Türkiye’de 12 Eylül sonrasında özel savaş kendini kurumlaştırırken, ilk aşamada yaptığı toplumu sessiz, her şeye boyun eğen yığınlar haline getirmek olmuştur. Yasaklı siyaset ortamında bunu gerçekleştirmiştir. Topluma yaklaşımı budur. Ekonomiye yaklaşımı ise her alanda bir tekelleşmenin gerçekleşmesidir. Yani küçük sermaye gruplarının elindeki sermayelerini kaybedecek bir ekonomik sistemin oluşturulmasıdır. İnsanların elinde ne kadar sermaye varsa, onların belli merkezlerde toparlanmasıdır. Türkiye’de 12 Eylül’den sonra yapılanlardan biri de budur. Faizler yükseltilmiştir. Milletin yüzüğü, kolyesi, bileziği, altını neyi varsa satması ve faize yatırması sağlanmıştır. Karaborsa artmıştır, artan karaborsa ortamında küçük esnaf iflas etmiştir. Bunların bıraktığı ticaret alanları büyük sermaye grupları, tekeller tarafından doldurulmuştur. Ekonomik alanda 12 Eylül kendisinin dayandığı sermaye kesimleri dışında, hiçbir kesimin var olmasına müsaade etmemiştir. Bu tarz ekonomi politikasıyla halkın elinde-avucunda neyi varsa çekip alınmıştır, piyasadaki malın fiyatı artmıştır, işçilerin ücretleri düşmüştür, karaborsa yaygınlaştırılmıştır, üretim yavaşlamıştır. Tüm bunlar yaşandığı zaman toplum açlığa, sefalete yatırılmış oluyor. Bu da toplum içinde bir avuç kesimin en büyük sermayedarlar, zenginler konumuna gelmesine neden oluyor. Bu anlamda 12 Eylül, kendi ekonomik sermayesini de oluşturmuştur.
Kültür politikası yine buna uygun biçimde geliştirilmiştir. Toplum zapturapt altına alınmıştır. Susturulmuş, yoksullaştırılmıştır. Baskı altına alınan, yoksullaştırılan bir toplumun kültürel anlamda yaşayacağı şey de bağımlılık ve düşürülmek olacaktır. Kişilikler buna uygun hale getirilecektir. Kültür, yaşam tarzı ve alışkanlıklardır. 12 Eylül’ün baskı ve yoksulluk ortamında neler yaşanmıştır? Toplumda buna uygun alışkanlıklar, yaşam, ilişki biçimleri gelişmeye başlamıştır. Bu durum neyi getirir? Yoksulluğu. Yoksullaşıyorsa bir kişi hırsızlık yapacaktır ya da kolay yoldan para kazanma yolunu arayacaktır. Bastırılmış, susturulmuş bir toplum kendini rahatlatacak yeni yaşam alanlarını bulmaya çalışacaktır.
Bu durum ise, geleneksel yaşam ölçüleri ve kültürel değerlerin ardı sıra çözülmesi demektir. O nedenle 12 Eylül sonrası süreçte Türkiye’de toplum büyük bir çözülme yaşamıştır. Öyle ki, toplum içerisinde her birey kendini pazara sunabilecek bir hale getirilmek istenmiştir. Toplum çözüldüğü zaman, o döneme kadarki ahlaki değer ölçüleri de ortadan kalkıyor. O değer ölçüleri ortadan kalktığı zaman ise kişi her şeyiyle beraber kendini pazara sunan, pazarda satan, pazarlayan bir hal alıyor. Toplumu toplum yapan manevi-ahlaki değerleri bir yana bırakılıyor. ‘Kafanı işlet, sen de zengin ol, köşeyi dön’ felsefesi toplumun bilincine kazılıyor. ‘Kafanı işlet, köşeyi dön’ yaklaşımı toplumda yeni bir ‘felsefe’, yeni bir ‘yaşam’ ve yeni bir ‘kültür’ geliştiriyor.
Bir yandan bunları yaparken, ideolojik anlamda ne yapıyor? Toplumun önüne, kendisini temsil edecek seçenekler sunuyor. Toplumda yozlaşma gelişiyorsa, yozlaşmaya karşı çıkanların tepkisini nasıl manipüle edecektir? Dini kullanarak bunu yapmaya çalışacaktır. Bir yandan toplumu düşürüyor, yozlaştırıyor diğer yandan da buna karşı olanların tepkisini manipüle etmek için dini kullanmaya çalışıyor. Dini kullanma eğilimi içerisine girmenin bir parçası olarak kendisine göre olan tarikatları besleyip öne çıkarıyor. Tarikatları geliştirerek kendisine göre ahlaki erdemlerin savunucusu haline geliyor. Böylece bir yanıyla toplumu çözerek kendisi için tehlike olmaktan çıkarırken, diğer taraftan da tepkisi gelişenleri farklı yaklaşımlarla kendi çizdiği sınırlar içerisinde bir örgütlenme içine çekiyor. Her ikisini de yapan kendisidir. Her ikisini yaptığı koşullarda artık o kendisini bir bütün olarak toplum üzerinde çok daha fazla örgütleyen bir güç haline geliyor. Bugün AKP’nin birinci parti olarak Türkiye siyasetinde yer alması, o zamanlardan beri yapılan hazırlıkların bir sonucudur. Tarikatlar o zaman örgütlendirilmiştir. Bu tarikatların siyasal organizasyonlar haline gelmesi, o süreçten itibaren başlamıştır. Bizzat bunu da yapan Türkiye’deki darbeyi gerçekleştiren generallerden başkası değildir.
Özel savaş Türkiye’de kendisini ideolojik, silahlı, kültürel, toplumsal alanlarda kurumlaştırıyor. Tüm alanlarda kurumlaştırdığı zaman kendisi tek, yenilmez, yıkılmaz bir güç haline geliyor. Bu çok tehlikeli bir durumdur. 12 Eylül’den sonra Türkiye’de bu yapılmıştır. 12 Eylül’den sonra doğanlar için, ya da 12 Eylül’den sonra şekillenenler için, “12 Eylül Kuşağı” derler. Nedir bu? Düşüncede alıklaştırılmış, siyasetten uzaklaştırılmış, keyfince yaşamayı esas alan, hiçbir sorumluluk taşımayan, anı daha çok da güdüleri temelinde yaşamayı esas alan, tamamıyla değerler sisteminden kopmuş bir kuşak. 12 Eylül Kuşağı denince bu anlatılır. 12 Eylül ortamında oluşan, yetişen kesimlerin bu gerçekliği hareketimiz de dahil devrimci hareketlere de etki yapmıştır. Zira insanların içinden geldiği toplumsal yapı, önemli ölçüde özel savaş rejimi tarafından şekillendirilen, iradesi kırılarak, toplumsallıkla örtüşmeyen alışkanlıkların edinildiği bir özellik kazanmıştır. Bu da kendisiyle birlikte bir bozulmayı ve yozlaşmayı getirmektedir.
12 Eylül, Tarikatları, baskıyı, istihbaratı, ajanlaştırmayı da geliştirmiştir. Bazı yerlerde yozlaştırmayı geliştirmiştir. Gençlerin, devrimci mücadeleye katılımının engellenmesi için, bilinçli olarak tüm bu alanlarda yozlaşmayı geliştirmiştir. İçki, kumar, fuhuş geliştirilmiştir. Bizzat bunu devletin kendisi yapmıştır. Devlet bünyesinde, memur statüsünde olan birçok kesim, bizzat gittikleri yerde temel görev olarak bunu yapmışlardır. Musakkadim ile ilk fuhuşu gerçekleştiren devlet, bu geleneğini devam ettirerek fuhuşu geliştirmişler; içkinin, kumarın, yozlaşmanın ve her türlü sapkınlığın gelişiminin önünü açmışlardır. Bu türden özel savaş uygulamaları 12 Eylül ile beraber gelişmiş ve giderek kurumlaşmıştır. Bu durum toplum için çok büyük bir tehlike haline gelmiştir. Özel savaşı ele alırken, bir önceki kısmın son bölümünde onun kurumsallaşmasından, bir rejim haline gelmesinden bahsetmiştik. 12 Eylül bu anlamda Türkiye’de öylesi bir kurumsallaşmanın temelini oluşturmuştur. Bu uygulamaları, önünde engeller olmadığı sürece, büyük bir serbestlikle pratikleştirmiştir. Bunların önünde engeller oluşmaya başladığı andan itibaren, özel savaş ciddi darbeler almaya başlamıştır. Oluşturmaya çalıştığı kurumsal yapılarda gedikler açılmıştır.
12 Eylül süreci özel savaş açısından en önemli dönemlerden bir tanesidir. Belirttiğimiz gibi 12 Eylül siyasetin, toplumun, ekonominin, kültürün her alanda özel savaşın kurumsallaştırılmaya başlandığı bir sürecin adıdır. 12 Eylül’ün, özel savaş içindeki yeri doğru kavranıp çözümlenmezse, bugünkü yaşananlara da anlam veremeyiz. 12 Eylül yeniden şekillendirdiği toplum üzerinde, kendini var etmek istemiştir. 12 Eylül toplumun tüm kesimlerine, özel savaş kapsamında, karşı özel politikalar uygulayarak kendi sistemini kurumsallaştırmak istemiştir. 12 Eylül’ün Türkiye tarihindeki en büyük bir karşı devrim olmasının temel nedeni budur. Kalıcı etkilerle karşı devrimi, tarihin ilerleyen yıllarına kadar götürmüştür. 12 Eylül böylesi bir etki yaratmıştır.
Buna bağlı olarak bugün Türkiye’de siyaset, toplum, ekonomi yeniden şekillendirilmeye çalışılıyor. Bu yeniden şekillendirme çalışması ya onu reddedecek ya da kabul edecektir. Ret ve kabul noktasında ele alınan konuların temelinde 12 Eylül yer almaktadır. 12 Eylül kendi sistemini kurumlaştırırken, önünde engeller oluşmadığı sürece onu başarıyla götürmüştür. Önünde direnişler çıkmaya başladığı andan itibaren ise hem kendi oluşturmaya başladığı sistemde gedikler açılmış, hem de özel savaşa karşı direnişin yeni mevziler elde etmesi, toplumu farklı arayışlar içerisine çekmeye başlamıştır. PKK’nin 15 Ağustos 1984 yılında Eruh-Şemdinli’de gerçekleştirdiği baskınlar bu anlamda önemli bir göstergedir.
Eruh ve Şemdinli eylemleri Türk özel savaş rejimine karşı en önemli bir başkaldırı olurken, aynı zamanda özel savaş temelinde oluşturulan sistemde açılan önemli bir gedik olmuştur. Daha sonra özel savaş rejimine karşı geliştirilen mücadeleler de bu gedikten geçerek, önemli gelişmelerin yaşanmasına neden olmuştur. O süreçle birlikte 12 Eylül sistemi karşısında farklı bir mücadele ve direniş odağı ortaya çıkmıştır. Bu direniş odağı, aynı zamanda kendi tarihini de yazmaya başlamıştır.
12 Eylül, Kürdistan ve Türkiye zemininde kendisini kurumsallaştırmaya, örgütlemeye çalışırken, 1984 yılında başlayan bu direniş mücadelesi, aynı zamanda geliştiği zemin üzerinde kendi sürecinin önünü açarken, tarihini de yazmaya başlamıştır. Bu da yeni bir toplumsal şekilleniş ve özelliğin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Yani, Kürdistan’da direnişin gelişmesi, direnişçi toplum özelliklerini canlandırmıştır. Dirilişin tamamlanması, sömürgeci kimliğin, sömürgeci toplumsal yapılanmanın parçalanmasıdır. Bu tamamlandığı zaman, kendi gelişim sürecine göre yeni özellikler edinecektir. Bu özellikler 1990’larda serhildanlara dönüşmüştür. Serhildancı bir toplumdaki kişilikler de serhildancı özellikler taşımaya başlamıştır. Ama bunun karşısında, Türkiye toplumu diye adlandırdığımız alanda, Kürdistan’da gelişen mücadelenin belirli etkileri görülürken, 12 Eylül’ün oluşturmaya çalıştığı ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel şekilleniş kendi istikametinde yol almaya devam etmiştir. Böylece iki farklı toplumsal şekilleniş meydana gelmiştir. Bunlar: Sömürgeciliğin biçim verdiği şekillenişle mücadelemizin biçim vermeye çalıştığı toplumsal şekilleniştir. Bunlar karşılıklı bir çatışma ve mücadele içerisinde olmuşlardır. 12 Eylül’ün yaratmaya çalıştığı toplum gerçekliğine karşı en büyük direniş ve mücadele de bu olmaktadır. Bunu burada özel olarak belirtmekte yarar vardır.
Gelişen direniş sonucunda özel savaş kendisini Kürdistan’da yeniden örgütleme ihtiyacı duymuştur. Türk özel savaşının bunu sağlayabilmesinin temelleri ve koşulları da vardır. Hatta bununla birlikte kendini üzerinde şekillendireceği tarihsel dayanakları söz konusudur. Bu Kürdistan’da süren Türk özel savaşının dayandığı tarihsel temellerin anlaşılması açısından da önemli bir anlama sahiptir.
Kuşkusuz Türk özel savaşı 1984 Eruh ve Şemdinli baskınları ile bir sarsıntı yaşayıp, kendisini yeniden organize etmeye çalışsa da, o zaman başlamamıştır. Öncesi vardır. Kökleri Osmanlı Devleti’nin Kürdistan’daki uygulamalarına ve Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte başlayan yıllara kadar uzanmaktadır.
Osmanlı Devleti’nin son yüzyılı bilinmektedir. Çöküş halinde olan bir devlettir. İmparatorluk çözülmeye başlamıştır. İmparatorluk sınırları içerisinde yer alan halklar ayrılarak, ayrı devletler kurmaya başlamışlardır. Osmanlı Devleti de yaşanan bu kopuşları ve dağılmayı engellemek için kendini yeniden yapılandırma gereğini duymuştur. Osmanlı Devleti 18. yüzyılın sonlarında daha çok da 19. yüzyılın başlarından itibaren böyle bir sürece girmiştir. Bu çerçevede de yeni gelişen güçlü devletlerle anlaşmalar imzalanarak, fermanlar yayınlamaya başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin o süreçte Kürdistan politikası da buna göre belirlenmiştir. Osmanlı Devleti böyle bir yaklaşımla Kürdistan’ı sınırları içerisinde tutarak; sınırda bir tampon bölge oluşturmak suretiyle kendisi için tehlike olarak gördüğü güçlere karşı kullanmayı esas almıştır. Kürtlerin, Ruslara ve Ermenilere karşı o süreçte yoğun bir şekilde kullanılmak istenmesi de bu gerçeklikle doğrudan ilişkili bir sonuç olmuştur.
Kürdistan’da daha sonra bir sistem olarak kendini kurumlaştıran özel savaş uygulamalarının öncelleri o süreçte yaşanmaya başlamıştır. Yaşanan Kürt isyanlarının bastırılmasında da Kürt’e karşı Kürtler kullanılmıştır. Bedirxan Bey İsyanı’nın bastırılmasında, yeğen Yezdan Şer’in kullanılması bu konuda yaşanan bir örnektir. O süreçte Osmanlı Devleti’nin Kürtlere karşı politikası bununla da sınırlı kalmamıştır. Sürgünler, katliamlar yaşanmıştır. Sultan Abdulhamit döneminde onun adıyla anılan Kürtlerden Hamidiye Alayları kurulmuştur. Oluşan bu alaylar, 1984’ten sonra oluşturulan ‘Korucular’ın temelini oluşturmuştur. Yine aynı dönemde Aşiret Mektepleri’nin kuruluşu söz konusu olmuştur. Kurulan bu mekteplerde Kürt aşiret reislerinin, ileri gelenlerinin çocukları devşirilip adeta rehin tutulurken, birer işbirlikçi gibi eğitilmişlerdir. Zaten daha sonra da İstanbul’da kurulan bu aşiret mekteplerinde eğitim görenlere bu temelde görevler verilmiştir.
Cumhuriyet’in kuruluş ve sonraki yıllarında da yine Kürdistan’da benzeri uygulamalara tanık olunmuştur. Bu, özellikle Koçgirî İsyanı’nın bastırılması esnasında çok açık bir hal almıştır. Koçgirî İsyanı’nın, başladığı coğrafyayla sınırlı kalmasında bunun rolü olmuştur. Koçgirî Kürtlerinin diğer alanlara geçişi, işbirlikçi Kürt aşiretleri tarafından engellenerek, teslimiyete zorlanmışlardır. İsyanın bastırılmasında teşvik edici açıklamalar ve vaatlerle birlikte, kullanılan güçlerin niteliği de sıradan askeri bir güç olma özelliğinin ötesindedir.
Koçgirî İsyanı’nın bastırılması göreviyle sorumlu kılınan Sakallı Nurettin Paşa ve Topal Osman İttihat Terakki tarafından kurulan Teşkilat-ı Mahsusa’nın üyeleridirler. Bunların komutaları altında bulunan güçler de özel yetki ve donanımlı olan güçlerdir. Koçgirî İsyanı bu tür bir niteliğe sahip olan güçler tarafından bastırılmıştır. Topal Osman’ın daha sonra Cumhuriyet’in ilanı sürecinde Rusya’dan dönen Türkiye Komünist Partisi yöneticilerinin Karadeniz’de boğdurularak katledilmesi başta olmak üzere birçok kirli ve karanlık işte yer alması, Koçgirî İsyanı’nın bastırılmasında kullanılan güçlerin niteliğinin anlaşılması açısından önemli bir veri sunmaktadır.
Cumhuriyet’in ilanından sonraki yıllarda da benzer politikaların Kürtlere karşı uygulanmasından vazgeçilmemiştir. Şeyh Said İsyanı olarak bilinen Genç- Hani- Palu İsyanı’nın bastırılması esnasında Kürtler mezhepsel farklılıkları da kışkırtılarak birbirine kırdırılmaya çalışılmıştır. İsyanın belirli bir alanla sınırlı kalarak, kuşatılması ve imhası için çevre bölgelere taşınması engellenmiştir. Bu, gerçekleştirilirken de yine çevrede bulunan Kürt aşiretlerinden yararlanılmaya çalışılmıştır. Gerçekleştirilen katliamlara dayanarak isyan bastırıldıktan sonra da “Takrir-i Sükun” yasaları temelinde oluşturulan ve olağanüstü yetkilerle donatılan İstiklal Mahkemeleri’nde yargılamalar yapılmıştır. Kurulan bu ayaküstü mahkemelerin aldığı kararlar doğrultusunda da başta Şeyh Said olmak üzere isyanın liderleri olarak kabul edilen şahsiyetler idam edilerek katledilmişler, halk da sürgünlere tabii tutulmuştur. İsyanlarda yapılan katliamların uluslararası alanda duyulmaması için, katliamların yaşandığı alanlar “yasak bölgeler” olarak ilan edilmiştir. Ağrı ve Dersim isyanlarında benzeri ortak politikalar devreye sokulmuşlardır.
1925’lerde başlayarak 1938’lere kadar yaşanan isyanların bastırılmasında başvurulan özel savaş yöntemleri, sonraki yıllarda yeni eklenen yöntemlerle devam etmiş, yeni imha ve tasfiye planları devreye konulmuştur. Beyaz sömürgecilik, asimilasyon ya da kültürel alanda uygulamaya konan bir dizi yöntemle soykırımlara devam edilmiştir. Kürt kültürü ve dili yasaklanmıştır. Açılan Yatılı İlköğretim Bölge Okulları’nda Kürt çocukları Türkleştirilmeye başlanmıştır. Kürtlük hor görülüp, aşağılanırken; Kürtlerin de kendi kimliklerinden utanmaları sağlanmaya çalışılmıştır. Cumhuriyet sonrasının bürokratlarından olan Mahmut Esat Bozkurt’un dediği gibi, ‘Türkiye’de Türk olmayanların tek hakkı olan hizmetçilik” Kürtlere kabul ettirilme sürecine sokulmuştur.
1960 ve 1971’de Türkiye’de gerçekleşen darbelerden sonra da Kürdistan’da benzeri uygulamalara devam edilmiştir. Kürdistan’da darbe karşıtı ciddi bir halk hareketi olmamasına rağmen böyle olmuştur. Böyle olmasının asıl nedeni, her zaman Kürtlerin potansiyel tehlike olarak kabul edilmesidir. 12 Eylül 1980 Darbesi’yle birlikte de Kürdistan, tam bir özel savaş cenderesi altına alınmıştır.
Kürdistan 12 Eylül öncesinde böyle bir ortama çekilmeye çalışılmıştır. Darbe öncesinde Kürdistan’da faşist militer ve yerli işbirlikçi güçler bu nedenle harekete geçirilmişlerdir. Bu güçler başta Maraş Katliamı olmak üzere provokasyonlar düzenlemişlerdir. Bu provokasyonların ardından da Kürdistan’ın tamamında sıkıyönetim ilan edilmiştir. İlan edilen bu sıkıyönetimin ardından Kürdistan, adeta yeniden işgal edilmeye başlanmıştır.
Özel savaş 12 Eylül’le birlikte yeni bir süreç başlattı
12 Eylül Darbesi ise, bu sıkıyönetim sürecinin tamamlayıcısı olmuştur. 12 Eylül’le birlikte yeniden işgal edilmeye başlayan Kürdistan topraklarında halk bir zindan yaşamı içerisine çekilmiştir. Her şey yasaklanmış ve yaşam katlanılmaz bir hale getirilmiştir. İşkence günlük olaylar haline gelmiştir. Amed Zindanı ise Kürdistan’da uygulanan özel savaşın tam bir maketi olarak ele alınmıştır. O nedenledir ki Kürdistan’da gerçekleştirilen özel savaşın boyutu, Amed Zindanı’nda yaşanan vahşetle birlikte ölçülmelidir.
Eruh, Şemdinli baskınlarından sonra kendini gözden geçirme gereğini duyan Türk özel savaş rejimi, sahip olduğu bu mirasa dayanarak kendisi için de yeni bir süreç başlatmış ve ona uygun bir konumlanış içerisine girmiştir. Bu temele dayalı olarak da 1984’ten sonra Türk özel savaş rejimi kendisini Kürdistan’da yeniden konumlandırmıştır.
Kürdistan’da Olağanüstü Hal Bölge Valiliği ilan edilmiştir. Bunun ilan edilmesi, Kürdistan’ın, Türkiye’nin siyasal yapılanması içinde farklı bir bölge, alan, coğrafya olduğunun kabul edilmesi anlamına gelmiştir. Türkiye’nin siyasal devlet sınırları içerisinde farklı bir siyasal şekillenişin, Olağanüstü Hal Bölge Valiliği biçiminde dile getirilmesi, bu gerçekliği ortaya koymuştur. Kürdistan, 1980’ler sonrası Türkiye’deki özel savaşın kendisini kurumlaştırmaya çalıştığı, buna karşı da bir direniş mücadelesinin geliştiği koşullarda özel bir bölge valiliğinin ilan edilmesi, Kürdistan’daki özel savaş rejiminin kurumlaşmasının en önemli adımlardan biri olmuştur.
Özel savaş rejiminde, savaşın özelleştirilmesi gibi çok temel bir özellik vardır. Savaş nerede yapılıyorsa, oralılaştırılmalıdır. Örneğin savaş, Vietnam’da gelişiyorsa, savaşın Vietnamlılaştırılmasıdır. Ya da savaş Küba’da gelişiyorsa, savaşın Kübalılaştırılmasıdır. Kürdistan’da gelişen gerilla mücadelesine karşı savaşın gelişimi, özel savaşın kedisini Kürdistanlılaştırması anlamına geliyor. Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’nin ilan edilmesi bunun bir adımıdır. Bundan sonra koruculuk ilan ediliyor. Bu korucular Kürtlerden seçilmiştir. Bu şekilde; Kürt’ün Kürt’e karşı çıkarılarak kırdırılmak istenmesi, Kürdistan’daki özel savaşın ikinci ve önemli uygulaması olmaktadır.
Bununla beraber Kürdistan’da gelişen mücadeleyi, dirilişi bastırma amacıyla alınmış tedbirler vardır. Özel savaş kapsamında değerlendirilebilecek tedbirlerin başında geleni itirafçılık yasasıdır. Kürdistan’da özel savaş dendiği zaman, anlamamız gereken noktalardan biri de, geliştirilen itirafçılık yasasıdır. Yine Devlet Güvenlik Mahkemesi’dir. Bununla beraber halkı yoksullaştırma, yoksullaştırılan halkı düşürme etkili yöntemlerdendir. Bugün bile mikro kredi uygulamalarına, bedava ev eşyaları, yakacak ve yiyecek dağıtımlarına temel oluşturan, Yeşil Kart uygulamaları, Fakir Fukara Fonu’nun çıkarılması bunun bir sonucu olarak geliştirilmiştir.
Kürdistan’da sömürgeci uygulamaları teşvik etme açısından içerisine girilen yönelimler vardır. Bu çerçevede Kürdistan’da görev yapan memurların maaşı iki katına çıkarılmıştır. Daha önceki yıllarda temelleri atılmış olsa da GAP bu amaca hizmet temelinde kullanılmaya başlanılmıştır. O zamanın Başbakanı Turgut Özal’ın deyimiyle “Beş yüz bin Kürt Kayseri’nin batısına göçertildiğinde, bu sorun çözülür” mantığıyla harekete geçilmiş, bunun için de bir yanda sürgünler dayatılırken, diğer yandan da göçü özendirici, teşvik primleri dağıtılarak Kürdistan insansızlaştırılmaya çalışılmıştır. Bunlarla birlikte 1970’li yıllarda CHP Genel Başkanı olan Bülent Ecevit’in “köy-kent projesini” andıran “stratejik köyler” uygulamasını devreye koymuşlardır. Bunun için de köylülerin zorla köylerini terk etmeleri sağlanmaya çalışılmıştır. O süreçten itibaren üç binden fazla köy boşaltılmış, sayısı milyonlara varan Kürt yerinden-yurdundan göçertilmiştir.
Kadına ve gençlere yönelik özel politikalar geliştirilmiştir. Gençler politikadan uzak hale getirilmeye çalışılmıştır. Bunu sağlamak için de Üç S (seks, sanat, spor) ya da Üç F (fuhuş, fiesta, futbol) gençliğin önüne tek yaşam seçeneği olarak konulmaya başlanmıştır. Gençlere adeta “politikayla uğraşma da ne ile uğraşırsan uğraş!” denilmiştir. Kadına meta gibi bir yaklaşım gösterilmiş ve tüketimin temel nesnesi kılınmıştır. Tüm bunlar, gelişen mücadelemiz karşısında, Kürt halkına karşı geliştirilen birer özel savaş taktikleri olmaktadır.
Özel savaş askeri olarak da değişikliklere gitti
Bunlarla birlikte özel savaş askeri olarak da bazı düzenlemeler içerisine girmeyi kendisi açısından bir zorunluluk olarak görmüştür. Bu süreçle birlikte “Balığı yakalamak için denizi kurutma” mantığından vazgeçmemiştir. O nedenle gerillayı etkisiz kılmak için, halka yönelik baskılar hızından bir şey kaybetmeden sürdürülürken, Çevik Güç, JİTEM; ordu içeresinde A Takımı, B Takımı diye adlandırılan özel harekât birlikleri oluşturulmaya başlanmıştır. O zamana kadar Kürdistan’da komando gücüne dayalı olarak geliştirdiği operasyonların, saldırıların sonuç alamadığı bir ortamda, bu şekilde gerillaya karşı askeri anlamda yeni yöntemler belirleme ve yeni araçlar kullanma ihtiyacını duymuştur. Bunun için kendisini gözden geçirmek durumunda kalmıştır. Bunlar, 1984 sonrası süreçte mücadelemize karşı geliştirilen özel savaşın pratik yönelimleri olmuştur.
Özel savaş topluma karşı ilan edilmiş bir savaştır. Toplumsal alanda gelişen mücadeleye karşı, her zaman özel savaşın kendisi de karşı bir hamlede bulunma ihtiyacını duymuştur. İçerisine girilen bu yönelimin hedefinde de halkın gelişen mücadelesini bastırma, yok etme bulunmuştur. Özel savaş taktikleri sonuç almadığında, Kürdistan’da ve Türkiye’de yeni özel savaş taktikleri devreye konulmuş ve bu doğrultuda oluşturulan araçlar da kullanılmaya başlanmıştır.
Kürdistan halk hareketinin yaygınlaşması ve tırmanışa geçmesi karşısında, özel savaşın uygulamaya koyduğu taktikler de bunlar arasında yerini almıştır. Böylesi bir süreçte; gerilla mücadelesi daha fazla gelişmiş ve serhildanlar gündeme girmeye başlamıştır. Artık o noktadan itibaren özel savaş, gerillaya karşı saldırılarını, baskılarını tırmandırırken; gelişen serhildanlara, halk hareketlerine karşı da harekete geçmeye başlamıştır. 1990’dan sonra yaşanalar bu çerçevede geliştirilmiştir.
Bu süreçle birlikte özel savaş tüm aygıtları ile halka karşı kullanılır bir hal almıştır. Halk hareketlerine karşı, Dargeçit’te, Cizre’de, Nusaybin’de, Şırnak’ta vb. kitle katliamları yaşanmaya başlamıştır. Halkın kutsal olarak kabul ettiği dini inançları istismar edilmiştir. Bu temelde bugün Ergenekon ve JİTEM ile ilgili açılan mahkemelerde okunan iddianamelerde ve yürütülen soruşturmalarda açığa çıktığı gibi kendini İslami kavramlarla adlandıran, özünde ise bir kontra örgütlenmesi olan Hizb-i Kontra devreye konulmuştur. Bu cinayet şebekesi tarafından binlerce yurtsever katledilmiştir. Şehirlerde Kürt muhalefeti geliştikçe bunlar ve JİTEM tarafından Kürtler içinde bilinen insanlar, birbiri ardı sıra tutuklanmaya, kaçırılmaya, işkenceyle katledilmeye başlanmıştır. Kürtlere karşı Türkiye metropollerinde gerçekleştirilen saldırılara kontrgerilla ile ilişkisi açığa çıkmış tescilli faşistler de ortak edilmişlerdir. Zamanın Başbakanı Tansu Çiller’in cebinde ismi olan kişiler, birbiri ardı sıra bu cinayet şebekeleri tarafından katledilmişlerdir.
Öyle bir süreçte birbiri ardı sıra insanlar kaçırılmaya, aslında faili belli olan cinayetler işlenmeye başlanmıştır. Türkiye’de, Kürdistan’da daha önce de insanlar kaybedilmeye başlanmıştı ama 1990’dan sonra Kürdistan’da insan hakları kuruluşları tarafından resmi olarak da açıklandığı gibi on yedi bin (17.000) insan kaçırılarak kaybedilmiştir. Bunların birçoğunun akıbeti, cesetlerinin nerede olduğu hala bilinmemektedir. Yine bu süreçte kitle operasyonları ve tutuklanmaları yoğun bir hal almıştır. Daha önce de Kürdistan’da kitle tutuklamaları oluyordu ama bu sefer tutuklamalar Türkiye metropollerine de çok yaygın bir şekilde taşırılmıştır. Yüzlerce, binlerce insan tutuklanmıştır. Genç, yaşlı, işçi, memur, esnaf, din adamı, kadın, erkek yani hem mesleki hem de toplumsal açıdan tüm kesimleri içine alan çok yaygın tutuklamalar yapılarak, insanlar zindanlara alınmış ve işkencelerden geçirilmiştir.
Kürdistan’da özel hareket ve kirli savaş temelinde özel savaş kendini bu şekilde yeniden konumlandırırken; yaygın ve etkili bir şekilde psikolojik bir savaş da yürütmüştür. Denilebilir ki, Türk Özel Savaş Rejimi Kürdistan’da yürüttüğü kirli savaşta, psikolojik savaşa dayanarak sonuca ulaşmak istemiştir. Bu çerçevede Kürdistan’da psikolojik savaşın kapsamı geniş tutulmuştur. Hedefinde gerilla, halk, tarafsız kesimler bulunmuştur. Aynı zamanda Kürdistan’da kullandığı özel harekat elemanlarını da bu psikolojik savaş kapsamında hazırlamış ve kendince dost gördüğü çevrelerden aldığı desteği psikolojik bir üstünlüğe dönüştürmek istemiştir.
Bunlarla temel amaç gerillaya karşı sadece fiziksel alanda değil, psikolojik alanda da bir savaş yürütülmüş olurken; aynı zamanda halka yönelik olarak da bir psikolojik harekat başlatılmış olmaktadır. Çünkü gerillaya yönelik geliştirilen psikolojik harekatın halka yönelik boyutları ve verdiği mesajları vardır. Bununla halkın çocuklarının gerillaya katılmasının önünün alınması, verdiği desteği kesmesi, tarafsızlaşması ve giderek de devletin yanında yer alması sağlanmaya çalışılmaktadır. Tabii halka yönelik olarak geliştirilen psikolojik savaş sadece gerillaya yönelik saldırılar üzerinden sürdürülmemektedir. Halka yönelik olarak da başvurulan psikolojik savaş yöntemleri bulunmaktadır.
Bir bütün olarak halka karşı yürütülen özel psikolojik savaş ile asıl hedeflenen toplumun sürüleştirilerek kolay yönetilir hale getirilmesi ve tüketici kılınması olurken; bu yönelim ile sisteme karşı başkaldırmasının önüne geçilmek de istenilmektedir. Bu şekilde oluşacak olan potansiyel tehlikelerin önü de alınmış olmaktadır.
Bu tür rejimler toplumun yaşayan bir organizma olduğunu ve sahip olduğu, yarattığı değerlerle var olduğu gerçeğini bir yana bırakarak; toplumu ve insanı sadece kaba bir madde olarak ele almaktadır. Topluma ve insana bu şekilde herhangi bir nesne olarak baktıkları için de onların üzerinde her türlü oynamayı kendilerine hak olarak kabul etmişlerdir. Kürdistan’da özel savaşın halkımıza yaklaşımı da bu şekilde belirlenmiş ve psikolojik savaş bu temelde geliştirilmiştir. Halkımızın doğal toplum kaynaklı kültürel değerlerini bozmak, tüketici kılmak ve yozlaştırmak için tüm yöntemlere başvurulmuştur. Önderliğin kültürel soykırım dediği bir katliamın gerçekleşmesi için gerekeli olan altyapı hazırlanmaya çalışılmıştır. Böylece Kürtlüğünden uzaklaştırılmış olan halkımıza istedikleri şekilde bir biçim vermek istemişlerdir. Bu hedefe ulaşmak için de Türkleşmeyi özendiren politikalar devreye sokulmuştur. Basın-yayın organları harekete geçmiş, okullar bu anlamda tamamen ulusal inkar yuvaları haline getirilmiştir. Halkın dini duyguları istismar edilmeye başlanmış, sahte tarikatlar oluşturularak, dini adlar kullanan kontra örgütler örgütlendirilmeye başlanmıştır. Genç kızlar dikiş- nakış, meslek vb. öğretilme adı altında asimile edilmeye ve yoz bir yaşam içerisine çekilmeye çalışılırken, yerden mantar biter gibi spor kulüpleri yaygınlaşmıştır. Fuhuş ve uyuşturucu gençler içerisinde birer salgın haline getirilmiştir. Franko’nun Üç F’si (fuhuş, futbol, fiesta) ya da genel olarak ifade edilen toplumu yozlaştırma ve başkalaşıma uğratmada kullanılan Üç S (seks, sanat, spor) halkımıza karşı ilan edilen psikolojik savaşın temel araçları haline getirilerek kullanılmıştır.
Özel savaş topyekûn savaşa dönüştürüldü
Özel savaş halka karşı böyle bir psikolojik savaş yürütürken, kendince dost gördüğü güçlerin de desteğini almıştır. Sadece bununla da yetinmeyerek, bu çevrelerin farklı kesimlere de aynı şekilde destek vermesi çağrısında bulunması istenmiştir. Ve bu çevrelerin de bu yönlü pek çok açıklaması olmuştur.
Böylece özel savaş geliştirdiği psikolojik savaş ile gerilla, halk ve kendince ortada gördüğü tarafsız kesimleri etkisi altına almaya çalışmış olmaktadır.
Bir yandan bunlar yaşanırken, diğer yandan da gelişen Kürt halk hareketine, serhildanlarına karşı Türkiye halkında şovenizm geliştirilmeye çalışılmıştır. Böylece şovenizm yoluyla Türkiye’de faşizm kitleselleştirilmek istenmiş, Türkler, Kürtlerin karşısına çıkarılmaya ve Kürt oldukları için insanlar düşman haline getirilmeye başlanmıştır. Kürtleri düşman gören Türkler, ona karşı savaşan bir güç konumuna getirilmek istenmiştir. Yapılan tahrikler sonucunda da Türkiye’nin değişik yerlerinde Kürtlerin bulunduğu mahallelere saldırılar yapılmıştır. Kürt olduğu için 1990’lı yıllarda insanlar linç edilmeye, evleri, iş yerleri yakılmaya, talan edilmeye ve insanlar göç etmeye zorlanmışlardır. Çanakkale’de, Antalya’da, Muğla’nın ilçelerinde, Mersin’de, İzmir’de bu tür olaylar yaşanmıştır. Partiler kapatılmış, milletvekilleri tutuklanmıştır. Gazeteler bombalanmış, dergiler kapatılmıştır. Bunların hepsi Kürtlere karşı geliştirilen özel savaşın 1990’lardan sonraki uygulama biçimleri olmuştur. Özel savaşın bu şekilde geliştirilmesi, özel savaşın farklı boyutlarda tartışılmasını beraberinde getirmiştir. Özellikle Doğan Güreş, Tansu Çiller sürecinde yürütülen özel savaş, belirttiğimiz kapsamda topyekûn savaş olarak ele alınmıştır.
Kürtlerin gerillasıyla, halkıyla, gerçekleştirdiği serhildanlarla bir bütün olarak ulusal dirilişin tamamlandığını dile getirdikleri, “Sıra Kurtuluşta” sloganını gündemlerine aldıkları böyle bir süreçte; TC, Kürtleri toptan düşman ilan ederek, özel savaşı topyekûnleştirmiştir. Bu topyekûnleştirme, ekonomik, siyasal, ideolojik ve kültürel, yani yaşamın her anına, alanına yönelik geliştirilen bir saldırı anlamına gelmektedir.
Özellikle 1990 sonrası süreç Türkiye’de yürütülen özel savaşın biraz daha profesyonelce yürütüldüğü, biraz daha stratejik olarak ele alınıp, uygulamalarla geliştirildiği bir dönemdir. 1995 yılında Genelkurmay’ın çıkarttığı Özel Harp ile ilgili iki ciltlik bir kitap bulunmaktadır. O kitaplarda PKK’ye yönelik yaptıkları incelemelerin ve bunun sonucunda ulaştıkları sonuçların dökümünü yapmışlardır. Örneğin, dağdaki güçlerin, Şam’daki güçlerin, Avrupa’daki güçlerin, Kuzey’deki güçlerin, eyalet diye adlandırılan alanlardaki güçlerin durumunu buna göre izah etmişlerdir. Yine ‘komutanların durumu, kullandıkları silahlar, geliştirdikleri taktikler budur’ demişlerdir. Gerillayı en ince ayrıntısına kadar ele almışlar ve oradan kendilerine göre sonuçlar çıkartmışlar. O çıkarttıkları sonuçlara göre mücadelemize karşı hangi yöntemleri kullanarak boşa çıkartabileceklerinin tespitine ulaşmışlardır. Buna göre ‘gerillaya karşı ne yapılabilir?’ sorusunu kendilerine sorarak, saptamalarda bulunmuşlardır. Bunun bir sonucu olarak da ‘Özel Ordu’yu geliştirmeyi kararlaştırmışlardır. Bu noktada özel, profesyonel ordunun oluşturulması yönünde kararlar almışlardır. Gerillaya karşı büyük güçlerle saldırıldığında sonuç elde etmenin zor olduğunu görmüşlerdir. Bu nedenle “özel harekâtlar geliştirilmelidir” şeklinde bir sonuca ulaşmışlardır. Daha sonra, “uçar birlik harekatı” adını verdikleri ve operasyonel güçler tarafından 1987-1988 yıllarında bu temelde saldırılarını yoğunlaştırmışlardır. O süreçten itibaren bize karşı özel savaş biraz kendi belirlediği stratejiye, kurallara göre sürdürülmüştür.
PKK mücadelesi, gerillalaşarak gelişip serhildanlarla bütünleşmiştir. Serhildanlardan sonra da PKK mücadelesi siyasallaşma sürecine girmiştir. PKK başından itibaren siyasaldır. Ama 1990’dan sonra yasal alanda mücadelemizin ortaya çıkarttığı demokratik ulus bilinci, siyasal zeminde savunularak, meşru bir ortamda onun mücadelesini yürütmenin koşulları ortaya çıkmıştır. Gerilla, serhildan ve siyasal mücadelenin bu şekilde bütünlüklü bir hal alması; özel savaşın da tüm bu alanlarda saldırılarının artmasına neden olmuştur. Özel savaşın topyekûnleştirilmesi bu anlama gelmiştir. Bunun için de özel savaş topyekûn bir savaşa dönüştürülmüştür.
Özel savaşın topyekün bir biçim kazanması ise, Türk Devleti’nin Kürt halkına karşı geliştirdiği saldırıların her şeyiyle; ordusuyla, polisiyle, kontra güçleriyle, partileriyle, meclisiyle, desteğini aldığı faşist kitlelerle birlikte ortak bir kanalda birleştirilmesi, ulusal mutabakat çerçevesinde ele alınarak sürdürülmesi anlamına gelmiştir.
1990’dan sonra böylesi bir biçim alan özel savaş, AKP hükümeti iktidarı ile beraber kendisini yeni bir şekilde ortaya koymuştur. AKP siyasal sorumluluğunu üstlendiği bu özel savaşı daha çok da psikolojik savaş boyutuyla yürütmeye çalışmıştır. Bugün onlarca gazete ve TV’yi hizmetine sunmuş kullanıyor. Bugüne kadar olmadığı kadar basın-yayın organları kullanılmış oluyor. Bu konuda özel psikolojik savaş grupları ve komisyonları oluşturuyor. Bu grupların geliştirdikleri projelere dayanarak da toplum yönlendirilmeye çalışılıyor.
Günümüzde özel savaş yöntemleri
Tüm bunlar, günümüz koşullarında özel savaşın yürütülmesinin almış olduğu biçimler oluyor. Özel savaşı askeri, siyasal, toplumsal boyutuyla uygulanmasını bu şekilde ortaya koyabiliriz.
Burada anlaşılması gereken, içerisinde bulunduğumuz koşullarda özel savaşın en tehlikeli ve kapsamlı boyutunun askeri boyut olmadığıdır. Gelinen aşamada bu aşılmıştır. 12 Eylül’ün üzerinde o kadar durmamızın nedeni budur. Ekonomik alanda yöneliyor, toplumsal alanda yöneliyor, ideolojik ve kültürel alanda yöneliyor. Toplumu tek tek bireylerine kadar ayrıştırarak nasıl etki altına alıp, özünden boşaltacaksa ona uygun şekilde politikalar geliştirerek yöneliyor. Günümüzde özel savaş budur. Mesela, televizyon izliyoruz. İzlediğimiz televizyon baştan sona kadar tam bir özel savaş aygıtıdır. En büyük bombadan çok daha tehlikelidir. Çünkü televizyon denen olgu, aynı anda on milyonlarca eve giriyor ve her evde birden bomba etkisi yaratıyor. Toplumun alışkanlıklarına yön veriyor, kişiliklerin şekillenmesine, konuşmasına, giyimine ve her şeye yön veriyor. Bu şekilde toplumu etkisi altına alıyor. Psikolojik savaşa ilişkin, yayınlanan bir röportaj basına yansımıştır. Orada yapılan röportajda sorulara bir gazeteci cevap veriyor. Vermiş olduğu cevaplardan bir tanesi şudur: “Televizyonda konuşulan bir sözcüğü, toplumda üç kişi konuşmaya başlamışsa orada bir sonuç elde edilmiş ve çok korkunç bir durum yaşanmıştır” demektedir. Bu şekilde özel savaş, psikolojik savaşı kullanarak beyin nakli gerçekleştirmiş olmaktadır.
Günümüzde özel savaş böyle yürütülüyor. Beyin nakli gerçekleşiyor. Beyin nakli, insanları masaya yatırıp, kafasını kırıp içerisindeki beyni değiştirip, başka bir beyni takma değildir. Topluma sunduğu imkânlarla bunu yapıyor. Televizyonla, televizyondaki programlarıyla yapıyor. Bu nedir? Örneğin, TV’ de bir dizi var. Bu dizideki tiplerin, aktörlerin söylemiş olduğu kelimeler ertesi gün toplumun büyük bir bölümünün ağzındadır. Öyle ki televizyon hangi kişinin, hangi kelimeyi nasıl konuşacağını bile belirliyor. Yine neye güleceğini belirliyor. İnsanların hangi espriye güleceği, hangi kelimeleri konuşacağı, konuştuğu kelimeleri nasıl bir aksanla konuşacağı bile böyle belirleniyorsa, orada özel savaş yüzde yüz başarılı olmuş demektir. Onun için özel savaşı, sadece askeri anlamda bir savaş olarak değerlendirmemek gerekir.
Adı savaştır, askeri bir kavramdır, ama bugün egemen, sömürücü güçler, kendi iktidarlarını sağlamlaştırmak için bütün topluma karşı her alanda tüm imkanlarını kullanarak kimi zaman şiddet araçlarının kullanımına bile gerek duyulmadan yürütülen bir savaştır. Örneğin, televizyonda bir yemek reklâmı yapılıyor, böylece reklâmı yapılan malzemenin alınması teşvik ediliyor. Yaz ayları geliyor, elbise modası, kış oluyor ayrı bir elbise modası geliştirerek insanları tüketime teşvik ediyorlar. Saçınızı şu şampuanla yıkarsanız şöyle olur. Daha birçok şey söylenebilir. Bunları izleyenleri kendisine benzetmek için ya da istediği bir tip haline getirmek için yapıyor. O zaman onu izleyenler de, onlar gibi olmaya başlıyor, onlar gibi davranıyor, onların söylediği şarkıları, türküleri söylüyor. Onların yaptığı her şeyi yapıyor. Bunlar basit şeyler değil. Tüm bunları onlar gibi yapmaya başladığı zaman insanlar artık onlar gibi düşünmeye başlıyor. Onlar gibi düşünmeye başlandığı zaman da, özel savaş amacına ulaşmış oluyor. Psikolojik savaşın amacı budur. İnsanların bilincine akmaktır, bilincini yönlendirmektir, iradesini kırmaktır, teslim almaktır, etkilemektir, istediği hale, biçime getirmektir, istediği gibi davranış içerisine girmesini sağlamaktır. Bu topluma karşı çok yaygın bir biçimde sürdürülüyor. Bizim içimizde de etkisi çokça var. Mesela bizim beğeni ölçülerimiz de televizyonlarda özel savaş kurmaylarının, psikolojik savaş uzmanlarının hazırlamış olduğu programlarda, bize benimsetilmeye çalışılan beğeni ölçülerinden fazla uzak değildir. Hemen onların piyasaya sürdüğü şarkılardan etkileniyoruz, çok daha fazla dinliyoruz. Bizleri meşgul etmek için yayınladığı dizi filmleri var. Onları izliyoruz ve ondan sonra aynı tepkileri göstermeye başlıyoruz. Yaşamımızda onlara göre ilişkiler arıyoruz. O ilişkilere yakın olanlar varsa, o bizim grubumuz oluyor. O ilişkilerin dışında olanlar varsa onlar ötekiler, karşıtlar oluyor. Bizim toplumumuz içinde, ‘bizim grubumuz’, ‘bizim gibi düşünenler’ ya da ‘ötekiler’ biçiminde bir ayrım yapıldığı zaman özel savaşın amacına hizmet edilmiş olunuyor. Özel savaş bize diyor: ‘Bu şarkıyı dinleyeceksin, şu sözü söylediğim zaman güleceksin.’ Televizyonlarda vardır. Birisi bir hareket yapar, hemen kahkaha fonu yayına girer. Komut veriyor, siz de “gülün” diye. Biz özel savaşın, bir rejim haline gelerek kurumsallaşmasından bahsederken, toplumun tümüne karşı ilan edilmiş bir savaştan söz etmiş oluyoruz. Biz istediğimiz kadar gerilla mücadelesi verelim, istediğimiz kadar düşmanı darbeleyelim; hatta Kürdistan’dan kovalım. Eğer, belirttiğimiz çerçevede yürütülen özel savaşa karşı güçlü bir mücadele vermezsek, tüm kazanımlarımız boşa gider.
Özel savaş kuralsız bir savaştır
Bize karşı özel savaşın bu şekilde yoğunlaştırılarak bir konsept dahilinde sürdürülmesi, düşünsel anlamda devrimci ilkelerden, düşüncelerden vazgeçmemizi, düzen ve sistem içerisine savrulmamızı mutlaka sağlamayı ifade etmektedir.
Özel savaş, kuralsız bir savaştır. Tüm imkânların hedefe ulaşmak için kullanıldığı bir savaştır. Özel savaş, kişiyi kendi kendine düşman haline getirme savaşıdır. Toplumu özünden boşaltma savaşıdır. Bunları, sömürücü, egemenlikli, devletçi güçler tüm toplum ve birey üzerinde egemenliklerini kurmak için yapıyorlar. İster askeri olsun ister kültürel, ideolojik olsun saldırılarını bunun için yapıyorlar. Öyle ise ona karşı komple bir mücadele içinde olacağız. Özel savaşa karşı asıl kazanım, asıl mücadele böyle başarılı olacaktır. Yoksa başka türlü biz özel savaşı yerle bir edemeyiz.
Özel savaş topluma karşı yürütüldüğünde eğer başarıya ulaşırsa sonuç elde eder. Ama toplumsal alanda güçlü direniş geliştirildiğinde özel savaşın başarıya ulaşması mümkün değildir.
Günümüzde özel savaş, almış olduğu biçimle yaşamın her alanında sürdürülmektedir. Bu alanların başında da basın-yayın alanı gelmektedir. Özel savaş deyip, geçilmemelidir. Özel savaş asıl olarak da kendi yaşam tarzını, ilişki biçimini, yaklaşımını kabul ettirmeye çalışıyor. Özel savaşın bu dayatmalarını yaşam içerisinde kabul ettikten sonra, istenildiği kadar ona karşı mücadele içerisinde olunduğu söylense de bunun bir inandırıcılığı ve anlamı olmaz. O da “bizdendir” der. Yani özel savaş bu şekilde, karşısında olanı kendisinden yana çekme, kendisine benzetme ve kendisi gibi düşünür, yaşar hale getirme savaşıdır.