Kuşkusuz PKK öncülüğünde Özgürlük Mücadelemizin 40. yılını yaşıyor olmak hepimiz açısından oldukça gurur ve heyecan verici olmaktadır. Çünkü kırk yıllık kesintisiz bir parti öncülüğü, halk önderliği Kurdistan’da ilk defa yaşanmaktadır. Böyle bir öncülüğü yaratan Önderlik yürüyüşünün ise, 46. yılında bulunulmaktadır. Her ne kadar bu kırk altı yılın yirmi yılı, İmralı işkence sistemi altında yaşanmış olsa da Önder Apo büyük dehası, esnek ve yaratıcı zekâsıyla Önderlik yürüyüşünün kesintiye uğramasına izin vermemiştir. Dolayısıyla kırk altı yıllık kesintisiz Önderlik yürüyüşü Kurdistan tarihinde bir ilk olmaktadır. Kurdistan tarihi açısından ilk olduğu kadar tarihsel açıdan, yine bölgemiz ve dünya için de neredeyse yarım yüz yıla yaklaşan bu düzeyde bir Önderlik yürüyüşünün az bulunduğu, adeta ellerin parmak sayılarıyla ifade edildiği bir durumu ifade etmektedir. Yine, bu kırk altı yıllık kesintisiz Önderlik yürüyüşü ve kırk yıllık parti mücadelesi, Önder Apo’nun deyimiyle, “her anı sırat köprüsünden geçercesine, kızgın sac üzerinde yürürcesine gerçekleşmiş bir tarihsel yürüyüş” olmaktadır. Her anının büyük zorluklar, çaba, emek ve mücadeleyle geçtiği ve kazanıldığı tartışma götürmez bir gerçeklik olmaktadır. Dolayısıyla söz konusu kırk altı yıllık Önderlik yürüyüşünün ve kırk yıllık parti mücadelesinin Kurdistan ve Kürt halkı açısından biriktirdiği değerler çok fazla ve tarihseldir. Adeta Kurdistan ve Kürt halkının en büyük hazinesi ve en temel güç kaynağı olmaktadır. Bu birikimin içerdiği zengin tecrübe, deneyim ve ders bunları özümseyip bu temelde yürümek isteyenler açısından her türlü mücadeleyi yürütmek ve özgür insanlık yürüyüşünde tarihi başarılar elde etmek açısından, son derece zengin ve yeterlidir.
Önderliksel doğuş ve partileşmeyle başlayan sürecin, Kurdistan ve Kürt halkı açısından bir milat olduğu, genelde kabul görmektedir. 70’lerin başında gerçekleşen Önderliksel doğuş ve bu doğuşun 70’lerin sonuna doğru partileşmesiyle Kurdistan’ın sömürgecilik ve soykırım altında ulusal yok oluşa giden tarihi durdurulmuş, özgürce var olma ve yaşama tarihi başlatılmıştır. Dolayısıyla PKK’nin 40. yılı Kürt halkı açısından 40. özgür yaşam yılı olma özelliği de taşımaktadır. Söz konusu kırk yıllık mücadele içerisinde Önderlik ve PKK’nin yürüttüğü çabalarla Kürt halkının yüzyıllarca özgür yaşaması için gerekli verileri ortaya çıkardığı ve sağlam bir özgür yaşam temeli attığı, inkâr edilemez düzeyde açık bir gerçektir. Burada Önder Apo’nun sıkça ifade ettiği bir gerçekliğin altını birkez daha çizmemiz, konuyu daha anlaşılır bir biçimde ifade edebilmemiz açısından yararlı olacaktır. Bu söz konusu kuralın da, Kürdistani olan her şeyin aynı zamanda evrensel olduğu, evrensel olanın da Kürdistani olduğu gerçeğidir. Dolayısıyla kırk altı yıllık Önderlik yürüyüşü ve kırk yıllık PKK mücadelesiyle Kurdistan’ın ve Kürt halkının yarattığı, sağladığı özgürlükçü kazanımların hepsi, aslında evrensel bir nitelik ve değer de taşımaktadır. Sadece Kürt halkının, kadınlarının ve gençlerinin bir kazanımı değil, aynı zamanda tüm insanlığın, tüm ezilenlerin, tüm halkların, hatta tüm canlıların bir kazanımı olmaktadır.
Önder Apo öncülüğündeki PKK mücadelesiyle Kurdistan’da gerçekleştirilen aydınlanma bölgemiz Ortadoğu’yu, tüm dünyayı ve evreni daha çok aydınlatmakta ve anlaşılır hale getirmektedir. Kürt halkının sömürgeci-soykırımcı saldırılar altında yok oluşunu durdurarak, özgürce var olma ve gelişme sürecini başlatan ve onun sağlam temellerini atan, kırk yıllık PKK mücadelesi, insanlığın özgürlük yürüyüşüne hem düşünsel ve hem de pratik kazanımlar bakımından, tarihi öneme sahip temel katkılarda bulunmuştur. Hiç kuşkusuz bu katkılar çoktur ve de çeşitlidir. Fakat biz burada esası oluşturan hem felsefî hem de politik kuram açısından çözümleyici olup, önümüzdeki süreci aydınlatan birkaç temel husus üzerinde durmak istiyoruz.
Din afyondur gibi dar yaklaşımlar terkedilmeli
Elbette bunlardan bir tanesi ve belki de en önemlisi genelde maneviyat ve inanç, özel olarak ise, din gerçeği oluyor. Çünkü Ortadoğu denildiğinde çok açık bir biçimde din gerçeği akla geliyor ve öne çıkıyor. Tarihsel olarak insanlığın yaratmış olduğu ve inanmış olduğu tüm dinlerin, Ortadoğu’da ortaya çıktığı, derinliğine yaşanıp başka alanlara da yayılmış olduğu biliniyor. Dolayısıyla düşünce gibi, yani yaşama bakış ve onu ele alış yöntemi gibi, yine toplum olma ve iktidar-devlet gerçeğini ortaya çıkartma gibi, devlet ve iktidar gerçeğine karşı demokratik toplum alternatifini ve çözümünü ifade etmek gibi din gerçeği de mutlaka doğru ele alınıp anlaşılmayı ve çözümlenerek doğru yaklaşım gösterilmeyi gerektiriyor. Peki, doğru olarak bu gerçeği nasıl ele alacağız? Din gerçeğine doğru devrimci yaklaşım nasıl olmalıdır? Onu nasıl anlamamız, çözümlememiz ve ona nasıl bir yaklaşım göstermemiz gerekir? Elbette tüm bu sorulara cevap oluşturacak içerikte konuyu aydınlatmaya çalışmamız gerekmektedir.
Bilindiği gibi Avrupa aydınlanmasının doruğu olan Marksizm, ‘din afyondur’ diyerek iki kelimelik bir tanımlamayla işin içinden çıkmak istemiştir. Kuşkusuz bu yaklaşım insan ve toplum gerçeğine son derece tek yanlı, kaba materyalist, maddiyatçı bir yaklaşımı ifade ettiği kadar aynı zamanda son derece dar, kolaycı ve tepkisel bir yaklaşım olma özelliği de taşımaktadır. Daha çok dinin kaderciliğiyle avutularak, kolayca sömürülür hale getirilen insan gerçeğine duyulan bir derin tepkiyi ifade etmektedir. Bu anlamda başta işçiler olmak üzere, tüm ezilenleri sömürüye açık tutan kaderci yapıdan kurtararak, son derece maddi bir güç haline gelmiş bulunan iktidar mücadelesini daha etkili yürütür, kendisini iktidara aday görür kılma anlamında belli bir değer ifade etse de, söz konusu yaklaşımın çok dar ve maddi olduğu, insan ve toplum gerçeğinin en azından yarısını ve belki de çok fazlasını ifade eden maneviyatını dikkate almadığı açık bir gerçektir. Marksist çizgi söz konusu yaklaşımla 19. yüzyılda Avrupa emekçilerini, 20. yüzyılda ise, başta Rusya olmak üzere Asya, Afrika ve dünyanın diğer alanlarındaki emekçi güçleri etkili bir iktidar mücadelesine sevk etmeyi bu temelde eğitip örgütleyerek eylemli kılmayı gerçekleştirmiş ve 1917 yılında gerçekleşen Rus Ekim Devrimi’yle başlayan süreçte iktidar sahibi olmayı başarmış bulunsa da, yine 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren yaşanan gerçeklikler bize çok daha net olarak göstermiştir ki, söz konusu tek yanlılık ve bundan çıkan yarım tanımlamalar sonucunda büyük mücadelelerin ortaya çıkardığı dev kazanımları korumak, sürdürmek ve ilerletmek dahi mümkün olmamış, tersine dış etkenlerden öteye içteki bu çelişkileri nedeniyle ortaya çıkan kazanımlar çözülmek ve çökmek gibi bir durumu yaşamıştır. Yani böyle bir çizgiyi en keskin mücadeleye dönüştürerek büyük başarılar kazanılmış olsa bile, söz konusu başarıları devam ettirmek ve kazanımları korumak mümkün olmamıştır. Bu da daha çok, “Neden?” sorusunu sordurmuş ve bu anlamda söz konusu düşünce ve eylem gücünün iç çelişkilerinin daha derinden ve doğru bir biçimde incelenerek, çözümlenmesini gündeme getirmiştir.
Önder Apo’nun reel sosyalizm gerçeğine baştan itibaren eleştirel bakışı ve böylesi gelişmeler ortaya çıktıkça da yoğunlaşarak ortaya çıkardığı çözümlemeler, Marksizm’in iki kelimelik yaklaşımın son derece dar, kolaycı ve yanlış bir yaklaşım olduğunu görüp, 90’ların başından itibaren din konusuna yeni bir yaklaşımı, doğru devrimci yaklaşımı tanımlama ve geliştirme gücünü göstermiştir. Böyle hassas bir konuda cesaretle yeni adımlar atma ve yeni yaklaşımlar geliştirme gücünü göstermiştir. Böylece de ‘din afyondur’ denilip geçilemeyeceği, böyle bir yaklaşımla işin içinden çıkıp sorunun çözümlenemeyeceği, din gerçeğinin egemen güçlerin sömürü aracı olmaktan öteye, insanın ve toplumun manevi varlığıyla ilgili ve ilişkili olduğu, baskı ve sömürü sisteminden çok çok önceki tarihlerde ortaya çıkan ve toplumsal gelişmede yeri olan bir gerçekliği ifade ettiği, insan ve toplumun manevi yapısıyla bağlı bulunduğu gerçeği açığa çıkarılmıştır.
Şimdi din konusu üzerinde aydınlatıcı olacak birkaç görüş ifade edebilmek için öncelikle din ile Ortadoğu ilişkisi, yine bu temelde Ortadoğu ile toplumsal var olma arasındaki ilişkiyi, dolayısıyla Ortadoğululuk kimliğinin tarihsel bakımdan nasıl var olduğu ve neyi ifade ettiği hususu üzerinde kısaca durmamız gereklidir. Bu noktada öncelikle şunu ifade etmemiz açıklayıcı ve de yararlı olacaktır. İnsan türünün ne zaman, nerede ve nasıl var olduğu ve başlangıç düzeyinde ne tür gelişme evreleri yaşadığı hususlarında farklı görüşler, ifadeler, açıklamalar bulunsa da, bunlar tarihsel bilgilerin artması sonucunda giderek ortaklaşma düzeyinde bir süreç izlemiştir. Bu bilgiler ışığında biz insan türünün toplumsallaşmasında Ortadoğu’nun, özellikle de Dicle ve Fırat havzasının belirleyici ve başat rol oynamış olduğunu bilmekteyiz. Yani insan türünün nerede, ne zaman, nasıl doğuş yaptığı, gelişmeler yaşadığı tartışılır olsa da nasıl ve nerede toplumsallaştığı tartışmasızdır. İnsan türünün toplumsal bir varlık haline geldiği mekânın Ortadoğu olduğu, merkezinde Dicle-Fırat havzasının bulunduğu, Nil havzasından İran’a ve Anadolu’ya doğru yayılan alanların böyle bir gelişmeye beşiklik ettiği, tartışmasız bir tarihsel gerçeklik olmaktadır. Bu bakımdan insan toplumsallaşmasının beşiğinin Ortadoğu olduğunu söylemek ve bunun da merkezinde Dicle-Fırat havzasının bulunduğunu ifade etmek bir gerçeği belirtmek olmaktadır.
Bu nedenle Önder Apo yürüttüğü mücadelenin temeline insanı, insan gerçeğini arama mücadelesini koymuştur. İnsanın köklerinin Ortadoğu’da ve Kurdistan’da saklı olduğu, dolayısıyla gerçek insanlığın ancak Ortadoğu’da aranıp bulunacağını, kendisinin ve PKK’nin de esas amacının böyle bir insanlık gerçeğini açığa çıkartmak ve günümüz dünyasına hakim kılmaya çalışmak olduğunu, net bir biçimde ifade etmiştir. “Her şey kökleri üzerinde yeşerir” demiştir. “Kaybedilen bir şey, kaybedilen yerde aranır ve bulunur” diye eklemiştir. Dolayısıyla özgür insanlığın da insanlık toplumsallaşmasının beşiği olan Ortadoğu’daki kökleri üzerinden yeşereceği ve gelişme sağlayacağını ortaya koymuştur. İktidarcı ve devletçi sistem altında tarihsel olarak kaybedilen insanlık değerlerinin, yine Kurdistan’da ve Ortadoğu’da yürütülecek özgür insanlık mücadelesiyle ortaya çıkartılabileceğini belirlemiştir.
Burada şu hususu eklemek de hatalı değil, hatta daha çok tamamlayıcı olacaktır. Toplumsallaşmanın beşiği Dicle-Fırat havzası, yani Ortadoğu bölgesi olduğu gibi iktidar ve devlet sisteminin doğduğu, geliştiği, kökleştiği, bütün dünyaya yayılım göstermek için kendine merkez yaptığı saha da aynı saha olmuştur. Yani Kurdistan ve Ortadoğu sahası, toplumsallığın beşiği olduğu kadar iktidar ve devlet gerçeğinin de beşiği olmaktadır. Tarihsel bakımdan başat olarak iktidar ve devlet gerçeğinin bu sahada yaşandığı, beş bin yılı aşan bir tarihsel sürece tekabül ettiği artık net bir biçimde bilinen bir gerçeklik olmaktadır. Bu bakımdan dinin toplumla ilişkisini doğru anlamak açısından, Ortadoğu tarihsel gerçeğine bakmak, irdelemek kadar din ile devlet ve iktidar ilişkisinin doğru ve yeterli anlaşılması açısından da Ortadoğu tarihine bakmak, son derece yararlı ve öğretici sonuçlar ortaya çıkarmaktadır.
Dinin toplumla ilşkisini anlamak için Ortadoğu tarihine bakılmalı
Şimdi tam da işte bu noktada din-insan, din-toplum, din-iktidar ve devlet ilişkisi noktasına gelmiş oluyoruz. Bu noktada da öncelikle altını çizerek şunu belirtmemiz gerekiyor; din gerçeğini sadece iktidar ve devlet sistemiyle ilişkilendirmek, sanki onların yarattığı ve kullandığı bir olgu gibi görmek son derece yanılgılı ve yanlış bir görüş olmaktadır. Tam tersine tarihsel olarak iktidar ve devlet sistemi, tarihte var olmadığı dönemlerde bile çok değişik biçimlerde din, yani inanç gerçeği var olmuştur. Bu bakımdan da dini iktidar ve devletle özdeşleştirmek, sanki iktidar ve devlet güçleri ortaya çıkartmış ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanmış gibi görmek son derece dar bir yaklaşım olduğu kadar, aynı zamanda hatalı ve yanlış bir yaklaşım da olmaktadır. Tersine din ve inanç gerçeğinin iktidar ve devlet sistemden çok çok önce var olduğu, iktidar ve devletten önce toplum ve insan gerçeğiyle bağlı bulunduğu son derece açık bir husustur. Kısaca, insanın ve toplumun maddi yapısından öteye manevi yapısıyla, varlığıyla, gerçeğiyle bağlı olan bir olgu olmaktadır.
İşte bu noktada insan ve toplum varlığının nasıl doğru tanımlanacağı sorusu ve konusu gündeme gelmektedir. ‘Din afyondur’ diyerek sorunu çözmek isteyen Marksizm’in insan ve toplum gerçeğini son derece kaba ve tek yanlı ele aldığı, sadece maddi yönüne baktığı, doğadaki, evrendeki maddi var oluşların bir benzeri gibi gördüğü, toplumun onun ötesinde farklı şeyler de ifade eden son derece esnek bir zekâya sahip duygusu, düşüncesi olan farklı bir doğayı da kendi içinde taşıdığı gerçeğinden uzak olduğu, tartışma götürmez bir husustur. Burada işte şu soru ortaya çıkmaktadır: İnsan sadece maddi bir varlık mıdır? Toplum sadece maddi bir olgu mudur? Dolayısıyla diğer maddi varlıklar için geçerli olan kurallar birebir ve aynı biçimde insan ve toplum gerçekliği için de geçerli olabilir mi? Nitekim ‘din afyondur’ diyerek sorunu çözmeye çalışan zihniyet insan ve toplumun varoluşu konusunda da böyle bir tek yanlılığı ve darlığı yaşamıştır. Sadece insan ve toplumun maddi yanına bakmış, onları bir maddi varlık olarak görmüş, dolayısıyla tüm maddeler için geçerli olan kuralları olduğu gibi insan ve toplum gerçeği için de uygulamak istemiş, ama insanın onun ötesindeki varlığını ve belki de insanı diğer varlıklardan ayıran temel özelliğini görmemiş, anlamamış ya da görmek ve anlamak istememiştir.
İnanç insanın düşünsel yapısını geliştirdiği gibi, zorluklar karşısında var olma gücünü kazandırmıştır
Kuşkusuz insan ve toplum da birer maddi varlıktır. Dolayısıyla tüm maddi varlıklar için geçerli olan kurallar ve özellikler insan ve toplum gerçeği için de bir anlamda geçerli olmaktadır. Fakat insan ve toplum gerçeğini sadece maddi varlık olarak görmek ona dar, tek yanlı ve yetersiz bir yaklaşım olmaktadır. Maddi varlık olduğu kadar ve hatta ondan daha fazla insan ve toplum gerçeğinin manevi varlık olma özelliği taşıdığı açık bir gerçektir. İnsanı ve toplumu manevi dünyasından kopartarak, manevi yanlarını görmeyerek ele almak onu temel varlığından kopartarak son derece daraltıp, tek yanlı ve anlaşılmaz hale getirmek olmaktadır. Bu açıdan da insan ve toplum gerçeğini doğru ve yeterli anlamak ve tanımlamak durumundayız. Yani onun maddi gerçekliğini görmek kadar manevi gerçekliğini de görmek, manevi dünyasını anlamak, diğer maddelerden farklı olarak insan ve toplum gerçeğini maddi ve manevi bütünlük içerisinde ele alıp değerlendirmek gerekmektedir.
Böyle bir değerlendirme insan-toplum-din ilişkisini daha doğru anlamayı, ele alıp değerlendirmeyi ortaya çıkarır. Çünkü sadece maddi varlık açısından bakıldığında gerçekten de din, insan ve toplum açısından çok fazla bir şey ifade etmemektedir. Ancak maneviyat açısından ele alıp baktığımızda insanlık açısından, birey ve toplum açısından dinin, inancın çok önemli olduğu, tarihsel gelişmede çok belirgin bir yere sahip bulunduğu, açıkça görülebilmektedir. İnsan açısından, giderek toplum açısından din, yani bir şeye inanmak, aslında insan ve toplum olarak var olmanın ve kimlik kazanmanın başlangıcı olmaktadır. Dahası böyle bir durum bir şeyleri anlamaya başlamanın, yani düşünür hale gelmenin de başlangıcını ifade etmekte, anlam ve düşünce gücünün gelişmesine çok güçlü bir hizmette bulunmaktadır. Tarihsel bilgiler dikkatle değerlendirilirse, insan toplulukları kendilerini dini inançlarıyla kimlik sahibi kılıp, varlık haline getirmişlerdir. Bir şeylere inanarak kendini ve kendi dışındaki dünyayı daha fazla tanır, anlar ve onlardan yararlanır hale gelmeyi başarmıştır. İnanç olgusu insanın düşünsel yapısını geliştirdiği gibi, onun tüm zorluklar karşısında var olma, yaşama, kendini koruma, sürdürme gücünü kazandırmasında da rol oynamıştır. Yani inanç, birey ve toplumun anlam ve irade gücü kazanmasında temel rol oynayan bir etken olmuştur. Uzun tarihsel süreç içerisinde totemik dinler ya da inançlar olarak ifade edilen yapının insanlık açısından böyle bir değer taşıdığı, insan türünün toplumsallaşmasına ve bu temelde gelişimine hizmet ettiği bilinen bir gerçek olmaktadır.
Benzer durumu tek tanrılı semavî dinler açısından ifade etmek de mümkündür. Evet, tek tanrılı dinler, iktidar ve devlet güçleri tarafından, baskı ve sömürü aracı olarak kullanılmış, bu temelde din gerçeği çarptırılarak, toplum daha kolay sömürülür hale getirilmiştir. İnsanlar kaderci kılınarak uyutulmuş, Marksizm’in ifade ettiği gibi bir biçimde ‘afyonlaşmıştır’. Bunların hepsi tarihsel olarak yaşanan birer gerçekliği ifade etmektedir. Fakat tarihsel gerçeklik sadece bununla sınırlı değildir. Din, toplumlar tarihinde sadece böyle bir rol oynayan gerçeklik olmamaktadır. Aynı zamanda tek tanrılı dinler de insan düşüncesinin gelişiminde, dolayısıyla kültür ve ahlâkının gelişiminde çok önemli bir hamleyi ifade ederek, aslında toplumsal gelişmenin de çok güçlü bir aracı olarak rol oynamışlardır. Kuşkusuz iktidar ve devlet güçleri din zırhı ile de kendilerini donatınca ezilenler, kadınlar, emekçiler, halklar karşısında çok daha büyük bir baskı gücü haline gelmişler, kendilerini ilahi güç gibi göstermişler, tanrının yeryüzüne inmiş gölgesi olarak tanımlamışlardır. Bu durum da köleciliği daha çok geliştirmiş, baskı ve sömürü gerçeğini, tarihsel olarak daha fazla derinleştirmiştir. Bu bir gerçektir ve açık anlaşılır bir husustur. Fakat dini sadece oynadığı ya da kendisine oynattırılan bu rolle anlamak ve tanımlamak tersine insan bilincinin, düşüncesinin, ahlâkının, kültürünün, dolayısıyla manevi dünyasının gelişimindeki çok büyük rolü görmemek insanın yarattığı bir olgu, insan ve toplum ihtiyacından doğan bir gerçeklik ve büyük bir ihtiyacın karşılayıcısı olarak ele almamak, onu son derece daraltmak ve tek yanlı kılmak olmaktadır. Burada şu sonuçları ifade edebiliriz; insan ve toplum manevi bir varlık oldukça inançsız olamaz, güçlü bir inanç olarak ancak var olabilir. Maneviyat demek, son tahlilde inanç demektir. Diğer yandan insanın evreni tanıma konusunda bilinci var olan düzeyde kendisini yeterince anlamak açısından yetmemektedir. Böyle bir yetersizlik yaşandıkça bu durum insan ve toplum açısından ben kimim sorusunu hep gündemde tutacak, bu soru temelindeki arayışlar da din, mezhep olgularını, kısaca inanç gerçeğini hep öne çıkartıp canlı kılacaktır. Hem din ve inanç gerçeğine ve hem de bunun Ortadoğu’yla bağına işte bu temelde yaklaşmak gerekiyor.
Din ve inancı sadece iktidar ve devlet güçleri açısından oynadığı rolle ele alıp tanımlamamak, onun ötesinde de esas olarak insan ve toplumla bağını, ilişkisini görüp o temelde ele alarak tanımlamak ve anlamaya çalışmak da gerekir. Kuşkusuz bu durum iktidar ve devlet güçleri tarafından baskı ve sömürü aracı olarak kullanılması gerçeğini görmemek ya da hafife almak gibi bir sonuç doğurmaz. Bu konuda bir yanlış anlama olmamalıdır. Fakat din ve mezhep gerçeğini, genelde inancı sadece iktidar ve devlet güçlerinin yararlandığı gerçeklikler olarak ele alıp değerlendirmek, onu son derece daraltmak ve sınırlandırmak olmaktadır. Bu da kuşkusuz yanılgılı sonuçlar ortaya çıkartmaktadır. Mezhepleşmeleri de dinlerle birlikte ele alıp değerlendirmek gerekiyor. Aslında eğer bir mezhepleşme var olan din ya da inancın mevcut durumu ifade etmedeki dogmatizmini ve darlığını aşma yönünde gelişiyorsa, dolayısıyla daha kapsayıcı ve genelleşmeyi içeren oluyorsa bu yeni bir gelişmedir, önemsenmelidir. Ama öyle değil de daha çok daraltıcı, sınırlandırıcı konumda kalıyorsa bu noktada daha fazla bölücü, toplumsal bakımdan zayıflatıcı rol oynar ki, böyle bir sonucun toplum yaşamındaki etkisi olumlu değil olumsuz, geliştirici değil geriletici olmaktadır.
Yüz binlerce ve milyonlarca yıla yayılan insan ve toplum gelişiminin tarihsel sürecini işte böyle bir bakış açısıyla ele alıp değerlendirmek, insan ve toplumun manevi yapısının nasıl geliştiğine bu çerçevede bakmak, günümüzdeki din olgusunu da böyle bir tarihsel bakış açısıyla değerlendirip çözümlemek son derece doğru ve gerekli olmaktadır. Bu noktada iktidar ve devlet güçlerinin elinde baskı ve sömürüyü daha fazla geliştirmek için kullanılma durumuna din ve mezheplerin, kısaca inancın bu biçimde rol oynatılmasına karşı çıkmak kadar onu insan ve toplum gerçeğiyle, gelişimiyle bağını görüp anlamak, bu noktada saygılı olup değer biçmek de kesinlikle gereklidir. Özellikle insanlığın inançsız, yani düşüncesiz olamayacağını bilerek bir inanç ve düşünce gerçekliği olan dini cepheden, toptan reddeden, kötüleyen değil de onu insan ve toplum yaşamının doğru anlaşılması ve çözümlenmesinin bir aracına dönüştürmek için çalışmak, büyük önem arz etmektedir. İşte bu noktada günümüzde devrimci-demokratik güçler açısından, demokratik-sosyalist, demokratik-komünist güçler açısından din gerçeğine, mezheplere, genelde inanca nasıl yaklaşılmalı sorusu öne çıkmaktadır. Kuşkusuz iktidar ve devlet güçleri, küresel kapitalist hegemonya dinleri ve mezhepleri baskı ve sömürü aracı olarak çok kötü bir biçimde kullanma çabasını geliştirerek sürdürmektedir. Bu konuda her türlü yalana, dolana, mevcut teknik gelişmeyi de kullanarak başvurmaktadır. Bu gerçekliği doğru ele alıp anlayarak buna karşı etkili bir mücadele yürütmek elbette gereklidir. Fakat öyle bir etkili mücadele, din gerçeğini doğru anlamadan, din-insan, din-toplum ilişkisini doğru çözümlemeden, ‘din afyondur’ gibi kestirmeci bir yaklaşımla ve onu tümden reddederek kesinlikle sürdürülemez. Nitekim böyle bir yaklaşım ile yürütülen mücadele büyük kahramanlıklarla sürdürülüp, tarihi başarılar elde etmiş olsa da kendi içinde doğru bir anlayış düzeyi ortaya çıkaramadığı için de çözülmek ve çökmekten kurtulamamıştır.
İslamı demokratikleştirme projesi
Reel sosyalizmin yaşadığı sonuca düşmemek, onu yaşamamak için yaşananlardan ders çıkartarak, en başta da din konusundaki yaklaşımı, anlayışı düzeltmek zorunlu olmaktadır. Nitekim reel sosyalizm çözülürken onun çözülüş nedenlerini çözümleyip, sosyalizmi yenileyerek geliştirme arayışında olan Önder Apo’nun ilk ele aldığı, değerlendirdiği konulardan birisi ve başta geleni din ve inanç gerçekliği olmuştur. “Din Sorununa Devrimci Yaklaşım” başlıklı değerlendirmesinde bunu kapsamlı bir biçimde ortaya koyarak tüm devrimci sosyalistler açısından, Marksizm’in ‘din afyondur’ yaklaşımını çok çok aşan, düzelten, dolayısıyla evrensel özgürlük düşüncesine çok önemli ve tarihi katkıyı ifade eden bir düşünce gücünü ortaya koymuştur. Bu temelde daha sonraki süreçte geliştirdiği değerlendirmeleri ve en son “Demokratik Toplum Manifestosu”ndaki çözümlemeleriyle aslında sorunu çok büyük ölçüde aydınlatmış ve çözüme kavuşturmuştur. Din gerçeğini, inanç gerçeğine nasıl yaklaşılması gerektiğini, onun insan ve toplum açısından ne anlam ifade ettiğini, baskı ve sömürüye nasıl alet edildiğini, böyle bir alet edilmekten nasıl kurtarılabileceğini, din ve inancın demokratik-komünal toplum gelişimine ve yaşamına nasıl hizmet eder hale getirileceğini tüm yönleriyle ortaya koymuştur. Tüm bu değerlendirmeler de Önder Apo’yu İslâm’ın demokratikleştirilmesi gerektiği sonucuna götürmüş, “Demokratik İslâm” çözümlemelerini ortaya çıkartmıştır.
Kuşkusuz günümüzde insanlığı etkileyen, iktidar ve devlet güçleri tarafından kullanılan tek din Müslümanlık değildir. Yahudilik ve Hıristiyanlık başta olmak üzere, yine birçok din ve inanç da benzer bir biçimde iktidar ve devlet güçleri tarafında kullanılmaktadır. Yine toplumlar üzerinde şu ya da bu düzeyde etkili olma konumlarını sürdürmektedirler. Bunların hepsi açısından bir demokratik değişim ve dönüşümü yaşama sorunu kesinlikle vardır. Aslında dinde demokratikleşme demek, din ve inancın iktidar ve devlet güçleri elinde baskı ve sömürü aracı olmaktan çıkartılarak, toplumsal gelişmeye ve demokratik komünalizme hizmet eder hale getirilmesi demektir. Böyle bir demokratikleşme sorunu tüm inançlar açısından kuşkusuz vardır. Fakat en çok ve en başta da Müslümanlık açısından var olduğu, özellikle de Ortadoğu ele alındığında İslâm’ın demokratikleştirilmesinin, demokratik toplum ve özgür insanlık gelişimi açısından büyük anlam ifade ettiği açık bir gerçek olmaktadır. Kuşkusuz Yahudiliğin de, yine Hıristiyanlığın da benzer bir demokratikleşmeye ihtiyacı vardır. Nitekim kapitalist modernite sistemi en çok Yahudiliği ve Hıristiyanlığı kullanarak insanlığı baskı altına almakta, küresel düzeyde kendisini bir baskı ve sömürü gücü haline getirmektedir. Bu açıdan Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın demokratikleştirilmesi, özellikle küresel kapitalist hegemonyanın aşılmasında emperyalist baskı ve sömürü sisteminin yıkılmasında temel bir rol oynayacaktır.
Elbette benzer durum Müslümanlık açısından da geçerlidir. Özellikle iktidar ve devlet güçleri elinde tekçi, baskı ve sömürü gücü olarak kullanılan bir din olması itibariyle İslâm’ın demokratikleştirilmesi, demokratik İslâm çözümlemelerinin geliştirilmesi, İslâm dininin iktidar ve devlet güçlerinin baskı ve sömürü aracı olmaktan çıkartılarak, tarihsel toplum gerçekliğiyle ve onun gelişimiyle buluşturulması tarihi bir önem arz etmektedir. Günümüzde hem ulus devlet faşizmi, İslâm dinini baskı ve sömürü aracı olarak çok kötü bir biçimde kullanmakta, hem de bütün iktidarcı ve devletçi güçler, El-Kaide ve DAİŞ örneğinde görüldüğü gibi, ‘radikal İslâm’ diyerek, İslâm dinini güncel planda baskı, sömürü ve çatışmanın temel bir aracı haline getirmektedirler. Bütün bunların aşılması, İslâm dininin bu biçimde toplumlardan kopartılarak baskı ve sömürü aracı olarak toplumlara, ezilenlere karşı kullanılmasının ortadan kaldırılması, kuşkusuz tarihi bir öneme sahip olduğu kadar güncel bir görev olma özelliği de taşımaktadır. Elbette sadece baskı ve sömürü aracı olarak kullanılmasını önlemek değil, doğru bir yaklaşımla demokratik toplum gelişimine hizmet ettirilmesi, demokratik konfederalizm çözümünde rol oynattırılması, İslâm’ın demokratikleştirilmesi, büyük önem arz etmektedir. Çünkü dikkat edilirse Üçüncü Dünya Savaşı, İslâm aleminde odaklanmakta, savaşı yürüten iktidar ve devletçi güçler İslâm dinini, kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktadırlar.
Mevcut zemin aslında savaşı sona erdirecek alternatif bir çıkışın yapılabileceği zemin de olmaktadır. Dolayısıyla savaşa karşı barışı, kapitalist modernite sömürüsüne karşı demokratik modernite çözümüne, dolayısıyla küresel kapitalist hegemonyaya karşı demokratik özerkliğe dayalı demokratik konfederalizm çözümünü geliştirebilmek için dinin iktidar ve devlet güçleri elinde kullanılmasını önlemek kadar, böyle bir alternatif demokratik toplum çözümünü, demokratik ulus çözümünün geliştirilmesinde de rol oynar kılınması, önem ifade etmektedir. Bu açıdan Demokratik İslâm Kongresi’nin toplanması, bir örgütsel kurumlaşmaya kavuşturulması, bu noktada demokratik tartışmaların geliştirilmesi, tarihi bir adım olmuştur. Özellikle Önder Apo’nun Demokratik İslâm Kongresi’ne sunduğu görüşler gerçekten de İslâm’ın demokratikleştirilmesi açısından, temel ilkeleri kesinlikle ortaya koymaktadır. Tekçi ulus devlet faşizminin İslâm dinini ve Hanefî mezhebini tekleştirerek tek baskı ve sömürü aracı kılmasına karşı, İslâmi anlayışın toplumsal çoğulculukla birleştirilmesi, mevcut mezheplere saygı duyulur, demokratik ortamda kendilerini rahatça ifade eder, birbirleriyle demokratik çerçevede mücadele yürütür ve demokratik toplum gelişimine hizmet eder kılınması çok önemli olmaktadır.
Aynı zamanda savaşın sona erdirilip barışçıl bir ortamın, demokratik-siyasi mücadeleye dayalı olarak geliştirilmesinde, yine toplumsal ve siyasi sorunların çözümünün demokratik siyaset temelinde sağlanır kılınmasında dinin demokratikleştirilmesi, demokratik İslâm anlayışının geliştirilmesi, Demokratik İslâm Kongresi’nin örgütlü kılınıp sürekli bir rol oynar hale getirilmesi tarihi önem arz etmektedir. Böyle bir durum ulus devlet faşizminin ve kapitalist modernite güçlerinin İslâm dinini kendi baskı ve sömürü aracı olarak kullanmasını engelleyeceği gibi, demokratik toplum çözümünün geliştirilmesinde, demokratik konfederalizm sisteminin oluşturulmasında, toplumların zihniyet ve siyaset bakımından yan yana demokratik birlik içerisinde yaşar kılınmasında da önemli rol oynaması, kesinlikle sağlanabilir. Bu anlamda mevcut Üçüncü Dünya Savaşı’nda demokratik modernite çözümü temelinde alternatif bir çıkışı sağlayabilmek açısından İslâm’ın demokratikleştirilmesi, Demokratik İslâm Kongresi’nin zihniyet ve siyaset temelinde geliştirilmesi, iktidarcı ve devletçi İslâm’ın kaldırılarak, ilk çıkışında taşıdığı özellikler temelinde İslâm’ın toplumcu özelliklerinin ve karakterinin hakim kılınması esas olmaktadır. Bu konuda kırk altı yıllık Önderlik yürüyüşü ve kırk yıllık PKK mücadelesi hem düşünsel düzeyde önemli bir çözüm yaratmış, hem de politik pratik olarak güçlü örgütsel çözüm modelleri ortaya çıkartmıştır. Bütün bunlar aslında Kurdistan’daki zihniyet ve politika gelişiminin evrensele en temel katkısı konumundadır.