İnsanlığın geçmişindeki tüm bilme biçimlerini, bilimsellik olarak sunan tarih anlayışını aşmadan toplumsal gerçekliği tanımak ve tanımlamak mümkün değildir. Onun için öncelikle tüm zihniyet yapılanmalarımızın içine sızmış olan ve kendisini, “gözlem ve deney” sonucuna dayanan mutlak bilme formülü olarak sunan verili sosyal bilim yöntemlerini aşarak ancak toplumsal ekolojinin ne olduğunu anlayabiliriz.
Çünkü sosyal bilim yöntemi olan gözlem ve deney, gerçeği özne-nesne biçiminde parçaladığından tanımlama ve anlamayı daha baştan anlaşılmaz kılmaktadır. Onun içindir ki sosyal bilim yöntemi gerçeği özne ve nesne ikilemi üzerinden param parça ederek insanlığa sunduğu için birçok yanlışı da içermektedir. Sosyal bilimin doğanın kendisini nesne, insanı da doğanın öznesi olarak ilan etmesi insanın her şeye hakim olma istencini yaratmıştır. Geliştirdiği hakimiyet üzerinden insanın kendisini doğanın efendisi kılacak olan canlı türü olarak tanımlaması birinci doğa ile ikinci doğa olarak tanımlanan toplumun çatışmasını da beraberinde getirmiştir.
Ekoloji sorunu insan eliyle üretilmiş bir sorundur
Oysa hakikat bir bütündür. Dolayısıyla hakikatin bütünlüğünü yok sayarak doğru sonuçlara gidilemez. Sosyal bilim yöntemi daha baştan bu bölme ve parçalama yöntemiyle oluştuğundan hastalıklı olarak doğmuştur. Tüm canlı türlerinin içinden insan, düşünme yeteneğine dayanarak kendisini “nesne olmaktan çıkarma” ve “Doğanın efendisi” kılma adına saldırmadığı hemen hemen hiçbir şey kalmamıştır. Bu bakımdan doğal yaşam ortamında evcilleştirme kültür bitkileri yetiştirme bakımından diğer canlılardan ayrılarak insansal doğayı yaratmıştır. İkinci Doğa denilen yaratım tamamen insana aittir.
Elbette ikinci doğanın kendisi olan insan, kendi tarihi boyunca ne öğrenmişse hepsini doğadan öğrenmiştir. Korkuyu da sevinç ve kaygıyı da hepsini öğrendiği yer yine insan gibi canlı olan doğanın kendisinden öğrenmiştir. İnsanlığın kendisi, tarihin uzun bir evresinde doğanın ona sunduklarıyla var olmuştur. Bu bakımdan insanlık tarihinin büyük bir bölümünde “toplumsal sorun” diye tanımladığımız sorunlar yoktur. Toplumun kendisi doğayla yaşadığı uyum bakımından zaten ekolojiktir. Toplumun ekoloji sorunu insan eliyle üretilmiş bir sorundur.
Onun için Önderliğimiz; “İlk toplum tarzı doğal akışla uyum içinde, doğru bir anlayışla ekolojiyle yaşamı esas almaktadır. Günümüzde çevre sorununu en büyük tehlike olarak insanlığın karşısına çıkaran, bu temel ilkeden kopuş gerçeğidir” demektedir. Yani, toplum daha başından itibaren doğayla kurduğu büyük uyum üzerinden kendisini var edebilmiştir. Hatta salt uyumlanmayı da aşarak insanlık tarihinin uzun bir evresini hiçbir karşılık beklemezsin tüm nimetlerini insana sunan ana olarak görülmüştür. Özellikle doğal toplum zamanın tümünde bir canlı türü olarak insan her şeyi canlı olarak görmüş ve tanımlamıştır. Başkan Apo, insanın doğaya bu bağlılığını; “İlkel komünal toplumda doğayla bağ çocuğun anayla bağı gibiydi. Toplum doğayı canlı olarak algılıyor. Ona karşı olmamak, ondan ceza almamak dinin temel kuralı haline getirilmiştir. Doğa dini ilkel komünal toplumun dinidir. Toplumun oluşumunda doğal bir anormallik ve çelişki yoktur” diye tanımlamaktadır.
Kendi dışındaki her şeyi, kendisi gibi canlı varlıklar olarak tanımlayan doğal toplumun kendisi, önce kendisini yarattı. Nitekim felsefe, doğayla toplumu birbirinden ayrıştırırken “kendi farkına varan doğa” olarak tanımlamıştır insanı. Bu farkını da alet üretmeyle göstermiştir. Korunmak için güvenli alanlarda barınaklar yapmaya, kendini doyurmak için üretim yapmaya başlayarak diğer biyolojik ve maddi evrenden kendisini ayırmaya başlamış, ayrıştırdıkça da düşünce sistemi değişmeye ve olgunlaşmaya başlamıştır. Ama buna rağmen doğayla ilişkisini bozmamıştır. Dolayısıyla insan, neolitik devrim sonuna kadar doğayla uyum içerisinde yaşamını sürdürmüştür.
Başkan Apo bu uyum sürecini tanımlarken şöyle demektedir; “Doğal çevreyle bütünlük sadece ekonomik ve sosyal içerikli değildir. Felsefi olarak da doğayı kavramak vazgeçilmez bir tutkudur. Aslında bu karşılıklıdır. Doğa insanlaşarak büyük merakını ve yaratım gücünü kanıtlarken, insan da doğayı -Sümerlerin özgürlüğü (amargi) anaya (doğaya) dönüş olarak anlamaları düşündürücüdür- kavrayarak kendi farkına varmaktadır. İkisi arasında âşık-maşûk ilişkisi vardır. Bu büyük bir aşk serüvenidir. Bozmak, ayırmak herhalde dini tabirle en büyük günahtır. Çünkü ondan daha değerli bir anlam gücü yaratılamaz. Konuyla ilintililik anlamında kadın kanamasını hem doğayla ayrı düşüşün, hem de ondan gelişin bir işareti olarak yorumlamamızın çarpıcı anlamı bir kez daha kendini hissettiriyor. Kadının doğallığı doğaya yakınlığından ileri gelmektedir. Sırlı çekiciliği de anlamını da bu gerçeklikte bulur.”
Neolitik çağın kendisi de dahil olmak üzere insan soyu bu büyük uyuma dayanarak varlığını sürdüre gelmiştir. Özellikle ana kadın etrafında örülen doğayla iç içe yaşam giderek kadın yaratımlarının da güçlenmesine imkan sunmuştur. Ana kadın, doğayı tanıdıkça, doğanın kendisi de ana kadın şahsında adeta insanı anlamaya ve tanımaya başlamıştır. “Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur” sözü belki de en iyi bu gerçeği ifade etmek için üretilmiştir.
Dolayısıyla neolitik çağda varolan birinci doğa ile ikinci doğa arasındaki ahenk, ana kadın etrafında sürdürülen bu büyük uyum, toplumun bağrında şekillenen ve devletin de temellerini oluşturan hiyerarşiyle bozulmaya başlamıştır. Çünkü hiyerarşi, toplumdan sürekli değer sızdırmış ve giderek de iktidarı yaratmıştır. Bu bakımdan hiyerarşi ve iktidar kavramları önce toplumun komünalliğine saldırmış, komünalitesini kaybettiği oranda da toplumu, toplum olmaktan çıkarmış, ardından ise tüm gücüyle toplumların yarattığı değerlere karşı saldırıya geçmiştir.
Böylece önce toplumsal doğallığın kendisi parçalanmaya başlanmıştır. Toplum, doğal halindeyken kendisinin dışındaki her şeyle belli bir uyum ve ahenk içerisinde yaşarken, hiyerarşi ve iktidar gibi kavramlarla birlikte toplumsal sorunlar olarak tarif edilen sorunların yavaş yavaş toplumsal yaşamın içinde oluşmaya başladıkları da görülür. Sümerlerde olduğu gibi hiyerarşi ve iktidar kendisini daha üst bir forma taşımak için “Şamandan rahip, bilgeden kral, şeften komutan” yaratarak devleti icat etmiştir. Böylece hem daha fazla değer sızdırma olanağı yakalamış hem de onu kutsayarak toplum içinde hiyerarşi eliyle belli bir gönüllülük yaratmayı başarmışlardır. Hiyerarşinin kendisi bile kutsalın yönetimi olarak “toplumsal olgunun ilk kavramsal ve ahlaksal yönetim biçimi” olarak toplumun karanlık dehlizlerinde yaratılmıştır.
Toplumun ekoloji sorunu bu büyük yıkımının ardından sorun olarak belirmeye başlamıştır. Toplum başından itibaren aslında ekolojiktir. Yani bir bilim dalı olarak insanlığın ekoloji kavramıyla tanışmasından önce de toplum ekolojiktir. Zaten bilim dalı olarak ekoloji, toplumla çevresini inceleyen bir bilimdir. Onun için Başkan Apo’nun deyişiyle, “Doğal toplum, ekolojik toplumunun kendiliğinden bir hali olarak tanımlanmaktadır.” Yani toplumun hem kendisinin içinde hem de yaşadığı çevreyle oluşturduğu uyum sorunlarını inceleyen bir bilimdir.
Bu anlamda insanlık tarihinin evrimsel sürecinde ekoloji kavramı yeni tanımlanmış ve toplumla doğa çelişkisinin aşılmasında en belirleyici bilimlerden olacaktır. Onun için Başkan Apo, 21. yüzyıl paradigmasını oluştururken “Bu gerçeklerle devrimimize Demokratik ve Ekolojik Devrim demek gerçekçi olduğu kadar özgürlük niteliğinin de bir gereğidir” tanımlamasıyla çok daha anlamlı rol atfetmiş durumdadır.
Zigguratlardan plazalara
Toplumsal ekoloji sorununun derinleşip yaygınlaşmasında en büyük payı kent oluşturmaktadır. Ekolojik toplumun komünal değerler etrafındaki özgür kendiliği parçalanarak oluşturulan kentlere taşıma ön görülmüştür.
Çevreden gasp edilmiş ürünleriyle ambarları dolu, her katı ihtişam yüklü tarihin ilk kentleşmesi Ziggurattır. Üst katında tanrılara, alt katı üretenlere, orta katlar ise ara katmanlara dağıtılmış Ziggurat, aynı zamanda devletin de kendisi olmuştur.
Elbette bu bir anda ön görülen ve tasarlanan bir model değildir. Doğal toplumun en derinliklerinden süzülerek çalınan tüm yaratımların yararlı olanları toplanmış, yararsız görülenler ise atılmıştır. Sümerlerin Uruk’ta kurduğu bu Ziggurat, tarihe yepyeni bir ivme de kazandırmıştır. Doğal topluma karşı bir üst toplum, yani sınıflı, devletli bir toplumun icadı da böyle gerçekleşmiştir.
Dolayısıyla bu toplum modelinin yerleşim alanı da kent olmuştur. Biraz uzun da olsa bu geçiş sürecini Başkan Apo’dan aktarmak gerekiyor. “Bu üst toplumun mekanı kent olmaktadır. Medeni, sivil, uygar toplum da denilen bu mekan insanlığın zihniyetinde olduğu kadar maddi üretim yapısında da büyük devrimci değişiklikler getirmekte, daha doğrusu doğal topluma göre büyük bir karşıdevrimin temelini teşkil etmektedir. Kent-devlet zihniyeti henüz çözümlenmiş olmaktan uzaktır. Akıl düzenini, yazıyı, birçok zanaatı ve sanatı geliştirmiştir. Ancak ne pahasına? Kent devrimi mi, karşıdevrim mi yargısı, üzerinde kapsamlı düşünmeyi gerektirecek kadar önemini halen korumaktadır. Unutmamak gerekir ki, başta büyük tek tanrılı dinler olmak üzere birçok tarihi çıkış, bu yapılanmaya karşı geliştirilmiştir. İnsan soyunu içine soktuğu cendere cennetten çok cehenneme benzemektedir. Daha doğrusu çok azına cenneti sunduğu, ezici çoğunluğa cehennem yaşamı getirdiği günümüze kadarki örnekleri açıklayıcı niteliktedir. Kent-devlet toplumu her bakımdan hakimiyet, mülkiyet ve baskıyı davet eden bir içeriğe sahiptir. Doğal toplum insanını bu düzene alıştırmak kolay olmamıştır. Bir yandan tüm kent insanlarının zihnine korkutucu tanrılarla hükmetmek, diğer yandan kadını baştan çıkarıcı bir araç halinde sunmak -ilk fahişelik- bu sistemin olmazsa olmazlarıdır. Kulluğu benimsetmek günlük denetim kadar ancak bu köklü kurumlarla mümkün olmaktadır. Her iki kurum da köklü afyonlama özelliklerini taşır.
“Kent-devlet toplumunun bu ilk orijinali etrafında oluşan zihniyet yapısıyla üretim yapısı daha sonraki süreçte tüm alanlarda sürekli yetkinleştirilmiştir. Sümer’de doğup kaybolmamıştır. Zincirleme halkalar halinde günümüze kadar erişen yapıdır, bu yapının zihniyetidir. Mısır, Hitit ve Yunan sitelerindeki örnekler bu orijinalin biraz daha değişik versiyonlarıdır. Bu üçlü yapının ilk halka olarak Sümer orijinini esas aldığı tarihsel belgelerle gittikçe kanıtlanmaktadır. Bu üçlü halkadan sonraki ilaveler ise Çin, Hint ve Roma halkaları olarak evrenselliğe ulaşacaktır. Amacımız tarih yazma olmadığı için bu süreçleri işlemeyeceğiz. Kanıtlamak istediğimiz husus, devletin tekliği ve sürekliliğidir. Varlık anlamında teklik, zaman bakımından süreklilik devlette çok etkindir. Tekrarlamalara ayrı devlet kuruluşu demek fazla çözümleyici değildir. Aynı özü tekrar tekrar çözmek anlamı geliştirmez, sadece tekrarlar.”
19. yüzyılda bu ulus devletlerle ve endüstriyalizm ile birlikte kent, biriktirdiği aşırı nüfusla kanser uru gibi sürekli büyümüştür. Büyüyen kent, büyüyen ve devasa boyutlara ulaşan sorunlar yumağı demektir. Havasından suyuna, günlük gıdasından ekmeğine kadar insan türünün alabileceği temel gıda alanları adeta zehirlenmiştir. Sadece bununla da kalmamış, yakılan-yok edilen ormanlarla milyonluk, onlarca milyonluk kentleriyle adeta insanlığın ve doğanın sonunu getirir gibi çoğalan beton yığını kentler habitat üzerinde ağır sonuçlar yaratmış, hayvan ve bitki türlerinde sürekli bir azalmaya neden olmuştur. Çılgınlık düzeyine ulaşmış endüstriyalizmin azami kar hırsı dünyamızı yaşanmaz hale getirmiştir.
Başkan Apo’nun “Gezegenimizin ne kadar kent, insan, fabrika, ulaşım aracı, sentetik madde, kirli hava ve su kaldıracağı hesaplanmadan, azami kar peşinde koşan gözü kara bir gidiş vardır” dediği gibi ortaya çıkan mega kentlerle dünya artık çöp dağlarına dönüşmüştür. Kentlerin bu çılgınca büyüklüğü karşısında kırlar ve köyler bile bu devasa çevre kirliliği karşısında sürekli kriz yaşayan alanlara dönüşmüştür. Dolayısıyla devletli ve sınıflı sistemle oluşan toplumsal krizler kendilerini birer kaosa dönüştürmüşse, çevre ve eko-sitem de sürekli bir SOS işareti vermeye başlamıştır.
Dolayısıyla doğal afet olarak tanımlanan deprem, sel, heyelan gibi yer hareketlilikleri karşısında insan hiçbir zaman kent gerçeğinde olduğu gibi çaresiz kalmamıştır. Doğal toplumun henüz kendini bilme aşamasında bile topluluklar doğal afetlere karşı kendilerini korumak için daha korunaklı alanlar yaratmayı başaramışsalar da en azından “daha korunaklı yerlere” yerleşme çabası içinde olmuşlardır. Nitekim arkeolojik kazıların açığa çıkardığı kazı alanlarından da bunların böyle olduğunu anlayabiliyoruz. İşte Urfa sınırları içinde bulunan “Göbekli Tepe” buna, en anlaşılır cevabı vermektedir.
Basit hayvan sürüleri bile yuva yapacakları yerleri önceden seçmeyi, sürekliliğini koruyup koruyamayacağını yuva yapmadan test etmeyi öğrendiğine göre analitik zekaya sahip insan türünün onlardan daha ileri olması gerekirdi. Büyük bedellerle de olsa ekolojik toplumda bunlar bir biçimde bilince çıkarılmış ve ona göre yerleşim alanları seçilmiştir. Ama sınıflı ve devletli topum yaratıcıları olan azami kar peşinde koşan bir avuç egemen eliyle dünya tam bir kanserli gibi her gün, her saniye kendi biyolojik denge unsurlarından birisini yok ediyor. Dünya üzerınde insan eliyle yaratılan tahribat bir yana, ozon tabakasında oluşan tahribat nedeniyle artık gezegenin kendisi infilak aşamasına gelmiştir.
Aç gözlü sermaye gruplarının elinde kent, devlet yerleşkesi olduğu kadar köy toplumunun komünal yaşamı da saldırı aracına dönüşmüştür. Bu anlamda kentin tarihi aslında ekolojik toplum olarak tanımladığımız doğal toplumla sürekli bir savaş halinde olmuştur. Doğal toplumun komünal ahlakına saldırarak onu içerden parçalamayı, parçalayarak kendisine çekmeyi sürdürmüştür. Günümüzde köyden kente doğru yoğun gerçekleşen akışta da bu savaşın çok daha görünmez kılınan özellikleriyle karşı karşıya olduğumuzu da belirtmek gerekmektedir. “Uygarlık”, “medeniyet” gibi kavramlarla köyden kente doğru bir akış sağlanmaktadır.
Kent, rahat yaşam vaadiyle tuzağına düşürdüğü köy toplumunu uzun bir zaman hazmedemediği için bu savaş hali kentte de sürmektedir. Sınıflaşma, bu savaşta başat rolü oynasa da sınıflaşmaya paralel olarak yoğun bir zihniyet değişimi de kentte yaşanmaktadır. Kentin toplumsal düşünce tarzında hızlandırıcı bir etkisi olmuştur. Ancak bu etki kentin tanınmasıyla da paralel olmuştur. Hiç de vaat ettiği gibi, yaşam alanlarının birer cennet olmadığı anlaşıldıkça cehennem gazabından kurtulmak için arayışlar da başlar.
Nasıl ki, ilk kentin sembolü olan ziggurat, görkemli görüntüsüyle göklere doğru uzanırken etrafında da üreten toplum barakalara yerleştirilmişse, bugünün kenti de aslında bu ilk kentten çok farklı değildir. Varlığın ve gücün sembolü olarak inşa edilen gökdelenler, sermayenin de güvenlik alanları olarak inşa edilmektedir. Yani kentin tuzağına düşmüş toplumların psikolojisi üzerinde aşılamayacak, yıkılamayacak güç sembolleri olarak gökdelenler inşa edilmektedir. Bu anlamda inşa edilen bütün kentlerin önceliği sermayenin güvenliği üzerine inşa edilmişlerdir. Onun için kentin biriktirdiği sermaye gücü, kentin şehir planlamasını belirlemektedir. Ordusundan polisine kadar tüm sermayenin koruyucu gücü, “güvenlik” adına kentin her yerine anında hakim olacak biçimde yerleştirilmektedir. Bu anlamda bütün kentler bir savaş sahnesi olarak dizayn edilmektedir.
Doğal toplumla kentin tarih boyu süren savaşları elbette doğal toplum güçlerine kazandırdıkları kadar, kentin sahiplerine de çok şey kazandırmıştır. Örneğin 1800’lerde Avrupa kıtasını boydan boya sarsan ve “1848 Barikat Savaşları” olarak bilinen ezilen ve sömürülen yoksul topluluklarının büyük başkaldırısından sermaye grupları yeni bir kent modeliyle çıkmışlardır. Barikatlara yaklaşıp aşamayan egemenler kenti, yeni savaş konseptine göre planlamaya başlamıştır. Düz ve geniş bulvarlar, barikatlara saldırabilecek top atışlarına göre icat edilmiş, yeni kentler, kentte esir alınmış toplulukların olası başkaldırılarını bastırmaya uygun hale getirilmiştir.
Başkan Apo’nun “İnsanlık tarihinde kendi kale ve piramitlerine çekilen Nemrutlar ve Firavunların akıbetine ilişkin çok şey anlatılır. Nedeni açıktır. Ne de olsa Nemrutlar ve Firavunlar da gerek kişi gerek düzen olarak, tanrısal idealar taşıyan birer ‘tekel’ idiler. Evet, hep kâr peşinde koşan sermaye tekellerinin ilkçağda en görkemli örnekleriydiler. Şimdiki kentlerde plazalara çekilen tekellere nasıl da benziyorlar! Tabii ki aralarında özde olmasa da biçimde farklar vardır. Kale ve piramitler tüm görkemliliklerine rağmen günümüz plazalarıyla yarışamazlar. Kaldı ki, sayı olarak hiç yarışamazlar. Toplasanız, tüm firavunlar ve nemrutların sayısı birkaç yüzü geçmez. Ama çağdaş firavunlar ve nemrutların sayısı şimdiden herhalde yüz binleri geçmiştir. İnsanlık eski çağlarda birkaç nemrut ve firavunun ağırlığını çekemedi. Bu kadar inleyip durdu. Peki, tüm çevre ve toplumu çözülüşe uğratan yüz binlercesinin ağırlığını daha ne kadar çekecek? Yol açtıkları bunca savaşın, işsizliğin, açlığın, yoksulluğun neden olduğu acıları ve ahları nasıl dindirecek?” dediği gibi kent, toplumsal sorunların temel zemini olmuştur.
Kent, doğal topluma
yöneltilmiş
bir savaş aracıdır
Doğal toplumun yaşam biçimi komünaldır. Dolayısıyla ekolojik toplumun da yaşam alanı köydür. Köy toplulukları, içinde bulundukları doğal çevreye en uyumlu topluluklardır. Neolitik toplum yaşamından bu yana yarattığı tüm birikimleriyle; kentten ve endüstriyalizmin azami kar hırsından koruduğu organik bitkileriyle, evcilleştirdiği hayvanlarıyla birlikte muazzam bir uyum içinde varlıklarını sürdürmektedirler.
Elbette sömürü aygıtı olan devlet gibi kentin de ikili karakteri vardır. Bir madalyonun iki yüzü gibidir. Birinde ürettiği arza göre talep yaratıp sömürüyü derinliğine ve genişliğine yaymak; diğerinde ise kamusal yararlılık olarak kendisini tarifleyip güçlendirmektir. Onun içindir ki, ilk kentin tapınak etrafında doğması gibi her kentte de kamusal alan aygıtları olarak ibadethaneler, okullar ve hastaneler de vardır. Başkan Apo’nun “İnsanlık köy inşa etmek kadar kent inşa etmenin de toplumun doğasına uygun olduğunu düşünmüş ve uygulamıştır. Kent toplumsal zekanın yoğunlaştığı mekanların başında gelir. Kent insandaki zeka yeteneğini tahrik eder, açığa çıkarır. Akıl kentle oldukça bağlantılı bir gelişim seyri izlemiştir. İnsanın kendi gücünün neye kadir olabileceğini fark ettiği mekandır kent. Güvenlik getirir. Kendine güvenen daha rasyonel düşünür. Düşüncedeki gelişme yeni buluşlara yol açar. Üretim artışının yöntem ve tekniklerini geliştirir. Bunları deneyimleyen insan kenti ışık kaynağı bilmiş ve hep oraya koşmak istemiştir. Kentin tapınak etrafında gelişimi, kendi döneminde tapınağın kutsal akıl ve ruhların toplandığı yer olmasıyla bağlantılıdır. Toplum aklını ve kimliğini burada daha çok keşfediyor, yaratıyor. Kent lehine güçlü varsayımlardır bahsettiklerimiz” dediği yerdir kent.
Ama madalyonun öteki yüzünde ise kent, kışkırtılmış güdüleriyle tuzağa düşürülmüş modern köle toplumunun yaşam alanıdır. Kentin doğasında komünallik asla yer bulmamıştır. Onun için kent, “yeni yaşam” şatafatıyla sürekli kışkırttığı güdü ve duyguların köle kampları gibidir. Toplumların ana kadın etrafında oluşturduğu komünal ve doğal yaşam birliktelikleri parçalanarak yalnızlaştırılıp sermayenin emrine verilmiş köle topluluklarının yaşam alanlarına dönüşmüştür.
Kentle birlikte toplumlar, doğalında olan tüm alile, kabile, aşiret ve ulus kimliklerinden arındırılarak işçi, memur gibi sermayenin ihtiyaçlarına göre eğitilmekte ve hazırlanmaktadır. Aslında bununla ulaşılmak istenen ve amaçlanan komünal yaşam etrafında örülmüş olan toplumun ahlaki değerlerini aşındırarak yaratmak istedikleri bencil, bireyci, asosyal yoz insan türünü oluşturmaktır. Dolayısıyla doğal toplumun yaşam alanlarına dönük sürdürülen bu ahlak dışı savaş sonucunda köyden kente doğru sürekli bir akış sağlanmıştır. Kent, zamanla bu akışı karşılayamaz duruma gelmişse de sermaye grupları bundan daha güçlü yararlanmayı da becermiştir. Yani kent, biriktirdiği emek gücü sayesinde emek değerini düşürmenin de bir aracı olarak kullanmıştır.
Kent, yığdığı bu nüfus yoğunluğuyla devlet için kolay sömürü alanı oluşturmuştur. Başkan Apo, buna “Devlete fazlayı derleme örgütü demek daha anlamlı olabilir. Şehir buna da uygun mekandır.” derken bu gerçeği ifade etmektedir. Dolayısıyla Başkan Apo, “Kabile ve köy toplumunda son derece güçtür bu tür ilişkiler. Kabile ve köy yapısı buna el vermez. Devletin şehirde doğuşunun altında bu gerçeklik yatıyor” demektedir.
Onun içindir ki kent, emeğin değerini düşürerek insanları tümden kendine yabancılaştırmaktadır. Kentler, kendine yabancılaşmış insan sürülerinin mekanı olarak her hangi bir ahlaki kaygıya girmeden topluma karşı geliştirilen suç alanlarına dönüştürülmüştür. Kentle birlikte doğal toplumun tanımadığı, fuhuş, uyuşturucu, hırsızlık, yağma ve gasp gibi suç türleriyle tanışmıştır. Modernlik adına sunulan her şey aslında bu tür ahlak dışı yaşamı teşvik etmektedir.
Başkan Apo, kentin yeni sömürgeci karakterini “Kentlerin bu yapısıyla toplum gerçekten sosyal kansere yakalanmıştı. Aristo bile on bin nüfuslu kenti tahayyül etmemişti. Yüz bin, bir milyon, beş milyon, on milyon, on beş milyon, yirmi milyon ve hedef yirmi beş milyon nüfuslu kent! Bu, gerçek bir kanser tarzı büyüme değil de nedir? Böyle bir kenti sadece beslemek için orta boy bir ülkeyi çevresiyle kısa sürede yok etmek mümkündür. Bu büyümenin hiçbir mantığı yoktur. Toplumun ve kentin doğasıyla birlikte birinci doğayı tahrip etmekten başka bir sonuç vermeyeceği açıktır. Hiçbir ülke ve çevre, halkıyla birlikte bu büyüklükleri uzun süre taşıyamaz. Çevrenin gerçek yıkım nedeni bu kanser tarzı büyümedir. Artık bir kent kendi ülkesini halkıyla birlikte işgal, istila ve tahrip edip adeta sömürgeleştirmektedir. Yeni sömürgeci güç kenttir; kentlerdeki küresel ticaret, finans ve sanayi tekelleridir, onların üsleri olan plazalardır. Bu plazalardaki eskinin kale ve surlarını aratmayan güvenlik tedbirleri bu gerçeği doğrulamaktadır” diye tanımlamaktadır.
Tarihte kentin bu yok edici sömürücü karakterini ilk hisseden Kürt halkı olmuştur. Beş bin yıllık devlet ve kent geleneği içinde halkımız kentin bu karakterinden hareketle, kentten her zaman uzak kalmıştır. Uzak kaldığı için de bu sömürgeci vahşete karşı her zaman kendisini koruyabilmiştir. Geleneksel halk tarihimizde kentler, ihanetle özdeş kılınmış, dağ ve köy yaşamı özgür alanlar olarak tercih edildiği için bugüne kendisini ulaştırmayı başarmıştır. Kürt için bajari olmaktansa dağlı olmak her zaman yeğ tutulmuştur.
Doğa, bu aç gözlü leviathana daha fazla dayanamayacaktır
Dolayısıyla beton yığınlarına dönüştürülmüş, besleyemeyeceğinden daha fazlası yedirilmiş aşırı nüfusuyla kent şahsında birinci doğa, bu kanserli kentlere artık dayanamaz hale gelmiştir. Kentin siyasal iktidarlar tarafından rant alanına dönüştürülmesi, aşırı nüfusuyla kanser gibi büyüyüp tüm bedene yayılması nedeniyle zaten bir patlama aşamasına gelmiş bulunan kent, deprem gibi doğal afet karşısında tam da bir toplum kırım yeridir. Sermaye ve siyasal iktidarlar için aşırı nüfus biriktirmiş kent, doğal seleksiyon yeri olarak görülmektedir.
Elbette kentlerin bu hale gelmesinde iktidarların büyük payı bulunmaktadır. Özellikle her şeyi ranta dönüştürmüş iktidarlar için bu bir anlamda kendini yenileme ve güçlendirme imkanı da yaratmaktadır. Siyasal iktidarların rant ilişkisinden kaynaklı olarak kendi bilim etiğini ve ahlakını yitirmiş bilim insanlarının da bunda büyük rolü vardır. Başta da vurguladığımız gibi, esas olarak sosyal bilimin özgürlük ahlakından yoksunluğu dünyayı atom bombasıyla tanıştırmıştır.
Sadece atom bombası da değil, aslında günümüz bilim ve tekniğin ahlak yoksunluğu, onu öyle bir yetkinleştirmiş ki, sadece afetlerin zamanını bilememektedir. Diğer her şeyi bilinebilir hale getirilmiştir. Örneğin jeoloji mühendisleri bir deprem alanının yani fay hattı denilen kırılma noktalarının hemen hemen hepsine bilgi olarak sahip bulunmaktadırlar. Bu bilgiye göre yerleşim alanları seçilse deprem önlenemez ama depremin zararları engellenebilir konumdadır. Ama iktidar aygıtları bu noktada tamamen rant ve kar üzerinden hesap yaptıkları için bu konuda önlem almamaktadırlar.
Örneğin bir Japonya, “başka bir Japonya mümkün değil” dediği için tüm inşasını depreme göre gerçekleştirmektedir. Bunu yapmasa ne sermaye gruplarının kendilerini sürdürmeleri ne de sermayenin sıcak pazarı olarak tuttuğu halkı yaşamını idame ettirebilir. Japonya onun için toplum olarak kendisini depreme göre inşa etmiştir.
Dünyanın bu somut örneğine rağmen birkaç on yılda bir deprem yaşayan ülkelerin bu kadar büyük felaketle karşılaşması zaten anormal bir durumu ifade etmektedir. Özellikle Türkiye gibi insan ve toplum merkezli olmayan devlet yapılanmaları için bu felaketlere adeta davetiye çıkarılmaktadır. Son felaketin vurduğu kentlerden biri olan Malatya buna net bir örnektir. Malatya, 12.146 km kare yüz ölçümüne sahiptir. Ama aynı Malatya’da şu an itibarıyla 1074 tane yeraltı maden işletmesi bulunmaktadır. Tıpkı okyanuslarda denenen nükleer silahların tsunami olarak dönmesi gibi, her şantiye her gün yeraltındaki patlamalar demektir. İçerden sürekli kanser gibi büyüyen, dışardan ise sürekli kuşatmaya alınan bir kent. Felaketin kendisi bu değilse başka neye felaket denilebilir ki? Neredeyse her kilo metre karesine bir şantiye demek bu. Bundan daha büyük bir felaket olamaz her halde.
Türk sömürgeci soy kırım rejimi için bu tür felaketler süreklileşmiş felaketlerdir. Nitekim Maraş merkezli deprem demografik yapısı gereği sürekli faşist devletin saldırısı altında bulunan bir hattır. Maraş, Adıyaman, Malatya Kürt toplumunun Toros-Zağros altın üçgenini oluşturan en eski yerleşim alanlarından biridir. Maraş, Adıyaman, Malatya kentleri demografik olarak Kürt Alevi toplumunun yoğun bulunduğu bir alandır. Buna bir de Arap Alevilerinin yaşam alanı olan Hatay eklenince tam da faşist siyasal rejimin gerçekleştirmek istediği katliamlara deprem, “allahın lütfu” olarak eklenmektedir.
6 Şubat depreminden sonra yaşananlar da bu gerçeği yansıtmıştır. Jeoloji Mühendisleri Odasının geçen Temmuz ayında yayınladıkları raporda depremin büyüklüğü ve merkez üssü zaten açıklanmıştı. 6 Şubat depremi, biraz bilim ahlakı ve etiğine sahip uzmanlar tarafından öyle fazla afet olarak tanımlanmamıştı. Çünkü afet insan iradesinin dışında bir hareketliliktir. 6 Şubat depreminin hareketliliği aylar öncesinden bilinmesine rağmen hiçbir önlem alınmamıştır. Bırakalım önlem almayı, bilerek deprem felaketinde kurtarma çalışmalarını bile geciktirmiş, felaketin boyutlarını güçlendirme çabası içinde olunmuştur.
Dünyanın neresinde olursa olsun bu tür büyük felaketler karşısında bütün devletler felaket alanını afet bölgesi ilan ederken, faşist sömürgeci Türk devleti OHAL ilan etmiştir. Bununla sömürgeci faşist soykırım rejimi olarak AKP-MHP iktidarı bu büyük felaketten bile 4. Nesil afet ilanıyla rant devşirmenin çabası içinde olmuştur. 6 Şubat depreminde ilginç bir gelişme daha olmuş, NATO Genel Sekreterliği sömürgeci soykırım rejiminden önce seferberlik çağrısında bulunmuştur.
Bu çağrı, depremi bile Kürt soykırımının bir devamı olarak kullanmak istediklerini apaçık göstermiştir. Kurdistan’nın dağını taşını NATO bombalarıyla bombalayan faşist rejimin, NATO ile nasıl bir kirli ortaklık içinde olduklarını da yansıtmaktadır. Bu kirli ortaklıkla yürütülen soykırım savaşında ülkenin her şeyini savaş finansmanına kullanan AKP-MHP faşizmi tam da batağa saplanmışken, deprem yardımlarını savaş alanlarında kullanabileceği bir can simidi olarak görmüştür.
Nitekim Erdoğan, bu faşist rejimin başı olarak muhalefete yönelik “bir merminin kaç lira olduğunu biliyorlar mı” derken; ardından gelen çömezleri savaşta kullandıkları “akıllı bir roketin tanesi 400 bin dolar ile 1,2 milyon dolar olduğunu” övünerek anlatıyordu. Bu kadar ağır mali yıkıma neden olan bu soykırım savaşında kullandıkları mermi ve bombaların hesabını yaparken insan ve insana ait olan her şeyi unuttukları depremle birlikte çok net açığa çıkmış bulunmaktadır.
Sömürgeci soykırım rejiminin kendisinde insanlık bitmiştir. Ne doğa ne de insanlık bu leviathanlara tahammül edemez duruma gelmiştir. Onun için Başkan Apo’nun “Yeni demokratik-ekolojik arayış rijit, kesin sınıf, ulus ve devlet kategorilerinden hareket etmez. Umudunu salt geleceğe taşımaz. Kuru bir geçmiş inancına da dayanamaz. ‘Tarih ve gelenek neyse, günümüz ve gelecek odur’ büyük ilkesine göre düşünme ve davranmayı bilmek gerekir. Tarih ve geleneği ne kadar doğru biliyorsan, bu tarihi içselleştirdiğinde, üstüne ekleyeceğin kadar günümüzü ve geleceği değiştirebilir, dönüştürebilirsin. Değişim ve devrimin altın kuralı, büyük harfle yazılan bu formülün uygulanmasından geçer” derken, devrimin de anda yaşanması gerektiğini söylemiş olmaktadır. Geçmiş ve gelecek şimdidedir.
Dayanışma özgürleştirir
“Hiç şüphesiz kentin bu durumundan sınıfsal iktidar ve devletsel yapılar sorumludur. Kentin müthiş rantı onları amansız barbar haline getirip kent canavarlığını (yeni Levithan’ı) yarattı. Bundan tümüyle kent halkının, toplumunun sorumlu tutulamayacağı açıktır. Ama kurunun yanında yaş da yanıyor. Varoşlar, kentin ‘yeni Hıristiyanları’ bir yol bulmak zorundalar. Yoksa Neron’lardan daha tehlikeli binlerce Neron tarafından yakılmaktan beter halleri yaşamaya mahkumlar. Sınırlı ölçüde kalmış kent güzelliğini, ahlak ve aklını kurtarmayı düşünmek gerekir. Her toplumsal proje, merkezine artık kent kaynaklı sorunları (çoktan hastalık haline geldiler) almak durumundadır. Tüm toplumsal ve ekolojik sorunlara ancak bu çerçevede anlamlı çözümler geliştirebileceğimiz asla göz ardı edilemez. Dünyanın ve toplumun çöküşe gitmesi için başka nedenler aramayalım, yalnızca kent kaynaklı olan sorunlar daha şimdiden bu rolü fazlasıyla oynuyorlar.”
Nasıl ki, sömürgeci soykırım rejimi depremi “allahın bir lütfu” olarak görüp ona sarılarak halkımızı cezalandırıyorsa, Başkan Apo’nun söylediği gibi varoşların yoksulları olarak bir yol bulmak zorundayız. Hemen belirtmek gerekir ki yol aslında bulunmuştur da. Yirmi beş yıla yakındır, sömürgeci soykırım rejiminin ağır baskı ve denetiminde gerçekleştirilen sınırlı birkaç belediye deneyimi yolu göstermiştir. Örgütlü toplum devletin bütün yalnızlaştırma ve böylece denetiminde tutmak istediği engelleri de aşarak insana ve insanlığa temas etmeyi başarabilmiştir.
Kurdistan halkı, en ağır savaş koşullarında bütün kentleriyle birlikte hızla örgütlenerek deprem bölgesine en erken ulaşan halk olmayı başarmıştır. “Kentimizi de kendimizi de kendimiz yöneteceğiz” diyerek çıktığı yolda böyle bir başarının da sahibi olmuştur. Onun için başka yollar aramaya gerek olmadığına inanıyoruz. Halkımızın bu başarısı etrafında güçlü örgütlenme ağları oluşturulur ve harekete geçirilirse, düşmanın gerçekleştirmek istediği demografyayı bozarak tamamlamak istediği soykırımı engelleyebiliriz.
Yine Başkan Apo’nun söylediği gibi; “Kentlinin zaten pek gelişmeyen asaleti daha doğmadan kadükleşti. Modernlik, modalık gösterimleriyle gerçek canavarlığını gizlemek istiyor. Asıl barbar (faşizm, soykırım, sınırsız kültürkırım, nihayet toplumkırım) kenttir. Eski barbarlara (Göçmen kabilelerin barbar olduklarına hiç inanmıyorum) rahmet okutturan her tür barbar kişi ve grup (spor fanatiklerinden çılgın partilerin içi boş müzik gruplarına, imhacı bürokrasiden piyasa vurguncularına, ahlakın hiçbir ilkesine bağlı olmayanlardan robotlaşmış olanlara kadar sanal, simülakr, hayalet çılgınları, medyakeş toplum) artık kır merkezli değil kent merkezlidir, bizzat kentin kendisidir.
“Modern çağın Babil’leri (Babil’e yazık, çünkü yıkılana kadar soylu ve kutsaldı. Yozlaşma sınırlıydı) yaşanıyor. Sonunun nasıl geleceği kestirilemez. Ama gezegenimizin bu dünyayı (kendisine ihanet eden, ekolojisini imha etmekte kararlı ucube dünya) taşıyamayacağını tüm bilimsel veriler göstermektedir. Tekrar kıra taşınsalar da, her bakımdan da çok hastalıklılar. Kent toplumunun ‘toplumkırım’ sınırında seyrettiğini çok iyi kavramak gerekir.” Halkımızı kendi güvenli topraklarında yeniden inşa edeceğimiz ekolojik köy-kent projeleriyle yaşatabiliriz.
6 Şubat depremi göstermiştir ki, halkımızın içinde yaşadığı şehirler aşırı nüfusuyla tam bir kanser alanıdır. Onun için kentlerimizin acil tedaviye ihtiyacının olduğu gerçeğinden hareketle depremi de doğanın bir uyarısı olarak kabul edip yeni yerleşim alanlarımızı tarım ve üretim arazilerimizi de yok etmeden ekolojik köy-kent projeleri geliştirmek zorundayız. Böylece faşist iktidarların rant alanlarını da yok edebiliriz.
Halkların söz ve karar gücü olabilmesi için deprem alanlarında acil kent meclisleri oluşturarak deprem mağduru halkımızın acılarını hızla sağaltmak gerekiyor. Sömürgeci soykırım rejiminin rantçı “yeniden inşa” projelerinin esas olarak gelecekteki mezarlarımız olduğu bilinciyle hareket edip halkın kendi meclislerinin yaptıracağı zemin etütlerini esas alarak bilimin ve yaşam tecrübelerinin ışığında yeni yaşam alanlarımızı veya yerleşim yerlerini seçmek gerekmektedir.
Özellikle depremin üs bölgesi olan Pazarcık’tan itibaren Hatay’da Amik ovasıyla birleşen Islahiye Ovasını da özgürleştirip insanlığın cennetine dönüştürmek gerekmektedir. Tarihten de biliyoruz ki ilk tarım devrimi de Kürtlerin ataları tarafından bu coğrafyada gerçekleştirildi. Yukarı Mezopatamya’nın bolluk ve bereketinin destanları bu coğrafyada oluşturuldu. Neolitik toplumun ana kadın etrafındaki yaratımlarının tümü burada yaratıldı. Ama tarihin trajedisi, insanlık uygarlığı buradan çalıp gitti ve o kutsal coğrafya insanlıktan tekrar kendi yarattığı değerleri yine bu topraklarda yeşertmeye adaydır.
Bu nedenle başta ekoloji hareketleri olmak üzere yüreğinin en küçük noktasında özgürlük düşü olanların hızla kendisini Islahiye ovasına ve o ovanın etrafındaki halklarla özgürlük düşlerini yenilemeli ve geleceğe ilişkin ne umut ediyorsa orada inşa etmelidir.
“Özcesi, Kurdistan halkının demokratik çözüm projesi heyecan veriyor. Kürtler nasıl ilk Sümer sınıflı ve devletli toplum uygarlığının gelişmesinde ana (neolitik) kaynak rolünü oynayıp tarihe dev bir katkıda bulundularsa, günümüzde de aynı alanda, gelişmiş son ‘ABD vahşi uygarlık’ güçleriyle kendi öz demokrasi deneyimlerini ilişki ve çelişki içinde geliştirmeye çalışıyorlar. Yeni bir Helen sentezinde Ortadoğu’nun kimliğini dokuyorlar. ‘Kürt Teşisi’ dönecek ve Ortadoğu’yu demokratik uygarlık çağına ulaştıracaktır. Bize düşen, ‘Yeni Gılgamış ve İskenderlere’ kul olmadan, bu sefer uygarlığa halkların efendisiz katılımlarının umut kaynağı olabilmektir. Evrensel özellikleri bağrında taşıyan, ‘halkların demokratik ve ekolojik uygarlığının’ şafak vaktinde, aydınlığın ilk ışıklarını bu kez de ilk olarak çakabilmektir” diyerek Başkan Apo, hepimizi demokratik ve ekolojik uygarlığın şafak vaktine çağırıyor.