olabileceğini hesaplamak ve artık ekmek ve su kadar gerekli, ibadet kadar kutsal olanın, adil ve yurtsever duygu ve düşüncelerle demokratik cumhuriyete odaklanmış demokrasi mücadelesi vermek olduğunu haykırarak sokaklara dökülmek gerekmektedir.
Sömürgeci soykırımcı Türk devleti, 1984’ten beri Kürdistan özgürlük mücadelesiyle silahlı savaş içindedir. Bu nedenle de PKK’ye, Kürdistan özgürlük güçlerine ve Türkiye demokrasi hareketinin aldığı ortak pozisyona bakarak hesabını yapmaktadır. Bu son saldırı ve gündemin, Türkiye ve Kürdistan özgürlükçü güçlerinin mücadelesine karşı bir hamle yanı da vardır. Legal demokratik siyaset alanında HDP ve bileşenlerinin “Alevilere eşit yurttaşlık hakkı verilmelidir” çıkışından sonra, CHP’nin zemin yarattığı, AKP-MHP’nin de hamlesini gerçekleştirdiği bir durumla karşı karşıyayız. Yani Türk, Kürt ve diğer halkların sol, demokrat, yurtsever güçleri ittifak halinde bir adım atmış, faşist bloklar da kendi karakterlerine uygun olacak yöntemle kendi adımlarını atmıştır. Bu durum, yaşananın aynı zamanda Alevileri devlete bağlama, demokratik, yurtsever siyasi cepheden kopartma amacı taşıdığı anlamına gelmektedir. Demek ki emek ve özgürlük güçlerinin sadece bir talep olarak gündeme taşıdıkları eşit yurttaşlık önerisi, inkarcılara Aleviliği bir kültür olarak kabul ettirmiştir. O zaman örgütlü ve demokratik mücadeleyle Türkiye’yi demokratikleştirmek her zamandan daha kolay ve mümkün hale gelmiş demektir. Özcesi emek ve özgürlükçü güçler, sömürgeci, soykırımcı ve inkarcı güçlerin suni gündemine düşmemelidir. Onlara, adım attıracak mücadeleye odaklanmalıdır. İçinde bulunduğumuz dönemin böyle bir karakterde olduğunu, Alevilere dönük son gelişme de göstermiştir.
TC’nin Alevilik üzerinden yaptığı son hamle başka hangi anlamlara geliyor ve Aleviler için ne ifade ediyor? Bu, Kürt sorununun demokratik çözümü, Türkiye’nin demokratikleşmesi temelinde tartışılması gereken bir sorudur. Bunu en çok da demokratik Alevi hareketi yapabilmelidir.
Son saldırının, Alevileri içten parçalama hedefi taşıdığı da kesindir. Baskı, şiddet, korku ortamı, amaçlarında zayıf olan toplumsal güçleri her zaman etkilemiştir. Günümüz Türkiye’sinde buna bir de yoksulluk, işsizlik eklenmiştir. AKP-MHP rejimi, Alevileri bu ortamı kullanarak etkilemek, kopartabildiği kadarını kopartarak devlete bağlamak için çalışacaktır. Konu Aleviler olunca devletin istediği tek şey, Alevilerin inancından uzak durmasını ve yaşam felsefesine ters siyasi tutum almasını sağlamaktır. Sömürgeci soykırımcı devletin, Kürtlere dayattığı “ben Kürt’tüm deme, Kürt olacaksan da PKK gibi olma ne olursan ol, ne yaparsan yap” düşmanlığının aynısını Alevilere de dayatıyor. Bunun için son saldırı ile devlet Alevileri AKP-MHP’ye bağlama, bunlara oy verecek kadar bozma gibi bir amacı yoktur. Kuşkusuz bunu ister ama Alevilerin dinci ve faşistlere hemen yönelmeyeceğini bildiğinden yöntemini bunun üzerine kurmaz. Zaten son karar ile Aleviliği 1960’tan beri bağlamak istediği Diyanet yerine Kültür bakanlığına bağlaması da bunu göstermektedir. Aleviliği Diyanet yerine kültür bakanlığına bağlamasında, Aleviliği bir inanç olarak görmediği şeklinde anlaşılmamalıdır. Aleviler inanç olarak henüz istediği kadar asimile olup Türk İslam olmadıkları için şimdilik bu yol seçilmiştir.
AKP-MHP Alevi kurumlarında ajan bir ağ da örgütlemek istemektedir. Bununla Aleviler arasına güvensizlik sokmak, siyasi örgütlenme kültürü ve tecrübesi zayıf olduğunu bilerek mevcut örgütlülüğünü dağıtacak söz ve eylemlere odaklamak istemektedir. Demokratik Alevi hareketine karşı, etkilediği kimi kişi ve kurumları kışkırtarak, provakasyonlar yaratarak, Alevileri kendi içinde meşgul etmek de istemektedir. Türkiye’nin ve Ortadoğu bölgesinin köklü demokratik değişim yaşayacağı bir dönemde Alevilerin demokrasi mücadelesi gündeminden kopartılması da bir diğer hedefi olmaktadır. Cem Vakfının malum çıkışı bu türden saldırının ilk adımı olarak değerlendirilebilir. Aydınlıkçı faşistlerden, Genelkurmayla, MİT’le, polisle organik bağı olan ya da bu merkezlerce yönlendirilen daha başka kişi veya kurumlara varıncaya kadar birçok unsurun bu tür bir saldırı için harekete geçirebileceklerini unutmamak gerekir. AKP-MHP iktidarı, CHP ve CHP gibi düşünen güçlerin desteğiyle tıpkı barolar kanununda yaptığı gibi, demokratik Alevi örgütlemesini parçalayarak, Türk Alevi İslam’ı olmayı kabul etmiş bir kesimi, Aleviler adı altında piyasaya sürerek, dünyaya Alevi sorununu çözdüm demeye hazırlanmaktadır. Nasıl ki Kürtler içinden birtakım hainleri kullanarak Kürt sorununu çözdüm, yaşanan sorun terör sorunudur diyorsa, ilerde Alevi sorununu çözdüm, yaşanan marjinal sol ve Kürt bölücülerin sorunudur sözleri için ortam hazırlamaya çalışmaktadır. Daha somut ve açıklayıcı bir ifadeyle TC, Aleviler içinde Barzaniler örgütlemek ve KDP çıkarmak istemektedir. Böyle bir saldırıyı boşa çıkarmak oldukça kolaydır. Yeter ki demokratik Alevi hareketi, Alevilere gitsin. Ocakzadeler biraz çalışabilsin ve yaşananları Alevilere anlatabilsin. AKP-MHP gerçeğini, DAİŞ ve diğer selefilerle ilişkisini, CHP’nin yüz yıldır Alevileri aldatan politikasını Alevilerin gündemine sokabilsin. Alevi inanç ve kanaat önderleri, son saldırının, Pîr-Talip ilişkisindeki zayıflık ve kanaat önderlerinin (kurum yönetimleri, aydınlar, sanatçılar ve siyasetçiler) halkla bağlarının güçlü olmamasından zemin aldığını da göz önünde bulundurmalıdır.
Canlar, bu dönemi Pîr Sultan ve Seyit Rıza duruşu ile karşılayacaktır
Bu saldırıyla demokratik Alevi hareketini zorlayarak, içerden parçalayarak etkisiz kılmayı düşündükleri bir diğer yöntemleriyse, demokratik Alevi hareketinin Emek ve Özgürlük Blokuna destek vereceğiz açıklamasıyla ilan ettiği, siyasi tutumunu “demokratik Alevi hareketi bölücülere destek veriyor” şeklinde olacağa benziyor. Bu propaganda Aleviler içinde apolitik, bilinç düzeyi zayıf, AKP-MHP’nin milliyetçi söylemine kulak kabartan Alevi kesimi etkileyebilir. Dolayısıyla son saldırının, 2014’ten sonra daha da sağlam temellere oturmuş, demokratik Alevi hareketinin Kürt demokratik siyasetiyle ortaklaşma kararlılığını bozmak isteyecektir. Sömürgeci soykırımcı güçler, özellikle kırsal alanlardaki kurum ve kişileri Kürt düşmanlığı propagandasıyla etkileyerek Alevi hareketinden kopartmaya çalışacaklardır. Kimilerin Ergenekoncu, kimilerin Avrasyacı, kimilerinse derin devlet dediği güçler, Aleviler üzerinden Erdoğan ve AKP’yi amaçları için çalıştırıyor gibi bir hava da yok değildir. Bu nedenle, Alevi kurumlarında demokratik Alevi hareketine karşı AKP’den çok, CHP gibi siyasi yapılarda konumlanmış kendine sol ve laik diyen bu tür çevrelerin çalışacağını hesaplamak gerekir. Demokratik Alevi hareketinin demokratik Kürt siyasi güçleriyle ortaklaşmasına en çok bu kesim karşıdır. Bahse konu bu cenahın, önde gelenlerinden bazı eski generallerin TV ekranlarında başta Avrupa demokratik Alevi hareketi yöneticileri olmak üzere Türkiye ve Bakur Kurdistan demokratik Alevi hareketini tehdit ettiği, uyardığı biliniyor. Bu nedenle son saldırı Aleviliğe, Alevi toplumuna olduğu kadar demokratik Alevi hareketini, Türkiye demokrasi mücadelesinden kopartmak, bölerek güçsüzleştirmek gibi bir amaç da gütmektedir. Böyle bir saldırı demokratik Alevi hareketini ürkütmemelidir. Alevi inancının “yol bir sürek bin bir” desturundan taviz vermemelidir. Çünkü Alevi hareketi Kürt Aleviliğini görmez, Kürt Alevilerinin ulusal taleplerine destek vermezse yukarıda da belirtiğimiz gibi, Aleviliğin inanç kimliğini savunmakta zorlanır. Özgünlüğünü anlatamaz. Bu da AKP-MHP rejiminin en çok istediği şeydir. Demokratik Alevi hareketi, Kürt sorunu demokratik yol ve yöntemlerle çözülmeden, Kürt halkı haklarını kullanmadan Alevilerin inanç özgürlüğünü elde edemeyeceğini iyi anlatabilirse, sadece Alevileri değil, çok daha geniş kesimleri ikna ederek demokrasi mücadelesine katabilir.
Son saldırıyla devlet bir kez daha Alevileri dincilik ve milliyetçilikle motive ettiği gruplara hedef yapma amacı da güdüyor olabilir. Böyle bir amaç güdüyorsa bunu da Aleviliğe, Bektaşiliğe kültür diyerek Alevileri inanç merkezli düşünmeye, talepte bulunmaya yönelterek yapmak isteyecektir. AKP-MHP rejiminin dincilik ve milliyetçilik ile vicdanlarını kirlettiği, ahlaklarını bozduğu geniş bir kesim bulunmaktadır. Yine DAİŞ artıklarından SADAT gibi kurumlar aracılığıyla örgütlediği kontra güçler söz konusudur. Aleviler inanç kimliklerinin tanınma talebini, Türkiye’nin demokratikleşmesiyle, Kürt sorunun demokratik çözümüyle, kadın ve ekoloji sorunlarıyla birlikte dillendirmez ya da bu sorun alanlarıyla birlikte yeterince gündemleştirmezse, devlet malum guruplar içinde “dinimizi bölüyorlar, alternatif din geliştiriyorlar, mülhitler, kafirler hak talep ediyorlar vb” iftiralarla ajitasyon yaparak bunları Alevilere saldırtabilir. Bu minvaldeki söylemleri, Gezi direnişi sürecinde kullanmıştı. Hatta bazı laik milliyetçi Kemalistler de Alevilere sahip çıkarmış, Alevileri övermiş gibi yaparak bu tür iddialara malzeme vermişti. Yine Ankara Gar ve Suruç katliamlarını yaptırdıkları, DAİŞ saldırganlarını da bu tür bir söylemle motive etmiş olması yüksek olasılıktır. Alevilerin bir de bu gibi daha tehlikeli olabilecek olası yönelimleri hesaba katarak birlik içinde geniş kesimlerin demokratik taleplerini de sahiplenen bir mücadele vermesi gerekiyor. Malum böyle bir ortamda “devletin kurtarıcı güçleri” yani CHP ve kendine sol diyen kimi milliyetçi laik çevreler harekete geçerek, bir kez daha Alevileri aldatmak isteyecektir. Hatta böyle bir tehlikeli saldırı olmadan bile CHP ve türevi Kemalist laik milliyetçilere Alevileri aldatma imkanı sunulabilir. Örneğin son daire başkanlığı saldırısının alt yapısını İçişleri Bakanlığı elemanları hazırladığı için, devlet S.Soylu’yu görevden alıp, bunu CHP sağlamış havası verebilir. Gündemde olan türban yasası üzerinden hukuki ortam yaratarak, Aleviler hakkında verilmiş kararı yine yasayla bozdurabilir. Malum Osmanlı da oyun çoktur!
Aleviler çok hassas bir mücadele döneminden geçiyor. Böyle dönemlerde Alevileri sürekli birileri ya sol adına ya da laiklik adına demokrasi odaklı inanç ve kültürel kimlik mücadelesinden uzaklaştırmıştır. Bunu da en çok devletçi, laik milliyetçi CHP yapmıştır. Kılıçdaroğlu’nun en hassas dönemde sık sık “sokaklara çıkmayın” demesinin demokratik Alevi mücadelesini ne kadar pasif bıraktığı, AKP-MHP’nin de Alevilerin bu pasif tutumundan ne kadar cesaret aldığı incelenmesi gereken bir konudur. Bu süreçte de Alevilerin CHP oyunlarına karşı duyarlı olması gerekir. CHP’nin Aleviler hakkında dürüst olup olmadığının göstergesi de CHP’nin Kürt politikasıdır. Aslında bu her anlayıştan siyasi yapı için geçerlidir. Kürt halkının halk olmaktan doğan haklarını kabul eden, Kürt sorununu Türkiye’nin demokratikleşmesi anlayışı ile çözmek isteyenler dürüst, bunun haricindekiler sahtekar, istismarcıdır. Birinciler Türk ve Kürt yurtseveri, demokratı, ikinciler Türk ve Kürt hainleri ve halklar düşmanıdır. Özcesi Aleviler kimin kendilerine nasıl ve hangi amaçla yaklaştığını, Kürt ve Kürdistan için ne düşündüğüne ve neler yapıp yapmadığına bakarak hemen anlayabilir ve ona göre tutum alabilirler. Çünkü Kürt sorununu demokratik yöntemle çözüp Türkiye’nin demokratikleşme yoluna girmesini istemeyen biri aynı zamanda Alevilerin inanç özgürlüğünü de istemeyen ve karşı olandır. Faşist Türk devletinin Alevilere ve Kürtlere yönelimi aynı stratejik amacı ifade eder. Onun için Aleviler ile Kürtler de aralarındaki dayanışmayı bu stratejik düzeye tırmandırmaları gerekmektedir.
Daha da önemlisi önce Kılıçdaroğlu’nun “türban yasası”, akabinde Erdoğan’ın Bahçeli ile görüştükten sonra kamuoyuna “Alevi Bektaşi ve Cemevi Kültür Dairesi Başkanlığı” diye açıkladığı politik çıkışların, iki kişinin ya da partinin seçim hesabı için olmadığının bilinmesi gerekir. Bunun, devletin derinliklerinde hazırlanan bir proje olduğu kesindir. Kılıçdaroğlu’nun türbana yasal güvence verelim çıkışı karşısında, kimi vekillerinin ve basında çalışan CHP’lilerin şok yaşar gibi olması, benzer biçimde bazı AKP’lilerin de Erdoğan’ın “Aleviler hakkındaki” çıkışı karşısında afallaması, bu iki önemli konunun siyasi parti yönetim ve liderlerinin değil, Genelkurmay ve MİT tarafından hazırlandığını göstermiştir. Yani TRT Altı gibi bir şey olmuştur. Hatırlanacağı gibi, TRT Altı açıldığında Erdoğan bunu fazlasıyla siyasi malzeme yapınca, dönemin genelkurmay başkanı “TRT altı MGK toplantısında aldığımız bir karardı” minvalinde konuşarak işin gerçeğini deşifre etmişti.
Temel soru şudur; laik CHP’nin haramzade de olsa Alevi olarak bilinen lideri bir kesim Müslüman için, iktidar İslamcı AKP’nin faşist de olsa Müslüman görünen lideri ise Alevi-Bektaşi toplumu için neden yasal düzenleme adımlarını gündeme getirdi? Hem de birdenbire! Bu gündemin Metîna-Zap-Avaşîn’de süren savaşla bir ilişkisi de var mıdır? Mersin’de Sara ve Rûken yoldaşların gerçekleştirdiği fedai eylemle bir bağı da var mıdır? Tüm bu hususların da tartışılması gerektiği açıktır. Özcesi Kılıçdaroğlu üzerinden türbanı, Erdoğan üzerinden Alevi Bektaşi daire başkanlığını gündeme taşımak, yasalar çıkarmak oldukça tuhaf görünse de mevcut TC, siyasi mantığı ile bakıldığında anlaşılırdır da. Bu, türban meselesinin CHP için, Alevi Bektaşilerinse AKP için tabu olmasına rağmen böyledir. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu devlet görevi icabı, Erdoğan müdürlük kursun diye türban üzerinden ortam yarattı demek yanlış olmayacaktır. Erdoğan’ın kültür daire başkanlığı kararını Şahkulu Sultan dergahında duyurması da dahil, olup bitenlerin hepsi kendi içinde anlamı, mesajı olan gelişmeler söz konusudur. Bu adımlarla CHP Müslüman halka, AKP-MHP ise Alevi ve Bektaşilere düşman ve karşıt olmadığını göstermeye, dış güçlere de demokratik ve kapsayıcı gözükmeye çalışmıştır.
Demokratik Alevi hareketi, ne CHP’nin türban çıkışının dindarlar için bir çözüm olabileceğini ne de AKP-MHP’nin Alevi-Bektaşiler için getirdiği daire başkanlığının çözüm olmadığını bilecek politik olgunluğa sahiptir. Aleviler ilk günden bu adımların oldukça tehlikeli bir oyun olduğunu, Alevi soykırımını ve inanç kimliğini resmen inkar ve yok etmek amaçlı girişimler olduğunu, türbanı yasallaştırmanınsa Müslüman halkın değer yargılarını kanunla istismar anlamına geldiğini belirtmiştir.
Son günlerde olup bitenleri izah etmek amacıyla bir de şu hususu vurgulamak yerinde olacaktır; Kürdistan Özgürlük Mücadelesi Türkiye’de köklü demokratik değişimi kaçınılmaz hale getirmiştir; bu sonuç devleti, büyük bir çıkmaza sokmuştur; devlet İmralı işkence sistemine son vereceğine, Kürt sorununun demokratik çözümü önündeki engelleri kaldıracağına, ülkeyi kaos ve krizden çıkaracak güçlere saldırılarını sonlandıracağına “kendin çal kendin oyna” siyaseti yürütmektedir.
Sonuç olarak gerilla savaşı, faşizmin tüm planlarını yerle bir etmiştir. TC’nin savaşta ısrarı yoksulluk ve çürüme getirmiştir; Müslüman halk AKP-MHP faşist ittifakından desteğini çekmiştir. Alevilerde ise Kemalizm’i, onun milliyetçi laikliğini ve CHP adı altındaki siyasi yüzünü eleştirme, uyarma gelişmiştir. Aleviler, Emek ve Özgürlük İttifakının temel bileşeni olduklarını da ilan etmiştir. Kürdistan ve Türkiye demokrasi ve özgürlük güçleri Emek ve Özgürlük İttifak’ı kurunca, müesses nizam güçleri telaşa girmiş, adeta alelacele böyle bir gündem yaratmıştır.
Demokrasiye duyarlı hale gelmemiş devletin Kürt ve Türk halkının demokratik birliğini asla istemeyeceği, Alevi-Bektaşi Türkmen-Türk halkının Kürtlerle ortaklaşmasını ise ihanet gibi göreceği, böyle bir birliğin gelişmesi halinde de saldırganlaşacağını yüz yıldır yaşananlar yeterince göstermiştir. Bu saldırganlığın son örneği Sivas katliamı olmuştu. Kürt, Türkmen-Türk, Arap, Roman her sürekten Alevinin, Türk İslam sentezi aklıyla hareket eden devletin gerçek yüzünü, güncel gelişmeleri de dikkate alarak tartışmasında ve bilince çıkarmasında büyük fayda vardır. Alevilerin devletin gerçek yüzünü tanıyarak politik tutum almasıysa Türkiye’deki herkese kazandıracaktır. Aleviler, bundan böyle farklı bir dil ile kendilerine gelecek olan devletin propagandasından etkilenmemelidir. Özellikle de Türk-Türkmen ve Kürt Aleviler, milliyetçi duygu ve düşüncelere karşı duyarlı olmak zorundadır. Alevi-Bektaşi canlar, devletin yeni dönemde gelişecek saldırılarına karşı, Seyit Rıza’nın “hilelerine aldanmayın ve baş eğmeyerek bu devleti kahredin” şeklinde de anlayabileceğimiz vasiyetini her daim hatırlarlarsa, oyunlara gelmez, birliklerini sağlamlaştırmış olurlar. Çünkü Türk devleti Alevileri bölmek için bundan sonra daha ince yöntemler uygulayacak; Alevi-Bektaşi inançlılar, ocak ve dergahlar onlarca Balım Sultan ile karşılaşacaktır. Aleviler bundan böyle yeni Yavuzlar, Kuyucu Muratlar ve Hınzır paşalarla daha sık yüz yüze gelecek, bunlardan “Osmanlı sofrasına” oturma tekliflerini duyacak ve taltif eder gibi görünen kötülükleriyle karşı karşıya kalacaktır.
Onun içindir ki devletin Alevileri bölme saldırısına karşı Alevilerin temel sloganı “Gelin Canlar Bir Olalım Münkire Kılıç Salalım” olmalıdır.