Devrim sistemler arası değişimleri, başka bir ifade ile moderniteler arası değişimi ifade etmektedir. Sistem içi değişikler ne kadar radikal gibi görünse de gerçek anlamda devrim değildir. Modernite içi değişimler ancak reform olarak bir anlam kazanır ve çoğu zaman bu reformlar o sistemin, başka bir ifadeyle o modernitenin ömrünü uzatmaya yarar. Burada iyi niyet ve o devrimsel değişimler için gösterilen cesaret ve ödenen bedeller sonucu değiştirmeye yetmemektedir. Ustaların söylediği gibi bazen cehenneme giden yolların taşları iyi niyetle döşenir. İdeolojik ve politik bilinç toplumsal hakikati doğru tanımladığı ve alternatif çözümü ürettiği oranda verilen emekler, yapılan fedakarlıklar ve ödenen bedeller ulaşmayı hedeflediğimiz sonuçlara bizi götürebilecektir. Önder Apo tarih boyunca sosyalizm, komünal yaşam ve özgürlük uğruna verilen tüm mücadele ve devrim pratiklerinden de sonuçlar çıkararak bu ideolojik ve politik bilinci yeni bir paradigma olarak ortaya koydu. Buna ekolojik, demokratik ve kadın özgürlükçü paradigma diyoruz.
Bu anlamda hangi çeşit ve renkte olursa olsun iktidar zihniyeti ile ne kapitalizm aşılabilir ne de özlemini çektiğimiz özgürlüklere ulaşılabilir. Kapitalist sistem dediğimiz olgu beş bin yıllık devletçi sistemin bir parçası ve uzantısı durumundadır. Beş bin yıllık iktidar zihniyetine dayanan devletçi paradigma ve sistem anlaşılmadan ve aşılmadan kapitalizm de anlaşılamaz ve aşılamaz. Bu beş bin yıllık devletçi paradigma ve sisteme merkezi uygarlık diyoruz. Önder Apo bu merkezi uygarlığı, devletçi, tekelci veya sınıflı uygarlık olarak da tanımladı. Ancak iyi anlaşılması gerekir ki son beş bin yıllık tarih ve toplum bu merkezi uygarlıktan ibaret değildir. Karşı kutbunda her zaman demokratik uygarlık paradigması ve güçleri yer almıştır. Esas olan da toplumun devlet dışı yaşam ve örgütlenmesini ifade eden bu demokratik uygarlık gerçekliğidir. Esas ve köklü olan toplum ve onun yarattığı uygarlıktır. Merkezi uygarlık bu kökten ve nehirden ayrılan, sapan koludur. O nehri kirleten, baskılayan hastalıklı yapılanmasıdır. Merkezi denmesinin nedeni kendini örgütleyip iktidarcı güç haline getirerek topluma hakim kılmaya çalışmasından, kendi sistemini topluma dayatma kapasitesine ulaşmasından dolayıdır. Yoksa köklü oluşundan, hakikatli oluşundan dolayı böyle bir kavramı hak ettiğinden değildir. Merkezi uygarlık ile demokratik uygarlık son beş bin yılda birbiri ile çelişki ve çatışma içinde varlığını bugüne kadar sürdürmüştür. Tarihsel toplum bu anlamda ikili karakterde ve diyalektik bütünlük içinde akmıştır. Bir tarafta üst bir toplum olarak kendini örgütleyen devletçi uygarlık güçleri ve onların geliştirdikleri sistem, diğer tarafta alt toplum yada devlet dışında yaşamını sürdüren topluluklar ve güçler olarak toplum gerçekliği.
Liberalizm bireyi toplum karşıtlığı temelinde geliştirir
Uygarlıkla bağlantılı olarak anlaşılması gereken diğer bir kavram da modernitedir. Beş bin yıllık uygarlığın çağları vardır. O çağda toplum nasıl yaşamışsa, yaşam tarzında hangi moda, modeller oluşturmuşsa, nasıl bir kültür geliştirilip yaşanmışsa ona modernite diyoruz. Her çağda toplum ikili karakterde yaşadığına göre iki moderniteye de sahip olmuştur. İktidarcı, sınıflı, devlet sisteminin, diğer bir ifadeyle merkezi uygarlığın o çağda geliştirdiği moderniteye devletçi modernite, devlet dışında yaşayan toplulukların kendi kökleri ve kültürleri temelinde geliştirdikleri yaşam tarzlarına da demokratik modernite diyoruz. Demokrasi kavramı burada devlet dışı toplumsallığı ifade eden bir kavram ve anlama sahiptir. Demokratik uygarlık, demokratik modernite, demokratik konfederalizm kavramlarını toplumun uygarlığı, toplumun modernitesi, toplumun konfederalizmi biçiminde okumak ve anlamlandırmak mümkündür. Son beş bin yılda iki uygarlık gerçeği olduğu gibi iki modernite de iç içe, birlikte, çelişki ve farklılıklarıyla, kavga ve çatışmalarıyla var olagelmiştir. Esas çelişki ve çatışma, dolasıyla devrimler bu iki modernite arasında gerçekleşmektedir. Bir modernitenin kendi içindeki çelişki ve değişimleri devrim olarak tanımlamak doğru olmayacaktır. Şimdiye kadar yaşanan temel yanılgılardan biri bu olmuştur. İktidar zihniyeti devletçi modernitenin ruhudur. Bu kanserli ruh devletçi modernite ve onun son modernitesi anlamında kapitalizmin her bir yanına sirayet etmiştir. İnsandan tutalım toplumsal kurum ve yapılara kadar her şey iktidarın hiyerarşik anlayışına göre öz ve biçim kazanmıştır. Bu ruha bulaşarak, bu kirli ve hastalıklı ruhu taşıyarak toplumsal özgürlükler gerçekleştirilemez. Ancak tümden bu modernitenin, yani kapitalist, devletçi, iktidarcı modernitenin dışına çıkılarak özgürlük, eşitlik ideallerimiz gerçekleşebilir, demokratik modernite inşa edilebilir.
Devletçi uygarlık ve onun son temsilcisi kapitalist modernite kendi çıkarları doğrultusunda bir yaşam tarzı oluşturmuş ve bunu topluma dayatmaktadır. Sanatın tüm dallarını da buna alet ederek toplumsallığa karşıt bir kültür, bir modernite oluşturmaktadır. Giyim kuşamdan tutalım yeme içme biçimlerine, doğaya yaklaşımdan tutalım cinsler arası ilişkilere, ev ve aile düzenine, üretim ve tüketim tarzına kadar egemen sınıfın çıkarlarını gözeten, ifade eden bir yaşam tarzı geliştirilmektedir. Buna uygun moda ve modeller üretilmekte ve yaygınlaştırılmaktadır. Kapitalist modernite gelişen bilişim ve iletişim teknolojisi sayesinde insanların düşüncelerini, hatta istek ve hayallerini bile şekillendirebilmektedir. Sanal dünyanın gelişmesiyle birlikte sanal hayatlar üretilmekte, insanlar kendi kök ve gerçekliklerinden koparılarak adeta bir hayal, kurmaca dünyasında yaşatılmaktadır. İnsanlar kapitalist yaşamın etkisinde köleliği yaşadığı halde özgür tercihler yaptığı sanrısına kapılmaktadır. Kapitalist modernitenin efendisi ve öznesi egemen sınıf olarak burjuvazi, iktidar formu olarak devlet ve dayandığı cins de erkektir. Temel amacı daha fazla kar elde etme ve sermaye biriktirmedir. Kapitalist sistemin temel anlayış ve ideolojisi iktidar zihniyeti ve liberalizmdir. Bireyi toplum karşıtlığı temelinde geliştirir. Bireycilik o derece kışkırtılır ki, ağacın kurdu misali toplumu toplum olmaktan çıkarana kadar kemirir. Kapitalist modernite geliştirdiği ulus-devlet ve milliyetçilikle, dincilik, cinsiyetçilik ve pozitif bilimcilikle toplumu parçalamakta ve dağıtmaktadır. Kapitalist modernite dediğimiz gerçeklik bu şekilde toplumu hem dışarıdan kuşatarak hem de içten çürüterek kendi sonunu da getirecek tarzda yoluna devam etmektedir.
Kültür toplumun yaşam tarzını ifade etmektedir. Toplumun maddi ve manevi, anlamsal ve yapısal, hatta fiziki ve metafizik bütünlüğü kültür dediğimiz olguyu oluşturmaktadır. Kültürün anlamsal, manevi yönü insanlığın toplumsallaşmayla birlikte geliştirdiği her türlü düşünce, ahlak, inanç, ideoloji, mitoloji, sanat ve benzerini kapsamaktadır. İnsanın zihniyet dünyasına işaret etmektedir. Kültürün maddi yönü de insanın toplumsallaşmayla birlikte ürettiği iğne iplikten tutalım her türlü kurumlaşmayı, kaşık çataldan tutalım uçak, rokete kadar her tür araç gereçlerin tamamını kapsamaktadır. İkisinin toplamı insanlığın kültürünü oluşturmaktadır. İnsan diğer tüm canlılardan farklı olarak doğa üzerinde ikinci bir doğa yaratmıştır. Buna toplum veya kültür diyoruz. İkinci doğa olarak toplum, kültür olarak her zaman bir değişim içindedir. Ancak bu değişimin her zaman bir gelişme ve ilerleme biçiminde olduğu söylenemez.
Ahlak ve kültür adına ne varsa tükenmekle yüz yüze bırakılmıştır
Devrimleri kalıcı kılan onların bir ülkedeki siyasi, askeri hakimiyetleri değil, yeni kültürü yaratma düzeyleridir. Toplumsal değişim gerçekleştiği oranda devrimin geleceği garanti altına alınır. Yoksa reel sosyalizmde olduğu gibi aradan yetmiş yıl geçse de tasfiye olmaktan kurtulamaz. Yeni toplumsal yaşamın inşa edilmesi sadece toplumsal bir sistemi örgütlemekten ve şekli olarak kendi kendini yönetmekten ibaret değildir. Yeni yaşamın toplumun her hücresine ne kadar sirayet ettiği ile ilgilidir. Meclis ve komünleri örgütlemek, halk savunma güçlerini silahlandırmak ve halkın kendini yönettiği bir yönetim modelini oluşturmak elbette gereklidir. Bu olmadan da olmaz. Ancak insandan başlamak üzere toplumun her bir birimine kadar yeni yaşamı benimsetmek ve bu yeni yaşamı içselleştirmek hepsinden daha önemlidir. Yeni yaşam yeni kültür demektir. Buna devrimin kültürü, toplumun kendi kökleri üzerinden yeniden buluşup filizlenmesi demek de doğrudur.
Kuzey-Doğu Suriye’de Önder Apo’nun düşünce ve paradigması esas alınarak bir devrim gerçekleşti. Demokratik ulus perspektifine uygun bir sistem inşa edildi. Demokratik konfederalizm model alınarak komün ve meclisler örgütlendirildi. Öz yönetim gereği demokratik özerk yönetim oluşturuldu. Bu doğrultuda birçok kurum inşa edildi. Bu toplumsal inşa süreci halen de devam etmektedir. Ancak buna bakarak devrimin kültürünün, başka bir deyişle kültür devriminin yaratıldığını söyleyemeyiz. Bu büyük devrimin kültürü, edebiyatı, sanatı yeterince oluşmuş, oluşturulmuş değildir. Sadece kültürel, sanatsal bazı etkinliklerden ve açığa çıkan bazı ürünlerden bahsetmiyoruz. Elbette yapılanlar, üretilenler anlamlı ve değerlidir. Ancak üretilenler devede kulak bile değildir. Daha önemlisi de yaşam tarzının toplumsal düzeyde değişimi, kültürel olarak yeniye göre yaşamaktan söz ediyoruz. Bunu gerçekleştirmek sadece bir alan veya boyutun işi değildir. Tüm toplumsal boyutların inşasının toplamını ifade etmektedir. Toplumsal ekonomiden öz savunmaya, halkların ortak yaşamından tutalım kadın özgürlük bilincinin topluma hakim olmasına, eş yaşamdan tutalım ekolojik bilince kadar yaşamın her alanını kaplayan yeni kültürün bir yaşam tarzı olarak içselleştirilmesini kapsamaktadır. Sanatsal üretimler de ağacın çiçek açması, meyveye durması misali bu kültürü yansıtan, yenileyen ve estetik ölçüler kazandıran tamamlayıcı bir rol oynar.
Ancak bu toplumsal değişim ve gelişime karşı büyük bir direncin olduğu da gerçektir. Analitik düşüncenin gelişmesi bir ilerleme kadar sapmalara açık bir potansiyeli de içinde barındırmaktadır. Özellikle son beş bin yılda gelişenlere baktığımızda bu bozulma ve sapmanın hızlanarak geliştiğini görmekteyiz. Toplumsallıktan, ahlaktan, ekolojiden, özgürlük, eşitlik ve dayanışmadan hızla uzaklaşılmaktadır. Bunun yerine iktidar kaynaklı her türlü zihniyet ve yapılanmalar ikame edilmektedir. Erkek egemen zihniyetin kadını köleleştirmesi, ekolojiden uzaklaşılarak doğa üzerinde hakimiyet ve talanın geliştirilmesi, devlet sisteminin her yeri işgal etmesi, toplumsal ahlaktan koparak bireyci, bencil çıkarların her şeyin merkezine alınması iktidar zihniyetinin değişik alanlarda yansıması olmaktadır. İktidar zihniyeti ikinci doğa dediğimiz toplumsal kültürü kirleterek yaşanmaz hale getirmiştir. Kapitalizm son iki yüz yılda toplumsal kültür ve ahlaktan geriye ne kalmışsa azgınca saldırmakta, ahlak ve kültür adına ne varsa tükenmekle yüz yüze bırakılmıştır. Bu devletçi sistemi ve iktidar zihniyetini aşmak gerçek anlamda devrim yapmak demektir. Önder Apo, bu nedenle üçüncü doğadan bahsetti. Toplumu yeniden kendi hakikatiyle buluşturan, doğayla barıştıran ve her türlü egemenlik biçimine son veren ekolojik, demokratik, kadın özgürlükçü bir toplumsallığın yaratılması anlamında üçüncü doğa gerçekleşmesi hedef olarak insanlığın önünde durmaktadır. Öyle sanıldığı ve düşünüldüğü gibi bu sosyalist, komünal yaşamı esas alan, eşitlikçi, özgür toplumsallığa kendiliğinden varılmayacaktır. Düz çizgisel bir ilerleme ile tarih kendiliğinden o ütopyaya doğru akmayacaktır. Her şey mücadele ile yaratılacaktır. Çünkü bu kapitalist sistemden çıkarı olanlar kadar bu yaşamı bir kültür gibi yaşamaya alışmış milyonlarca insan eskisi gibi yaşamakta ısrar edecektir. Politikadan uzaklaştırılan kitleler yeni kültürün oluşmasına direnç gösterecek, sistemin sahipleri de her türlü saldırıyı yapmaktan geri durmayacaklardır.
Kürdistan özgülünde toplumla çok daha fazla oynanmıştır. Fiziki ve kültürel soykırımdan geçmiş bir halkın evlatlarıyız. Soykırımın cenderesinden geçmiş, katliamdan arta kalan bir toplumun anlam dünyasından geriye ne kalır? Asimilasyonun değirmeninden geçmiş bir toplumun ruhsal dünyası nasıl şekillenir?
Saldırıların temelinde Demokratik Ulus kültürüne düşmanlık var
Bir halk için özgürlük umudunu yitirmekten daha acı ve kötü bir şey olamaz. Kürt halkı olarak özgürlüğün anlamından yoksunduk. Özgürlüğü tanımamış, özgürlüğü yaşamamış bir toplum olarak özgür yaşama umudumuzu da yitirmiştik. Önder Apo bu toplumu adeta mezardan çıkarıp yeniden diriltti. Ama bu dirilme süreci çok sancılı ve zorlu geçmektedir. Halk ve toplum olarak kültürel, kimliksel olarak özgür yaşama amacından uzaklaşmıştık. Gelecek ufkumuzda halk olarak özgür yaşayabileceğimize dair umudumuz kalmamıştı. Önder Apo, “kendine ihanet etmemiş tek bir Kürt kalmamıştı” dedi. Özgürlük bilincimizin, zafer ruhumuzun bu kadar zayıf olması bu nedenledir. “Ya özgür yaşayacağım ya da yaşamı yaşanmamış sayacağım” bilinci bizde güçlü değildir. Özgür yaşamanın gerektirdiği duygular zayıftır. Özgürlüğe kilitlenme ve zafer ruhu Önderlikteki gibi değildir. Böyle de yaşanabilir diyoruz. Herhangi bir yaşamı kabul etmeye hazırız. Çünkü özgürlüğü tatmamış, özgürlük hayalleri kurmamış, tüm özgürlük girişimleri kanlı katliamlarla bastırılmış bir toplumsal gerçeklikten geliyoruz. O katliamların tanıkları özgürlük uğruna direnme iradesini değil, korku ve çaresizliğini aşıladılar bize.
Kuzey ve Doğu Suriye bağlamında ele aldığımızda devrimin üzerinden 11 yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen devrimin kültürünün oluşmamış olması bu nedenledir. Önder Apo kültür olgusunu “su” ve “tas” örneği ile en yalın ve anlaşılır bir şekilde ifade etti. “Su” kültür ve sanat olarak topluma ait olan tarihsel birikimin tamamıdır. O toplumu şekillendiren, dili, müziği, folkloru, alışkanlıkları, inançları, öykü ve destanları, kısacası maneviyatını oluşturan her şeyi bu kapsama girmektedir. “Tas” ise bu kültürü, maneviyatı, toplumsal ve tarihsel birikimi taşıyacak, depolayacak ve yeniden üretecek her türlü toplumsal kurumlaşmayı, yapısallığı tanımlamaktadır. Dilini yeni kuşaklara aktarmak için okullara ihtiyaç olacaktır, sanatını geliştirip çocuklarına öğretmek için kültür-sanat kurumlarına ihtiyaç olacaktır. Toplumun kültürünü dış saldırılara karşı koruyacak öz savunma örgütlenmelerine ve kurumlaşmalarına ihtiyaç olacaktır. Ekonomik olarak kendine yeterli hale gelmek için ekonomik bir sistem ve kurumlaşmaya gitmek gerekecektir. Sayısını artırabileceğimiz bütün bu kurumlaşmalar “tas” işlevini görmektedir. Tarihten gelen kültürümüz “su” olarak “tas” dediğimiz toplumsal yapılara, kurumlara akacak ve oradan topluma ve yeni kuşaklara öğretilecek, aktarılacaktır. “Tas” tarihle gelecek arasında toplumsal bağı, geçişi sağlayan köprü görevindedir. Tas yoksa o su nereye akacaktır ya boşa akacak ya da başka güçlerin asimilasyon değirmeninde öğütülecektir. Dikkat edilirse burada en önemli olan “tas” öz yönetim erkidir. Bir halkın kendi yönetiminin kendi elinde olması kadar hayati bir şey olamaz. Yönetim toplumsal beyindir. Baş yoksa vücut çürümeye başlar. Toplumsal beyin olarak yönetim varsa bağlantılı tüm “tasları” ihtiyacına göre oluşturacaktır. Sömürge halklar öz yönetimleri elinden alınmış, yani “tasları” kırılmış toplumlar olarak her türlü sömürü ve talana maruz kalan halklardır. Kürdistan bunun en açık örneğidir. Bu nedenle devrimci mücadelemizin en temel hedefi devlet dışında ve iktidar zihniyetine bulaşmamış bir öz yönetim gerçekliğine ulaşmadır.
Kürdistan’ın dört parçası üzerinde hakimiyet kuran ulus devletler sömürgeciliklerini tam anlamıyla soykırım politikalarıyla Kürt kültürüne dair ne varsa bitirme amacıyla yürütmektedir. Ulus devletler geliştirdikleri milliyetçi politikalarının önünde demokratik ulus kültürünü de en büyük tehdit ve tehlike olarak görmektedirler. Halkların dil, sanat, kısacası kültürleriyle bir arada kardeşçe yaşamalarını kendi tekçi sistemlerine bir alternatif olarak görmektedirler. Demokratik ulus paradigmasına ve onun hayat bulduğu topraklara bu kadar azgınca saldırıları bu nedenledir. Bu saldırılar Kuzey-Doğu Suriye topraklarında halkın temel ihtiyaç ve enerji kaynaklarına yapılan faşizan, insanlık suçu kapsamındaki saldırıların yanında yoğun bir ideolojik, özel savaş biçiminde de sürdürülmektedir. Her türlü bilgi kirliliği, dezenformasyon, gerçekleri çarpıtarak yansıtma, demokratik güçleri karalama çabalarının yanında sanatın her dalını da bu özel savaşın hizmetinde kullanmaktan geri durmamaktadırlar. Geliştirdikleri film, dizi film, belgesel, müzik, tiyatro vb. ile halkların tarihsel bilinçleri çarpıtılmaya çalışılmaktadırlar. Kapitalist sistem ve ulus devletler başta sinema olmak üzere bu alana büyük yatırımlar yapmaktadırlar. Bu politikalarla sahte ve yalana dayalı bir tarih anlayışı ve güncel olarak da toplumsal gerçeklikten kopuk bir sanal dünya yaratılmaya çalışılmaktadır. Bu ideolojik, özel savaş saldırıları gençleri, kadınları ve bir bütün toplumu etkisine almaktadır. İnternet teknolojisinin iletişimi bu kadar hızlandırdığı bu çağda bu saldırılar fiziki saldırılardan daha fazla tahribat yaratmaktadır.
Kapitalist ulus devletler sanatı topluma karşı tam anlamıyla bir silah gibi kullanmaktadırlar. Kendi modasını, modernitesini, sanatın her bir dalını kullanarak yaygınlaştırmakta ve bu şekilde oldukça etkili kılmaktadır. Çünkü sanat doğru değerlendirildiğinde hakikati açığa çıkarabileceği gibi egemenlerin elinde gerçekleri ters yüz etmenin bir aracına da dönüşebilir. Sanat, yaratıcılığı, akışkanlığı ve topluma hızla ulaşabilme ve nüfuz edebilme kapasitesi ile kimin hangi amaçla kullanmak istediğine bağlı olarak etkili sonuçlara yol açabilmektedir. Sanat yaşamı yeniden kurmanın, kurgulamanın bir aracıdır. Bu kurgu veya yeniden inşa hangi ideolojik perspektife göreyse toplum üzerinde buna denk bir etkide bulunacaktır. Sanat toplumcu bir ideolojiye ve demokratik ulus paradigmasına göre yapılırsa toplumun maneviyatını, ahlakını, moral değerlerini yükseltir. Toplumun özgürlük, eşitlik ve demokratik bilincini geliştirir. Geleceğe dair iyi, güzel ve anlamlı yaşamın inşasına ve mücadelesine güç katar. Sanat bu anlamda toplumsal hakikati açığa çıkarma ve toplumu bununla buluşturmanın bir yöntemi olmaktadır. Bu nedenle toplumsal sanat ve sanatçılar özgürlükten, komünal değerlerden, ahlaktan yana olmak zorundadır. Sanat bu ilke ve amaçları gözeten, açığa çıkaran, görünür kılan ve estetize eden bir yeniden yaratım sürecidir. Öyle liberal ideolojinin iddia ettiği gibi “sanat sanat içindir” vaya “sanat ideolojiler dışıdır” şeklindeki bir safsata değildir. Sanatın kaynağı da ve tekrar döndüğü yer toplumdur. Toplumdan beslenir, toplumu besler. Sanatı ideolojiler dışına çıkarmak, toplumun dışına çıkarmak anlamına gelir ki, bu ancak büyük bir aldatmaca, çarpıtma olarak izah edilebilir. Sanat toplumla iç içe olduğu kadar toplumsal inşa süreçlerinin içinde de bu rolünü oynamaya devam eder. Toplumsal inşaya öncülük eder. Dolayısıyla devrimsel sürecin önemli bir ayağı ve dayanağı sanattır dersek yerinde olacaktır.
O zaman demokratik modernitenin kültürünü hangi sanat anlayışı ve yaratımlarıyla geliştireceğimizi sorgulamamız gerekmektedir. Etik ve estetik değerlerimizi nasıl görünür kılacağız? İyi ve ahlaki olanı nasıl güzel ve estetik kılacağız? Sanatı yaşamın her alanına nasıl yayacağız? Sanat sadece bir ürün olmadığına, aynı zamanda bir işi yapma anlayış ve yöntemi olduğuna göre, örneğin yönetim sanatını, savaş sanatını, hatta konuşma sanatını bir kültür olarak topluma nasıl yayacağız? Sanat bir yaratım, ustalık, üretebilme kabiliyetidir. Hayal edebilme, yeni ufuklara açılabilme, toplumsal sorunlara çare bulma, yeni çıkış ve var olanı aşma çabasıdır. Bu olmadıktan sonra güzel bir sese sahip olmak, bir enstrüman çalmak gibi bir beceriye sahip olmak sanatçı olmaya yetmeyecektir. Sanat ile zanaatı birbirinden ayıran en önemli özellik, sanatın taklit değil, düşünsel üretim ve yeniyi yaratabilme kapasitesine sahip olmasıdır. O zaman kendimizi taklit ve tekrardan kurtarıp ne kadar yaratıcı olabiliyoruz? Burada yeniden kasıt eski olan her şeyi inkar etme değildir. Aksine hem kökleriyle buluşma, (tıpkı Rönesans’ta olduğu gibi) hem de o kökler üzerinden yeniye form kazandırma çabasıdır. Geçmiş-bugün-gelecek ilişkisi ve bütünlüğü, hakikatin her aşamasında olduğu gibi sanatta da vazgeçilmez bir diyalektik olarak karşımızda durmaktadır. Zaman ve tarihte bu bütünlüğü yakalamak kadar toplumsal mekanda da kendinden çıkıp öteki ile buluşma, kimliğini yitirmeden, “xwebûn” olmaktan çıkmadan “başkasını” anlayabiliyor muyuz? İktidar zihniyeti ve devlet sisteminin yarattığı din, mezhep, ulus, cins çelişki ve çatışmalarının dışına bir sanatçı olarak çıkabiliyor muyuz? Ulus, din, mezhep, cins üzerine kurulan yargıların, bilinç çarpıtmalarının dışına çıkabiliyor muyuz? Her türlü yerelliği aşıp evrensel olabiliyor muyuz? Kapitalist sistemin gözümüze taktıkları gözlükleri ve üzerimize geçirdikleri giysileri parçalayıp hakikatimizle yaşama iradesini ve bilincini geliştirebiliyor muyuz? Öz ve biçim kazanmayı kendimizde başlatmanın gerekliliğinin farkında mıyız? Bu ve benzeri soruları çoğaltmak mümkündür.
Sanatçı sürekli sorgulama ve arayış içinde olan bir kişiliktir. Bu arayış ve sorgulamaları güçlü yapan, yoğunlaşmayı derinden yaşayan, kapitalist sistemi en başta kendisinde aşan sanatçılar topluma mal olur ve tarihe iz bırakırlar. Her şey hayal ile başlar derler. Başka bir dünyayı hayal etmek, iktidarın kirletmediği bir yaşamı hayal etmek ve bu hayalini sanat ile topluma aktarabilmek gerçek öncü kişiliklerin işidir. Bunu başarabilmek kolay değildir. Ancak bu zorluğun üstesinden gelebilmek mümkündür ve bunun kaynağını her zaman Önder Aponun geliştirdiği paradigmada bulabiliriz. Yeter ki sanatçıda topluma ahlaki anlamda güçlü bir bağlılık ve onun politik bilincini geliştirme çabası olsun.