Ortadoğu uzun süredir tarihinin en önemli süreçlerinden birisini yaşıyor. II. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturulan yapay devlet ve hükümetler artık yeni yüzyılın ihtiyaçlarına cevap veremediği, miadını doldurduğu için bir bir yıkılıyor. Tunus’tan başlayarak Mısır’a ardından Yemen’e ve Libya’ya, son birkaç yıldır da Suriye’ye kadar ulaşan serhildanlar, Ortadoğu’daki halklar açısından yeni bir dönemin başlangıcını ifade ediyor.Her ne kadar öncüsüz de gelişse, var olan iktidara alternatifleri olmasa da Ortadoğu halklarının bu ayağa kalkışı, diktatör rejimleri ve bunun temsilcilerini artık kabul etmemesi, onlara karşı her şeyi göze alarak mücadele içerisine girmesi belki de yüzyıllardır yaşanmayan bir gerçekliğin ilk defa tecelli etmesi oluyor.
Ortadoğu halkları yüzyıllardır, iktidar sahiplerine karşı bazı ayağa kalkışları, isyanları olsa da rejimleri devirecek şekilde kitlesel bir ayağa kalkışı yaşamamıştı. Her ne kadar özde onları kabul etmese, yaşattığı doğal toplum özellikleriyle bir direniş içerisinde olsa da, fiili olarak iktidar sahiplerine karşı bir ayağa kalkışı, onlara karşı mücadelesi olmamıştır. Kısmi olarak ayağa kalkışlar da örgütsüz ve kitle desteğinden yoksun oldukları için katliamlarla bastırılmıştır. Bu anlamda yaşanan gelişmeler Ortadoğu halkları açısından yeni bir başlangıcın ifadesi olmaktadır. Belki hemen devrilen diktatör rejimlerin yeri özgürlükçü, demokrat rejimlerle doldurulmayacak, ama hiçbir şey de eskisi gibi olamayacaktır Ortadoğu’da halklar ve iktidarlar açısından.
Bu anlamda Önderliğin yıllar önce ifade ettiği “2000’li yıllar halkların baharı olacak” tespitinin Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler göz önüne aldığında ne kadar doğru olduğu şimdi daha net anlaşılmaktadır.
Düğüm Suriye’de çözülecek
Tabii yaşanan gelişmeleri her ne kadar kontrolsüz olarak ortaya çıkarak yayılsa, bir halk hareketi kimliğine bürünse de ABD ve Batılı güçler bu durumu kendi lehlerine çevirmek için büyük çaba sarf etmişlerdir. Varolan Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında ele alındığında ortaya çıkan bu halk ayaklanmaları ABD’nin aslında bir yönden işine gelmiş, projesini uygulamak için uygun zemin yaratmıştır. Bu anlamda ilk başlarda ne kadar sessiz kalsa da kendisine bağlı diktatörlerin düşeceğini farkına varınca hemen onlara yüz çevirmiş, hatta iktidarı bırakmaları için açıktan dayatma içerisine girmiştir. Bu yüzdendir ki, Tunus ve Mısır’da rejimler kansız değiştirilmiş, Libya’da ise Kaddafi rejiminin direnmesi sonucu büyük bir savaşla rejim alaşağı edilmiş, Kaddafi ve oğulları adeta ibreti alem olsun diye kameralar karşısında dövülmüş, işkence görmüş ve sonra da öldürülmüştür.
Fakat asıl savaş ve belki tümüyle Ortadoğu’yu etkileyecek gelişmeler Suriye’de yaşanmaktadır. Genel olarak partimizin birçok değerlendirmesinde Suriye’de yaşananlar konusunda çok isabetli tespitler yapmış ve yaklaşımını da baştan itibaren bu isabetli perspektiflere göre belirlemiştir. Partimizin Suriye’ye ilişkin tespitleri ve önerileri şöyle özetlenebilir; “Suriye’de yaşanan gelişmeler bir nevi Ortadoğu’nun da kaderini belirleyecektir. Eğer Esat rejimi kendisini dönüştürüp doğru yolda adımlar atarsa ve her şeyden önemlisi de Kürtler başta olmak üzere diğer toplulukların hak ve özgürlüklerini verirse varolan dar boğazdan kurtulma ihtimali vardır. Fakat bunun tersini yapar, demokratikleşmez, hak ve özgürlükleri vermez, şiddeti dayatırsa ciddi bir yıkımı hatta parçalanmayı yaşar.” Partimizin bu belirlemeleri, zaman içerisinde bir bir ortaya çıktı. Ne Suriye demokratikleşme adımları attı, halkları özgürleştirdi ne de dış güçler -başta Türkiye olmak üzere- Suriye’yi rahat bıraktı. Şu an yaşanan ise tek kelimeyle bir yıkımdır. Birçok yerde neredeyse taş taş üstünde kalmadı. Milyonlarca insan ülkelerini terk etmek zorunda kaldı. Günde onlarca insan hayatını kaybediyor, katlediliyor.
Şu açık ki, Suriye hiçbir Ortadoğu ülkesine benzememektedir. Suriye’de yaşanacak olumlu veya olumsuz gelişmeler tüm coğrafyada yansımasını bulacak, Ortadoğu’nun geleceği de buna göre şekillenecektir. Bu açıdan Suriye’ye yönelik politikalarda özellikle Batılı güçler Libya benzeri bir yaklaşım içerisinde olamamıştır. Her ne kadar Türkiye, açıktan Suriye’ye müdahaleyi dayatsa, bu konuda ciddi çaba harcasa da başta ABD olmak üzere diğer Batılı güçler buna yanaşmamış, Türkiye’nin müdahaleci çabalarına destek vermemiştir.
Türkiye’nin Suriye politikası ve sonuçları
Türkiye Suriye’yi bir iç sorunu olarak görmekte ve her seferisinde bunu dile getirmektedir. Bunun sebebi de Güney (Başur) Kürdistan’dan sonra Güneybatı (Rojava) Kürdistan’da da Kürtlerin belli bir statü kazanmasını istememesidir. Statü kazanacaksa bile, PKK’ye yakın hiçbir güçle olmamalı bu! Eğer burada da Kürtler belli bir satatü kazanırsa en büyük parçanın bulunduğu Kuzey Kürdistan’da yaşayan 20 milyon Kürt’ün hakkını vermezlik yapamayacaktır haliyle. Bu da katı merkezi bir ulus devlet olan Türkiye’nin hiç istemediği bir gelişmedir. Bu anlamda Suriye’de kendi istediği dışında bir gelişme istememiş, istememektedir Türkiye Cumhuriyeti devleti. Özellikle de Kürtlerin herhangi bir hak kazanmaması için tüm gücünü, imkanlarını seferber etmiştir.
Bu anlamda baştan beri Suriye muhalefetine her türlü desteği verirken, Kürtleri muhalifler içerisinde kabul bile etmemiştir. Kendi denetiminde bazı oluşumlara gitmiş, Türkiye toprakları üzerinde onlara kamp, eğitim imkanı, silah vb yardımlarda bulunmuş adeta Türkiye üzerinden açık bir ordu örgütleyerek Suriye’de savaşmasını sağlamıştır.
Hatta Müslüman Kardeşler etrafında kurmak istediği yeni Suriye’de Kürtlere hiçbir hak verilmemesi için baştan işini sağlama almaya çalışmış, Suriye’nin bölünmesini kırmızı çizgisi saymıştır. Muhaliflere de bunu karar haline getirtmiştir.
Türk devleti ve AKP hükümeti, Suriye’nin Libya, Mısır, Tunus gibi erken düşeceğini sandığı için herkesten önce harekete geçmiş, örgütlediği muhalifler aracılığıyla rejimi değiştirmeye çalışmıştır.
Ama Batılı güçler Suriye’ye müdahale konusunda Türkiye ile aynı düşüncede değildi. Öncelikle Suriye rejimi düşürüldükten sonra yerine geçecek ciddi ve örgütlü bir muhalefetin olmadığı Batılı güçler tarafından bilinmektedir. Varolan rejimin yerine yenisi koyulamıyorsa o zaman Esat rejiminin düşürülmesi başta İsrail olmak üzere, Batılı güçlerin hiçbir işine yaramayacak, hatta belki de daha kötü sonuçlarla karşı karşıya kalabileceklerdi. O sebeple Suriye müdahale konusunda hiç de acele etmediler, etmiyorlar.
Bu anlamda Türkiye Suriye politikalarında ciddi anlamda yanlışlıklar yapmış, adeta bir kumar oynamıştır. Libya’da olduğu gibi Suriye’ye de bir askeri müdahale yapılacağı, bunu da Türkiye üzerinden olacağı düşüncesi ile öncelikle yıllardır Türkiye’de yaşayan Müslüman Kardeşler örgütü (İhvanü’l-Müslimin) başta olmak üzere içinde el Kaide militanlarının da olduğu birçok gücü Suriye’de desteklemiş, hatta silahlandırmıştır. Özgür Suriye Ordusu’nun Türkiye subayları tarafından eğitildiği, silahlandırıldığı, yaralıların Türkiye’de tedavi edildiği, sıkışınca Türkiye’ye girdikleri artık herkes tarafından bilinmektedir. Ki bu durum TV’lere bile yansımaktadır.
Türk devleti Suriye’ye müdahaleyi gerçekleştirmek için Suriye’den kaçan insanlara kamplar kurmuş, tüm dünyaya Suriye’de ciddi sorunlar yaşanıyor, Esat rejimi Suriye halkına çok büyük baskılar yapıyor, bu yüzden yüzbinlerce insan Türkiye’ye kaçıyor propagandasıyla müdahaleyi adeta dayatmıştır. Tabii bir ordusunu da her an müdahaleye hazır bir şekilde sınırda tutmuştur.
Fakat tüm bunlara rağmen Türkiye’nin Suriye’ye uluslararası müdahale kararı aldırtma çabaları sonuç vermemiştir. Sonuçta da boynunu bükerek ABD’nin ve diğer güçlerin aldığı kararlara uymak durumunda kalmıştır.
Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerin en çok da AKP’nin yüzünü deşifre ettiği açıktır. Yıllarca kardeşim dediği diktatörleri koruyan AKP ve lideri Erdoğan, halk hareketleri gelişince bu kez aynı ABD gibi Makyevelist bir yaklaşımla tam tersi pozisyon almıştır. Değişimin mutlak olacağını gördükleri için ‘iktidar için her şey mubah’ mantığı ile ‘kardeşleri’ni ortada bırakmıştır. Ki bu Erdoğan Sudan’ın halkına karşı suç işlediği gerekçesi ile uluslararası alanda hakkında birden fazla tutuklama kararı olan El Beşir’i bile savunmuş, ülkesinde misafir olarak ağırlamıştı.
Ortadoğu’da ılımlı islam tek demokratik ülke vb yaftaları kendisine yakıştıran AKP, önce uzun bir süre “komşularla sıfır sorun” gibi ucube bir politika izlemiştir Ortadoğu’da. İran’la, Irak’la, Suriye ile o derece yakınlaşmışlardır ki, Suriye ile ortak bakanlar kurulu toplantıları bile yapmışlardır. Tabii bu yakınlaşmanın tek amacı Kürtler aynı statüde tutmak amaçlıydı. Yapılan tüm anlaşmaların temel esprisi de hep buydu.
Fakat Arap Baharı’nın başlamasıyla birlikte Türkiye’nin sıfır sorun politikasının anlamsızlığı da ortaya çıkmıştır. Çünkü Türk devleti daha sonra tüm komşularıyla adeta boğaz boğaza gelmiştir. Suriye’ye uluslararası müdahaleyi dayatmasının yanı sıra, İran’a yönelik de ABD patentli füze savunma sistemini kabul etmesi, ardından da kurması; yine Irak şia rejimine karşı sünnileri desteklemesi, hatta onları örgütlemesi, şia hükümetle yaşadığı sürtüşmeler bu politikanın bir bütünen boşa çıktığını göstermektedir.
AKP, yeni oluşturulmak istenen Ortadoğu’da, kendince bir rol üstlenmiştir. Tüm Batılı güçlerin İran, Suriye gibi ülkelerden rahatsızlığını bildiği ve buralara müdahalenin kesinliğini gördüğü için bu durumdan ne kadar kazançlı çıkarım hesabı yapmaktadır.
Bu uğursuz rol, belki de milyonlarca insanın ölümüne sebep olacaktır. Ama AKP hükümeti, amacına ulaşmak için bunu göze almıştır. Ki, bunu yaparak Ortadoğu’nun ‘lider ülkesi!’ ağabeyi olacağını düşünmektedir. Hatta belki de Osmanlı gibi tüm Ortadoğu’yu yeniden yönetebileceğini hayal etmektedir. Ama bu rüya önce Suriye’de ardından da Kürdistan’da bozulmuştur.
Denilebilir ki, ABD ve Batılı güçler Türkiye’nin Suriye politikalarına uzun süre sesini çıkartmamıştır. Türkiye’nin tüm enerjisini burada harcayacağını ve sonuçta beceremeyip kendilerine muhtaç kalacağını bildikleri için açıktan olmasa da alttan alta bunu desteklemişlerdir de. Ve aynen düşündükleri gibi de olmuştur. Sonuçta Türkiye Suriye’de batağa saplanıp kalmıştır. Rejimin teslim olmaması, muhalefetin dağınık ve örgütsüz oluşu, yine muhalif içerisinde El Kaide vb güçlerin bulunması Türkiye’yi derin bir çıkmazın içerisine sokmuştur. Çünkü Batılı güçler El Kaide vb aşırı unsurlarla bir arada görünen bir Türkiye’nin tabii ki Suriye politikalarına destek vermezdi. Vermediler de.
Serikani vb yerlerde Kürtlere karşı da kullanılan bu güçlerin başarısızlığı, hatta ciddi darbeler yemesi, uluslararası güçlerin tepkileri sonuçta Suriye muhaliflerine yeni bir çeki düzen vermeyi beraberinde getirmiştir. Bunun sonucu olarak da ABD ve bazı Arap ülkeleri öncülüğünde muhalifler yeni bir formasyona kavuşturulmuş ve Türkiye’nin denetiminden büyük oranda çıkartılmıştır.
Bu ve benzeri durumlar imkansız hayaller içindeki Erdoğan rejimini çok geçmeden rüyadan uyandırmıştır. Özellikle Suriye’de her geçen gün daha fazla dibe batmasının yanı sıra 2012 yılında gerillanın gerçekleştirdiği Devrimci Halk Savaşı, AKP ve Türk devletini ‘Kürt sorunu çözülmeden, Kürtlerle barış yapılmadan Türkiye asla Ortadoğu’da isteği yere ulaşamaz’ noktasına getirmiştir. Bunun sonucu olarak da Önderlikle görüşmeler başlamış süreç gerillanın 8 Mayıs’ta geri çekilme kararının alınmasına kadar ilerlemiş ve geri çekilen ilk gerilla grupları Medya Savunma Alanları’na ulaşmıştır.
Geri çekilme ve sonrası
Geri çekilme ile birlikte Özgürlük mücadelemiz açısından yeni bir sürecin başladığı açıktır. Önderlik Newroz’da okunan mektubunda şöyle ifade etmektedir bunu; “Artık ‘silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun’ noktasına geldik. Yok sayan, inkar eden, dışlayan modernist paradigma yerle bir oldu. Akan kan Türküne, Kürdüne, Lazına, Çerkezine bakmadan insandan, bu coğrafyanın bağrından akıyor.
Ben, bu çağrıma kulak veren milyonların şahitliğinde diyorum ki; artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor. Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir.
Yüreğini bana açan, bu davaya inanan herkesin sürecin hassasiyetlerini sonuna kadar gözeteceğine inanıyorum.
Bu bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Bu mücadeleyi bırakma değil, daha farklı bir mücadeleyi başlatmadır.”
Evet, yeni bir süreç başlıyor Kürt ve Türkiye halkları açısından. Eğer karşı taraf üzerine düşen sorumlulukları yerine getirir ve ucuz yaklaşmazsa, basit hesaplar yapmazsa belki de bu topraklarda hayal gibi görünen barış, demokratik çözüm hayata geçecektir.
Ama bu öyle kolay gerçekleşecek, her şeyin güllük gülistanlık olacağı bir süreç de değildir. Çok zorlu, eğer ruhuna uygun yaklaşılmazsa ciddi zorlanmaların yaşanacağı bir süreçtir de. Barış gerçekten zor ve meşakatli bir yolculuktur coğrafyamız açısından. Hele hele Türkiye Cumhuriyeti gibi bir devletin barış konusunda üzerine düşenleri çok kolay bir şekilde yapacağını asla beklememek gerekiyor. Devletten hiçbir beklentiye girmeden, demokratik siyasal mücadeleyi tüm gücümüzle sürdürerek, yaygınlaştırarak hak ve özgürlüklerimizi söke söke almamız gerekiyor. Başka türlü bir beklenti içinde olmak, birilerinin bize özgürlüğü vereceğini beklemek safdillik olur, büyük bir gaflet olur.
Belki de savaş sürecinden çok daha zor bir döneme girdik. Eğer Özgürlük hareketinin kadroları, taraftarları, sempatizanları, dostları olarak kendimizi çok iyi hazırlamazsak; dilimizi, kültürümüzü, zihniyetimizi siyasal mücadeleye uygun bir hale getiremezsek, siyasal mücadelenin ruhuna uygun bir yoğunlaşma içerisine giremezsek bu süreci kaybetmek içten bile olmaz. Nikaragua’daki Sandinist Devrimi’nin seçimlerle kaybedildiğini hiç unutmamamız gerekiyor. Öyle ‘çok emek harcadık, çok savaştık, çok şuyduk buyduk’ demek, siyasal mücadele açısından hiçbir anlam ifade etmiyor. Önemli olan geçmişte yapılanların üstüne yeni şeyler ekleyerek kendimizi donatmamız, yeni dönemin ihtiyaçlarına göre hazırlıklı olmamızdır.
Çözüm sürecinde olmanın çözüme ulaştığımız anlamına gelmediği de hiçbir zaman unutulmaması gereken diğer bir konudur. Çözümü belirleyecek olan örgütlü gücümüz, öz demokratik örgütlenme alanlarımız, ideolojik mücadelemiz ve yine bunun siyasal demokratik mücadele duruşuna ve tarzına yansıması olacaktır.
Şurası açık ki, toplumu tabandan tüm özgünlüklerine göre örgütleyip, bilinçlendirmedikçe, kendi kendini yönetir duruma getirmedikçe kesinlikle başarıya ulaştığımızı düşünmememiz gerekiyor. Örgütlü olmayan bir topluluğun hakları elinden çok kolay alınır. Bu sebeple, önce toplumu bir bütünen örgütlemek, kendi kendini yönetir duruma getirmek temel görevimiz olmaktadır.
Kapitalist modernite sistemi, insanları yönetebilmek için öncelikle onları parçalamayı esas alır. Böl, parçala, yönet taktiği bu anlamda sadece devletler için değil insanlar için de geçerlidir. Toplumlar, insanlar öyle ciddi bir parçalanmaya maruz bırakılmıştır, aralarına nefret tohumları ekilmiştir ki, bir araya gelmeleri mümkün bile olamamaktadır. Bu yüzden kapitalist moderniteniye karşı en önemli mücadele toplumu baştan sona örgütlemektir. Bireyi yok etmekten, gücünü, yeteneklerini köreltmeden onu topluma feda etmeden toplumsallaştırmak kapitalizme karşı en büyük kazanım ve başarı olacaktır.
Başarı için örgütlenmek şart
Yine bunun yanında toplumun öz ekonomik örgütlenmelerini de yaratmak da çok önemlidir. Günümüz dünyasında ekonomik özgürlük olmadıkça söz hakkı bile verilmez çok kimseye. Ekonomik olarak bağımlı olan ülkelerin, yaşanan ekonomik krizde nasıl iflas ettiğini, ekonomisi güçlü ülkelere daha fazla bağlandığını çok net görüyoruz. Bu sebeple güçlü, toplumsal bir ekonomik örgütlenme amaçlarımıza ulaşmak için olmazsa olmazdır. Tabii bu ‘zengin Kürtleri Kürdistan’a yatırım için davet ederek!’ olacak bir iş değildir. Sanki toplumumuzu sömüren azmış gibi bir de zengin Kürtlere sömürtmek çok anlamlı değildir. Olması gereken, yerel yönetimleri iyi işletmek, iş alanları açmak, işsizliğe çözüm olacak yaratıcı projeler geliştirmektir.
Büyük çoğunluğu işsiz gençlerden oluşan bir kitledir Kürtler. Mafyasından değişik suç örgütlerine, tarikatlarından kontra örgütlenmelerine herkesin el attığı kullanmak istediği, hatta kullandığı çok büyük bir kesim mevcut. Bunlar kullanılır durumdan çıkarılmadıkça Kürdistan halkı için büyük bir tehdit oluşturmaya devam edecektir.
Sayı olarak oldukça kalabalık bir gençlik potansiyeli mevcuttur toplumumuzda. Örgütsüz, öfkeli, tepkilerini kanalize edecek yer bulamadığı için patlamaya hazır bir bombayı andıran bu gençlik, barış sürecinde eğer doğru örgütlenmezse ya kaybolup gidecek ya da ciddi sorunlar yaratacaktır. Bu sebeple Kürdistan gençliği sadece Kürdistan’da değil bulundukları her yerde örgütlendirilmeli, eğitilmeli ve etkin hale getirilmelidir. Gençliği örgütlenmemiş hiçbir toplum amaçlarında başarıya ulaşamaz. Onları başarıya ulaştıracak yegane gerçek güçlü ve bilinçli bir gençlik örgütlenmesine sahip olmalarıdır.
Yine benzer bir durum kadın açısından da geçerlidir. Kadın, toplumumuzun yarısını oluşturmaktadır. Fakat erkek egemen yaklaşımlar yüzünden bu kadar kalabalık bir kesim potansiyelini kullanamamakta, bu da ciddi bir güç kaybına sebep olmaktadır. Toplumumuzun ahlakı, kültürü ve dilinin taşıyıcısı, geliştiricisi olan kadın, Kürtlerin bugüne kadar asimile edilememesinin de yegane sebebidir. Kadının içinde yer aldığı bir mücadelenin asla yenilmeyeceği gerçeği Özgürlük mücadelemizce fazlasıyla kanıtlanmıştır. Fakat kadın özgürlüğü açısından önümüzde alınması gereken çok yol var. Öncelikle kadınlar, kendi öz örgütlenmelerini güçlendirmek, tüm kadınları bünyelerine alabilecek, onların ihtiyaçlarına cevap olabilecek bir düzeye ulaşmaları gerekmektedir. Aynı zamanda tüm örgütlerin, birimlerin içerisinde kadının olması çalışmaların başarıyla yürütülmesi ve rayında gitmesi için kadın renginin yansıması çok önemlidir.
Derneklerimiz genel olarak 1990’lı yılların mantığına göre kurulmuş ve hep öyle kalmıştır. Ne içerisinde ciddi bir etkinlik mevcuttur ne de toplumun ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir örgütlülük. Genel olarak aynı yurtseverin sürekli gelip gittiği, çay içip bilardo oynadığı yerler haline gelmiştir. Dernek yönetimleri ve tabii ki kadrolar ise bırakalım derneklere daha fazla insan gelmesini, farkında olmadan olanları kaçırtan bir pozisyondadır.
Yeni dönemde dernekler kesinlikle 1990’lı yıllardan kalan bu biçim ve içerikten kurtulmalıdır. (Ki şimdi birçok dernek çok fazla gelen giden olmadığı için kendisini bile finanse edememektedir.) Burada sorulması gereken asıl soru ‘niçin Kürtler derneklere gelmiyor?’ değildir; bu haliyle derneklere niye gelinsindir!..
Eğer dernekler insanların sosyal, siyasal, kültürel ihtiyaçlarına cevap olamıyorsa; gençlere, kadınlara hiçbir şey sunmuyorsa insanlar derneklere tabii ki gitmezler. Öncelikle insanları derneklere çekebilecek aktiviteler, güçlü organizasyonlar olmalıdır. Bu sebeple dernekler toplumun sosyal, siyasal, kültürel ihtiyaçlarını karşılayacak bir muhtevada olmalıdır.
“Halk mücadeleye bağlıdır, ne sunulsa kabul eder” gibi saçma bir düşünce, birçok çalışmamızı başarısız kılan temel yaklaşım olmaktadır. Bu yüzden çok yoğunlaşılmadan, yeterince konuşulup tartışılmadan birçok şey yapılıyor. Halk meclisleri buna iyi bir örnektir. Kişilerin bakış ve yaklaşımına, duygu ve düşüncesine göre oluşturulmaya çalışılan halk meclisleri; kelimenin gerçek anlamıyla bir gecekondu pratiğini yaşıyor. Bugün kurulanlar yarın bir başkası tarafından bozulduğu için de yıllardır neredeyse hiçbir yerde gerçek anlamıyla işleyen meclisler bir türlü oluşturulamıyor. Bir de içerisinde küçük iktidar sevdalıları olunca adeta bulunduğu yeri örgütlemekten çok dağıtan bir yapıya dönüşüyor. Yıllardır bu kadar çalışma yürütülmesine rağmen birçok yerde hala meclisler oluşturulamaması da ayrı bir değerlendirme konusudur.
Aslında tüm mesele tabandan örgütlenmenin tam olarak gerçekleştirilememesi, yerellerde bulunan insanların kendi kendini yönetecek duruma getirilmemesidir. Temel eksiklik buradadır. Yerelde yaşayan insanlar varolan sorunları da bilirler. Ve bunun çözümünü de rahatlıkla ortaya koyabilirler. Ama bunu yapabilmek için öncelikle iyi bir yönetim, güçlü bir örgütlülük ve inisiyatif gerekmektedir. Yerellerde bulunan insanlara yeteri kadar inisiyatif tanındıkça herkes kendi kendini yönetmeyi öğrenebilecektir. Belki ilk başta biraz zorlanma, sağa sola kaymalar olacaktır. Ama zamanla bu doğru rotaya girecektir. Burada insanlara güven çok önemlidir. Ki zaten amaç toplumun kendi kendini yönetmesini öğretmekse, bunun başlangıcı da ancak yerele daha fazla inisiyatif vererek olabilir.
Sonuç olarak, başlayan yeni süreçte başarı ve başarısızlık tarafların örgütlü gücüne göre belirlenecektir. Bu sebeple bizim açımızdan dönemin temel sloganı “örgütsüz tek Kürt kalmamalıdır, tüm toplum tabandan başlayarak özgünlüklerine göre örgütlenmeli” olmak zorundadır. Bunu yaparsak başarı kaçınılmaz olacaktır.