Bilindiği gibi Uluslararası Komplo somut olarak 9 Ekim 1998 günü Önder Apo’nun Suriye’den çıkartılmasıyla başlatılmış, Rusya’dan Avrupa’ya ve oradan da Afrika’ya kadar uzanan tarihin en büyük takibi dört ayı aşkın süreyle yürütülmüştür. Böyle bir saldırı ile Önder Apo’nun imhası hedeflenmiş ve buna dayanılarak da Kürt halkının özgürlük öncüsü olan PKK’nin tasfiyesi gerçekleştirilerek Kürt soykırımının önündeki tüm engeller ortadan kaldırılmak istenmiştir. Bu temelde Kürt soykırımının başarıya götürülmesi hedeflenmiştir. Dikkat edilirse, Uluslararası Komplocu güçler gerçekten de oldukça planlı ve örgütlü bir biçimde hareket etmişlerdir. Kendileri açısından gerçekleştirilebilecek en uygun bir saldırı stratejisini ortaya çıkartıp uygulamaya koymuşlardır. Kürt soykırımını gerçekleştirerek Ortadoğu’yu daha çok bölüp-parçalama, faşist diktatörlükler altında yaşar hale getirme, yaşamı tüm insanlığa zehir etme hedefi gütmüşlerdir.
9 Ekim komplosunun da yeni bir yıl dönümü, dolayısıyla hareket ve halk olarak 26 yıldır Önder Apo öncülüğünde Uluslararası Komplo saldırılarına karşı tarihi bir direniş yürütüyoruz. Bu temelde öncelikle bu kahramanlık direnişinin yaratıcısı Önder Apo’yu ve tarihi İmralı direnişi öncülüğünde gerçekleşen halkımızın özgürlük ve demokrasi mücadelesini selamlıyoruz. ‘Güneşimizi Karartamazsınız’ şiarıyla Önder Apo etrafında ateşten çember oluşturan, 26 yıldır Önder Apo’yu sahiplenen ve savunan kahraman şehitlerimizi saygı, sevgi ve minnetle anıyoruz. Önderlik ve şehitler çizgisinde daha doğru ve kararlı bir biçimde yürüyerek Uluslararası Komplo’yu ve onu temsil eden İmralı işkence ve tecrit sistemini yenilgiye uğratıp tarihe gömme hedef ve irademizi bir kez daha ifade ediyoruz.
Bu komplocu imha saldırılarına karşı Önder Apo’nun geliştirdiği çok dikkatli ve duyarlı bir duruş ve mücadele, yine hareketimizin ve halkımızın ‘Güneşimizi Karartamazsınız’ şiarı temelinde Önder Apo etrafında kenetlenmesi söz konusu imha hedefini boşa çıkartmış ve başarısız kılmıştır. Karanlık yöntemlerle Önder Apo’yu imha edemeyeceğini anlayan komplocu güçler yöntem değiştirerek ve yeni bir planlama yaparak 15 Şubat 1999 komplosunu ortaya çıkartmışlardır. Böylelikle Kürt soykırımı ve PKK’nin tasfiyesi ve Önder Apo’nun imhası hedefinden vazgeçmemişlerdir; sadece komplocu yöntemlerle Önder Apo’yu imha edemeyince yöntem değiştirmek, kendilerine yeni imha yöntemleri bulmak zorunda kalmışlardır.
Komplocu güçler 9 Ekim günü Önder Apo’yu imha etmek istediler. Bu süreç somut olarak Önder Apo’ya saldırıyla başladı. 90 başında reel sosyalizmin çözülüşü sürecinde de saldırılar oldu ama onun dışında bu tarzdaki bir saldırı o zaman başladı. Mücadele edilerek bu imha saldırısı boşa çıkartıldı. Yoksa karşıtlarımız planlamadılar ve uygulamadılar değil, planladılar uygulamaya çalıştılar da başarısız oldular. 15 Şubat komplosu Önder Apo’nun idamı için öngörüldü. Böylelikle İmha, idamla gerçekleşecekti. Mücadele edilerek idam önlendi. Halkların mücadelesi, Kürtlerin mücadelesi, Önder Apo’nun doğru, etkili, fedai çizgisindeki mücadelesi her zaman başarılı sonuçlar verdi. Karşı tarafı boşa çıkardı, yenilgiye uğrattı, kazanım sağladı. İmhayı ve idamı önledi. Fakat komplocu güçler İmralı sistemi içerisinde çürütme politikasıyla siyaseten, ideolojik olarak yok ederiz diye düşündüler. TC’nin sözde akıllı yöneticileri ‘Apo’yu herkes kullanmış biraz da biz bu biçimde kullanalım, kendimize hizmet ettirelim’ yaklaşımına girdiler. Bunu Ecevit başkanlığındaki hükümetle yürütmek istediler ama sonuçta kendileri yenildiler. Önder Apo, İmralı sistemi içerisinde de düşünce üretti, bütün tarihsel olarak ezilenlerin mücadelesinin özeleştirisini vererek bu mücadeleyi yeni bir paradigmaya kavuşturdu. İmralı ortamında tarihin en büyük zihniyet devrimini, entelektüel devrimini gerçekleştirdi. Tüm ezilenler için kurtuluş yolunu gösteren yeni paradigmayı demokratik uygarlık çizgisini geliştirdi, sistemini yarattı. Demokratik modernite paradigmasını ortaya çıkardı. Bunlar tarihin en büyük devrimci gelişmeleridir. Demek ki o koşullarda da mücadele edilebiliyor, insan her koşulda mücadele edebiliyor, gelişme sağlıyor ve kazanım elde edebiliyor. Bunu İmralı mücadelesinde de gördük. Sonuçta Önder Apo’yu İmralı’da çürütmek isteyenler en büyük devrimci düşünceyle karşılaştılar ve yenildiler. Ardından Tayyip Erdoğan yönetiminin, AKP’nin yalancı sahtekarca yöntemleriyle sonuç almayı umut ettiler. AKP takiyeciliğiyle Uluslararası Komplo’yu sonuca götüreceğini sandılar. ‘Çözüm süreci’ ya da ‘Kürt sorununu ben çözerim!’ biçiminde her türlü yalan, hile ile sonuç almak istediler. Karşı tarafı yanıltarak, aldatarak başarılı olmak istediler, bu yönlü bin bir türlü yöntem geliştirdiler. Geçen yirmi yıl içerisinde defalarca planlamalar oluşturdular. Bunların hepsine karşı büyük bir mücadele verildi. Böylece Tayyip Erdoğan ve AKP’nin komployu yönetme biçimi boşa çıkartıldı, yenilgiye uğratıldı. Başka kimseyi bulamadılar, değiştiremiyorlar. Türkiye ‘gardiyan’ olarak konmuştu yani komployu pratikleştirip sonuca götürecek, İmralı’yı yönetecek sistem olarak Türkiye siyaseti, sistemi çoktandır bitti krizdedir çıkamıyor, Türkiye ile birlikte komplocu sistem krizde ve kaos içerisindedir, oradan çıkamıyor.
Demek ki, komplo gerçeğini Kürt soykırım gerçeğiyle bağını iyi görmek lazım. Kürt soykırım saldırıları Uluslararası Komplo saldırısı olarak sürüyor. 26 yıldır 9 Ekim 1998’den bu yana özgür Kürt varlığı da İmralı direnişi temelindeki fedai direnişiyle sağlanıyor. Kürt gerçeğini İmralı’ya bakarak anlayabiliriz. Gerçek Kürt varlığı, özgür Kürt varlığı oradadır onun da nasıl bir imha saldırısı altında olduğu ortadadır. ‘Ben Kürdistan’da özgürce yaşamak istiyorum’ diyenler bu yaşamın İmralı’da nasıl yaratıldığını, nasıl her an büyük bir mücadeleyle sağlandığını görmek, bilmek, anlamak durumundalar. Komploya karşı mücadele 26 yılda önemli gelişmeler yarattı, aslında biz onun üzerinde durmalıyız. Küresel Özgürlük Hamlesi’nin sonuç alıcılığını da biraz buraya dayanarak görmeliyiz, çünkü komployu doğru anlayamamak Kürt gerçeğini, Kürt soykırımını, bu soykırımı yaratan zihniyet ve sistemi, küresel kapitalist modernite sistemini doğru anlamamaya götürüyor. Bunu doğru anlamamak da Kürt özgürlüğünü, dolayısıyla insanlığın özgür ve demokratik yaşam kazanmasını doğru anlamama sonucunu veriyor. Sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve sistemi doğru anlamamak komploya karşı mücadeleyi de doğru anlayamamaya götürüyor.
Kapitalist modernite sistemi demek savaş ve saldırı demektir
35 yıldır bir 3. Dünya Savaşı yaşanıyor. Dünya savaşı ‘Birinci, İkinci, Üçüncü’ olarak değerlendiriyoruz. Aslında öyle tanımlamak yerine, kapitalist modernite sisteminin küresel hegemonik güç haline gelmesiyle birlikte savaşlar küreselleşti ve dünya savaşları ortaya çıktı demek daha yerinde bir değerlendirme olur. Kapitalist modernite sistemi demek, savaş ve saldırı demektir. Küresel düzeye gelmeden bu savaşlar yerel ve bölgesel oluyordu. Sistem küresel hale gelince yani bütün dünyayı devletçi sistem ele geçirince savaşlar da dünya savaşı haline geldi ve o günden bugüne kadar dünya savaşı sürüyor. Niye ‘Birinci, İkinci, Üçüncü Dünya Savaşı’ diye ayrıldı, bu da 1917’de Rusya’daki Sovyet Devrimi’yle bağlantılıdır. O devrim savaş yoğunluğunu azalttı. Savaşan güçlere ateşkes ilan ettirdi. Çünkü alternatif bir dünya yaratıyorum diye bu sisteme karşı çıktı. Onun korkusuyla ateşkes ilan etmek durumunda kaldılar. Birinci Dünya Savaşı öyle sona erdi. Yoksa savaşın kendi planlamasıyla sona ermedi. Sistem kendi yaptığı planlamayı sonuca götürmedi. 2. Dünya Savaşı denen savaş da bu ateşkes durumuna Hitler Almanya’sının itiraz etmesiydi. Bir kere daha Alman sermayesi Hitler faşizmiyle şansını denemek, küresel sermayeye egemen olmak istedi. Onu da Sovyetler Birliği başarısız kıldı.
90 başında Sovyetler Birliği çözülünce küresel kapitalist modernite sisteminin dünya savaşı yürütmesinin önünde bir engel kalmadı. Reel sosyalizmi ideolojik, zihniyet, tarz, sistem olarak eleştirelim ama hakkını da vermek lazım. Küresel kapitalist hegemonyanın yaşadığı dünya savaşı durumunu ateşkese götüren bir özellik taşıdı. 1920’den 1940’a kadar, 1950’den 1990’a kadar iki bölüm halinde 20. yüzyılın belli bir kesiminde böyle bir dünya ortaya çıkardı. Dünya barışını biz temsil ediyoruz diyorlardı, buna da hakları vardı. Çünkü ateşkesi yaratan Sovyetler Birliği’nin varlığıydı. Sadece Sovyetler Birliği’nin devlet olarak ya da siyasi ve askeri olarak varlığı değil, ideolojik olarak varlığıydı. Kapitalizme alternatif bir dünyanın ortaya çıkartılma alternatifi bunu oluşturuyordu. Bundan duyulan korku, sermaye tekellerini çatışma yerine uzlaşma ya da çatışmayı sınırlandırma, alt düzeye götürme zorunda bıraktı. Bunu çeşitli küresel kurumlarla da yaptılar. Birinci Dünya Savaşı’ndan Cemiyet-i Ahvam oluşturdular. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşmiş Milletler kurumuna götürdüler. Başka kurumlar oluşturdular, bunlarla denetlenir kıldılar. Demek ki sistemin kendisi savaştan çıkmadı. Kriz derinleşiyor sonra savaşla bunalımını hafifletiyor çıkıyor biçiminde değil, savaştan çıkartan ve çıkmaya zorlayan, ateşkese zorlaya Sovyetler Birliğinin, Ekim Devrimi’nin varlığı oldu.
Birinci Dünya Savaşı bir Alman-İngiliz savaşıydı. ‘Dünyanın yeniden paylaşılması savaşı’ denildi. Onun da esası enerji kaynakları ve yolları üzerindeki egemenliği paylaşma savaşıydı. Bunun da özünü Asya’nın zenginliklerinin Avrupa tarafından sömürülmesiydi. İngiltere ‘Güneşi Batmayan İmparatorluk’ olmuştu, İngiliz sermayesi hegemonik sermaye haline gelmişti, Asya üzerinde egemenlik kurmuştu, yeni gelişen ve güçlenen Alman sermayesi bundan pay almak istedi ve ‘bana daha fazla pay vereceksiniz’ dedi. Enerji kaynakları ve yolları üzerinde daha çok etkinlik kurmak istedi ve savaş böyle ortaya çıktı. Buna göre kurgular yaptılar. Savaşın başlangıcında Asya’nın zenginliklerinin Avrupa’ya taşınması, Avrupa’da üretilen malların Asya’da pazarlaması vardı, çünkü nüfus Asya’daydı, zenginlikler Asya’da daha çoktu, tüketim Asya’da daha fazlaydı. Avrupa kapitalizmi ancak Asya’nın ham maddesi ve pazarıyla kendisini var edebiliyordu. Çünkü işin mantığında azami kâr vardı, sürekli büyüyen kâr hırsıyla nerede zenginlik çoksa, nerede pazar büyükse, nerede zenginlikler varsa oraya saldıracaktı. Bu temelde Avrupa’dan Asya’ya ticaret yolu, enerji yolu oluşturmak istediler. Berlin-Bağdat-Basra Demir Yolu Projesi olarak başladı. Bu da İngiliz projesiydi. İngilizler Asya’ya Hindistan’a ticaret yolu oluşturmak istediler. Abdülhamit Almanlarla ittifak yaptı projeyi Almanlara verdi. İngiltere buna karşı çıktı ve Fransa-Rusya ile ittifak yaptı. İttihat ve Terakki yönetimi de Almanlarla savaş cephesi oluşturunca savaşa girdiler. Görüldü ki bu yolu Almanya yapacak dolayısıyla Hindistan üzerinden Asya’nın sömürüsünde etkili hale gelecek, buna karşı İngiltere-Fransa-Rusya da Osmanlı topraklarını ele geçirmek için savaşa girdi.
1914’te savaşa başladılar, kendi aralarında tartıştılar. 1916’da Ortadoğu’nun nasıl paylaşılacağı konusunda İngiltere-Fransa ve Rusya anlaşmaya vardılar. Kapitalist modernite sistemi küresel hegemonik hale nasıl gelecek, Ortadoğu’yu nasıl paylaşacak onun haritasını çıkardılar. Sovyet Devrimi’yle 1917 sonunda Rusya bu anlaşmadan çekildi, dolayısıyla savaştan çekildi. Rusya cephesi zayıf kalınca savaşın çehresi değişti. Bir yandan alternatif sosyalist arayışla tehdit etti, diğer yandan savaş ittifakını bozdu. İngiltere ve Fransa, Almanya karşısında elde ettikleri sonuçla Ortadoğu’ya bir şekil çizdiler ama Rusya’nın yokluğu bir de Ekim Devrimi, Sovyetler Birliği’nin varlığı ortamında Türkiye Cumhuriyeti devleti kuruldu. 1923’te Lozan Anlaşması’na gitti. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kabul ettirdi. Egemen güçler İngiltere ve Fransa bunu kabul ettiler. Çünkü Ekim Devrimi’ne karşı, Sovyetler Birliğ’ine karşı kendisini savunsun diye, bir de o modele göre zaten alan Rusya’nın alanıydı, kendi alanlarını paylaştılar, onunla da uzlaştılar. Onu model yaparak Ortadoğu’da küresel kapitalizmin ulus-devlet sistemini şekillendirmeyi, geliştirmeyi öngördüler. Bu 90’a kadar böyle geldi. 90’da Sovyetler Birliği çökünce savaş durumu yeniden başladı. Şimdiki var olan gelişmeler 35 yıl sonra ortaya çıkan sonuçlara bakıldığında hala işin merkezinde enerji yolu kavgası var. Ukrayna savaşı da onun üzerinedir. Rusya ile Çin ittifak yaptılar, Ukrayna üzerinden Avrupa ile de anlaşarak Çin’in ‘Bir Kuşak, Bir Yol’ isimli projesi temelinde enerji yolunu Karadeniz’in kuzeyinden geçirmek istediler, ABD oraya müdahale etti. Onun için Afganistan’dan çekilmeyi göze aldı. NATO’yu güçlendirdi. Diğer yandan Türkiye buna alternatif geliştirmek istedi, Türkiye ile mücadele ettiler. Sonuçta 1990’dan itibaren başlayan savaş böyle bir güvenlikli enerji yolu oluşturma istemidir.
Bunun için Irak’ın Kuveyt işgalini sağladılar ve sonrasında bunu gerekçe yaptılar. Körfeze asker çıkardılar. Basra Körfezi’ni karadan ve denizden denetim altına almaya çalıştılar. Yetmedi 11 Eylül 2011 İkiz Kule saldırısını gerekçe yaptılar Afganistan’a ve Irak’a işgal saldırısı başlattılar. Hem Suudi Arabistan üzerinden körfezi hem de Irak ve Afganistan’a kadar genişleterek körfezi ve çevresini askeri denetim altına almaya çalıştılar. Öngördükleri yol projesinin o bölümünü sağlama alma mücadelesiymiş. Bunu yapabilmek için kendilerine gerekçe yarattılar. Saddam’ın Kuveyt’i işgali bir bahane oldu. Fakat Irak’a karşı açtıkları Körfez Savaşı’nda Saddam Hüseyin’i yıkmadılar. On seneden fazla Saddam Hüseyin’i Bağdat’ta öyle tuttular, birlikte yaşadılar. Çünkü hazır değillerdi, güçleri yoktu, korktular. En çok da Kürdistan’daki gelişmelerden korktular. Kuzey Kürdistan’da gelişen Özgürlük Mücadelesi öyle bir durumda Güney’e yayılır, Güney üzerinden Irak’ta etkili olur, Sovyetler Birliği alternatif olamamışken bile ondan korkanlar, ondan kurtulduklarının daha tehlikelisiyle Kürdistan üzerinde karşılaşırlar kaygısıyla Saddam Hüseyin’i ayakta tuttular.
1991’de Hewlêr yönetiminin kurulması komplonun da başlangıcıdır
Güney Kürdistan üzerinde 1991’de Çekiç Güç Operasyonuyla Hewlêr yönetimini kurdular, bunun hedefi Bağdat’ı kuzeyden kuşatmak ama esas olarak da PKK’nin Kürt Özgürlük Hareketi’nin Güney Kürdistan’a girişini engellemekti. Kuzey ile Güney Kürdistan’ın özgürlük çizgisinde birleşmesini engellemekti. 1991’de ABD Çekiç Güç Operasyonu’yla Hewlêr yönetimini başlattı, Önder Apo da Botan-Behdînan kurtarılmış alanıyla özgür Kürdistan’ı yaratarak Türkiye’de ve Irak’ta demokratikleşmeyi öngören hamle yapmak istedi. Karşıt iki proje oluyordu. Uygulanan Amerika projesi oldu. Önder Apo’nun öngördüğü proje pratikte uygulanamadı. Bunlar o zamandan karşı karşıya geldiler. Hewlêr yönetimiyle, Çekiç Güç Operasyonu’yla PKK’nin Güney Kürdistan’a girişini engellediler. KDP-YNK yönetimini oluşturdular, güya Kürt statüsünü de verdiler, böylece önünü kestiler, PKK’ye karşı alternatif bir güç oluşturdular. Yoksa KDP ve YNK yoktular. 1988’de hepsi dağılmış terk edip gitmişlerdi. Kimisi Rojhilat’taydı, kimisi Bakur’daydı, kimisi Avrupa’daydı, Başûr’da kimseleri yoktu. Bu aynı zamanda komplonun da başlangıcıdır. PKK’yi kuşatma hazırlığıydı. Afganistan ve Irak işgalinden önce Körfezi daha fazla denetime alabilmek için Saddam Hüseyin yönetimini tümden yıkmaları gerekti, onu yapabilmek için de önce PKK’yi etkisiz kılmayı, Önder Apo’yu etkisiz kılmayı öngördüler. Dikkat edilirse o kadar korktular. Alternatif gelişme olur, biz zayıf kalırız diye korkuyla tedbirli hareket ettiler. Birinci Dünya Savaşı’nda böyle bir deneyimleri yoktu, tecrübeleri yoktu, korkuları yoktu, Ekim Devrimi biraz da o boşluktan oluştu, çok zayıf bir güçle Bolşevikler Rusya’da iktidarı ele aldılar, çünkü zemin açıktı, ortam açıktı, karşılarında bir alternatif yoktu. O açıdan sistem ondan korkmuyordu, onun için boşluk yaratıyordu, Bolşevikler de o boşluktan yararlandılar ama 90’dan itibaren sistem hiç boşluk bırakmak istemedi. Alternatif olacak kim varsa etkisiz kılmaya çalıştı. PKK alternatifini de etkisiz kılmak için Bağdat’a saldırmadan önce Uluslararası Komplo’yu gündeme getirdi, Önder Apo’yu imha edip PKK’yi etkisiz kılarak Bağdat’a saldırmak istedi. İmha edemediler ama İmralı tecrit sistemi altına alarak orada artık sonuca ulaşacaklarını umut ederek Bağdat’a saldırdılar. Böylece ilk yirmi yılda öyle görülüyor ki, körfez ve çevresini denetime aldılar. 2010’dan itibaren ‘Arap Baharı’ denilen halk ayaklanmalarını, Arap ulus-devlet diktatörlüklerine karşı toplumdaki muhalefeti, gelişen tepkiyi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak üzere de giderek Doğu Akdeniz’i de denetim altına almak istediler. Bununla devletçi radikal İslami grupların üzerine gittiler. Hem Hüsnü Mübarek yönetimini aştılar hem de İhvanı Müslim’in yönetimini denetime alarak Mısır’ı, Kuzey Afrika’yı belli ölçüde denetlediler. DAİŞ’le birlikte de Irak ve Suriye’yi parçalamayı, zayıflatmayı ve buralarda etkinliklerini geliştirmeyi öngördüler. Bunların hepsi aslında enerji yolunun ikinci bölümü olan Doğu Akdeniz bölümünün denetim altına alınmasıydı. ABD’nin daha bu yol arayışı içindeyken, netleştirmeden önce Irak sınırından getirip Kuzey Suriye’den Akdeniz’e götürme planı vardı. DAİŞ’e karşı Kobanê’de savaşa girmesi, Kürtlerle ittifak yapmasının hepsi enerji yolunun alanını oluşturma, güvence altına alma yaklaşımıydı, planı ve projeleri böyleydi. Fakat bunu Türkiye engelledi. Cerablus’tan saldırarak, yine İdlib’i işgal ederek ABD üzerinde baskı yaptı, Rojava’daki direnişte askeri olarak çok hızlı gelişip böyle bir etkinlik sağlayamadı. Böyle bir durumda Türkiye ABD’nin bu planını boşa çıkardı, onun üzerine daha güvenlikli olacak yer olarak denizi öngördüler ve nitekim 2022’de Hindistan’daki G-20 toplantısında bu yol projesini ilan ettiler. İlgili yerlerle anlaşma yapmış oldular. Körfez tarafını tamamen sağlama almış oldular. Doğu Akdeniz üzerinde de anlaşmalar yapmış oldular. İsrail-Arap anlaşması yapıldı. Mısır ile Almanya ve diğer ülkeler anlaşmalar yaptılar. Mısır-İran, Suudi-İran anlaşmaları oldu. Körfez’in güvenliğini biraz da o anlaşmalara dayanarak sağladılar. Geriye kalan pürüzleri de temizleyerek yapmaya çalıştılar. Yunanistan ile Güney Kıbrıs’ı da hazırladılar. Yıllardır ABD ve Almanya özel olarak Yunanistan’ı böyle bir proje için hazırladı. Hem adaları askeri olarak donattı hem de limanlarını oluşturdular.
Türkiye bu yol projesi ilan edildikten sonra dışlandığının farkına vardı, buna itiraz etti. Türkiye önce Azerbaycan-Ermenistan savaşıyla alternatif geliştirmek istedi, Azerbaycan’ı kara yoluyla Türkiye’ye bağlayıp doğrudan Orta Asya’dan gelen kara yolu oluşturmak istedi. Ona karşı Zengezor Boğazı’nda İran ve İsrail, Azerbaycan üzerinde baskı uyguladılar Türkiye’yi orada boşa çıkardılar. Türkiye şimdi bunu Irak ile yapmak istiyor. ‘Kalkınma Yolu Projesi’ adı altında Körfez’den Türkiye üzerinden Avrupa’ya gidecek alternatif yol oluşturmaya çalışıyor. Ona ses çıkarmıyorlar fakat kendi projelerini uygulama içerisindeler. Türkiye, Irak ile Kalkınma Yolu’nu örgütleyip alternatif kılmak, Hamas’ı devreye koyarak da Hindistan’da ilan edilen yol projesini boşa çıkarmak istedi. Hamas’ın İsrail’e başlattığı saldırı bu temeldeydi. Ardında kesinlikle Türkiye vardı, bizzat Tayyip Erdoğan’ın eliyle yaptılar. Güya İsrail’i güvensiz alan haline getireceklerdi. Bunu isteyen ABD ve İsrail’di. Bir bahane bulup Hamas’ı da Hizbullah’ı da yani önlerindeki engelleri kaldıracak bir savaş durumu yaratmak istiyorlardı. Bunu Hamas yarattı, Hamas’ı da buna Türkiye itti.
Türkiye’nin stratejik önemi kayboluyor
Tayyip Erdoğan’ı ABD ve İsrail bir ajan olarak kullanıyor. Önce Hamas’ı ezmek için Tayyip Erdoğan’ı yönlendirdiler, Hamas’ı İsrail ezdi. Ardından Hizbullah’ı tahrik ettiler, Hizbullah Lübnan’da şöyle savaşıyor, İran savaşacak diyerek şimdi Lübnan savaşını da yarattılar. Savaşı çıkarmada Türkiye başarılıdır. Türkiye bunları niçin yapıyor? Bu yol projesini buralardan bozmak istiyor. Savaşı buralarda tutup savaşın kendisine gelmesini engellemek istiyor. Çünkü enerji yolu Doğu Akdeniz’den geçecek, bütün bu savaşlar Doğu Akdeniz’in güvenliğini yaratmak içindir, Doğu Akdeniz’in önemli bir bölümü de Türkiye sınırındadır. Doğu Akdeniz’de en büyük liman Güney Kıbrıs olacak, bu Güney Kıbrıs’a vardığında Kuzey Kıbrıs’ı Güney Kıbrıs’a katacaklar, Kuzey Kıbrıs’ta kimse kalmayacak. Türkiye orada engel olmak isterse Türkiye’yi de vurabilirler. Çünkü enerji yolunun dışında kaldı. Kuzey Suriye’den geçmesini Kürtler faydalanmasın diye engelledi, kendisi de böylece yolun dışında kaldı. Şimdiye kadar bütün enerji yolları Türkiye’den geçiyordu. Şimdi ise İstanbul Boğazı dışlanmış oluyor. Türkiye’nin tümü dışlanmış oluyor. Böylece Türkiye’nin stratejik önemi kayboluyor. Bir, Sovyetler Birliği’ne karşı önemliydi, Lozan’da anlaştılar bu ortadan kalktı. İki, ticaret yoluydu önemliydi o da böylece bu projeyle ortadan kalkıyor. Kapitalist modernite sistemi için mevcut TC devletinin özel bir önemi kalmıyor. Diğer yandan savaşın merkezi Türkiye’dir. Birinci Dünya Savaşı Osmanlı üzerinde başladı. Osmanlı’nın devamı da Türkiye’dir. İngiliz-Fransız-Rus ittifakının Ortadoğu’yu Osmanlı’yı bölme paylaşımının Fransız-İngiliz bölümü gerçekleşti, Rus bölümü gerçekleşmedi. Rusya’ya verilen alanlarda TC devleti kuruldu. Fakat Türkiye Cumhuriyeti devleti kapitalist modernitenin küresel hegemonik planıyla uyumlu değildir, ona terstir, onunla en çok çelişen devlet TC devletidir. Çünkü o plana göre böyle bir devlet yoktu. Onun sonunda Rusya çekildikten sonra bile Sevr Anlaşması yaptılar. Boğazları, Ege’yi, Kürdistan’ı da değil, Türklere küçücük bir yer veriyorlardı. Ondan önce Rusya-İngiltere-Fransa’nın paylaşımında belki Türkiye hiç yoktu. Böyle bir devlet haline gelmesi tamamen konjonktürel olarak oldu, kapitalist modernitenin küresel hegemonik planıyla uyumlu değildir. Ekim Devrimi’nin ve Sovyet Birliği’nin varlığı bunu ortaya çıkardı. Şimdi onların yokluğu ortamında kapitalist modernite küresel hegemonik sistem olarak kendisini yeniden yapılandırıyor, mevcut gelişmeleri de gözetiyor ama kendisiyle çelişen yanları da ortadan kaldırıyor. En çok çelişkiyi yaşayan da Türkiye’dir. O bakımdan aslında savaşın merkezi Türkiye’dir. Türkiye’de sonuçlanacak. Büyük kavga Türkiye’de olacak. Hem sistemin Ortadoğu’da yeniden yapılanması hem de mevcut oluşturulan enerji yolu gereği böyledir. Bunu Türkiye yöneticileri biraz geç de olsa anladılar. Enerji yolunu geç gördüler, ilan edilince farkına vardılar ve hemen Tayyip Erdoğan bu yolu boşa çıkartmak için Karabağ savaşını gündeme getirdi. Son zamanlarda biraz farkına vardılar, onun için savaşı kendi dışlarında tutmak için savaşı İran-İsrail arasında, ABD arasındaki savaşa dönüştürmek için her şeyi yapıyor. İran-ABD savaşı olsun dolayısıyla Türkiye’ye savaş gelmesin, Türkiye’nin bu pozisyonu korunsun deniliyor. İngiltere-Fransa-Sovyetler Birliği çatışmasında nasıl ki TC kuruldu, şimdi de ABD-İran savaşı olsun Türkiye’ye dokunulmasın ya da küresel kapitalist sistem Türkiye’ye muhtaç olsun istiyorlar. Mevcut Türkiye’yi korusun istiyorlar. Fakat böyle olmayacak. Türkiye bunun için her türlü tahriki yaptı. Bu gerçeği görmek lazım.
Türkiye NATO içinde olsa bile bu sistemle çelişir durumdadır. İsrail savaşı, sistemin savaşıdır. Arkasında ABD ve NATO var, ABD ek olarak yeni askeri güçler ve donanmayı getirme kararı almış, her adımda askeri gücünü arttırdı. Irak, Kuveyt’i işgal edince Körfez Krizi başladığında üç ay içerisinde ABD 150 bin askeri Suudi’ye, Kuveyt’e, Arap Emirliklerine, Ortadoğu’ya getirdi. Şimdi Gazze savaşı başladı bütün donanmasını Doğu Akdeniz’e, Kızıl Deniz’e getirdi. Bu sefer de denizden Ortadoğu’yu tutuyor. Karadan temel yerleri tuttu, şimdi denizden tutuyor. İsrail bunlar adına savaşıyor. İkincisi, İsrail’in savaş yöntemi biraz DAİŞ’varidir. Şok edici, etkili darbe vurucu bir tarzı uyguluyor. Gazze’de de öyle yaptı ama Hizbullah’a karşı bunu çok daha fazla yaptı. Hem çağrı cihazlarını patlatarak hem karargâhı istihbaratla havadan vurarak yaptı. Karşıdakini şok etmek istiyor, herkesi şoka uğratmak istiyor, ‘İsrail ile savaşılamaz, İsrail’e karşı durulamaz’ havası yaratmak istiyor. Bununla etkinlik sağlamak istiyor. Teknik gücünü, istihbarat gücünü kullanıyor. Yeni savaşlarda durum öyledir. Şimdi ise kara harekâtı başlatmış durumdadır. Büyük bir ihtimalle Hizbullah’ın silahsızlanmasını dayatacak, fakat o olmazsa bile en azından İsrail sınırına yakın Lübnan’ın geniş bir alanının silahsızlandırılmasını öngörecek, tampon bölge yaratacak. Eskiden de ‘80 başında birçok devletten oluşmuş BM’ye ait barış gücü vardı. Filistinlilerle İsrail arasında tampon bölge oluşturmuşlardı. Sonra ‘82 saldırısıyla Filistin gerillası Lübnan’dan çekilince o güce de son verdiler. Bütün o boşlukları Hizbullah doldurdu. Hem barış gücünün çekilmesinden oluşan boşluğu, hem Filistin gerillasının çekilmesiyle oluşan boşluğu Hizbullah doldurdu. Şimdi onları tümden geriye itecekler.
Şunu sağlatacaklar: Bir, Lübnan’dan İsrail’e herhangi bir askeri tehdit gelmeyecek. İki, Doğu Akdeniz’deki ticarete Lübnan’ın herhangi bir tehdidi olmayacak, tam tersine uyum sağlayacak ve katılacak. Bunu kısa sürede de yaratabilirler. Hizbullah karşısında aldıkları sonuç bunun yaratılacağını gösteriyor. Hizbullah ağır bir darbe aldı. Nasıl aldı, neden bu kadar hazırlıksızdı? İnsan tam nedenlerini bilemiyor ama biz şunu biliyoruz, örgütsel işleyişte iletişim önemli bunu aşırı düzeyde tekniğe bağlamışlar çünkü sürekli orası keşifle denetleniyordu. Cihazları patlatmayla teknik bağlantı kopartılınca Hizbullah kendisini yönetemez hale geldi. İstihbarat o zaman daha hızlı devreye girdi. Yönetimin birkaç hamleyle tümden vurulması, bu teknik saldırı ve iletişiminin parçalanmasıyla bağı var.
Hizbullah biraz da İran’a güveniyordu. Hamas’a destek veriyordu ama Hasan Nasrallah’ın açıklamalarında başlangıçta İsrail ile öyle çok savaşmayı öngören bir durumu yoktu, İran politikasına yakın şeyler söylüyordu. Giderek son dönemde tahrikler, provokasyonlar çoğaldı, çatışmalı bir duruma geldiler. Herhalde böyle bir saldırı yapmazlar diplomasi devrede, Fransa vb. çevreler diplomatik girişimlerde bulunuyorlardı, biraz da sanki oradan boşluk oluştu, İsrail boşluktan da yararlandı, darbe vurdu. Hamas kadar da dayanamadı. Bütün yönetimi hemen hemen darbe yemiş duruma geldi. Hizbullah Hamas gibi bir alanı kontrol ediyordu. Bütün Güney Lübnan Hizbullah’ın elindeydi, Şii toplumuna dayanıyor, bir toplumsal temeli de var. Bir de yeraltı örgütlenmesinde örnek olarak gösteriliyordu. Şimdi hala “kara operasyonuna karşı direneceğiz” diyorlar ama ne kadar direnç olur bunu bilemiyoruz, belli bir direniş olur ama yönetim darbe yiyince, tabii direnişi yürütmeleri zor olacak, yönetim darbe yemeseydi Gazze’den daha fazla direnebilirdi çünkü kırsal alanı da var. Eğer yeraltını güçlü geliştirmişlerse ki, Hizbullah’ın çalışmaları örnek gösteriliyordu. Bu anlamda Suriye savaşına da katıldı, oradan da Hizbullah güçlerinin edindiği bir tecrübesi vardı. İsrail Gazze’ye saldırdığı gibi saldırsa Lübnan’da zorlanırdı. Baştan işgal yöntemiyle saldırsa darbe yerdi, Hizbullah daha güçlü direnirdi, İsrail’in uyguladığı taktik çok etkilidir. Önce irtibatı kır, ardından yönetimi vur, savaşçı güç yeraltı hazırlığı ne kadar olsa da bu iki darbeden sonra yönetilemeyecek, irtibat kuramayacaklar, yönetim olmayacak, dayanması zordur. Yine de insan kesin bir şey diyemez ama Gazze kadar da Lübnan’daki çatışma durumu uzamayabilir. Böyle değerlendirilebilir.
Suriye nasıl bir hat izleyecek, o konuda bir şey diyemeyiz. Suriye’de esas olarak Rusya var. Rusya-Ukrayna savaşının rövanşı Suriye’de olacak mı, yoksa Ukrayna’yı ayrı tutacaklar, Suriye’yi ayrı mı tutacaklar, insan bunu tam bilemiyor. Bunlar sistemin kendi iç ilişkileri oluyor, çıkar çatışmaları oluyor. Bakarsın Rusya, Ukrayna’da savaşır ama Suriye’de tümüyle sistemin dışına çıkmamak üzere uzlaşabilirler. Zaten şimdiye kadar Suriye’deki operasyonları ABD-Rusya belli bir ittifak halinde yürüttüler. Bu yol çatışmasına kadar böyleydi. Ukrayna savaşından sonra bu durum biraz bozuldu, fakat o hatta tümden de bozulmuş değildir. Hem Esad yönetiminin durumu, hem Suriye’nin durumu, hem de Rusya’nın Akdeniz’de varlığı esas olarak oradadır. Orada belli olacak, Rusya ile çatışırlarsa iş zordur, Rusya’yı ABD ile çatışmaya teşvik edecek güçlerden birisi de yine Türkiye’dir. Öyle olursa Türkiye kendisini güvence altına alacak. ABD-Rusya çatışması gelişirse ABD-Sovyet çatışmasına dayanarak nasıl ki TC var oldu, şimdi de ABD-Rusya çatışmasıyla ayakta kalmak istiyor. Öyle olursa kalabilir. Ama şimdilik tam olarak bilemiyoruz, eğer Rusya ile anlaşırlar dolayısıyla Suriye’nin Doğu Akdeniz’deki ticarete engel olması ortadan kalkarsa, sonra sıra Türkiye’ye gelecek. Türkiye üzerindeki ameliyat, Kıbrıs üzerinden yapılacak. Enerji yoluna bağlanacak. Türkiye’nin tümüyle teslim olup uşak haline gelmesi istenecek. Kendine göre bir durum bırakmayacaklar. Öyle yapmazsa Türkiye’yi parçalayacaklar. Sevr anlaşmasının planlaması var. Ondan önce de Brest-Litovsk anlaşmasının planları var. Onlar temelinde Türkiye’yi parçalayacaklar. Önder Apo on beş yıl önce bunları yazdı, defalarca uyardı. ‘Güvendiğiniz şeyler sizi paramparça edecek’ dedi. Dikkate almadılar. AKP-MHP faşizmi Türkiye’yi böyle bir felaketin içine götürdü.
Çelişki ve çatışmalar Türkiye’de yoğunlaşacak
Önder Apo şunu söyledi: “Mevcut Türkiye’ye bu sistem içinde yer yoktur. Küresel kapitalist hegemonyada Türkiye yoktur. Dolayısıyla bu Türkiye ancak bu sisteme alternatif bir sistemle var olabilir. Bu da Özgür Kürdistan, Demokratik Türkiye olursa, Ortadoğu’da demokratik konfederalizmin yaratılmasına öncülük etmeye yönelirse Türkiye kendi varlığını koruyabilir” dedi. Önder Apo’nun projesi buydu. Uyarıları bu temelde oldu. Bunu dikkate almak yerine PKK’yi yok etmek, Önder Apo’yu tecritle tümden sindirmek, etkisiz kılmak istediler. Tecrit ve PKK’ye saldırıyla Kürt halkını sindirmek istediler. AKP-Tayyip Erdoğan-Devlet Bahçeli kumar oynadılar, böyle biraz Rusya’ya dayanarak, biraz başka yerleri tahrik ederek, işgal saldırıları yaparak ayakta kalabileceklerini sandılar. Fakat tersine hepsini buna yönlendirdiler. Rojava’ya, Başur’a işgal saldırılarına da izin verdiler. Bunu Türkiye’yi daha fazla ameliyat altına alabilmek için yaptılar. Dolayısıyla Suriye’deki durum Rusya’nın tutumuna bağlıdır. Eğer orada savaş olmazsa, savaşın merkezi Türkiye olacak, çelişki ve çatışmalar Türkiye’de yoğunlaşacak, bunu kesinlikle net görmemiz lazım. Mevcut TC’nin varlığı sona erecek.
TC, İdlib’i işgal ederken, Cerablus’a asker dökerken, Güney Kürdistan’ı Medya Savunma Alanları’nı askeri işgale kalkarken Türkiye zaten Lozan’ı ortadan kaldırdı. Lozan Anlaşmasına göre Türkiye bu sınırlara girmeyecekti. Askeri işgale kalkarak zaten sınırları ortadan kaldırdı, dolayısıyla Lozan’ı ortadan kaldırdı. Şimdi yeniden yapılanma, enerji yolu üzerinde oluyor. Lübnan’da, Suriye’de sorunları çözerlerse Arap-İsrail sorunu çözülmüş oluyor. İsrail-Arap uzlaşmasının önü tümden açılıyor. Yeni Ortadoğu ona göre kurulacak, büyük bir ihtimalle İran bununla uzlaşmalıdır, çünkü İran Birinci Dünya Savaşı’nda da parçalanan bir konumda değildi, kapitalist sistemin küresel hegemonya haline gelmesinde İran’ın bütünlüğü vardı, Osmanlı parçalanıyordu hala Türkiye yoktu. Dolayısıyla büyük ihtimalle İran rejiminin üzerinde baskı uygulanarak sistemin içinde tutulacak ama Türkiye yeniden şekillendirilecek, süreç oraya doğru gidiyor. Belki bu süreç gecikiyor, gecikmesinde de temel rol yine PKK’nin varlığından kaynaklanıyor. Hala PKK’nin varlığından dolayı Türkiye’ye gerekli müdahalelere girişmekten korkuyorlar. O nedenle TC’nin işgal saldırıları yapmasına izin ve destek verdiler. Buna KDP’yi de kattılar, şimdi Irak’ı da kattılar. Bunların hepsini küresel kapitalist sistem yürütüyor. PKK’yi zayıflatmak için yapıyorlar. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi PKK’yi iyice zayıflatmak için bir yıl süre uzattı. PKK güçlü olursa Türkiye’ye herhangi bir müdahalede bulunmaktan korkuyorlar. Bunun örneği Rusya’da yaşanmıştı. Sistemde bir boşluk yaşandı bir avuç Bolşevik örgütlenmesi yönetimi ele geçirdi. Şimdi Türkiye’de bir çatışma durumu geliştirirlerse ‘PKK çok güçlü, Türkiye’yi ele geçirir’ korkusunu yaşıyorlar. PKK’yi zayıflatmaya, Rojava’da da uzlaşmaya çekmeye çalışıyorlar. Burada sonuca ulaşırlarsa savaşı Türkiye’ye yayacaklar. Türkiye’de operasyonu geliştirecekler. Ondan sonra artık Türkiye’ye ne olur, Kürtlere ne olur bilinmez.
Bunun alternatifi Kürt özgürlüğüne dayalı “Demokratik Türkiye, Demokratik Ortadoğu”ydu. Önder Apo bu formülasyonu geliştirdi. “Özgür Kürdistan Demokratik Ortadoğu” dedi. Daha sonra “Demokratik Ortadoğu Konfederalizmi”ni tanımladı. Kapitalist modernitenin Ortadoğu üzerindeki bu egemenlik saldırılarını, çıkar çatışmasını, paylaşımını engelleyecek, Ortadoğu’yu özgür, demokratik, kardeşçe halkların iç içe yaşadığı bir konuma getirecek olan Demokratik Ulus ve Demokratik Konfederalizm projeleriydi. Önder Apo’nun bunu uygulamasına fırsat vermediler. Türkiye’yi Önder Apo ve PKK ile savaşır hale onlar getirdiler. “Çöktürme Eylem Planı” sadece AKP-MHP’nin planı değil, Kürt soykırımını yürüten güçlerin planıdır. Böyle görmek gereklidir. Dolayısıyla durum çok kritiktir. Önderlik ve hareket üzerinde saldırı geliştirdiklerinde evet bir düzeyde biz bir direniş yürüttük ama bütün bunları kıracak etkinlik geliştiremedik. AKP-MHP yönetimi erkenden yıkılabilseydi, demokratik modernite bilinci, örgütlülüğü Ortadoğu’da daha fazla yayılabilseydi bu önlenebilirdi. Fakat bu başarılamadı. Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli hala yönetimdedirler ve kendi projelerini sürdürüyorlar. Bu da sistemle sözde karşıtmış gibi görünüyor ama sistemin bir parçasıdır. Rusya ve diğer bazı güçlerle ilişki kursa da sistemin dışında değildir. Dolayısıyla küresel kapitalist güçlerin kendi planlarını hayata geçirme yönünde İsrail üzerinden geliştirdikleri etkin bir şey var. Lübnan sonrası, Kıbrıs sürecinde ABD devreye girecek, ABD Güney Kıbrıs ile güvenlik anlaşması yaptı, İsrail de anlaşma yaptı, ortak askeri tatbikatlar yaptılar, ticaret için bazı limanları geliştirdiler. ABD bazı güçler o zaman doğrudan devreye girecekler.
Görülüyor ki çok önemli bir süreçteyiz. Kürdistan’daki savaşın durumu da öyledir. 3. Dünya Savaşı’nın Doğu Akdeniz’deki yayılımı da öyledir. Lübnan’daki gelişmeler bu durumu ortaya çıkardı. Bu İran’a kadar yayılır mı, bunu değerlendirenler var, bu çok zor gibi geliyor. Lübnan’da da böyle olmaz diye düşündük ama düşündüğümüz gibi olmadı. Çünkü tahrikler, provokasyonlar farklı durumları da ortaya çıkartabilir. Yüzde yüz şöyle olur dememek lazım ama İran’daki eğilim sistemle uzlaşma ve savaş dışı kalma yönündedir. Ama biz savaşın olabileceği ihtimalini de dikkate almalıyız, savaş dışı kalmasını dikkate almalıyız. Suriye’deki durumu gözetmeliyiz. Türkiye’ye sıra gelirse ne olmalı, onun için mücadelemizi daha güçlü geliştirmeye çalışmalıyız.
Elbette çizgimizi etkili, yeterli, başarı düzeyinde uygulayamadık. Onlar bizi imha etmek istediler, evet imhayı önlüyoruz ama karşı tarafın planlarını bozacak bir etkinlik de geliştiremedik. Şimdi bizi çok daha zayıflatıp Hizbullah ve Hamas gibi yaparak tümden Kürdistan’a egemen olmak istiyorlar. Bunu boşa çıkartırsak Önder Apo’nun ‘ara çözümler’ dediği durum gündeme girebilir. Rojava’daki durum biraz genelleşebilir. Ona da açık olmalıyız, hazır olmalıyız. Bu anlamda Kuzey Doğu Suriye pratiğini daha iyi ele almak lazım, daha doğru değerlendirmek gereklidir. Daha planlı ve etkili yürütmemiz lazım. Çok bağımlı duruma da düşmemek gereklidir, ama kendi gerçek durumunu görmeyerek böyle hiç kimsenin olmadığı şekilde sadece kendi gücümüzle orada yalnız başına kalacağız da sanmamak lazım. Ya bunu etrafa yayarsın Kürdistan’da, Ortadoğu’nun diğer yerlerinde halkların gücünü, demokrasisini ortaya çıkartırsın ona dayanırsın ya da uzlaşma içinde olacaksın, yoksa diğer türlü ayakta kalma olmaz. Bu anlamda da öyle çok boyun eğici yaklaşımlar da yanlış, kestirmeci gerçeklerden kopuk yaklaşımlar da yanlıştır. Bu durumlara düşmemeliyiz. Dolayısıyla bu gerçekliği de görüp buna göre daha planlı, daha örgütlü uzlaşmayı ittifakları daha iyi yürütür konumda olmalıyız. Yok edici, onları ortadan kaldırıcı olmamak lazım. Öylesi de yanlıştır.
Mücadeleyi olabildiği kadar daha etkin hale getirerek, bölgeye ve dünyaya Küresel Özgürlük Hamlesi temelinde daha fazla yayılmak; bizim küresel kapitalist modernite sisteminin tümden egemen olma, kendisini hakim kılmasına karşı demokratik modernite alternatifini bir ölçüde geliştirmemize hizmet eder. Bunu sağlamayı öngörmeliyiz. Bunun imkanları, fırsatları var ama doğru anlamak, örgütlü olmak, yaratıcı tarzla daha etkili mücadele edebilmek gereklidir. Bunu gerçekleştirdiğimizde kesinlikle başarılı olacağız.
Komplo dünya savaşıyla da iç içe gelişen bir süreçtir. Daha farklı da ele alınabilir, değerlendirilebilir. Komploya karşı mücadeleyi başarıyla yürütebilmek, bugünkü olayları anlayabilmek için komplonun iç içe geliştiği dünya savaşı gerçeğini doğru anlamak lazım.
Dikkat edelim başkalarının yokluğu üzerinde dünya varlığına el koymak üzere birbirini boğazlayan bir başka dünya ortamında Önder Apo’nun fiziki özgürlüğü etrafında gelişen Küresel Özgürlük Hamlesi ayrı bir dünyayı temsil ediyor, ikinci bir dünya oluyor, alternatif bir dünyayı ifade ediyor ki, burada farklılıkların kendini özgürce ifade etmesi ve demokratik birlik içerisinde özgürce yaşatması var, kimse kimseyi yok etmek istemiyor. Başkalarının yokluğu üzerinde kendi varlığını kurma arayışı yoktur. Yaşamı özgürce eşitçe paylaşmak, bir arada yaşamak var. Bütün farklılıkları bir düşmanlık ve yok etme etkeni değil, yaşamın zenginliği haline getirme gerçekliği var. Bu da bir dünya ama Ortadoğu’da yaşanan, Gazze’de, Lübnan’da yaşatılmaya çalışılanlar da bir dünyadır. Orada da mücadele ve savaş var, fakat dikkat edilir ve iyi bakılırsa bu iki dünya birbirinden çok farklıdır. Apayrı iki dünya konumundalar. Bu düzeyde farklı özellikler ifade ediyorlar. O halde bunları birbirine karıştırmamak lazım, aradaki farkı iyi görmek, ikisini de doğru anlamak ve doğru değerlendirmek gerekiyor, birbirine karıştırmamak çok önemlidir. Çünkü bazıları anlamadıkları için birbirine karıştırıyorlar, iç içe geçirmeye çalışanlar var. Evet birbiriyle ilişkililer, bir biçimde iç içelikleri var ama amaçlarıyla, yöntemleriyle, yaptıklarıyla, öngördükleriyle, ortaya çıkardıklarıyla farklıdırlar. Birisi yok etmeyi, diğeri var etmeyi ve yaşatmayı öngörüyor. Birisi düşmanlığı, diğeri dostluğu ve yoldaşlığı geliştiriyor. Birisi bölmeyi parçalamayı daha da küçültmeyi öngörüyor; diğeri birleştirici, bütünleştirici, büyütücüdür. Tamamen farklı değerler ifade ediyor. Çünkü birisi özel mülkiyet üzerine, hakimiyet üzerine, maddi yaşamın tümünü ele geçirme üzerine kurulmuş; diğeri paylaşım üzerine, demokratik komünalizm üzerine kurulmuştur, farklılıklara dayalı eşitliği öngörüyor. Birisi başta kadın köleliği olmak üzere başkaları üzerinde egemenlik kurarak onu köleleştirerek kendini var etmeyi esas alıyor, diğeri kadın özgürlüğüne dayalı özgür toplum yaşamını, farklılıkların kendini özgürce ifade ettiği bir demokratik eşitliği temsil ediyor.
Demek ki mücadele ile başarı kazanılıyor, komplonun birçok planı bozuldu. Defalarca yenilgiye uğratıldı. Şimdi Küresel Özgürlük Hamlesi bunun finali oluyor. Kesinlikle İmralı işkence sistemini parçalayarak Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü sağlamayı hedefliyor, bu gerçekleştirilebilir. 26 yıllık mücadelenin dersleri bize bunu gösteriyor. 26 yıllık mücadele içerisinde defalarca Uluslararası Komplonun saldırı planlarının kırılmış olması komplonun tümden parçalanıp yok edilebileceği gerçeğini kanıtlıyor. O halde mücadele daha doğru etkili yürütülürse sonuç alınabilir ve böyle bir aşamaya gelindi. Bu gerçeği iyi görmemiz lazım. O nedenle mücadelede daha inançlı, daha umutlu olmalıyız. Daha planlı ve örgütlü hareket etmeliyiz. Daha yaratıcı davranmalıyız, daha cesur ve fedakâr olmalıyız. Gerçekten sonuç alma aşamasına gelindi ve mutlaka bu sonucu görerek, sonuç alınabileceğini bilinçle görerek ve buna inanarak onu gerçekleştirebilecek bir eylemlilik içinde olmalıyız.