Cemil Bayık
2022 yılına dünyanın askeri ve siyasi olarak süper güçlerinden biri olan Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik askeri hareketi ile girildi. Kuşkusuz Rusya’nın Ukrayna’ya girmesi ve buna karşı Ukrayna’nın direniş göstermesi bir Rusya-NATO savaşı olarak görülmelidir. Böyle olmasaydı Rusya kısa sürede hedeflerine ulaşabilirdi. Bu açıdan ortaya çıkan bir yerel çatışma ve savaş değildir. 3. Dünya Savaşı’nın bu bölgede aldığı haldir. Suriye’deki savaş da 3. Dünya Savaşı’nın bir parçasıydı. Fakat Ukrayna üzerindeki NATO-Rusya çatışması 3. Dünya Savaşı’nın bir parçası ve bir çatışma alanı olsa da 3. Dünya Savaşı’nın diğer alanlarındaki yürütülme biçiminden önemli farklı özelliklere sahiptir.
Dünya savaşları ya da geniş çaplı savaşlar yeni dünya dengelerinin oluşmasında belirleyici rol oynarlar. Kuşkusuz 1. ve 2. Dünya Savaşlarından önce de dünyadaki siyasi dengeleri belirleyen savaşlar olmaktaydı. Ancak 20. yüzyılda kapitalist emperyalist ülkelerin dünyada girmediği alan kalmamıştı. Bu nedenle kapitalist ülkeler arası savaş tüm dünyada gerçekleşen bir paylaşım savaşıydı. Öte yandan sadece bir bölgedeki güçler değil, dünyanın her köşesindeki askeri siyasi güçler bu savaşa katılmıştı. Her iki dünya savaşında da Japonya savaşın içine girmişti. ABD de ağırlıklı olarak 2. Dünya Savaşı olmak üzere iki dünya savaşı içinde de yer almıştı. Bir de birden fazla ülke savaşta yerini aldığı için dünya savaşı denilmiştir.
Dünya savaşları ya da diğer büyük savaşlar öncesi de göreceli olsa da bir siyasi denge ve buna dayalı statüko oluşmuştu. Bu belli güçler arasında süren savaşlar sonucu oluşmuş denge ve statükolardı. Ancak yıllar, on yıllar sonucu devletlerin ekonomik, toplumsal, kültürel, askeri ve siyasal gücünde değişiklikler olur; bazı güçlerin ve devletlerin konumlarında zayıflama yaşanırken bazıları bu süreçten güçlü çıkarak büyüme gösterirler. İşte bu durumda büyüme halinde olan ve eski durumunu kendisi için yetersiz gören devletler paylaşım savaşından daha fazla pay elde etmek için kendi konumunu güçlendirme eğiliminde olurlar. Dünya savaşlarının nasıl oluştuğunu böyle basit biçimde izah edebiliriz. Kuşkusuz birçok karmaşık etken de bu savaşların nedenlerinden olabilmektedir.
Ukrayna’daki savaş Ortadoğu merkezli sürmektedir
Sovyetlerin dağılması ile birlikte dünyanın iki kutuplu siyasi dengeleri de çöktü. ABD ve Sovyetler’in başını çektiği kamplar arasında soğuk savaş vardı. Sovyetlerin dağılması temelinde soğuk savaşın bitmesiyle birlikte hem dünya genelinde hem de bölgesel düzeyde güç mücadeleleri ortaya çıktı. Bu savaşlar yeni dünya dengelerinin oluşması doğrultusunda ortaya çıkmaktaydı.Çünkü dünyada yeni dengelerin oluşması ancak yeni bir dünya savaşı ile gerçekleşebilirdi. Küresel kapitalizm çağında başka türlü de olamazdı. Bölge ve yerel düzeyde süren savaşlar Ortadoğu’da birçok gücün içinde olduğu 3. Dünya Savaşı halini aldı. Küresel kapitalizm karakterinden dolayı da bu dünya savaşı on yıllara yayılmış bulunuyor Ukrayna’da yeni bir boyut kazansa da 3. Dünya Savaşı Ortadoğu merkezli sürmektedir.
3. Dünya Savaşı’nın Ortadoğu’daki en büyük çatışması ise Kürt halkı ile Kürt düşmanları arasındaki savaştır. Ortadoğu’nun kaderini esas olarak da bu savaş belirleyecek; bu da dünyadaki siyasi dengelerin oluşmasına büyük etkide bulunacaktır. Küresel kapitalizm ve tüketim toplumu aşaması nedeniyle Uzak Asya’nın siyasi önemi artsa da Ortadoğu hala dünya dengelerinin kurulduğu coğrafya olma özelliğini kaybetmemiştir.
Ortadoğu tarih boyu hakim dünya gücünün kim olacağını belirleyen alan olmuştur. 1. Dünya Savaşı açısından da böyle bir özelliğe sahipti. Kuşkusuz özellikle 2. Dünya Savaşında Avrupa’daki savaş öne çıksa da Ortadoğu dünya dengelerindeki önemini korumuştur. Bugün de Ortadoğu birçok gücün içinde olduğu savaş alanıdır. Ancak Ortadoğu’da süren 3. Dünya Savaşı’nın diğer dünya savaşlarından farkı bu dünya savaşında halkların da devrede olmasıdır. Başta Kürt halkı olmak üzere Ortadoğu halklarının istemlerini ve iradelerini dikkate almadan yeni Ortadoğu dengelerinin, dolayısıyla da dünya dengelerinin kuruluşu zor gözükmektedir. Halkların irade olmasına karşı en büyük düşmanlığı Türk devleti yapmaktadır. Çünkü Türk devleti halkların iradesi devreye girer ve Ortadoğu demokratikleşirse mevcut devlet stratejisi ve politikasının çökeceğini bilmektedir. Bu nedenle Kürt halkının özgürlük mücadelesini hem Kürt soykırımını gerçekleştirmek hem de Ortadoğu’daki despotik ve gerici düzeni ayakta tutmak için ezmek istemektedir. Türkiye demokratik bir ülke haline gelerek Ortadoğu’daki etkisini böyle göstermek yerine, Kürt halkının özgürlük mücadelesini ezip Kürdistan’ı Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirerek güç olma stratejisi ve politikası izlemektedir. Bu nedenle de yüz yıldır Kürtlerin üzerinde soykırım amaçlı baskı ve zulüm uygulamaktadır. Bu açıdan Türk devletinin Kürt düşmanlığı ile demokrasi düşmanlığı iç içe geçmiştir. Yüz yıllık politikası, Kürt düşmanlığı ve bugünkü saldırılarını bu çerçevede ele alırsak o zaman Türk devletinin karakteri tüm boyutlarıyla anlaşılabilir.
TC’nin Kürt varlığını tanıdığı gibi bir düşünce, tarihi bir gaflettir
Türk devleti, soğuk savaş sonrası yıkılan Ortadoğu dengeleri yeniden kurulmak istenirken nasıl siyasi avantaj elde ederim, özellikle Misakı Milli olarak ifade ettiği Kürdistan’ın Başûr ve Rojava parçalarını nasıl yeniden kontrol ederim hesabı içindedir. Türk devletinin Kürtlerin varlığını tanıdığı gibi bir düşünce Kürtlerin soykırımıyla sonuçlanacak tarihi bir gaflet olur. AKP iktidarı Kürtleri en iyi ben aldatırım, en iyi ben oyalarım diyerek zamana yayılmış Kürt soykırımını engellemeyecek bazı sınırlı ve propaganda amaçlı adımlar atmıştı. Ancak Kürtlerin bu tür göstermelik adımlarla oyalanamayacağı görülünce 5 Nisan 2015’te Rêber Apo üzerinde ağır tecrit uygulamış; 2014 yazında hazırladıkları Çöktürme Planı doğrultusunda 24 Temmuz 2015’te Kürt halkına her alanda topyekun bir savaş başlatmıştır. 7 yıldır da bu savaşı sürdürmektedir. Bu savaş Türk devletinin soykırım politikası ile AKP’nin kendini iktidarda tutma amacı birleşince çok kirli ve insanlık dışı bir hal almıştır.
Türk devleti Kürt halkının özgürlük mücadelesinin geldiği düzey karşısında ya demokratik siyasal çözümü kabul edecekti; ya da Kürt halkının özgürlük mücadelesini ezerek soykırımı tamamlama politikasına yönelecekti. Ne AKP’nin, ne başka bir partinin, ne de Türk devletinin demokratik bir karakteri olmadığından devletin tüm imkanlarını da kullanılarak ve şimdiye kadarki Kürtlerin üzerinde uyguladığı tüm soykırım politikalarından yararlanılarak Kürt Özgürlük Hareketini ezme politikasına yönelmiştir. Bunu gerçekleştirmediği taktirde ne Kürt soykırımı amacına ulaşabilir ne de Başûrê Kurdistan ve Rojava üzerinde hakimiyet sağlayıp neo-Osmanlı amaçlarına ulaşabilir. Bu nedenle Türkiye’nin tüm iç ve dış imkanlarını bu kirli savaşın hizmetine sokarak amacına ulaşmayı hedeflemiştir. Medya Savunma Alanlarına yönelik işgal hareketleri, Bakurê Kurdistan’da halk üzerinde ve demokrasi güçleri üzerinde uyguladığı her türlü baskı yöntemi, Rojava’ya yönelik işgal harekatları, süreklileşen cinayetler, Şengal’e ve Maxmûr’a yönelik saldırılar tamamen bu amaca yöneliktir. Tüm bu saldırıların bütünlüklü bir politikanın parçası olduğu görülmelidir. Bu açıdan mücadele bütünlüklü değil, parçalı olursa bu daha baştan kaybetmeye yol açacak apolitik ve yanılgılı bir yaklaşım olur.
AKP-MHP iktidarının faşist şefi Efrîn-Türkiye sınırından İran’a kadar bir alanı BM Genel Kurulu’nda haritada göstererek buraları işgal edeceklerini önceden ilan etmiş, işgallerini BM Genel Kurulu’nda meşrulaştırmaya çalışmıştır. O günden sonra işgal saldırılarını da artırmıştır. ABD ve Rusya’nın hem genelde aralarındaki çelişkilerden hem Suriye alanındaki güç mücadelesinden yararlanarak Rojava’yı işgal edip saldırılarını süreklileştirirken, ABD desteği ve KDP işbirlikçiliği ile de Medya Savunma Alanlarına işgal hareketini yoğunlaştırmıştır. Medya Savunma Alanlarına yönelik saldırılarının ABD destekli TC-KDP saldırıları olduğunu iyi bilmek gerekir. KDP desteği olmasaydı Medya Savunma Alanlarına böyle sürekli ve geniş alanları kapsayan saldırılar yapamazdı. Zaten saldırılara meşruiyet ve dış güçlerin desteğini sağlatan KDP olmaktadır. Çünkü KDP tüm dış güçlere TC’nin saldırısının nedeni olarak PKK’yi göstermekte; ‘PKK’nin kendisini ve Başûrê Kurdistan’ı da tehdit ettiğini’ söyleyip TC ile birlikte girdiği savaşa destek verilmesini istemektedir. Uluslararası güçler ise Rêber Apo’nun kapitalist moderniteye karşı Demokratik Modernite paradigmasını ortaya koymasından rahatsızdırlar. Ortadoğu’nun Kadın Özgürlükçü Ekolojik Demokratik paradigma doğrultusunda demokratikleşmesini kendi çıkarlarına uygun görmemektedirler. Çünkü demokratik olmayan ülkeler ve mezhep çatışmasının sürdüğü bir Ortadoğu’da kendilerinin etkili olacaklarını düşünmektedirler.
2021 Garê zaferi, AKP-MHP faşist iktidarının tüm hesaplarını bozdu
AKP-MHP iktidarı 2021 yılını hem soykırımcı amaçlarına ulaşmak hem de seçim kazanıp yeniden iktidar olmak için sonuç alacakları yoğun saldırıların yapıldığı bir süreç olarak planladı. Bu nedenle Şubat ayında Garê’ye indirme yaparak hem bazı alanları kontrol etmek, hem de esirleri alıp götürmek istediler. Erdoğan zaten yakında müjde vereceğim, diyerek kısa sürede bir başarı elde edeceklerini önceden ifade etmişti. Eğer belirtilen amaçlarına ulaşsalardı hazırlanan basın ve diğer propaganda araçlarıyla bir zafer havası yaratacaklar, arkasından seçime gideceklerdi. Ancak Şoreş Beytüleşebap arkadaşın komutanlığında gerilla güçlerimiz onlara büyük bir hüsran yaşattı. 2008 Zap geri çekilmesi gibi ansızın apar topar alanı terk ettiler. Öyle ki Tayyip Erdoğan başarısız kaldıklarını itiraf etti. Garê saldırısında başarısız kalmaları birçok bakımdan dönüm noktası oldu.
Türkiye’nin Efrîn ve Serêkaniyê işgalleri, Libya’da çeteleri kullanması, Karabağ’ın Azerbaycan tarafından ele geçirilmesinde oynadığı rol sanki önünde durulamaz bir askeri güç algısı yaratmıştı. Buna dayanarak Ortadoğu ve dünyada siyasi ağırlığını hissettirmek isteyen bir güç haline gelmişti. Özellikle Ortadoğu’da siyasi ağırlığını artırma ve dediğini yaptırma yönünde tutumlar ortaya koyuyordu. Yine halklar üzerinde de olumsuz etkilerde bulunmuştu. Şoreş Beytülşebap komutanlığında gerillaların Türk ordusuna bir bozgun yaşatması tüm bu algıları yerle bir etmiş, Türk devletinin saldırılarının kırılabileceğini, yenilebileceğini göstermiştir. Türk ordusunun Garê’de yenilgiye uğratılması AKP-MHP faşist ittifakının hesaplarını bozmuş, erken bir seçim yapma planlarını da boşa çıkarmıştır. Bu bozgun halkımız ve demokrasi güçlerine moral vermiş, AKP-MHP faşizmine karşı mücadelenin gelişmesine önemli bir etkide bulunmuştur.
AKP-MHP ittifakının bu bozgunu sindirmesi mümkün değildi. Mutlaka bir başarı elde ederek bunu seçimde oya dönüştürmek isteyecekti. Garê’de yaşattığı başarısızlığın üzerini örtmek, zedelenen imajını tazelemek ve siçemlere 23 Nisan’da Metîna, Zap ve Avaşîn’e yönelik gerçekleştirdiği kapsamlı bir saldırının sonuçları üzerinden gitmek istiyordu. 15-20 gün içinde tüm hedeflerine ulaşacağını düşünüyordu. Ancak gerillanın fedai direnişiyle karşılaştı. Sadece Türk devleti değil, KDP dahil bölgesel ve uluslararası güçler de gerillanın bu düzeyde direneceğini beklemiyorlardı. Garê’den sonra Metîna, Zap ve Avaşîn direnişleri Türkiye’nin askeri ve siyasi gücünü her alanda kırdığı gibi AKP-MHP iktidarını da zayıflatıp çöküş noktasına getirdi. Gerillanın bu direnişi içerde ve dışarda AKP-MHP iktidarına muhalif olanları da cesaretlendirdi.
AKP-MHP iktidarı yaşadığı sıkışıklık nedeniyle ilk defa bu düzeyde telaşa düşmüş, hem iktidarını kurtarmak hem de Türkiye’nin dış politikada yaşadığı çıkmazları aşmak için yeniden ABD, Avrupa, İsrail ve Arap ülkeleriyle ilişkilerini düzeltme çabası içine girmiştir. Çünkü, Türkiye coğrafik konumu nedeniyle dış ilişkilerden çok etkilenmekte, hatta iç siyasetini de belirleyen bir özelliğe sahip bulunmaktadır. Kürt soykırımına dayalı politikalarını da esas olarak dış güçlerden aldığı destekle yürütmektedir. Zaten Misakı Milli olarak gördükleri Mûsil ve Kerkuk eyaletlerini Kürtleri Bakur’da soykırıma uğratma karşılığında İngiltere’nin kontrolündeki Irak’a bırakmışlardır. Lozan anlaşmasını bu nedenle imzaladıkları gibi NATO’ya girmeleri ve Avrupa Birliğine girme politikaları da tamamen Kürt soykırımını gerçekleştirirken bu güçlerin desteğini almak ya da sessiz kalmalarını sağlamak içindir. Bu açıdan iç ve dış politikada yaşadığı çıkmazları aşmak için ABD, Avrupa ve İsrail’le ilişkilerini düzeltme yoluna girmiştir. Kuşkusuz ABD ve Avrupa ile ilişkileri hiç kesilmemiştir. Özellikle Rojava’da Rusya’dan yararlanmak ve ABD ile Avrupa’yı Rusya’ya yanaşırım diye tehdit edip soykırım politikalarına sesiz kalmalarını sağlamak istemişti. Aslında hiçbir zaman ABD, Batı ve NATO’dan uzaklaşmayı düşünmemiştir. Bu güçlerin kendini bırakmayacağını düşünerek Kürt soykırımını tamamlamak ve Rojava Devrimini bastırmak için her iki güçten yararlanma politikası izlemiştir. Ancak hem iç ve dış politikada yaşadığı sıkıntılar hem de iki tarafı da idare etme politikalarının sonuna gelindiğinde esas müttefiklere dayalı politikayı yürütmeyi kendi çıkarlarına gördükleri gibi, Kürt soykırımı açısından da bu müttefiklerine dayanmayı gerekli görmüşlerdir.
AKP-MHP iktidarı dış politikada geleneksel çizgisine dönse de AKP iktidarının DAİŞ’le ilişkileri, radikal İslamcı kesimlerle kurduğu ilişkiler; kendi konumunu sürekli bir tehdit ve şantaj olarak kullanması, kendini güçlü gördüğü taktirde başta Araplar ve İsrail olmak üzere diğer müttefiklerini sıkıntıya sokacak politik bir potansiyele sahip olmaları, Türkiye’ye yönelik bir güven sorunu yaratmıştır. Bu açıdan ilişkilerinin eski düzeyde olmayacağı, her zaman bazı sorunlarla karşılaşabilecekleri söylenebilir. Özellikle İsrail ve Arap cephesinde ilişkilerin eski düzeye getirilmesi zor gözükmektedir. ABD’nin günlük çıkarları neyi gerektiriyorsa öyle politika izleyeceği açıktır. Avrupa’da ise Almanya’nın Türk devletiyle sıkı ilişkileri ve İngiltere’nin hala Türkiye politikasında etkili olmaları Avrupa ile bazı sorunlar yaşasalar da esas olarak destek almaya devam edeceklerdir.
Ancak Avrupa’daki demokrasi güçleri ve halklar artık Türkiye politikalarına güvenmediklerinden Türkiye’deki demokrasi güçlerinin yararlanacağı toplumsal kesimler olmaktadırlar. Türkiye’nin imajını olumsuz hale gelmesi yanında Kürtlerin demokrasi güçleri ve halkları etkileme gücü Türkiye’ye karşı mücadelede kamu diplomasisi yapma imkanını artırmış bulunmaktadır. Kamu diplomasisinin Avrupa’daki siyasi güçlere etkisini de belli düzeyde değerlendirme imkanları ortaya çıkmıştır.
AKP-MHP faşist ittifakı bir taraftan ABD ve Avrupa ile ilişkilerini iyileştirmesinden, diğer taraftan Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesinin yarattığı siyasi ortamdan yararlanarak Zap merkezli bir işgal harekatı başlatmıştır. 2021 yılındaki Garê, Metîna, Zap ve Avaşin saldırısındaki başarısızlıklardan dersler çıkararak yeni bir tarzla işgal harekatı başlatıp mevcut siyasi durumdan yararlanıp bu alanları kontrol etme amaçlarına ulaşmak istemektedir. Eğer buradaki amaçlarına ulaşırsa yeni işgal saldırıları ile Medya Savunma Alanlarının tümünü işgal etme ve bu temelde Başûrê Kurdistan’lı siyasi güçleri tümden rehin alarak Mûsil ve Kerkuk dahil Başûrê Kurdistan’ı tümden kontrol altına almaya yönelecektir. Zaten bu amaçlarını defalarca açıkça dile getirmişlerdir.
Türk devleti ve KDP’nin işbirliği, Kürt soykırımının yolunu açıyor
14 Nisan’da yoğun hava saldırıları yapılmış, 17 Nisan’da da hem karadan hareket hem de havadan indirmelerle Zap’a yönelik bir işgal harekatı başlatılmıştır. Pençe-Kilit ismini verdikleri harekatla Zap’ı ele geçirip daha sonra da diğer alanlara yönelmeyi hedeflemişlerdir. Nitekim Zap’ın kuzeyi, doğusu ve güneyinde saldırıları yoğunlaştırdıkları görülmektedir. Sadece kuzey ve doğudan saldırılarla sonuç almayacaklarından KDP alanından Kurejaro üzerinden Zap’ı güneyden de kuşatma, zorlama ve ele geçirme planı yaptıkları anlaşılıyor. Böylece KDP, bu işgal harekatına Türk devletinin Kurejaro’dan girişini sağlayarak savaşın içine girmiş bulunmaktadır. Çünkü ancak Kurejaro’ya KDP’nin tam hakim olduğu alandan giriş yapılabilir. Askerler de helikopterler de ancak o alandan Kurejaro’ya yönelebilirler. Operasyonun ilk gününden itibaren oraya yönelmeleri kilidi oradan açmayı planladıklarını gösteriyor.
KDP’nin tutumu Hareketimiz tarafından defalarca dile getirilmiştir. Türk devletiyle mücadelemizin sertleştiği her dönemde KDP Hareketimize karşı olumsuz yaklaşmaktadır. AKP iktidarının 2014 yılında Çöktürme Planı hazırlaması ve 2015 yazında bu doğrultuda saldırılarını artırmasıyla birlikte KDP ile ilişkiler bozulmuş, her geçen yıl daha olumsuz bir duruma gelmiştir. Biz Hareket olarak KDP ile ilişkilerin bozulmasını hem Hareketimizin hem halkımızın aleyhine olacağını düşündük. Çünkü KDP ile Hareketimiz arasında sorun olmasını TC istemektedir. Çünkü TC bize karşı bir savaş yürüttüğü için bizim Kürt örgütleri ile ilişkilerimizin kötü olmasını ve bu örgütleri bize karşı kullanmayı ister. Bu, TC’nin yüz yıllık temel politikalarından biridir. Ve tüm iç ve dış politikasını PKK’yi, yani Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye etme üzerine kurmuştur. Kürt örgüt ve partileri ile ilişkisini ise tamamıyla bunun üzerine kurmuştur. Şu anda TC için en büyük tehlike içerde de dışarda da PKK görülmektedir. Bu açıdan KDP ile ilişkilerini de tamamen PKK karşıtlığı üzerinden kurduğu açıktır.
TC ilişkisini PKK karşıtlığı üzerine kurduğu ve ilişkileri bu temelde sürdürdüğü halde KDP bizim ilişkimiz ekonomik ve komşuluk ilişkileridir, diyerek PKK karşıtlığı üzerine yürütülen bu ilişkiyi farklı göstermeye ve kendini temize çıkarmaya çalışmaktadır. Ancak pratik bunu açıkça yalanlamaktadır. Türk devleti KDP’nin verdiği istihbaratla yüzlerce arkadaşımızı şehit düşürmüştür. KDP istihbaratı özellikle Behdînan alanında MİT’in bir kolu gibi çalışmaktadır. Zaten birçok yerde MİT’in kaldığı bürolar ve üsler bulunmaktadır. TC’nin Hewlêr bürosu da MİT’in Başûrê Kurdistan ve Irak’a yönelik faaliyetlerinin merkezi haline getirilmiştir. Hewlêr konsolosluğu ile MİT sorumlusu ortak çalışmaktadırlar. Esas olarak da PKK’ye askeri ve siyasi olarak nasıl darbe vurulur üzerinde yoğunlaşmaktadırlar. MİT ile bu kadar ilişki içinde olmak; Türk devletine istihbarat sağlamak zaten PKK’ye açık düşmanlık yapmaktır. Bu düşmanlığını Zîne Wertê’ye güç getirme, Zîne Wertê ve Xinêrê’de gerillaları katletme ile yeni bir aşamaya taşımıştır. Zaten 3 yıldır gerilla alanlarını kuşatmış; irtibatlarını kesmiş; lojistik ve cephane geçirecek her yolu kapatmış, gerilla etrafına askeri güç yığmıştır. Xelifan’da olduğu gibi gerillaları 2 defa pusuya düşürerek şehit düşürmüştür. Bu doğrudan savaşa katılmak değil de nedir? 17 Nisan’da başlatılan saldırıların ağırlıklı olarak KDP alanından ve Zap’a hakim olan Kurejaro sırtlarından gerçekleşmesi KDP’nin savaşın içine her yönüyle girdiğini bir daha gözler önüne sermektedir. KDP basın yoluyla bu gerçekleri saptırmaya çalışsa da Kürt halkı gelişmeleri takip ediyor ve gerçeklerin öyle olmadığını biliyor. Dünya halkları ve siyasi güçleri de bu gerçeği bilmektedir. Bu açıdan KDP’nin Türk devleti ile kurduğu ve Kürt soykırımının yolunu açan bu işbirlikçiliği gizlemesi mümkün değildir.
KDP’nin TC ile işbirliği Kürdistan tarihine ihanet olarak geçecektir
KDP bu işbirlikçiliği niye yapmaktadır, neden PKK başta olmak üzere tüm rakip gördüklerini tasfiye etmek istemektedir, Kürt düşmanı TC Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye ederse KDP ne kazanacaktır? Bunun üzerinde tek otorite olmayı hayal ediyorsa KDP tarihi bir yanılgı ve gafleti yaşıyor demektir. Demokratik olmadığını, otoriter hegemonik bir zihniyete sahip olduğunu biliyoruz. Zaten Başûrlu Kürt siyasi güçler de KDP güçlenirse kendilerini de ezeceğini bilmektedirler. PKK başta olmak üzere Kürt siyasi güçleri zayıfladığında KDP bugünkü imkanları bile elinde tutamaz. Bu bir propaganda değildir; soykırımcı sömürgeci düşman gerçeğinin ortaya çıkardığı bir sonuçtur. KDP’nin hakimiyet kurduğu 2-3 şehri korumak için de böyle bir politika yürüttüğü söylenmektedir. Nitekim politikaları ve işbirlikçilik düzeyi bunu göstermektedir. Kürdistan’ın büyük bölümünde soykırıma göz yumma temelinde küçük bir Kürdistan’da egemen bir güç olarak yaşamayı tercih etmek kuşkusuz gelecek kuşaklar tarafından ihanet olarak değerlendirilir. KDP’nin Kürdistan’ın diğer parçalarındaki soykırım ve işgal politikalarına ses çıkarmaması, hatta Türk devleti ve diğer siyasi güçlerle kurduğu ilişki sadece birkaç şehire hakim olma, kendi hanedanlığını yürütme politikasının sonucu olmaktadır.
KDP, TC ile içine girdiği işbirlikçiliği; Kürdistan tarihine ihanet olarak geçecektir. KDP, politikalarını normalleştirmek ve meşrulaştırmak için birçok tez ortaya atmaktadır. “PKK statümüzü tehlikeye sokuyor” demektedir. Şimdi de savaş ortamında PKK şehirlere saldıracak propagandası yapmaktadır. Bu propagandaya da kimse inanmamaktadır. İçine girdiği işbirlikçiliği ve bunun yaratacağı ağır sonuçları düşünerek böylesi dezenformasyon bilgiler yaymaktadır. Ancak TC ile yaptığı işbirlikçiliğinin üstünü örtmek için bu tür söylemlerde bulunduğunu tüm Kürtler bilmektedir. Çünkü Kürt halkının tümü son yüzyıldır üzerlerinde uygulanan politika ve buna karşı yürütülen mücadele içinde politikleşmişlerdir. Ve KDP’nin Türk devletiyle yaşadığı ilişkilerin boyutunu çok iyi bilmektedirler.
KDP’nin politikaları karşısında Kürt halkı ve siyasi güçleri bilinçlidir. Ancak sıra KDP’nin politikalarına tutum almaya gelince bu bilince denk bir tutum gelişmiyor; bu da KDP’nin TC ile yürüttüğü işbirlikçi politika ve savaş ortaklığını sürdürmesine fırsat veriyor. Ve hatta bu tutum almama bazı kesimlerin KDP’nin yalanlarına inanmasına neden oluyor.
Devrimci Halk Savaşı
stratejisinde halk da bizzat
savaşa dahil olmalıdır.
TC Kürdistan’ın tüm parçalarında Kürtlerin kazanımlarına düşmandır. Çünkü; Kürtlerin varlığını kendine tehlike görüyor. Rojava’da gerçekleşen özerk yönetimin kendisinin izlediği soykırımcı sömürgeci politikasının çökmesine yol açacağını düşünerek saldırıp ortadan kaldırmak istiyor. KDP’nin siyasi koşulları düşünmeden hazırladığı referandum sonrası Türk devletinin nasıl tutum takındığı biliniyor. Referandum sonrası Kürtlerin kontrolünde olan birçok alanın kaybedildiği diğer bir gerçektir. Türk devletinin bu süreçte nasıl bir Kürt düşmanlığı ortaya koyduğu; Başûrê Kurdistan’daki kazanımlara saldırdığını tüm Kürtler biliyor. Tüm bu gerçekler Türk devletinin neden saldırdığı ve işgal harekatlarına giriştiğini açıklar.
Türk devleti her yerde Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesine saldırmaktadır. Tüm Kürt siyasi güçlerinin ve Kürt halkının bu gerçekleri görerek Kürt düşmanlığında öncü olan Türk devletine karşı tutum koyması gerekir. Yoksa Kürt kazanımları ve Kürtler parça parça yutulmaktan kurtulamazlar. Eğer bu duruma düşülmek istenmiyorsa KDP’nin bu politikaları teşhir edilip işbirlikçiliğine son verilmesi gerekiyor. Bunun için başta aydınlar, sanatçılar olmak üzere Kürt siyasi güçlerine, demokratik kurum ve kişilere, bir bütün olarak Kürt halkına önemli görevler düşmektedir. KDP’nin Türkiye ile kurduğu işbirlikçiliğe son verilmesi herkesin önünde tarihi bir yurtseverlik görevi olarak durmaktadır. Çünkü KDP’nin içine girdiği durum tüm Kürt halkının geleceğini olumsuz etkileyecek ciddi tehlikeleri beraberinde getirecektir.
Türk devletinin bu defaki işgal harekatı diğerlerinden farklıdır. KDP’nin bu kadar işin içine girmesi de ciddi bir saldırıyla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. AKP-MHP iktidarı kaderlerini belirleyecek bir işgal harekatına yönelmiştir. Bu açıdan tüm imkanlarını kullanarak bu savaşa yükleneceklerdir. Zaten Tayyip Erdoğan Başûr’da da Rojava’da da Bakur’da da bitireceğiz, diyerek hedefini ortaya koymuştur. Özgürlük Hareketimiz de gerilla da bu saldırının karakterinin ve amacının bilincindedir. Gerilla tereddütsüz bu saldırılara karşı fedaice direnecektir. Zaten ilk saldırıyla birlikte Türk ordusuna karşı beklemediği bir direniş ortaya koymuş, ağır darbeler vurmuştur. Ancak amacı özgürlük mücadelesini Bakur, Başûr, Rojava ve dünyanın her yerinde tasfiyeye yönelik bir saldırıya sadece gerilla direnişiyle karşı konulmasını düşünmek de tarihi bir gaflet olur.
İşgal ve ihanete karşı aydınlar,
sanatçılar, gençler ve kadınlar
Kürdistan’ı savunmalıdır
Devrimci Halk Savaşı stratejisinde halk da mutlaka devrede olmalıdır, bizzat savaşa dahil olmalıdır. Yoksa kurbanlık koyun gibi soykırıma uğramayı bekleme durumuna düşülür. Bu savaşın kaderini gerilla ile birlikte Kürdistan’ın tüm parçaları ve yurt dışında vereceğimiz topyekun mücadele belirleyecektir. Kürdistan’ın tüm parçalarının kaderi de birbirine bağlıdır. Özellikle Bakurê Kurdistan ve PKK’nin öncülük ettiği Özgürlük Hareketinin varlığı ve yürüttüğü mücadele Kürdistan’ın tüm parçalarının geleceğini belirleyecektir. Eğer tüm Kürtler bu gerçeği görüp Türk devletinin yürüttüğü bu imha ve yok etme saldırısı karşısında bütünlüklü bir mücadele içine girmezlerse karşılaşılacak tehlike büyüktür. Ancak direniş bütünlüklü ve topyekûn yürütülürse kazanımları da o kadar büyük olacak ve Kürdistan’ın tüm parçalarındaki kazanımlar güvenceye alınacaktır.
Biz Hareket olarak bu saldırının yok etme ve soykırım amacını ve KDP’nin uğursuz rolünü ortaya koyuyoruz. Ancak aydınların ve sanatçıların da Kürt toplumuna tehlikenin büyüklüğünü gösterip mücadeleye yönlendirme sorumluluğu bulunmaktadır.
Tabi ki KDP’nin Türk devletiyle yaptığı işbirlikçiliğinin Kürt halkının özgürlük mücadelesine verdiği zararın açıkça ortaya konularak Kürt halkının ve kamuoyunun KDP üzerinde baskı kurmasını sağlama görevi vardır. Böyle süreçler seyredilecek süreçler değildir. Yanlışlıklara açık tutum koyma zamanıdır. Halkların tarihinde aydınların ve sanatçıların rolü çok önemlidir. İşte bu süreçte aydınlar ve sanatçılar Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesinin bu kritik anında tarihi rollerini oynayarak özgür ve demokratik geleceğimize kendi damgalarını da vurmalıdırlar.
Kuşkusuz Kürt halkının özgürlük mücadelesinde gençlerin ve kadınların yeri ve mücadeleye katılımları belirleyici öneme sahiptir. Zaten gerilla ordusu da genç kadın ve erkeklerin ordusudur. Gençlik ister dağda ister şehirde olsun Kürt halkının özgürlük gücüdür, özgürlük ordusudur. Zaten gençler her platformda “Gençlik Apo’nun fedaisidir” diyerek bu gerçekliğini ortaya koymaktadır. Son zamanlarda Bakur, Rojava ve yurt dışında etkinliklerde gençlerin coşkulu biçimde varlıklarını göstermeleri mücadelenin etkili yeni bir mücadele dönemine girileceğini göstermektedir. Böyle bir dinamik gençlik her yerde etkili eylemler yapabilir. Küçük birimler biçiminde örgütlenerek düşmana her yerde darbe vurabilir. Kürt gençliğinin YCK’den başlayarak ciddi örgütlenme geleneği ve militan mücadele anlayışı vardır. Bu gelenekler öldürülemez. Artık Kürt gençlerinin genlerinde bu ruh vardır. Bu tarihi kritik mücadele döneminde gençlik bu karakteriyle mücadeledeki yerini alacaktır. Gerillaya katılanlar dağlara koşarlar, gerillaya katılamayanlar, ulaşamayanlar da bir gerilla gibi şehirde, ovada fedaice düşmana karşı mücadele ederler. Gerillaya gidemiyorum, ulaşamıyorum diye hiçbir genç pasif kalmamalıdır. Gerillaya ulaşamayanlar bulunduğu alanda mücadeleye katılmalıdır.
Kürt kadınları zaten özgürlük tutkuları ve demokratik karakteriyle halkımızın mücadele gücünü açığa çıkaran ve toplumsallaştıran karakteriyle özgürlük mücadelemizin direncini güçlendiren; düşman saldırılarının sonuç almasını engelleyen bir rol oynamaktadırlar. Nitekim Türk devletinin işgaline karşı yüksek bir duyarlılıkla hareket eden; KDP’nin Türk devletiyle işbirliğine öfke duyan kadınlar bu dönem mücadelesinin hangi tutumla yürütülmesi gerektiğini de ortaya koymuşlardır. Londra’da Başûrlu bir kadının gerillanın giydiği Mekap ayakkabıyı göstererek Mesrur Barzanî’ye yönelik “senin değerin bu kadar yok, sen bu ayakkabıya kurban olasın”, diyerek tüm Kürt kadınlarının ortak duygusunu dile getirmiştir.
Kürdistan halkının bu işgale ve KDP işbirlikçiliğine karşı mutlaka güçlü bir duruşu ve mücadelesi olacaktır. Rêber Apo’nun üzerindeki yoğun baskılara rağmen İmralı’da gösterdiği direniş; bu büyük direnişin 24. yılına girilmesi, gerillanın 2021 yılında Garê, Metîna, Zap ve Avaşîn’de gösterdiği tarihi direnişler, bu yılki 8 Mart ve Newroz etkinliklerinin tarihin en coşkulu ve mücadele iradesini ortaya koyması 2022 yılının büyük bir mücadele içinde geçeceğini göstermiştir. Türk devletinin işgal harekatıyla birlikte bu toplumsal gücün harekete geçeceği açıktır. Nitekim daha işgalin ilk günlerinde halkımızın gösterdiği duyarlılık işgale karşı mücadelenin daha fazla gelişeceğini göstermektedir. Zaten böyle olmadan bu saldırıları kırmak ve püskürtmek mümkün değildir. Bu açıdan Newroz’da gençlerin ve kadınların ortaya koyduğu irade işgalin başarısızlığa uğratılmasında da etkili olacaktır. Nasıl ki Amed’te halk Newroz alanına sokulmak istenmeyince kadınların ve gençlerin kararlılığı tüm barikatları yıkmışsa, TC’nin Bakurê Kurdistan’da, KDP’nin Başûrê Kurdistan’da halkın önüne koyduğu barikatlar ve engeller de mutlaka aşılacaktır. Kadınlar ve gençler biraz öncülük yaparlarsa Kürdistan’da 1990’lı yıllarda olduğu gibi serhıldanların başlaması ve giderek yükselmesi söz konusu olacaktır. Gerillanın mücadelesi ile halkın mücadelesi bütünleşecektir. Böyle bir tarihi süreçte kadın, genç, yaşlı ve her toplumsal kesimden insanlarımız tarihi bir sorumlulukla gerilla direnişiyle bütünleşmeli; eylem, mücadele ve iradesini ortaya koyarak elinden gelen her şeyi yapmalıdır.
Kürdistan halkı işgal ve ihanete karşı net tutum almalı
Bir daha vurgulamalıyız ki, Türk devletinin Kürt halkının özgürlük mücadelesini tasfiye saldırısına karşı Kürdistan’ın tüm parçalarının bir tutum ve bütünlüklü mücadele içinde olması gerekir. Türk devletinin bu saldırıları püskürtülmezse Kürdistan’ın 4 parçasındaki tüm siyasi güçler kaybeder. Bu açıdan Kürdistan’ın 4 parçasındaki siyasi partiler bu sürece seyirci kalamazlar, tarafsız kalamazlar ya da sadece kınama, eleştiri ve temenni ile yetinemezler. Her yerde kendi siyasi güçlerini, etkilerini ve mücadele güçlerini harekete geçirmelidirler. Her siyasi güç kendi tabanını harekete geçirerek her yerde halkın mücadeleye katılmasında sorumluluklarını yerine getirmelidirler. Sadece bazı açıklamalar ve fazla siyasi sonucu olmayan tepkilerle yetinmek tarihi gaflet olur. Çünkü bugün Kürt düşmanlığında öncü Türk devletine karşı mücadele tüm Kürt halkının ve tüm siyasi güçlerin mücadelesidir. Bu açıdan Kürdistan’ın 4 parçasındaki siyasi güçlerin tarihi bir sorumlulukla hareket etmesi gerekir.
Bakurê Kurdistan’da geçen dönemde önemli gelişmeler yaşandı. Türkiye’de demokrasi güçleri ile Kürt halkının özgürlük mücadelesinin ortaklaşması Newrozlara da yansıdı. Türkiye siyasi tarihi açısından Kürt halkının mücadelesi ile Türkiye halklarının mücadelesinin buluşması ve ortaklaşması çok önemlidir. Çünkü bu gelişme stratejik ve mücadelenin sonucunu belirleyecek özelliğe sahiptir. Türk devleti yüz yıldır Kürt halkının özgürlük mücadelesi ile Türkiye halklarının mücadelesinin yakınlaşmasını ve ortaklaşmasını engellemek için planlı bir özel savaş ve psikolojik harekat yürütmüştür. Öyle bir psikolojik savaş yürütülmüştür ki, Kürtlerin mücadelesi ile buluşma Türk devletinin afarozuyla karşılaşma ve her türlü baskıyı göze alma anlamına getirilmiştir. Türkiye’nin büyük sosyalist devrimcilerinden Hikmet Kıvılcımlı’ya neden program ve tüzüğünüzde Kürt sorununa yer vermiyorsunuz gibisinden bir soru sorulunca bu tüzük meselesi değildir, diyerek Türkiye’de Kürtlerin mücadelesinin yanında yer almanın zorluklarını dile getirmiştir. Şimdi Türk devletinin Kürt soykırımını tamamlamak için yürüttüğü bu politika kırılmakta, Kürt halkının özgürlük mücadelesiyle Türkiye halklarının özgürlük mücadelesi ortaklaşmakta, bu da halklara yansımaktadır. Artık Türkiye halkları ile Kürt halkı arasına konulan kara çalılar kalkmaktadır. Bunu gerçekleştirip halklarımızın mücadelesini ortaklaştırdıkça Türkiye’nin demokratikleşmesi temelinde Demokratik Türkiye ve Özgür Kürdistan gerçekleşecektir.
Biz Türkiye demokrasi güçleriyle ortak mücadeleyi stratejik olarak ele alıyoruz. Türkiye halklarının demokratik güçleri de böyle yaklaşmalıdır. Bu konuda 2022 Newroz’unda önemli bir adım atıldı. Eğer 2022 1 Mayıs’ında bu daha da geliştirilirse AKP-MHP faşizmine karşı mücadele daha da gelişecek, Türkiye’de demokratik devrim gerçekleşerek, Türk devletinin hem Türkiye hem de Ortadoğu açısından oynadığı demokrasi ve özgürlükler düşmanı gerici karakteri de ortadan kaldırılmış olacaktır. Bu açıdan biz 2022 1 Mayıs’ına Kürt halkının Newroz ruhuyla katılmasını bekliyoruz. AKP-MHP faşizmini Türkiye halklarının demokrasi güçleriyle birlikte yıkmak Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesi açısından da bir başarı olacak, özgür ve demokratik yaşamanın gerçekleşmesinde önemli gelişmeler yaşanacaktır.
Kürtler tarihlerinde ilk defa tüm insanlığın sahiplendiği bir
önderlik ortaya çıkarmıştır
Biz bu yılı Rêber Apo’nun Ankara Çubuk Barajında başlattığı özgürlük mücadelesinin 50. yılına girmesi nedeniyle 50. Önderlik Yılı olarak ele aldık. Mücadelemizin önceki 49 yılını aşan ve onu anlamlandıran bir mücadele yılı olarak geliştirilmesi gerektiği yönünde bir irade ve kararlılık ortaya koyduk. Bu irade ve kararlılık 8 Mart ve Newroz’da güçlü biçimde kendini gösterdi. 50. Önderlik Yılı büyük bir coşku ve mücadele azmi ile karşılandı. Başta kadınlar ve gençler olmak üzere tüm halkımız böylece Önderliğe büyük değer verme, sahiplenme içinde olduğunu herkese gösterdi. Bu açıdan 50. yıl Newrozu ve Rêber Apo’ya büyük sahiplenme Kürt halkının özgürlük mücadelesinin toplumsallaşmasının çok önemli bir boyuta ve kapsama ulaştığını gözler önüne sermiştir. Bu 50 yılın Kürt halkı açısından büyük gelişmeler yarattığı, yeni bir halk gerçekliğini ortaya çıkardığını bir daha gözler önüne serdi. Bu durumdan tüm hareket olarak ve halk olarak çok memnun kaldık. Hareket ve halk olarak özgüvenimizi fazlasıyla artırdı. Bu halk gerçekliğine öncülük edilip örgütlendiğinde başaramayacağı hiçbir şeyin olmayacağı bir daha görüldü.
Önderliği sahiplenme uluslararası düzeyde de çok önemli gelişmeler gösteriyor. Başta İngiltere İşçi Sendikaları olmak üzere dünyanın birçok yerinde demokratik çevreler ve aydınlar Önderliğe güçlü sahiplenme göstermektedirler. Dünyanın vicdanı olan aydın ve sanatçılar Rêber Apo’nun paradigmasının öngördüğü yeni yaşamı, demokratik moderniteyi çok iyi anladıklarından Rêber Apo’nun insanlığa büyük hizmetler yaptığına inanarak Önderliği sahipleniyorlar. Kürtler tarihlerinde ilk defa böyle tüm insanlığın sahiplendiği bir önderlik ortaya çıkarmışlardır. Selahattin Eyyubi Haçlı seferlerine karşı direnerek manevi uygarlığın maddi uygarlığa teslim olmasının önüne geçmiştir. İnsanlığa büyük değerler katan Ortadoğu’yu İslam formu altında maddi uygarlığa karşı savunmuştur. Ancak Rêber Apo’nun paradigması ve öngördüğü yaşam Ortadoğu uygarlığına gerçek anlamını verdiği gibi tüm insanlığın kadın özgürlükçü ve devlet dışı özgür ve demokratik yaşamının nasıl olacağını göstererek insanlık tarihinin en büyük zihniyet ve vicdan devrimini gerçekleştirmiştir. Bu temelde de tüm insanlığın önüne gerçek bir özgürlük ve demokrasi devrimini koymuştur.
Önderlik Kürtlere büyük değer ve onur kazandırırken bazı Kürt aydınların ve siyasi çevrelerin bu gerçekliği anlamamaları büyük bir aymazlık ve cehalettir. 50. Önderlik Yılında İmralı zindan direnişinin 24. yıla girmesi vesilesiyle tüm Kürt siyasi partilerinin Önderliğin özgürlüğünü isteyen bir imza kampanyasına katılması ve 4 Nisan’da bu tutumlarını deklere edilmesi planlanmıştı. Önderliğe özgürlük komitelerinin böyle bir çalışması vardı. Birçok parti böyle bir çalışmaya imza atarken bazı siyasi güçlerin böyle bir kampanyaya imza atmamaları Kürtlük adına ayıp ve utanç verici bir durumdur. İmza vermeyenler özellikle KDP etkisinde olan, TC ve dış güçlerin ne diyeceğini dikkate alan partilerdir. Aslında “insan hakları boyutuyla doğru buluyoruz, ancak bazı nedenlerden dolayı imza atmıyoruz” diyerek özrü kabahatinden büyük bir utanmazlık durumuna düşmüşlerdir. Rêber Apo’yu sadece insan hakları çiğnenmiş bir kişi olarak görmek bile bu kesimlerin Kürt siyasetçi kimliğinden ne kadar uzak olduklarını göstermektedir. Rêber Apo’ya özgürlük kampanyasına imza veren tüm siyasi güçlere teşekkürlerimizi iletiyoruz. Vermeyenleri de halkımızın vicdanına ve tarihin yargısına bırakıyoruz. Avrupa’nın dört bir köşesinde işçiler, emekçiler, kadınlar, siyasetçiler, aydınlar, sanatçılar Rêber Apo’nun özgürlüğü için canla başla çalışırken bazı Kürt siyasi güçlerin imza vermemesi Kürt siyasetinde nasıl bir çarpıklığın olduğunu göstermesi açısından öğretici olmuştur.
Zindanlardaki baskılar, topyekûn bir soykırım saldırısının
parçasıdır
Geçen dönemde en fazla gündem olan konuların başında Rêber Apo üzerindeki tecrit ve zindanda yapılan faşist baskılar gelmiştir. Artık zindanlardaki baskılar 12 Eylül askeri faşizm dönemindeki uygulamaları çok daha fazla aşmıştır. 12 Eylül’de zindanlarında sadece kaba işkence yapılırken AKP-MHP faşizmi döneminde zindanda işkencenin bin bir çeşidi tutsaklar üzerinde uygulanmaktadır. 12 Eylül’de tutsaklar şahsında PKK, zindanın betonlarına gömülmek isteniyordu. Kuşkusuz halkın umudu da kırılmak isteniyordu. Ancak şu anda zindanlardaki baskılar esas olarak topyekun bir soykırım saldırısının parçası olarak uygulanıyor. Esas olarak halkın iradesini kırmak için yapılıyor. Halka, zindana girenlerin durumu böyledir, bu nedenle hiçbir eyleme kalkmayın mesajı veriliyor. Demokratik siyasetçilerin üzerinde baskı yapılarak onların da iradesi kırılmak ve soykırımcı devlete karşı mücadele veremez hale getirilmek isteniyor. Öte yandan tutsaklardan intikam alınıyor. Siz nasıl olur da Kürt halkının özgürlük mücadelesinde yer alırsınız, deniyor. Öyle baskı yapıyorlar ki dışarı çıktıklarında bir daha siyasi mücadeleye katılmasınlar.
AKP-MHP faşizmi 12 Eylül askeri faşizminden daha yoğun bir baskı ve işkence sistemi kurmuş ve uyguluyor. 12 Eylül öncesi de PKK gelişmiş, taban bulmuş ve büyüyordu, halk hareketi de belli bir düzey kazanmıştı. Ancak Türk devleti böyle bir mücadeleyi kabul edemeyeceği için darbe gerçekleştirmişti. Şimdi ise PKK daha da büyümüş, halk hareketi ve halkın özgür ve demokratik yaşam iradesi daha fazla güçlenmiştir. Büyüyen PKK ve gelişen halk hareketini bastırmak için 12 Eylül’ü aşan düzeyde kapsamlı bir saldırı yürütülmektedir. PKK ve halkın mücadelesi 12 Eylül faşizmi döneminkinden katbekat fazla olduğundan PKK’yi tasfiye etme ve Kürt halkını soykırıma uğratma saldırıları da yeni boyutlar kazanmıştır. Türkiye’de zihniyet değişip Kürt sorununun demokratik siyasi çözümü kabul edilene kadar da bu mücadele keskin biçimde sürecektir. Düşman niye bu kadar saldırıyor, denirse buna mücadelemizin gelişme düzeyinin büyük olduğu; tasfiye edip, ezmek için buna ihtiyaç duyduğu söylenebilir.
Soykırımcı sömürgeci Türk devleti gibi dünyada başka bir düşman ve despot güç görülemez. Çünkü sadece egemenlik kurarak sömürge yapmak ve sömürmek için baskı yapmıyor. Bir halkı tümden soykırıma uğratmak istiyor. Böyle olunca baskılar yoğun ve farklı oluyor. Eğer sadece siyasi hakimiyet ve sömürge altına alma söz konusu olsaydı bu düzeyde despot ve kurumsal faşist bir devlet aygıtına ihtiyaç duymazlardı. Bu açıdan bu devletin karakterini iyi tanımak gerekir. Bir halk soykırıma uğratılmak isteniyorsa o devletin her yola başvuracağı bilinmelidir. Soykırım insanlık suçu olduğundan bunun da çok iyi planlanmış özel savaş ile yapılacağı açıktır.
Zindanlardaki baskılara karşı
herkes mücadele ve direniş
içinde olmalıdır
Türkiye idamı bizim mücadelemiz sonucu kaldırdı. Rêber Apo’nun idamının yaratacağı ağır siyasi sonuçları kaldıramadıkları için idamı kaldırmak zorunda kaldılar. Bu açıdan Türkiye’de idamın kalkmasını da Rêber Apo’nun öncülük ettiği mücadelemizin gelişme düzeyi sağlamıştır. Kuşkusuz bir ülkede idamın kalkması demokratikleşme için önemli bir adımdır. Türk devleti demokratikleştiğinden değil; mücadelemiz karşısında zorlandığı için idamı yasal olarak kaldırmak zorunda kaldı. Ancak demokratik zihniyete sahip olmadığından idamı zindanda ve dışarda fiili olarak sürdürdüler. Tutsakların hasta olması için zindanlar buna göre düzenlendi. Tutsakların hasta olması için her şey yapılıyor; hasta olduktan sonra da tedavisi yaptırılmayarak ölüme mahkum ediliyor. Açıkça bir defa değil defalarca idam ediliyorlar. İşkence yapa yapa insanlar öldürülüyor. Tutsaklardan böyle intikam alınıyor. Şu anda yüzlerce tutsak ağır hasta durumdadır. Aysel Tuğluk ve birçok tutsak tamamen ölüme terk edilmiştir. Bu bir düşman saldırısıdır. Dışarda, dağda, Rojava’da, Şengal’de neden saldırıyorsa zindanda da onun için saldırıyor. Bu faşist soykırımcı devlet niye böyle yapıyor, diyemeyiz. Tabi ki teşhir etmeliyiz. Ancak esas olarak direniş ve mücadele ile cevap vermemiz gerekir. Zindandaki baskılara karşı direniş ne tutsaklara ne de ailelerine bırakılabilir. Bu tutsaklar halkın en değerli evlatlarıdır. Halkı için bu zulmü görmekteler. Bu açıdan tüm halkın zindandaki baskılara karşı mücadele içinde olması gerekir.
Zindanda tutsaklar bırakılmıyor. Devletin yasalarına göre verilen ceza bitmesine rağmen arkadaşlar bırakılmıyor. 12 Eylül’de işkence ile pişmanlık göstermesi sağlanıp itirafçı yapılmak isteniyordu. Şimdi daha fazla zindanda bırakma tehdidi ile bu amacı gerçekleştirmek istiyorlar. Kuşkusuz bu uygulama Türk devleti anayasasına ve dünya hukuk normlarına terstir. Ancak Türkiye’de Kürtlerle ilgili bir durumda böyle ölçülere bakarak değerlendirme yapmak yanlıştır. Bir savaş var; AKP-MHP faşizmi düşman gördüğüne hukuk uygulamaz. Amaç soykırım olunca tabi ki savaş hukuku da dikkate alınmaz. Bu uygulama için yapılması gereken de direniştir. Türk devletinin bu uygulamaları direnişle püskürtülebilir. Kuşkusuz teşhir etmek, iç ve dış kamuoyunda bu uygulamanın haksız ve gayri meşru olduğunu ortaya koymak anlamlıdır. Bunlar yapılmalıdır; bunlar direnişi güçlendirecek ve sonuç almasını sağlayacak etkenlerdir.
Zindandaki arkadaşlar bu uygulamaya karşı direniyor. Çünkü Diyarbakır 5 nolu zindan geleneği var; 14 Temmuz direniş ruhu var. Zindandaki tutsaklar iyi hal nedeniyle tahliye edilmelerini, cezalarının indirilmesini bile kabul etmemişlerdi. Dolayısıyla bu daha fazla zindanda tutma tehdidine boyun eğmeyeceklerdir. Ancak bu uygulamaya karşı direniş sadece tutsak ailelerine bırakılamaz. Zindandaki yoldaşlarımız bu halkın özgür ve demokratik yaşamı için soykırımcı güçlerin dayatmalarını kabul etmiyorlar. Bu açıdan tüm Kürt halkı tutsakların ve ailelerin direnişine katılmalıdır. Sadece tutsak ailelerine bırakmak ne vicdani ne de ahlakidir. Bu sorun sadece tutsak ailelerinin sorunu değildir.
Tutsaklar gerilla gibi tarihi direniş gösteriyorlar. Bu direnişçi tutuma AKP-MHP faşizmi daha fazla zulümle karşılık veriyor. Gardiyanlar biz Esat Oktay’ız, diyorlarmış. Bir işkenceciye, bir katile böylece sahip çıkıyorlar. Erdoğan “bu duvarların dili olsa da konuşsaydı” diyordu. Şimdi Erdoğan’ın en yakın arkadaşlarının talimatlarıyla zindanlar işkencehaneler haline getirilmiştir. Zindanlar da zindan dışı da Erdoğan suçlarıyla doludur. Özellikle zindandaki tutsaklara yapılanlar affedilemez. Bu zulüm düzeni sürdükçe Bursa’da gardiyanlara yönelik yapılan eylemler de devam eder. Esat Oktay olmak isteyenler tabi ki Esat Oktay’ın akıbetine de uğrayacaklardır.
Rêber Apo üzerinde ağır bir tecrit ve baskı var. Rêber Apo üzerinde, PKK ve gerilla direnişi bıraksın, dayatması var. Rêber Apo da ben elimden geleni yaptım, ancak siz savaşı tercih ettiniz cevabını verir. Böyle bir cevap verdiği için Rêber Apo üzerindeki ağır tecrit sürmektedir. Rêber Apo ‘Kürt sorununun çözümü için adım atılacaksa ben rolümü oynarım; yoksa siz PKK ile ne yapıyorsanız yapın’ der. Çünkü daha önce de devlet yetkililerine ben yapacağımı yaptım siz ve PKK ne yapıyorsanız yapın, diyerek tutumunu ortaya koymuştu. Bize de ben yapılması gerekeni yaptım; siz ne yaparsanız yapın, sizi ilgilendirir, ben barış ve demokratik çözüm için rolümü oynarım, savaş kararı vermek ve savaşı durdurmak benim işim değildir, demişti. Bu açıdan Rêber Apo’nun AKP-MHP faşizminin dayatmalarına verdiği cevap bellidir. Bu nedenle ağır tecrit uygulamasıyla karşılaşıyor. Bu açıdan İmralı’da neler oluyor konusu bizim için sır değildir. Rêber Apo’ya bu nedenle ağır tecrit uygulanıyorsa bizlere düşen görev mücadeleyi yükseltmek, AKP-MHP faşizmini yenilgiye uğratarak demokratik siyasi çözümün gerçekleşmesini sağlamaktır. Eğer bu düzeyde böyle bir mücadele yürütülürse o zaman tecrit de kalkar, Rêber Apo da özgürleşir.
Kuşkusuz Türk devletinin işgaline karşı mücadele hem genel zindandaki durumu hem de İmralı’daki durumu yakından etkileyecektir. Bu işgal harekatı Rusya’nın Ukrayna’yı işgal ettiği ve bu işgalin NATO-Rusya savaşı haline geldiği bir dönemde gerçekleşti. Türkiye Ukrayna-Rusya çatışmasında esas olarak NATO yanında yer alsa da yine de Rusya’yı tümden karşısına alan bir politika izlememiştir. Özellikle Rojava nedeniyle Rusya ile ilişkisini belli düzeyde sürdürmeyi çıkarına görmüştür. Bu nedenle ABD ve Avrupa’nın uyguladığı ambargonun önemli bölümüne katılmamıştır. Bu savaş sürecinde arabulucu rolü oynamak istemiştir. Rusya’nın sıkıştığını görerek NATO’nun kabul edebileceği bir anlaşma için arabulucu çabası içinde olmuştur. Ancak hala NATO ve Rusya’nın uzlaşabileceği bir durum ortaya çıkmadığı için bir sonuç çıkmamıştır. Türk devleti bu konuda bir sonuç almasa da içerde ve dışarda barış isteyen bir güç olduğu algısını yaratmaya çalışmıştır. Hem bu süreçte ABD ve Avrupa’nın hem de Rusya’nın kendisinin yapacağı bir işgal harekatına karşı sessiz kalacağını düşünerek hem de yarattığı barış yanlısı algısını değerlendirerek Medya Savunma Alanlarına işgal harekatı başlatmıştır.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali çok tartışılmaktadır. Çünkü küresel kapitalizm dönemindeki siyasal mücadelede farklı bir durum ortaya çıkarmıştır. Eğer Ukrayna üzerinde süren mücadele doğru anlaşılmazsa genel siyasi ve askeri durum açısından yanlışlıklara düşülebilir.
Küresel kapitalist sistem içi
mücadele, post modern biçimde
karşımıza çıkmaktadır
1. Körfez Savaşı’ndan bu yana Ortadoğu merkezli 3. Dünya Savaşı yaşanmaktadır. Bu 3. Dünya Savaşı küresel kapitalizm ve tüketim toplumu aşamasında başlamış ve sürmektedir. Soğuk savaşın dağılmasından sonra küreselleşen kapitalizmin hakim olduğu dünyada yeni dünya dengeleri kurulmak istenmektedir. 3. Dünya Savaşı da bunun için sürmektedir. Ancak 3. Dünya Savaşı’nın gerçekliği 1. ve 2. Dünya Savaşı gibi değildir. Ne kapitalist güçlerin iki kampa bölünüp vuruşması vardır; ne de 2. Dünya Savaş’ında olduğu gibi farklı bir siyasi, ekonomik ve toplumsal sistem vardır. Şu anda dünyanın tüm ülkeleri küresel kapitalist sistemin bir parçasıdır. İran gibi bazı ülkeler tümden küresel kapitalizmin parçası olmasalar da esas olarak kapitalist zihniyet ve üretimin ağırlıklı olduğu ülkelerdir. Ancak sistem içine tümden girmediklerinden; küresel kapitalizmin içine girdiği ekonomik ve siyasi sorunlardan biraz daha az etkilenmektedirler. Ancak kapitalist üretim dışında toplumsal bir üretim hakim olmadığından; üzerinde uygulanan ambargolar bu ekonomiyi etkilemekte ve gelişmesinde sorunlar yaratmaktadır.
Küresel kapitalizm koşullarında çok kutuplu bir dünya da tek kutuplu dünya da söz konusu değildir. Ya da oluşan siyasi ilişkileri ve dengeleri bu kavramlar içinde ifade etmek çok gerçekçi değildir. Rêber Apo’nun belirttiği gibi kapitalist ülkeler bir piramit gibi dizilmişlerdir. Zirvede olanlar vardır; piramidin diğer basamaklarında yer alanlar vardır. Bunların tümü küresel kapitalizm içinde var olmaktadırlar. Kuşkusuz zaman içinde piramidin basamaklarında yer değişiklikleri olacaktır, olmaktadır. Yani kapitalist ülkeler arasındaki mücadele süreklidir. Her biri piramidin basamaklarının üst sıralarında olmak için mücadele etmektedir. Bu açıdan buna tek kutuplu dünya demek yerine kapitalist modernitenin hakim olduğu ve sistem içi mücadelenin sürekli sürdüğü, ama 1. ve 2. Dünya Savaşlarındaki gibi keskin kamplaşmalar içinde olunmayan bir dünya siyasal gerçekliğinden söz etmek mümkündür.
Kapitalist modernist güçler arasındaki mücadele belli bir süre sonra göreceli dengeler ve statükoyu ortaya çıkarabilir. Mücadele aynı sistem güçleri arasında ve birbirini çok etkileyen küresel bir sistem ortamında olduğundan sert bir mücadele ile kısa sürede yeni dengeler ve statükolar oluşmamaktadır. Bu nedenle 3. Dünya Savaşı hala sürmektedir.
Şu anda ABD, Avrupa, Rusya ve Çin dünyanın öne çıkan kapitalist ülkeleridir. Japonya, Hindistan, Güney Kore, Brezilya gibi ülkeler de önemli ekonomik güce ulaşmışlardır. Bunlar G-20 ülkeleri olarak tanınmaktadır. Türkiye’nin de içinde olduğu gelişmekte olan ülkeler de bu oluşumun içindedir. ABD ve Avrupa Birliği ile Çin ve Rusya arasında ekonomik ve siyasi rekabet vardır. Çin’le ağırlıklı olarak ekonomik rekabet sürerken Rusya ile siyasi rekabet ağırlıktadır. Bu güçler arasında rekabet olsa da kapitalizmin küresel karakteri nedeniyle çok şiddetli çatışmalar içine girmekten kaçınmaktadırlar. Aralarındaki mücadele sürekli olsa da şiddetini belli dozda tutmaya dikkat ediyorlar. Çünkü tümü küresel kapitalist sistemin parçasıdırlar; kapitalist çarkın birer dişlisi gibidirler. Bu açıdan bu dişlilerin kırılmasına yol açacak düzeyde bir mücadele içine girmiyorlar. Suriye’de bunu en açık biçimde gördük. Aralarında bir rekabet ve mücadele olsa da çok zorunlu kalmadıkça şiddete başvurmuyorlar. Ya da sınırlı bir güç gösterisiyle kendi alanlarını çiziyorlar. ABD ve Rusya’nın hava sahasını paylaştığı, diğerinin hava sahasına girme durumu olunca da birbirlerine bildirdikleri bir ilişki içindedirler. Ancak sürekli birbirinin alanlarını daraltma mücadelesi de oluyor. Öte yandan doğrudan savaşa girme yerine ilişkide oldukları güçleri kullanıyorlar.
Çin ile ekonomik ve siyasi rekabet yapıp, askeri alanda da güç mücadelesi yürütürken bu mücadeleyi şiddetli savaşa girecek düzeye getirmiyorlardı. Ancak ittifaklar kurarak, diğer ülkeleri kullanarak birbirlerini geriletmeyi esas alıyorlar. Örneğin Çin’in güçlenmesi karşısında ABD, Çin’i kuşatan ittifaklar yaparak Çin’in istemedikleri düzeyde güç kazanmasının önüne geçme yoluna gittiler. Özcesi çatışma, çekişme, rekabet sürekli ama dozu küresel sistemi alt üst edecek güç kullanımından kaçınıyorlar. Küresel kapitalist sistem içi mücadele bir yönüyle post modern biçimde karşımıza çıkmaktadır.
Rusya, Ukrayna’yı işgal ederek küresel kapitalist sistem içindeki mücadele yol ve yöntemleri aşması ve özellikle kapitalist sistemin hala hakim gücü olan ABD ve Avrupa’nın askeri ve siyasi güç alanlarını zorlaması yeni bir durumu ortaya çıkarmıştır. Daha önce Kırım işgali ve Gürcistan müdahalesi ABD ve Avrupa’yı şiddetli tepki vermeye zorlamamıştı. Rusya’nın küresel kapitalist sistem içindeki konumu bu işgalleri yapmasına imkan vermiş; diğerleri de farklı tepki vermeyi çıkarlarına görmemişti. Rusya yine benzer bir durumu yaratacak konumda olduğunu; önemli bir sistem içi güç olduğundan kendisine çok şiddetli karşılık verilmeyeceğini düşündü. Ancak yanıldı. Çünkü ABD ve Avrupa Rusya küresel kapitalist sistem içinde olduğundan yaptırımlarla ciddi sıkıntıya düşürecek bir politikayı devreye koydular. Sistem içi bir güç olan Rusya’yı birçok bakımdan ciddi olarak zorladılar. Rusya sistem içi güç olduğundan birçok siyasi ve ekonomik dengesini buna göre düzenlediğinden kendisinin sistem içi bağlarına dokunulunca çok zor durumlara düşmüştür. Öte yandan askeri olarak da Ukrayna’yı destekleyerek Rusya’yı bir çıkmazın içine sokmuşlardır.
Rusya ile Çin küresel kapitalizm içinde ittifak olan iki güçtür. Küresel kapitalist sistem içinde de ittifaklar kurulacak, bu yolla piramidin basamaklarında birbirini zorlamaya, geriletmeye çalışacaklardır. Bunun için yerel ya da vekalet savaşları yürüteceklerdir. Çin Rusya ile bir müttefik oldukları halde Ukrayna savaşında Rusya’ya istediği desteği vermedi, veremedi. Kuşkusuz bazı destekleri olmaktadır. Ancak küresel kapitalizm içinde Rusya gibi kendisine bir yönelimin çok zararına olacağını düşünüp daha temkinli oldu. Tarafını açık bir şekilde Rusya’dan yana koyamadı. Çünkü Çin kapitalizmin küreselleşmesinden en fazla kazanç sağlayan bir ülke konumundadır. Çin’in tutumu küresel kapitalizmin karakteri ve mücadele biçimi açısından çarpıcı bir örnektir.
Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik
savaşı NATO-Rusya savaşıdır
Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik savaşı NATO-Rusya savaşıdır. Soğuk savaşın karakteri içinde yürüyen bir savaştır. Ya da küresel kapitalist dönemin askeri ve siyasi dengelerini oluşturma savaşıdır. Bu yönüyle hala tam olarak küresel kapitalizmin siyasi dengeleri, askeri ve siyasi tarzı oturmuş değildir. Eğer küresel kapitalizmin siyasi ve askeri dengeleri otursaydı ve yeni dönemin savaş ve mücadele tarzı genel bir karakter haline gelseydi böyle bir savaş tarzı ile karşılaşmazdık. Demek ki, hala küresel kapitalizm güç dengeleri oturmamış. Dolayısıyla bu savaş yeni dengelerin oluşturulması olan 3. Dünya Savaşı’nın farklı bir savaş tarzı olmaktadır. Bir yönüyle de küresel kapitalizmin dengelerinin oluşması öncesinin savaş tarzının ortaya çıkmasıdır. Bu açıdan bu savaş tarzını bir dönem genel mücadele tarzı olarak görmemek; geçiş aşamasında görülecek bir durum olarak ele almak daha doğrudur. Bir yönüyle arızi bir savaş durumu olarak da ifade edilebilir.
Bu savaş kapitalist modernist güçler arasındaki bir savaştır. Rusya’nın işgaliyle başlamıştır. Tabi ki hiçbir işgali doğru bulamayız. Ancak böyle diye bizler, devrimci güçler böyle bir savaşta taraf durumuna düşemeyiz. Devrimciler, sosyalistler 1. ve 2. Dünya Savaşında nasıl tutum takınmaları gerekiyorduysa şimdi de benzer bir durum vardır. Bu savaşlar ulus devletçi anlayıştan, kapitalizmin çıkar mücadelesinden kaynaklanmaktadır. Ulus devlet anlayışının yerine demokratik ulus ve halkların kardeşliğinin olduğu yerde böyle savaşlara girilmez. Erkek egemenlikli sömürücü devletçi zihniyet, savaşların kaynağıdır. Ulus devlet anlayışı ise bu savaşları daha da acımasız hale getirmiştir. Ulus devlet dönemi kadar savaşları daha yıkıcı ve süreklileştiren bir dönem olmamıştır. Bu açıdan ulus devletçi zihniyet ve kapitalist modernitenin egemenlik anlayışının sonucu gerçekleşen bir savaşın tarafı olunamaz. Böyle bir savaşta taraf tutulursa kapitalist güçlerin arasındaki mücadelede genel bir yaklaşım gösterme durumundan çıkıp şu ne kadar haklı haksız yaklaşımı ile tutum ortaya koymak kapitalist sistem içi savaşın tarafı olmaktır. Sistem içi savaşları kendi cephemizden kabul etmek anlamına gelir.
NATO ve Rusya arasında süren savaşta bu savaşları çıkaran zihniyet ve sisteme karşı tavır koymak ve savaşları engelleyecek zihniyet ve bunun politikasını savunmak gerekir. Bu savaşlar karşısında demokratik ulus anlayışının ne kadar doğru ve savaşları ortadan kaldıracak bir yapılanma olduğunu savunmak ve göstermek gerekir. Kapitalist modernist güçlerin bu savaşta konumlarına göre bir tarafı tutması anlaşılırdır. Nitekim bunu görmekteyiz. Ancak sosyalistler, devrimciler, yeni bir dünya yaratmak isteyenler, sistem dışı güçler bu savaşta taraf olamazlar. Savaş karşıtlığı da bir tarafı tutarak olmaz. Bu savaş vesilesiyle kapitalist sistemi, onun ortaya çıkardığı ulus devletçi anlayışı teşhir etmek, bunun alternatifi olan Kadın Özgürlükçü Demokratik Ekolojik Toplum Paradigmasını, onun modernitesi olan Demokratik Moderniteyi ve demokratik ulus anlayışını gündemleştirmek ve bu temelde kapitalist moderniteye karşı mücadeleyi yükseltmek bizlerin gerçekleştirmesi gereken görev olmaktadır.
Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik işgal saldırısı ve buna karşı gösterilen tutumlar kapitalist modernist güçlerin maskesini bir daha düşürmüştür. Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi karşısında dünyayı ayağa kaldıran ABD ve Avrupa Efrîn, Serêkaniyê ve Girê Sipî’nin işgalinde kılını kıpırdatmamıştır. Halklar bu işgale karşı çıkarken ABD ve Avrupa ise sessiz kalarak bu işgallerin destekçisi olmuştur. Ukrayna’da işgal var diyerek herkesi Rusya’ya karşı tutum almaya zorlayan ABD ve Avrupa Türk devletinin Medya Savunma Alanlarına yönelik işgal harekatına hem onay vermiş, hem de desteklemişlerdir. Onlar için bir yerin işgal edilmesi sorun değildir. Önemli olan çıkarlarıdır. Kendi müttefikleri bir yeri işgal edince bu normal görülür ama kendi çıkarlarına uygun değilse işgal olarak değerlendirilir! ABD ve Avrupa’nın Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi karşısında gösterdikleri tutum üzerinden teşhir edilmesi, dünya halklarını bilinçlendirme ve doğru bir savaş karşıtlığına yöneltme açısından önemlidir. Kürdistan’da Türk devletinin tüm yaptıkları soykırım iken, böyle bir ülkeye destek veriliyor; ama bu soykırıma karşı mücadele verenler ise Türkiye’nin isteğiyle terörist ilan ediliyor ve bu mücadelenin kirli yöntemlerle tasfiye edilmesine destek veriliyor. İnsanlık tarihinin en büyük siyasi ahlaksızlığı böylece ortaya konuluyor.