Modern Türkiye’nin bir numaralı kişisi artık Recep Tayyip Erdoğan’dır. Yeni kurucu partisi de AKP-MHP ittifakı olmaktadır. 14 ve 28 Mayıs seçimlerinin ortaya çıkardığı önemli bir sonuç budur. Seçimde yapılan hileler, eşit ve adil bir seçim ortamının olmaması, tüm devlet imkânlarının Tayyip Erdoğan ve Cumhur İttifakı lehine kullanılması gibi gerçekler ne yazık ki bu sonucu değiştirmemektedir. Kurdistan ve Kürtler dışındaki Türkiye toplumsal yapısının büyük çoğunluğunun oyunu Tayyip Erdoğan ve Cumhur İttifakı almıştır. İstanbul, Ege ve Akdeniz kıyıları dışındaki her alanda birinci güç olmuştur. İzmir dışındaki büyük kentlerde de neredeyse yarı yarıyadır.
Bu durum, 3 Kasım 2002 seçiminde birinci parti olarak tek başına iktidara gelmesinden bu yana AKP’nin seçim kaybetmemesi anlamına gelmektedir. 7 Haziran 2015 seçiminde tek başına iktidara gelme durumunu kaybetse de hükümet kuruluşunu engelleyip yeniden seçimi gündemleştirerek söz konusu durumu telafi etmeyi bilmiştir. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin en çok seçim kazanan lideri Tayyip Erdoğan ve seçim kazanan partisi de AKP’dir. Bu durum, aynı zamanda en uzun süre iktidarda kalan lider ve parti olmak anlamına da gelmektedir. Hem de 3 Kasım 2002 seçiminden bu yana kesintisiz bir iktidar durumu yaşanmıştır. Kısaca Tayyip Erdoğan kişiliği, bu bakımlardan Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü’yü çoktan geçmiştir. Yani Türkiye’nin ‘Ebedi Şef’i ile ‘Milli Şef’ini sollamayı başarmıştır.
Peki bu nasıl olmuştur? Demek ki Tayyip Erdoğan ile AKP’yi “Dinci lider ve parti’ diyerek hafife almak doğru olmamıştır. Tıpkı İran’daki Humeyni rejimini “Mollalar rejimi” diyerek hafife almanın doğru olmadığı gibi. Nitekim söz konusu ‘Mollalar rejimi’ 44’üncü yılında bulunmaktadır. 16 Eylül 2022 tarihinden itibaren gelişen ‘Jin Jiyan Azadî’ serhildanları da söz konusu rejimi yıkamamıştır. Hatta içteki bu serhildanları desteklemek üzere dıştan ciddi bir devlet desteği de ortaya çıkmamıştır. ‘İçte hafif kıpırdama olsa ABD hemen bu rejimi yıkacak’ diye bekleyenlerin bütün umutları suya düşmüştür. Şimdi bu tür çevreler tarafından ABD-İran karşıtlığının ve çatışmasının ne oranda yaşandığı konusu tartışılır hale gelmiştir.
Demek ki yüzeysel bir yaklaşımla salt görüntülere bakarak hatalı değerlendirme yapmamak gerekir. Karşıtlarımızı küçümseyici propaganda yaparken de hata yapmamak gerekir. Evet, İran’daki 1979 devrimini Humeyni öncülüğündeki dinci akım ele geçirmiş ve İran İslam Cumhuriyetini kurmuştur; fakat bunun ‘Mollalar rejimi’ denerek hafife alınması yanlıştır ve sahibine zarar verir. Yine ABD ile İran arasında ciddi bir karşıtlık ve çatışma vardır; ancak bu bir sistem içi çelişki ve çatışmadır ki, nihayetinde mevcut İran sistemi de dünya kapitalist modernite sisteminin bir parçası konumundadır. Dolayısıyla aralarındaki çatışma sistem içi çıkar çatışması olmaktadır. İran milliyetçiliği nasıl ki İslamiyet’i Şia mezhebiyle kendine uyarlamışsa, kapitalist moderniteyi de Şia dinciliğiyle birleştirerek kendine uyarlamış durumdadır.
Kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya giriş sancıları
Dolayısıyla Ortadoğu devlet geleneğinin kapitalist modernite sistemi ile bütünleşmesine İran’ın öncülük ettiğini söylemek hatalı olmaz. Aslında modern Türkiye ile İran’ın eş zamanlı hareket ettiği açık bir gerçektir. Türkiye’de Kemalist Hareket bu süreci 1920 tarihinden itibaren başlatırken, İran’da Şahlık 1925 tarihinden itibaren başlatmıştır. Fakat Kemalist Hareket daha ideolojik ve de belirgindir, çok hızlı hareket etmiştir. Modern İran Şahlığı biraz karışıktır ve de geç hareket etmiştir. Şahlığın ancak İkinci Dünya Savaşından sonra “Ak Devrim” denen bu süreci başlatabildiği bilinmektedir. Fakat 1979 Devrimi’nin Humeyni tarafından ele geçirilip “İran İslam Devrimine” dönüştürülmesiyle birlikte İran öne geçmiştir. Kısaca “Batılılaşma” denen bu süreçte Kemalist hareketle başlangıçta Türkiye öncüyken, laik milliyetçiliğin başarılı olmaması sonucunda kapitalist modernite sistemiyle bütünleşme dinci milliyetçilik temelinde gerçekleşirken İran öncü konuma gelmiştir. Türkiye çok net bir biçimde ancak son on yılda AKP-MHP ittifakıyla bu sürece girebilmiştir.
Arap dünyasının bu bakımdan biraz daha karmaşık olduğu söylenebilir. Çünkü bir yandan Nasırcılık ve Baasçılık biçiminde Araplara özgü bir laik milliyetçilik uygulaması gelişirken, diğer yandan da Suudi Arabistan ve Emirlikler gibi Arabistan’ın birçok alanında da dinci Arap milliyetçiliği hep var olmuştur. Kuşkusuz İslam Dininin çıkış alanı olan Arabistan’da laisizmi diğer alanlardaki gibi uygulamak mümkün olmamıştır. Daha çok azınlık olan mezhepler dini çoğunluğa sahip olan toplumlar üzerinde yönetim kılınarak bu sistem uygulanmaya çalışılmıştır. Geçmiş Irak ve Suriye’deki durum bunun çok açık örneği konumundadır. Fakat bu yöntemin de uzun ömürlü olmaması sonucunda söz konusu modernite deneyimleri şiddetli çatışmalarla yıkılma durumunu yaşamıştır. Mısır’daki Mursi örneğinde görüldüğü gibi, sistem merkeziyle bütünleşemeyen dinci eğilimler de çatışmaya yol açmıştır. Sonuçta Suudi ve Mısır yapılanmaları birbiriyle de ilişki içinde adeta tüm Arap devletleşmesine örnek olarak sunulmaktadır. Böylece Arabistan’da da dinci milliyetçilik kapitalist modernite sistemiyle bütünleşen yeni çizgiyi ifade etmektedir.
Bir Avrupa sistemi olan kapitalist modernitenin üç koldan Ortadoğu’ya girmeye çalıştığı bilinmektedir. Birincisi Balkanlar üzerinden gelişen kapitalist modernite yayılmacılığıdır ki, bu yayılma doğrudan İstanbul’u ve Osmanlı merkezini hedef almıştır. İkincisi Akdeniz üzerinden gerçekleşen kapitalist modernite yayılmacılığıdır ve bu da esas olarak Kahire üzerinden Arap toplumunu hedef almıştır. Üçüncüsü ise Körfez üzerinden gerçekleşen yayılmadır ve bu da daha çok İran’ı ve çevresini etkilemeye çalışmıştır.
Kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya girişi birçok boyutta birden ve iç içe gelişmiştir. Aslında somut etkileme durumu 19. yüzyılın başından itibaren gelişmeye başlamıştır. Kuşkusuz etkileme ve yayılma öncülüğü düşünce alanında olmuştur. Bu temelde ‘Milliyetçilik’ ve ‘Hürriyet’ fikirleri Ortadoğu düşüncesini ve düşünce insanlarını gittikçe çok daha güçlü bir biçimde etkisi altına almıştır. Bu temelde Avrupa’da toplanan Osmanlı aydınları, bir yandan hürriyet fikriyle dolarken, diğer yandan milliyetçilik konusunda hızlı bir evrim yaşamıştır. Bu aydınlar önce “Osmanlıcılık” fikrini yeniden canlandırarak Osmanlı İmparatorluğu’nun birliğini ve gücünü korumak istemişlerdir. Fakat bütün çabalarına rağmen Hristiyan halkların Osmanlı İmparatorluğundan peş peşe ayrılması gerçekleşince, bu sefer “İslam Birliği” düşüncesine yönelmişler ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Müslüman halklarını birlik içinde tutmaya çalışmışlardır. Nihayetinde Araplar içinde de ayrılma eğilimleri gelişince, bu sefer “Türk birliği” düşüncesini esas almışlardır. Fakat yalnız başına Türkçülüğün istedikleri birliği sağlamayacağını görerek, esas olarak Türkçülükle Müslümanlığı birlikte ele almışlardır. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin “Türk-İslam sentezi” olarak tanımlanan ideolojisine böyle ulaşılmıştır.
Aydınlar düşünce etkileşim ve değişimi ile ilgili olurken, devlet erkânı orduyu ve bürokrasiyi değiştirmekle, zengin kesimler ise yaşam tarzlarını Avrupa modernitesine göre değiştirmekle ilgili olmuşlardır. Tanzimat Fermanı, Birinci Meşrutiyet ve İkinci Meşrutiyet ilanlarıyla Birinci Dünya Savaşı sürecine gelinmiştir. Bilindiği gibi, Birinci Dünya Savaşı esas olarak İngiltere ve Almanya arasında Ortadoğu’yu paylaşım savaşı olmuştur. Nihayetinde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde somutlaşan yarı geleneksel ve yarı modernist yapılanma Osmanlı İmparatorluğu’nu yaşatmaya yetmemiştir. Müttefik olunan Almanya’nın da yenilgisiyle Osmanlı yönetimi için teslim olmaktan başka bir çare kalmamıştır.
Bilindiği gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntıları üzerinde Kemalist Hareket ve giderek Türkiye Cumhuriyeti Devleti doğmuştur. Kemalist Hareket, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir bileşeni konumundadır. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yenilgisiyle birlikte hem önü açılmış ve hem de düşüncelerini daha da somutlaştırma koşulları oluşmuştur. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin tüm Orta Asya Türklüğünü birleştirmeyi hedefleyen milliyetçiliği yerine, daha realist yaklaşarak Anadolu Türk milliyetçiliği fikrini geliştirmiştir. Yine İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin tüm Müslümanları birleştirmeyi hedefleyen İslamcılığı yerine, Müslüman Türk ve Kürt birliğini baştan itibaren öngörmüş ve yeterli görmüştür.
Batılılaşma ve tekçi ulus-devletçiliğin gelişimi
24 Temmuz 1923 tarihinde İngiltere ve Fransa ile Lozan Antlaşmasını imzalamayı başaran Kemalist Hareket, bir uluslararası güce ve de devlet gücüne sahip olunca hızla var olan düşüncelerinde de değişikliğe yönelmiştir. Aslında Kemalist Hareketin “Batılılaşma” biçiminde ifade edilen Avrupa kapitalist modernitesine eklemlenme dışında somut herhangi bir fikri ve ilkesi de yoktur. Dolayısıyla her şeyi bu temelde geliştirmeye çalışmış, baştan itibaren tekçi ulus-devletçiliği esas almıştır. Lozan Antlaşmasına dayanarak Kürtlerin haklarını bir yana itip, Kurdistan üzerinde sömürgeci-soykırımcı bir uygulama başlatmıştır. Bu temelde ‘Türkiye Cumhuriyeti Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür’ gibi bir tekçi anlayışa yönelerek, yeni bir devlet ve o devlete dayalı yeni bir ulus yaratma çabasına girişmiştir.
Bu çerçevede Kemalist Hareketin 1930 yılında geliştirdiği “Güneş-Dil Teorisi” oldukça ilginçtir. Söz konusu teoriye göre insanlık sadece Türklük olarak vardır. Dünyadaki bütün diller Türkçeden türemiştir. Dünyadaki bütün uluslar Türk ulusundan kopmuştur. Kısaca tek bir kök vardır ve o da Türklüktür. Dil, tarih ve ulus teorisinde son derece hayalci olan Kemalist Hareket, sadece devlet konusunda realisttir ve devlet ile tarihin Sümer’de başladığını kabul etmektedir. Tabi hayalci teorisiyle uyumlu kılabilmek için de Sümerlerin de Türk olduğunu, Sümer’den itibaren kurulan tüm devletlerin aslında birer Türk devleti olduklarını iddia etmektedir. Böylece İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin esas aldığı “Türklerin Anadolu’ya Orta Asya’dan göçerek geldikleri” fikrini reddetmekte, bu biçimde bu fikri çürütmeye çalışmaktadır. Aslında AKP-MHP iktidarına kadar da Türkiye’de bu fikirler resmi ideoloji olarak kabul görmektedir. Sadece MHP “Türklerin Orta Asya’dan geldiği” fikrini kabul ederek bu resmi ideolojiye karşı çıkmış, AKP de MHP ile uzlaşana kadar millet yerine ümmet kavramını benimseyerek “İslam Ümmeti” fikri temelinde resmi ideoloji ile çelişmiştir. Tabi söz konusu Kemalist fikirlere karşı baştan itibaren Kürtler ve sosyalistler tarafından eleştiri geliştirilmiş, farklı bir tarih ve ulus anlayışı savunulmuştur.
Aslında Türklüğe dair söz konusu uydurma ve hayalci görüşleri dışında Kemalist Hareket pozitivist bilimi esas almaktadır. Kaba materyalizmin ve dogmatik diyalektiğin en somut uygulayıcısıdır. “Batılılaşma” amacı doğrultusunda 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda yapılmak istenen, ama tam olarak yapılamayan değişiklikleri Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile radikal bir biçimde hayata geçirmiştir. Bu bakımdan, dikkat edilirse “Kemalist Devrim” denen şeylerin hepsi üsttendir ve biçimseldir. Sivil ve asker bürokrasi temelinde devlet Fransa ulus-devlet sistemine göre şekillendirilmiş, diğer yandan yeme-içme ve giyim-kuşam gibi şeylerle uğraşılmıştır. Biçim olarak her şey Avrupa modernitesine benzetilmeye çalışılmış ve modern bir Türk burjuva yaşamı şekillendirilmiştir. Türk dili, kültürü, tarihi dışında her şey reddedilip soykırım altına alınarak, TC sınırları içindeki toplumun homojen bir Türklük olduğu iddia edilmiştir. Yeni dil, kültür, tarih, eğitim, sanat ve edebiyat bu temelde geliştirilmeye çalışılmıştır. Böylece Türkiye kapitalist modernite sisteminin bir parçası haline getirilmek istenmiştir.
İran Şahlığı 1925’ten itibaren adeta bir İngiliz ajanlığı biçiminde yeniden şekillendirilmiş, İkinci Dünya Savaşı’nda da antifaşist müttefikler bu alanı ellerinde tutmuşlardır. Savaştan sonra İngiltere-ABD tarafından Şahlık yeniden oluşturulmuş, Mahabat Kürt Cumhuriyetinin ve Musaddık Hareketinin ezilmesi sonucunda ülkede egemenlik sağlamıştır. Bu temelde Türkiye’de yapılanlara benzer hususları “Ak Devrim” dediği bir planlama temelinde hayata geçirmeye çalışmıştır. Yukarda belirttiğimiz gibi, benzer hususları biraz daha karmaşık ve yereli gözetir bir biçimde Nasırcılık ve Baascılık da Arap sahasında uygulamaya çalışmıştır.
Bu sürece Ortadoğu çapında 1980 başından itibaren müdahale olmuştur. İlk müdahale Şahlığı yıkan devrim ve onun Humeyni tarafından ele geçirilmesidir. İkinci müdahale Türkiye’de 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesidir. Kenan Evren Cuntası ve Özal-Demirel yönetimleri söz konusu darbenin amaçladığı sistemi tam olarak yaratamamış, ancak zeminini döşemiştir. 12 Eylül darbesinin öngördüğü sistem esas olarak AKP-MHP iktidarı tarafından yaratılmıştır. Bazıları buna “İkinci Cumhuriyet” de demişlerdir. Üçüncü müdahale ise, 1990’dan itibaren Körfez Savaşı temelinde geliştirilen Arap sahasında yaşanan olaylardır. Bunların çok daha karmaşık olduğu ve sonuçta kapitalist modernite sistemi tarafından mevcut Suudi ve Mısır yönetimlerinin Arap modeli olarak öngörüldüğü açıktır.
Devlette ideolojik eksen kayması: Türk-İslam sentezi
Bunların Avrupa kapitalist modernitesine Ortadoğu devletçiliğinin yeniden ve ikinci kez eklemlenmesi olduğu ortadadır. Birinci eklemleme (Kemalizm, Şahlık ve Nasırcılık) bir düzeyde gelişme yaratmış, ancak Ortadoğu devletçi geleneği ve de toplumsallığı tarafından tam kabul görmemiştir. Çünkü onlar biraz da üstten dayatmalardı. İkinci eklemleme (Humeynicilik, Tayyipçilik, Sisicilik) ise Avrupa modernitesi ile Ortadoğu geleneğinin harmanlanması olmaktadır. Dolayısıyla daha sinsi, daha güçlü ve daha aldatıcıdırlar. Sürekli kapitalist modernite ile çelişki ve çatışma içindeymiş gibi bir görünüm vererek halk kitlelerini aldatmaya çalışırlar. Oysa kapitalist modernite sisteminin temel bir parçası konumundadırlar. Aralarındaki çelişki ve çatışma sistem içindeki çıkar çatışmasından başka bir şey değildir. Bu nedenle aldanmamak gerekir. Kuşkusuz çok kısmi bir çıkar çelişki ve çatışması vardır ve bunları görmek gerekir; fakat bu durumu sanki karşıt sistemler arasındaki çelişki ve çatışmaymış gibi asla ele almamak lazımdır.
Dikkat edilirse, Tayyip Erdoğan ve AKP başlangıçta çok zayıftı ve dikkatle hareket ediyordu. Çünkü 1920’den sonra oluşan Kemalist zihniyet ve sistem onu kabul etmiyordu. Hatta devlet yönetimine bile getirmiyorlar, halk oyuyla gelince hemen düşürülüyorlardı. Necmettin Erbakan hükümeti böyle düşürüldü. Bu nedenle, Tayyip Erdoğan ve arkadaşları ancak takiyye yapıp kendilerini gizleyerek devlet yönetimi haline gelebildiler. Devleti ele geçirebilmek için de tıpkı Mustafa Kemal gibi dikkatli bir strateji izlediler. Tayyip Erdoğan hep rakiplerini tek tek tasfiye etmeyi esas alan, birini tasfiye edene kadar diğerleriyle ittifak yapan bir strateji izledi. (Humeyni de devrimi ele geçirirken böyle yapmıştı.) Sonuçta mevcut çatışmalardan yararlanarak, olmazsa yeni çatışmalar yaratarak parti içindeki ve dışındaki tüm rakiplerini tasfiye edip devleti ele geçirdi. AKP’nin MHP ile ittifakı işte bu süreçte gündeme geldi.
Dikkat edilirse, bu sürece kadar birbirine en çok karşıt olan iki lider Tayyip Erdoğan ile Devlet Bahçeli idi. Yıllarca birbirlerine söylemedik kötü söz bırakmadılar. O sözleri duyanlar, adeta bu iki kişi asla yan yana gelmez izlenimine kapılıyordu. Fakat vakti gelince bu sözlerin hepsi bir günde unutuldu. Devlet Bahçeli bir günde tüm görüşlerini değiştirerek, ‘başkanlık sisteminde Tayyip Erdoğan’a destek vereceğini’ açıkladı. Sonrası ise adeta ‘bir yönetim iki lider’ gibi karşılıklı paslaşma içinde bugüne kadar getirildi. Peki bütün bunlar nasıl oldu? Demek ki zamanı gelince ve geriden yönetenler aynı olunca böyle şeyler yaşanabiliyor.
Aslında ‘Çökertme Eylem Planı’ temelinde AKP-MHP ittifakı altında yaşananların çok iyi anlaşılması gerekir. Görünürde sanki günü kurtarırcasına hareket ediyorlarmış gibidirler. Fakat esasta TC Devleti’nin ve Türkiye toplumunun hemen her şeyini değiştirdiler. Kenan Evren cuntasının yapmayı hedefleyip de başaramadığı her şeyi bir ölçüde gerçekleştirdiler. 12 Eylül 1980 darbesinin öngördüğü faşist-soykırımcı diktatörlüğü ortaya çıkardılar ve bu temelde kendilerine bağlı bir yeni toplum oluşturdular. Dikkat edilirse, 14 Mayıs seçiminin gösterdiği gibi, TC sınırları içinde aslında üç toplum gerçeği vardır. Birisi Önder Apo’nun eğitip örgütlü kıldığı demokratik Kürt uluslaşması, ikincisi Kemalist Hareketin yarattığı Avrupa modernitesini olduğu gibi kabul eden CHP toplumu, üçüncüsü ise AKP-MHP ittifakının ortaya çıkardığı ve Türkiye’nin yarısını bulan yeni bir toplum. (Tabi ne kadar toplum denebilirse! Çünkü toplumdan çok faşist sürü tabirine daha uygun düşüyorlar). Dikkat edilirse, 14 Mayıs seçiminde ilk ikisi birleşti, üçüncüsünü iktidardan düşürme gücünü gösteremedi. Demek ki hem nicelik olarak bu kadar büyümüşler ve hem de örgütlü ve donanımlılar; gerektiğinde DAİŞ gibi boğaz kesecek kadar saldırganlar.
Şunları zaten biliyoruz: Kemalist Hareket, Avrupa modernitesi temelinde yeni bir toplum yaratmayı öngörüyordu. Yani toplum mühendisliği yapıyordu. Zorla ve imkân sunarak böyle bir kesim yarattı. Ancak bu kesim Türkiye’de hiçbir zaman çoğunluk haline gelemedi. Diğer yandan, Kemalist Hareketin kültürel soykırım saldırılarına karşı Kürt Özgürlük Hareketi de Kürtleri eğitip örgütlü hale getirdi. Bu biçimde hem kültürel soykırıma karşı mücadele eder ve hem de katliam saldırılarına karşı direnir kıldı. Kürtlerin var olup özgür yaşamalarının başka bir yolu da yoktu. Esas olarak ise, devleti ele geçirecek kadar güçlenip MHP ile ittifak yapınca, Tayyip Erdoğan ve AKP kendi toplumunu yaratmaya, yeni bir toplum mühendisliği yapmaya yöneldi. Gelenekle moderniteyi birleştirmeyi öngördüğü için, geniş kitlelerden de destek gördü. Çünkü toplum bir yanıyla geleneğe bağlıydı, bir yanıyla da modernitenin nimetlerinden yararlanmak istiyordu. İşte bunları birleştiren yeni bir sentez ortaya çıkardı. Kemalist Hareketin ideolojisi laik milliyetçilikti. AKP-MHP ise dinci milliyetçiliği (Türk-İslam sentezi) esas aldı. Böylece devlette ideolojik eksen kayması yaşandı. Önder Apo, daha 2009 yılında hazırladığı ‘Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü’ adlı savunmasında söz konusu bu eksen kayması konusunu izah ederek herkesi uyardı.
Dikkat edilirse, birçokları tarafından AKP-MHP ittifakının yarattığı tek şey olarak ‘Cumhurbaşkanlığı sistemi’ görülüyor. Nitekim Millet İttifakı durumu böyle gördü ve programını bu sistemi değiştirip ‘güçlendirilmiş parlamenter sisteme’ dönüştüreceğini ilan etti. Sandı ki her şey bu kadar yüzeysel ve böyle söylerse herkes peşinden gelir. Ama pratik böyle olmadı. 14 Mayıs seçimleri durumun bu kadar basit ve yüzeysel, tek düze olmadığını ortaya koydu.
Geriye dönüp şöyle bir bakalım; acaba geçen 21 yıllık süreç içinde Tayyip Erdoğan yalnız başına ve Devlet Bahçeli ile birlikte neler yaptı? Bir dönem bürokrasiyle çatıştı ve geliştirdiği ‘Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi’ ile arzuladığı sonuca ulaştı. Artık bürokrasi yok, herkes ve her şey Tayyip Erdoğan’ın emrinde, dolayısıyla ne isterse emrediyor ve de yapılıyor. Uzun bir dönem orduyla çatıştı. İşi genelkurmay başkanlığı yapmış olan İlker Başbuğ’u ‘terör örgütü kurucusu ve yöneticisi’ olarak suçlayıp hapse koydurmaya kadar götürdü. ‘Allah’ın lütfu’ dediği 15 Temmuz planlı darbesinden yararlanarak Fetullahçıları tasfiye edip orduyu denetimi altına aldı. “Bana ölmeye hazır asker lazım” diyerek paralı savaşçı bir askeri güç şekillendirdi. DAİŞ-ÖSO-El Kaide çeteciliği ile MHP çeteciliğini birleştirerek, her tarafa saldırtabileceği bir çete topluluğu ortaya çıkardı. Yine kendisini ekonomist olarak ilan edip Merkez Bankası Başkanlarıyla bir dizi çatışma yürüttü. Kısaca ekonomiyi, bürokrasiyi, siyasi yönetimi, yerel yönetimleri, asker ve polis gücünü ve hukuki sistemi denetimi altına aldı.
Bunlar görünen hususlar ve ekonomik, siyasi ve askeri gücü egemenlik altına almayı içeriyor. Tayyip Erdoğan, yalnız başına ve Devlet Bahçeli ile birlikte bunları yaptı. Bunlar onun gücünü gösteriyor. Seçimi kazanmada veya iktidarı gasp etmede kuşkusuz bu güçlerden yararlandı ve bu güçlerin hepsini kullandı. Fakat Tayyip Erdoğan seçimi yalnız bunlarla kazanmadı. Gücü yalnız bunlar olsaydı, o zaman seçimi kazanamayabilirdi. Zaten Kemal Kılıçdaroğlu ile Millet İttifakı işte bu noktada yanıldı, Tayyip Erdoğan’ın gücünün sadece bunlar olduğunu sandı. Oysa Tayyip Erdoğan’ın başka yaptıkları ve başka güç kaynakları da vardır. Peki nedir bu güç kaynakları?
Yeni bir zihniyet yapısı ve resmi ideoloji
İşte bu sorunun cevabını ‘zihniyetin ve ideolojinin gücü’ olarak vermemiz gerekiyor. Tayyip Erdoğan AKP’si, MHP ile de ittifak halinde, Türkiye toplumunun zihniyet ve ideolojik yapısını değiştirmek, daha doğrusu kendi zihniyet ve ideolojik yapılanmasını topluma yedirmek için çok yoğun, planlı ve örgütlü bir çalışma yürüttü. Kemalist zihniyeti ve resmi ideolojiyi, Kürt düşmanlığı ve soykırımı dışında diğer boyutlarıyla değiştirip yeni bir zihniyet yapısı ve resmi ideoloji yaratmaya çalıştı. Mevcut haliyle Kemalizm’in laik milliyetçi ideolojisi aşılmış, onun yerine dinci milliyetçilik geçirilmiştir. Birçok çevre tarafından “Türk-İslam Sentezi” biçiminde ifade edilen zihniyet ve ideoloji işte bu olmaktadır.
Kemalizm’in laik milliyetçiliği esas olarak var olanı reddedip, yeni bir zihniyet ve ideoloji yaratmayı içeriyordu. Din karşıtlığı biçiminde anlaşılan laiklik, böyle bir durum ortaya çıkartıyordu. Dolayısıyla topluma benimsetilmesi zordu. Zaten bu nedenle toplumun geniş kesimleri tarafından benimsenmedi. AKP’nin özellikle MHP ile birlikte dinsel geleneği MHP milliyetçiliği ile birleştirerek topluma sunması, hızla en geniş toplumsal kesimler tarafından benimsendi. Sonuçta Kemalist milliyetçilik gitti, yerini MHP milliyetçiliği aldı. Laiklik gitti, yerini AKP dinciliği aldı. Sonuçta da Kemalist zihniyet ve resmi ideoloji aşılarak, yerini AKP-MHP zihniyeti ve resmi ideolojisi aldı.
Şimdi artık Türkiye egemen yapısında Kemalist zihniyet ve ideolojisinin etkinliği yoktur. Tarih tezi, din anlayışı, yaşam tarzı, zihniyet yapısı değişmiştir. Kemalizm’in kaba materyalizmi aşılmış, pozitif bilimcilik dinci kadercilikle birleştirilmiştir. Sümer’den başlayan güneş-dil teorisi aşılmış, yerini MHP’nin İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden devraldığı “Turancı, Kızıl elmacı” tarih tezi ikame edilmiştir. Avrupa yaşam tarzının etkisi ve egemenliği kırılmış, modernist yaşam ile dinci geleneğin yaşam tarzı yan yana, hatta iç içe yaşanır hale gelmiştir. Bu zihniyet ve ideoloji eğitim, sanat ve medya üzerinden topluma özümsetilmek için çok yoğun ve planlı bir çalışma yürütülmüştür. Artık bizzat Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından “Kızıl Elmaya” diye şiirler okunmakta ve bunlar devlet televizyonlarında sürekli yayınlanmaktadır. Tayyip Erdoğan, hatta Kemal Kılıçdaroğlu MHP işareti yapmakta ve “Türki birlik” yeni devlet politikası haline gelmiş bulunmaktadır.
Burada kuşkusuz yöntem konusu önemlidir. Bir kere daha ifade edersek, Kemalizm kendinden öncekini reddederek ve yasaklayarak kendini egemen kılmaya çalışırken, AKP-MHP yönteminde örneğin Kemalizmi reddetme ve yasaklama yoktur, onu yeniden tanımlayarak kendi zihniyet ve ideolojisiyle birleştirme vardır. Bu nedenle, AKP’nin “Katı dincilik” yapacağını ve sonuçta Avrupa modernitesiyle çatışacağını sananlar yanılmışlardır. Yine AKP ile MHP’nin böyle bir birliği uzun süre yürütemeyeceğini düşünenler de yanılmışlardır. Belli ki AKP-MHP ittifakı Kemalist moderniteyi reddetmeyip onunla uzlaşırken, kendinde de kısmi değişiklikler yaşamıştır. AKP-MHP ittifakının bu kadar uzun süre iktidarda kalmasının ve yeni bir faşist diktatörlük inşa etmeye yönelmesinin çok önemli bir nedeni budur. Bu yaklaşım toplum için de anlaşılır olmuş, böylece AKP-MHP zihniyeti ve ideolojisi geniş toplumsal kesimler tarafından kolayca benimsenmiştir. Dini geleneklerini reddetmeyen Avrupa modernitesiyle yan yana yaşamayı toplum daha kolay benimsemiştir. Bu temelde yeni zihniyet ve ideolojiye sahip yeni bir toplum yaratılmıştır. Seçimi kazanmış olmaktan çok, AKP-MHP ittifakının böyle bir toplum yaratmış olması durumu daha önemlidir.
Dikkat edelim, Tayyip Erdoğan yönetimi sadece ekonomiye, bürokrasiye, adalete, askeri güce müdahale etmemiş; onlarla birlikte ve hatta onlardan daha fazla olarak zihniyeti ve ideolojiyi şekillendiren kurumlara, örneğin eğitime, sanat ve edebiyata, medyaya müdahale etmiştir. Eğitim sistemini defalarca değiştirmiş, sonuçta kendi zihniyet ve ideolojisini çocuklara ve gençlere yedirecek bir eğitim sistemini ve tarzını ortaya çıkarmıştır. Bu temelde Türkiye’nin çocukları ve gençliği AKP-MHP zihniyeti ve ideolojisi ile eğitilmektedir. Her tarafta okullar ve üniversiteler örgütlenmiş, AKP-MHP zihniyetini ve ideolojisini benimsemiş binlerce akademisyen ortaya çıkartılmıştır. Türkiye’nin resmi zihniyet ve ideolojisini AKP-MHP çizgisi belirlemektedir.
Benzer müdahaleler sanat ve edebiyat alanına da yapılarak, Kemalist ya da solcu aydın ve sanatçıların yaşam ve çalışma imkânları yok edilmiş, AKP-MHP çizgisini benimseyen on binlerce sözde sanatçı ve aydın türetilmiştir. Buna teslim olmayan aydın ve sanatçılar baskı, tutuklama ve imkânsızlıkla ezilirken; devletin bütün imkânları bu türetme aydın ve sanatçılara peşkeş çekilmiştir. Tıpkı eğitim müfredat ve sisteminin AKP-MHP çizgisine göre yeniden düzenlenmesi gibi, AKP-MHP çizgisini işleyen çok yoğun bir sanat faaliyeti de yürütülmüştür. Toplumun yeniden eğitimi en çok da söz konusu bu sanat faaliyetiyle gerçekleştirilmektedir. Bir yandan dini geleneğe uygun filim ve diziler yapılmakta, bir yandan MHP’nin tarih tezini işleyen tarihi film ve diziler yapılmakta, bir yandan da Avrupa modernitesinin en son yaşam tarzını işleyen hayali aşk ve yaşam filmleri ve dizileri yapılmaktadır. Yüzlerce TV kanalı gün boyu söz konusu bu film ve dizileri yayınlamaktadır. Herkese göre film ve dizi mevcuttur; adeta isteyen istediğini yesin gibi bir durum söz konusudur. Mevcut film ve diziler sadece Türkçe olarak da yayınlanmamaktadır; başta Arapça, Farsça, Rusça ve Kürtçe olmak üzere birçok dile de çevrilip yayınlanması sağlanmaktadır.
Bu sözde sanat faaliyetinin amaçları şöyle tanımlanabilir: İstekli olanlar için AKP-MHP zihniyet ve ideolojisinin özümsetilmesi ve yaşam tarzının benimsetilmesi. Aynı zamanda Turancı tarih anlayışının öğretilmesi. Bu anlamda en yoğun ve etkili eğitim böyle yapılmakta, toplumun zihniyeti ve ideolojisi bu temelde şekillendirilmek istenmektedir. Buna gelmeyenler ise sahte aşk ve yaşam hayalleriyle avutulup adeta hayal dünyasında yaşatılarak gerçeklerden kopması sağlanmaktadır. Yani bir tür alıklaştırma, aldatma ve beyin yıkama denebilir. Tarihsel film ve dizilerin amacı, izleyende Türklük, İslamiyet ve devlete tapınma zihniyeti yaratmaktadır. Bütün dizilerde kutsanan üç şey bunlar olmaktadır. Yine Türklerin tarihten beri nasıl yalnız oldukları ve hep savaşarak yurt tuttukları fikri aşılanmaya çalışılmaktadır. Özellikle de Kürtsüz bir Türklük yaratılmaya çalışılmaktadır. Yani Kürt soykırım zihniyeti bu temelde de şekillendirilmektedir. Oğuz Kağan’dan Selçukluya, Osmanlıdan modern Türkiye’ye kadar yapılan tüm dizilerin esas içeriği ve amacı bunlardır.
Herhalde Tayyip Erdoğan’ın medya ile kavgasını burada belirtmemize bile gerek yoktur. Çünkü bu kavganın çoğu açık yapılmış ve en çok kavga burada yaşanmıştır. Sonuç olarak Türkiye’deki tüm medyayı AKP-MHP ittifakı ele geçirmiştir. Muhalif partilerin ve sol hareketlerin çok sınırlı basın-yayını dışında AKP-MHP egemenliğinde olmayan hiçbir medya kalmamıştır. Muhalif basına da her türlü baskı uygulanmaktadır. Mali baskı, kapatma ve özellikle çalışanlarını tutuklatma AKP-MHP ittifakının uyguladığı temel yöntemlerdir. Eskiden Türkiye’de özgür basın denemese de, partilere ve iktidara biraz mesafeli olan ve kısmi bir eleştiri geliştirebilen belli bir medya vardı. Bunlar çeşitli sıfatlarla ifade edilirdi. Yine belli bir etkinliğe sahip basın kurumları bulunurdu. Şimdi bunların hiçbiri kalmamıştır.
Medya üzerinde AKP-MHP ittifakının tam bir tekeli vardır. Herkese kendini ulaştıracak kadar bir medyayı bu ittifak örgütlemektedir. Dolayısıyla bir medya enflasyonundan bile söz edilebilir. Yüzlerce ve farklı farklı yayınlar yapan televizyonlar, radyolar, gazete ve dergiler, kitaplar mevcuttur. Bunlar aracılığıyla toplum 24 saat bombardımana tabi tutulmakta, çoğu özel savaş yöntemleriyle toplumun zihniyet yapısı yönlendirilmeye çalışılmaktadır. Bu yayınlar üzerinde AKP-MHP’nin çok güçlü denetimi ve yönetimi mevcuttur. Bunun için gereken kurumlar oluşturulmuş ve işler kılınmıştır. Benzer denetim sanal medya üzerinde de kurulmak istenmekte, biraz zorlanılsa da bu alanda da önemli bir denetim sağlanmaktadır.
Türkiye’de çok tehlikeli bir faşist kurumlaşma yaratılmak isteniyor
Kuşkusuz bunları yazarken amacımız AKP-MHP’yi övmek ve onların propagandasını yapmak veya okuyucuyu korkutmak değildir. Türkiye’de 21 yıllık AKP iktidarının MHP ile de ittifak halinde yaptıklarına sınırlı ve genel düzeyde bir vurgu yapıp, esas olarak AKP’nin gücünün kaynağını ve bunun Türkiye’nin geleceği açısından içerdiği tehlikeyi göstermektir. Dikkat edilirse, şimdiye kadar yapılanla beyni yıkanmış ve gerçeklerden kopartılmış, Türkiye’nin yarısını ifade eden bir toplum oluşturulmuştur. Genel hava Tayyip Erdoğan’ın değiştirilmesinden yana olmasına rağmen, işte bu nedenle 14 ve 28 Mayıs seçimlerinde bu değişim gerçekleşmemiştir. Mevcut tehlike ilk zararlı ürününü bu biçimde vermiştir. Dahası mevcut Tayyip Erdoğan ve Cumhur İttifakı yönetimi tüm bunları yeni bir faşist-soykırımcı diktatörlük olarak kurumlaştırmaya çalışmaktadır. Seçimden aldıkları yönetim
gücünü bu biçimde kullanacak, Türkiye’de çok tehlikeli ve zarar verici bir faşist kurumlaşma yaratmak isteyeceklerdir. İşte tehlikenin büyüğü de bu olmaktadır. Dolayısıyla bu tehlikenin gecikmeden önünü almak gerekir.
Peki bu nasıl olacaktır? AKP-MHP faşizmine karşı sonuç alıcı mücadele nasıl yürütülecektir? Kuşkusuz bu sorular kapsamında düşünüp sonuç verici yol ve yöntemler bulmak gerekir. Elbette AKP-MHP faşizmine karşı mücadele edilmez ve AKP-MHP faşizmi yıkılmaz değildir. Fakat bunun öyle kolay olacağını, sınırlı ve tek düze bir çalışmayla başarılacağını da sanmamak gerekir.
Çok açık ki, her şeyden önce karşımızdaki yapıyı bütün yönleriyle ve yeterli düzeyde analiz edip anlamamız gerekiyor. Mücadelenin yol ve yöntemlerini de buna göre oluşturmamız gerekiyor. Örneğin Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP bu gerçeği doğru ve yeterli anlamadığı, yine mücadele yöntem ve araçlarını buna göre geliştirmediği için şimdiye kadar başarılı olamadı. Kemalizm aşılırken AKP’ye karşı yeterli mücadele etmedi. AKP-MHP’nin Kemalizm’i de bir biçimde içine alan zihniyet ve siyasetiyle uzlaştı. Her zor anında “teröre karşı devletin yanında olmak” adına AKP Yönetimine destek verip koltuk değneği oldu. AKP Yönetimi her yöntemle saldırırken, AKP’ye karşı mücadeleyi sadece seçimle sınırladı. Oysa faşizme karşı sadece seçimle mücadele edilmez ve faşizm sandıkta yıkılmazdı. Yine her zaman AKP-MHP’nin gündemine göre hareket etti. Dikkat edilirse, son seçimde “Güçlendirilmiş parlamenter sistem ve adalet” dışında AKP-MHP yönetimine karşı herhangi bir alternatif koyamadı. Aslı ve yenisi dururken, insanlardan taklide ve eskisine oy vermesi de beklenemezdi.
Demek ki önce AKP-MHP ittifakının yaptıklarını doğru ve bütünlüklü anlamak gerekiyor. Kendilerini kapsamlı bir egemenlik haline getirdiler. Şimdi de bunu kurumlaştırmak istiyorlar ki, aslında en tehlikelisi budur ve buna fırsat ve imkân vermemek gerekir. Fakat Türkiye’nin eski Kemalist moderniteye dönmeyeceğini, onun artık eskide kalıp aşıldığını, AKP-MHP ittifakının 12 Eylül 1980 darbesinin yarattıkları üzerinde yeni bir Türkiye modernitesi ortaya çıkardığını, bunu toplumun yarısı denecek bir kesimin kabul ettiğini, aslında mevcut CHP’nin de bununla çok keskin bir karşıtlığının olmadığını, yine Avrupa modernitesi ile de fazla karşıt konumda bulunmadığını iyi görmek ve anlamak gereklidir.
O halde ne yapmak lazım? Öncelikle AKP-MHP’nin Türkiye’de yaptıklarını doğru anlamak ve bunu aşacak ve dolayısıyla Türkiye sorunlarını çözecek yeni bir moderniteyi anlayış ve tarz düzeyinde esas almak gerekir. Çok açıkça görülüyor ki, İran’da, Arap sahasında ve Türkiye’de ortaya çıkan dinci-milliyetçi moderniteyi doğru anlayıp onu aşan yeni ve bütünlüklü bir modernite(Demokratik modernite) temelinde mücadele etmeden, onlara karşı başarılı olup sonuç almak mümkün değildir. Açık ki mevcut olanı hem zihniyet ve ideolojik çizgi temelinde ve hem de sistem ve tarz açısından aşabilmek gerekiyor. Yani zihniyette pozitivist bilimciliği ve dinci kaderciliği, ideolojik olarak da modernist bireyci yaşam tarzını aşacağız. Ortadoğu’daki yapılanmalara Avrupa modernitesiyle, oryantalist bakış açısıyla bakmayacağız. Mücadele yol ve yöntemlerimizi bu temelde oluşturmayacağız. Kendi alternatifimizi yaratacağız ve baştan itibaren her türlü devrimci çalışma ve mücadelede kendi yöntemlerimizi kullanacağız.
Bunu da paradigma değişimi temelinde Önder Apo geliştirdi ve kapitalist moderniteye karşı demokratik moderniteyi inşa etme temelinde kendi alternatifimizi ortaya çıkardı. O halde devrimci mücadeleyi böyle bir alternatif moderniteyi inşa temelinde yürüteceğiz. Buna göre düşünce üretimi ve zihniyet yapısı, özgür birey ve demokratik komünü esas alan bir ideolojik duruş, sistem içinden ve sisteme karşı mücadeleyi öngören bir tarz ve taktik içinde olacağız. Bir yandan demokratik siyaseti ve öz savunmayı etkili bir biçimde geliştirerek karşı tarafı darbeler ve sınırlandırırken, bir taraftan da ideolojik çalışma ve mücadeleyi etkili bir biçimde geliştirerek özgür birey ve demokratik toplumu inşa çalışmalarımızı geliştireceğiz. Yani basın, eğitim, sanat ve edebiyatla toplum eğitimini ve örgütlenmesini yaratacağız.
Şimdiye kadar ideolojik mücadeleye gereken önemi verip rolünü oynatmadık
Şimdiye kadar bakış açımız oryantalizmi fazla aşmadı. Hep Avrupa zihniyeti ve demokrasisi çerçevesinde baktık ve kapitalist modernite sistemi ile Ortadoğu’daki söz konusu gelişmeler arasında çok ciddi çelişki ve çatışmanın olduğunu sandık. Bunun için de bir yandan dıştan bekleyen bir durumu yaşarken, diğer yandan zihniyet ve ideoloji olarak dinci milliyetçi yapılanmaları tam aşamadık. Dine doğru yaklaşımı ve tutarlı yurtseverliği her yere yayamadık. Oysa Avrupa bakış açısı ve ölçüsüyle söz konusu sistemleri aşmak, dolayısıyla geriletip yıkmak mümkün değildir. Yaşadıklarımız biraz da böyle olmaktadır. Demokratik siyaset ve öz savunma alanında ne yapsak da yeterli olmayıp sonuç vermemektedir. Oysa biz, her şeyi demokratik siyaset ve öz savunma ile yapabileceğimizi sandık ve şimdiye kadar ideolojik çalışma ve mücadeleye gereken önemi verip rolünü oynatmadık.
Dikkat edilirse, AKP-MHP faşizmi yürüttüğü soykırımcı savaşı ve işgal saldırılarını başarıya götürebilmek için, sadece onun ekonomik ve siyasi gücünü yaratma çabasıyla kalmadı, aynı zamanda ve daha çok da ideolojik ve moral gücünü yaratmayı esas aldı. Savaşa verdiği önem kadar önemi, hatta daha fazlasını ideolojik çalışmalara verdi. Medyayı geliştirdi ve etkili kullandı. Sanat ve edebiyatı dünyada bir örneği daha görülmemiş hacme ve düzeye çıkardı. Tüm eğitimi ilke ve amaçlarına göre yürütülür hale getirdi. O halde, bunun alternatifi olarak bizim de aynı düzeyde ideolojik çalışmalara önem vermemiz ve örgütleyip geliştirmemiz gerekir.
Kaldı ki maddi imkânlarımız AKP-MHP faşizmininki kadar olmasa da ideolojik argümanlar bakımından biz çok daha güçlüyüz. Son derece haklı, sorunları çözümleyici ve herkesin yararına olan bir düşünce yapımız var. Fedai çizgisinde ve kahramanlıklarla dolu bir özgürlük mücadelesi yürütüyoruz. Kısaca ideolojik bakımdan biz hem güçlüyüz ve hem de çok fazla veriye sahibiz. Örneğin özgür insanı ve demokratik toplumu şekillendirecek bir sanat ve edebiyat faaliyeti geliştirebilir ve bu temelde duygu, ruh ve düşünce yapısını şekillendirebiliriz. Yani özgür insanı zihniyet ve yaşam tarzı düzeyinde inşa edebiliriz. Eğitime fazlasıyla önem vererek, tüm yurtsever toplumu eğitebiliriz. Elimizde Önder Apo’nun savunmaları gibi en güçlü eğitim materyalleri var. Yine basını etkili kullanabilir, propaganda ve ajitasyon çalışmalarını güçlü bir biçimde geliştirebiliriz. Bütün bunlarla özel psikolojik savaşın ve kültürel soykırımın saldırılarını kırdığımız gibi, özgürlük bilincini ve iradesini son derece güçlü hale getirebiliriz.
Ne var ki, ideolojik çalışma ve mücadelenin anlam ve önemini yeterince bilmeme var içimizde. Kendini buna göre eğitip bu çalışmaları başarıyla yürütmek için katılmakta ciddi bir isteksizlik yaşanıyor. Dahası bazı şeyleri bilip de çalışmada istekli olanlar da çoğunlukla kendi bireyciliklerini dayatıyorlar ve ‘doğruyu ben biliyorum’ diyerek kendilerini uygulamaya çalışıyorlar. Mücadelenin imkânlarının Önderlik ve parti çizgisi temelinde pratikleştirilmesi yerine, kendi bireysel anlayışlarına göre pratikleştirilmesini esas alıyorlar. Kuşkusuz bunun sonucunda da yeterli ve etkili bir ideolojik çalışma ve mücadele ortaya çıkmıyor.
Önder Apo, bütün inşaların başında duygu ve düşünce inşasının olduğunu belirtti. Duygu ve düşünce inşasını ideolojik çalışma temelinde doğru ve yeterli yapmayınca da siyasi ve askeri mücadele yeterince gelişmiyor. O halde artık bu duruma kesin bir son vermeliyiz. İdeolojik çalışma ve mücadelenin önemini görmeli ve bunları başarıyla yapabilmek için parti öncülüğü olarak seferber olmalıyız. Faşist-soykırımcı zihniyet ve siyasete karşı doğru tutum ve başarılı mücadelenin yolu budur. Önümüzdeki süreçte bu tutumu ve çalışmayı her bakımdan daha çok geliştireceğiz ve mutlaka da başarılı olacağız.