Plan dışı seçeneklerden birini tercih etmek, gerillacılıkta sıkça rastlanılan bir durumdur. O yıl, erken kar yağışı bizi, plan dışı iki seçenekle karşı karşıya bırakmıştı.
Ya çılgın Nurhakları fırtınada geçip, donma riskini de göze alarak karargahımıza ulaşmayı hedefleyecektik, ya da olduğumuz köyde kalıp, belirsiz bir kışta baharı bekleyecektik.
Çılgın Nurhaklarla boğuşacaktık. Kararımız buydu. Ne pahasına olursa olsun karargahımıza, yani kış kampımıza ulaşmak için yola çıkacaktık. Zor bir karardı, ama bir köyde sıkışmaya tercih etmiştik. Ya da tek tercihimizdi. Öyle hissediyorduk ve sağduyu da bunu gerektiriyordu.
Nurhak dağını aşıp, arkasındaki Engizekler’e ulaşacaktık. On yıl sonrasında bile hatırlanması beni hala ürpertir. Nurhaklar tipiye tutulduğunda, ova köylüsü bile evden dışarı çıkamaz. Nurhak’ın öfkesi, çok can almıştır. Yeni kurbanlar vermek istemez yöre insanı. Bu nedenle evine kapanarak Nurhak hikayelerini anlatırlar birbirlerine. Efsane ve gerçekler çoğu zaman birbirine karışır. Abartılır. Ama Nurhak, abartıyı doğrular gibi arada bir ovaya doğru kükrer.
Cesaret edip baktığınızda, bir tek siyah nokta göremezsiniz. Bir kar dağında şiddetli bir rüzgarın dünyaya meydan okuduğunu görürsünüz.
Yalnız kar mevsiminde değil, rüzgarla buluştuğunda yazın ortasında bile inanılmaz derecede serttir. Böyle öfkeli günlerinde yüksek tepelerinden geçmek zorunda kaldığımızda, rüzgara karşı gerilla birliği, birbirine kenetlenerek zirveyi aşmak zorunda kalırdı. Rüzgar küçük taşları süpürüp fırlatacak kadar sert eserdi. Taş yağışına inanmak zorunda kalırdınız.
Öfkeli bir zamanında Nurhakları aşacaktık. 1992 yılının Kasım ayıydı. İlk kar düşmüştü ve normalin çok üstündeydi. ‘İlk karın kalktığı’ kuralı, Nurhaklar için geçerli değil ve erken de gelmiş sayılmazdı. Tek fark çok fazla yağmış olmasıydı. Bu, işimizin çok zor olduğunu gösteren bir diğer şey oluyordu.
“Bu fırtınada gidemezsiniz Nurhak sizi yutar”
Tüm hazırlıklarımızı tekrar tekrar gözden geçirdik. Özellikle çorap ve giysilerimize özen gösterdik. Erzağımızı, fırtınaya karşı güçlü tutacak olan malzemelerden seçtik. Ayak yanmalarına karşı birer şişe ispirto ve pamuk almayı da ihmal etmedik.
Ayrılık ve hareket vakti gelmişti. Akşama doğruydu. Görüntü ve iz sorunu nedeniyle karanlıkta yürümek zorundaydık. Bunun güçlükleri de yürüyüşümüze eklenecekti. Ev sahibimiz yaşlı ananın huzursuzluğu artıyordu. Gitmemize karşıydı. Çok tehlikeli olduğunu biliyordu ve başaramayacağımızdan korkuyordu. Haksız da değildi. Fırtınaya çok can vermişlerdi. Kışı evlerinde geçirmemiz için çok uğraşmıştı. Ana yüreği… İşin siyasal ve askeri tarafını fazla düşünemiyordu. Sıcak yüreğinde bizi koruyacağını sanıyordu.
Bizi kararımızdan vazgeçirmek için son bir çareye baş vurdu. Öfkeyle yerinden ayağa fırlayarak, “bu fırtınada gidemezsiniz, Nurhak sizi yutar” dedi. Sert bir tavırla odanın kapısını açtı, hızla dış kapıya yönelerek, onu da açtı. Fırtınanın savurduğu kar salona dolmuştu. Rüzgar, suratımıza soğuk bir tokat vurarak geçmişti.
Yaşlı ana ısrar etmekte haklıydı. Soğuk tehlike ve fırtınaya yenik düşmenin ardındaki tatlı uykuyu hatırladım. Fırtınaya yenik düşen bir insanı ölüm öncesinde çok tatlı bir uyku tutar. Fırtınayı unutur, derin bir uykuya dalmak istersiniz. Geri dönüşü olmaya bir uykudur. Bu nedenle adına “ölüm uykusu” denmiştir.
Soğuk ölüm, tatlı bir uykuyla geldiğini haber verir. Yenilmemek için sürekli hareket etmek gerekir. Durduğun an, ölüme teslim oldun demektir.
Açılan kapıdan içeri dalıp, bizi sarsan fırtına, tüm zorlukları hatırlatmıştı. Zaten yaşlı ana da bunu amaçlamıştı.
Çare yoktu… Yola çıkacaktık.
Başaramayacağını anlayınca da nasihat etmeye başlamıştı. Israrla tekrarladı, sabırla dinledik. Temennisi sağlıklı bir yolculuktu. Dua etmeyi de ihmal etmedi.
Tek tek vedalaşıp yola koyulmuştuk. Fırtına kendisini hissettiriyordu. Yol almanın zor olacağı anlaşılıyordu, zaten bunu biliyorduk. On beş, yirmi metre uzaklaşmıştık ki, dönüp geriye baktım; ana çok uzağa bakar gibi kapının önünde duruyordu. Rüzgar saçlarını örten eşarbı zorlamış, biraz da açmıştı. Uçları savruluyordu. Sonra eşarp fırtınaya kapıldı. Dönüp eşarbına baktı, ötede uçuyordu ve ak saçlarına kar düşüyordu.
Koşup, uçuşan eşarbı yakaladım. Kilitlenmişçesine bakan gözlerini benden ayırmadı. Yanına gittim, eşarbını ona uzattım. Son görevini yapıyormuş gibi ağır hareketlerle elimdeki eşarbı aldı. Tarihin derinliklerini görmek istermiş gibi gözlerimin içine bakıyordu. Eşarbı boynuma dolayarak sıkıca bağladı.
“Nurhak’ı yeneceğiz” dedim ve hızlı adımlarla arkadaşlara doğru yürüdüm.
Önümüzde çılgın Nurhak, arkamızda yaralı bir yürek.
Ardımızda saçları karlı bir ana bırakarak ilerleyecektik…
Ve hep ardımızda analar bırakmıştık.
Onlar hep dağ masalları fısıldar.
Her masalda kendini ele vererek.
Söz vermiştik. Mutlaka başaracaktık. Sıradan bir geçiş değildi. Gerillacılıkta yürüyüş önemli bir eylemdir, ama çoğu zaman rutin geçer. Bu yürüyüşümüzde olduğu gibi bazen de hayati önemde olur. Hızla yol almaya çalışıyorduk. Tipi ve sis görüş mesafesini kısaltıyordu. Aniden durup geriye baktık. Yaşlı ana zorlukla seçilebiliyordu. Ayrıldığımız yerde olduğu gibi duruyordu.
Beş on metre ötesinde her şey görünmez olmuştu. Artık yola çıkmıştık. Hiç durmamak ve acele etmek başarı için belirleyiciydi.
Bunların dışında bir sorunumuz daha vardı. Bölgedeki tek korucu köyünün yanından geçerken iz bırakmamak. Fırtınalı günü de bunun için seçmiştik. Ancak fırtına birden durur ve izlerimizin Nurhak’a girdiği görülürse, çok ciddi bir tehlike vardır demektir. Bu nedenle fırtınadan memnunduk, izlerimiz hemen kayboluyordu.
Havanın kararmasıyla K.. köyünü geride bırakmak gerekiyordu. Söğütlü çayının üstündeki köprü de bu köyde olduğu için, geçiş hattımıza almayı planlamıştık. Fazla bir tehlikesi yoktu, ama yine de görülmek istemiyorduk
Planladığımız gibi zamanında köye varmıştık. Fırtına nedeniyle köprünün çevresine atılmış herhangi bir pusu olamazdı. Bu tür havalarda, ancak masal fısıldayan anaların yüreğine konuk olanlar hareket edebilirdi.
Tırmandıkça fırtınanın öfkesi artıyordu
Herhangi bir olumsuzlukla karşılaşmadık. Bir eve uğrayıp bir süre ısındık da. Son köyü böylelikle geçmiş oluyorduk. Ondan sonrası Nurhakların göbeğiydi.
Aşırı tehlike nedeniyle Nurhakları zirvesinden aşmayıp, ortasından yol alıp, dağı dolanacaktık. Böylece yolumuz uzayacaktı, ama kısmen emniyetli olacaktı.
Tırmandıkça fırtınanın öfkesi artıyordu. Herhangi bir canlıyla karşılaşmak istemiyordu. Şanına yakışmazdı. Bir kafa tutma olarak algılardı. Aslında kafa tutuyorduk. Çünkü arkamızda kanayan bir yürek vardı.
Tüm engelleyiciliğine rağmen fırtınayı yararak ilerliyorduk. Kızıl Kandil vadisine girip, ilerdeki bir yayla evinde sabahı bekleyecektik. Karanlık ve tipi nedeniyle sık sık yolumuzu kaybediyorduk, istikametimizi şaşırıyorduk.
Araziye çok hakimdik. Bu önemli bir avantajımızdı. Aksi durumda her an yanlış istikamete girebilirdik. Yerlerini ezbere bildiğimiz armut ağaçları yolu çıkarmada bize yardımcı oluyordu.
Sonra hedeflediğimiz yere yaklaştığımızı gördük. Aslında yolumuzun kolay kısmını geride bırakmıştık. Asıl zorluk bundan sonrasındaydı. Sonuçta hedeflediğimiz ve arazideki tek sığınak olan yayla evlerine varmıştık.
Uzun süredir kullanılmıyordu. Bu nedenle de evler çökmüştü. Yarı çökmüş, yarı ayakta olan bir odaya yerleşmiştik. Yolculuk bizi takatten düşürmüştü. Fırtınanın ürkütücülüğü yorgunluğumuzu daha da artırmıştı. Elbise ve kefiyelerimizin içine kar sinmiş ve sertleşmişlerdi.
Ateş yakmak gerekiyordu.
Ya da sabaha kadar uyumamak. Hayatta kalmanın iki seçeneği. Aksi durumda tatlı ölüm uykusuna yenik düşer ve bir daha uyanamazsınız. Biz her sabah uyanmak istiyorduk.
Boynumdaki eşarp olduğu gibi duruyordu.
Boynumda bir ananın yazması duruyordu…
Bir yazgı gibi boynuma dolanıyordu…
Ve o yazgı ki Nurhakların öfkesini yenmeyi işaret ediyordu…
Çocukluk düşlerimin zirvesini, öfkesini yenecektik…
Çocukluk düşlerime kafa tutuyordum o boynumdaki yazmayla…
Düşlerimi büyütecektim, yazgı buydu yani bilinen…
Düşlerin her dem büyütülmesinden başka yoktu bir yazgımız…
Yıkıntılar arasında odun topladık. Ateşimizi hızla tutuşturduk. Bu yönlü tedbirliydik. Gerekli malzemelerimiz yanımızdaydı. Ateşten sonra sıra çaya gelir. Bir bardak çay içtiniz mi, tüm yorgunluğunuz geçer. Yaşadığınız zorluklar artık yeni bir dirençtir.
Ve ateşi çevreleyerek oturmak. Sonra sohbetler. Ateşe dalıp aralıklarla dumanı derinlemesine çekmek, yarını planlamak. İşte gerillacılığın sığdırıldığı kısa bir an.
Gece boyu fırtına devam etti
Üç kişilik küçük bir birimdik. Hüseyin ve Nurhak diğer iki arkadaşımdı. Nurhak (Turaç Kaya) yöredendi. Kuzey Nurhak’ın çocuğuydu. Ovada büyümüş, çocukluğunda her gün Nurhak dağının dumanlı zirvesine bakmıştı… Ateşe derinlemesine bakarken bunu düşünüyordu. Nurhakların göbeğinde, küçük bir sığınakta ve ateşin çevresinde düşüncelere dalarken, yarınki yolculuğa hazırlanıyordu. Hüseyin (Şaban Yorulmaz) en çalışkanımız ve güçlümüzdü. Pratik becerileriyle rakipsizdi. En pratik ve hızlı ateşi o yakardı. Herhangi bir durumda ilk o fırlardı. Çok duyarlı ve titizdi.
Fazla sohbet edemedik. Herkes biraz da kendi kendine sohbet ediyordu. Kendi dünyalarına çekilmişlerdi. Sonra olduğumuz yere kıvrılarak uyuduk. Ayaklarımız ateşe doğruydu. Yüzümüz o ananın son bakışlarına… Ateş ile bir ananın bakışları arasında düşler görmüştük…
Gece boyu fırtına devam etmişti. Gündüz de durmadı. İnsafa gelmeyecekti. Biraz dinlenmiş olarak sabahı karşıladık. Hareket için öğleden sonrasını bekleyecektik. İzlerimiz kapandığı için herhangi bir kaygımız yoktu.
Ateşimizi hiç söndürmedik. Dağa ateş depoluyorduk. Veyahut yüreğimize…
Yola çıkma vakti gelmişti. Neden öğleden sonrasını tercih ettiğimizi bilemiyorum. Muhtemelen bir alışkanlıktı. Çünkü gündüzde yol alabilirdik. Hem araziyi tanıyorduk, hem de fırtına nedeniyle görüntü vermek mümkün değildi. Zaten görüş açımız çok daralmıştı.
Önümüzdeki tek köye ulaşmayı hedefliyorduk, ondan sonrası biraz daha kolay olacaktı. Köyün büyük bir kısmı göç etmiş, birkaç aile kalmıştı.
Köye ulaşmak zorundaydık. Aksi takdirde sığınabileceğimiz bir yer yoktu. Bir parça odun da yoktu. Donmak ya da fırtınada boğulmak her an mümkündü. Çünkü fırtına öfkedir. Sık sık yönümüzü şaşırıyorduk. Birden izlere rastlıyorduk. Sonra kendi izlerimiz olduğunu anlıyorduk. Yani dolanıyorduk. Hava aydınlıkken kısmen iyiydi. Ama hava karanlık ve tipiydi. Yani olabileceğin en kötüsü. Kopmamak için yakın mesafede yürüyorduk. Zaten sayımız azdı. Bu tür durumlarda kalabalık gruplar daha avantajlıdır.
Vadi boyu ilerleyip, sağ yamaçtaki köye çıkacaktık. Zaman ve mesafe ölçümüzü kaybetmiştik. O kadar çok dolanmıştık ki, köyün yerini tahmin bile edemiyorduk.
Fırtınanın bağırtısından başka ses yoktu. Nurhak bağırıyordu… Bir fırtına oluyordu, bir güneşi ardında tutan güç, bir düşlere konuk gizemli bir sevda açılımı…
Bir ses, bir ışık. Zaferi müjdelerdi. Yalnızca tehditkar bir fırtına vardı.
Gece epeyce ilerlemişti. Kolumuzdaki saate bakmaya üşeniyorduk. Yedi sekiz saatlik bir süre dolaştığımızı tahmin ediyordum. Ayaklar için ciddi bir tehlikeydi. Ellerimiz tutmuyordu. Silahlarımız sık sık omzumuzdan kayıyordu.
Bir arkadaş sık sık acıktığını söylüyordu. Bu, kötüye işaretti. Dursak, tatlı ölüm uykusuna yenik düşecekti. Ama ayaklarımıza da bir çözüm bulmak gerekiyordu. Elimizdeki sopalarla sık sık birbirimizin ayaklarını dövüyorduk.
Hareket yaşamın bir diğer adıdır. Durmak ölümü kabul etmekti. Yaşlı anaya verdiğimiz sözü tutmalıydık ve bunu arkadaşlara hatırlatmanın faydası olurdu. Ayrıca yaşanan an unutulmalıydı. Başka düşüncelere dalıp veya herhangi bir konuda konuşup o andan uzaklaşmalıydık.
Dirayetli ve sağduyulu bir yaklaşım, yılgın halimizin yerini almıştı. Çeşitli görüşler ortaya atıldı. “Sağ yamaçtan ilerleyerek köye varabiliriz…” Ne kadar doğru olacağını fazla düşünmeden, yamaca doğru harekete geçtik. Biraz yükseldikten sonra sırtın arkasından sızan bir ışık gördük.
Köy olmalıydı. Öyle düşünmüştük. Biraz daha ilerledik, daha kararlı yürüyüşe geçtik. Fırtınada yürüyüş süremiz her türlü tehlike için yeterliydi. Bunu düşünmüyorduk. Bir an önce ışığa varmak için tüm çabamızı sarf ediyorduk.
Tuhaf bir durum vardı.
Biz ilerledikçe ışık uzaklaşıyordu. “Şu sırtın arkasındadır” diye tekrar ilerliyorduk. Sırta vardığımızda ışık diğer sırtın arkasına geçiyordu. Bizimle saklambaç oynuyordu.
Onu yakalayacaktık.
Tüm sırtları hızla aşıyor ışığın peşinden koşuyorduk. Işığın peşinde yol aldıkça yorgunluğumuzu unutuyorduk. Son yükseltiye vardığımızda kaçan ışığın sırrını çözmüştük. Ovanın ortasında kurulu olan şehrin yansıyan ışıklarıydı. Fırtına da bize yakın, köy ışığı gibi gözüküyordu. Öyle görmek istiyorduk belki de…
Yenilmemek gerekiyordu. Eşarp hala boynumdaydı. Sağlıklı düşünebilmek hayati önemdeydi. Coğrafi bilgilerimizi değerlendirmeye aldık. Bulunduğumuz yerden ova göründüğüne göre köy gerimizde kalmıştı.
Nasıl bulacaktık?
Araba yolunu da fark edememiştik. Arazi dümdüz olmuştu. Köyde elektrik olduğuna göre bunu taşıyan direkler olmalıydı. Direkleri bulup, takip etmek bizi amacımıza ulaştıracaktı.
İlk direği bulduğumuzda, gözümde yaşlı ananın son görüntüsü canlandı.
Direkleri takip ederek ilerledik. Bir eve rastladık; ama ev boştu. Biraz daha ilerledik. Köpekler havladı. Bir evin ışıkları yandı.
Kapı güçlükle açılıyordu. Fırtına korkusundan kapılarını çok sıkı kilitlemişlerdi. Kapı hafiften aralandı. Tipi, açılan siyah zemini hemen beyaza boyadı.
Vadiyi izleyerek köye ulaşacaktık
İçeriden sıcak bir hava fırtınaya yayıldı. Yaşlı, kır bıyıklı bir adam açılan kapıdan bize bakıyordu. Komşuları sanıp korkmadan kapıyı açmıştı. Başka kimse de gelemezdi zaten. Karşısında silahlı ve fırtınadan çehreleri değişmiş adamlar görünce korkmuştu. Donakalmıştı adeta. Sanki o fırtınadan çıkmıştı. Sakinleştirmek için kendimizi tanıttık.
“Dağdakiler.”
Sonuç alıcı olmadı. Yerel aksanla Kürtçe konuştum. Önemli bir bağlantı noktasıydı. Yine herhangi bir tepki vermedi. İçeriye yöneldik. Adam biraz kendini toparlayabildi.
“İçeri geçin, şaşırdım”
“Yabancı kimse var mı?”
“Kimse yok. Bu havada, bu dağın başında kim gelir ki?”
Uzunca salonu odanın aralıklı kapısından ışık aydınlatıyordu. Zemin çıplaktı. Üstümüzdeki karları temizlemeye çalışıyorduk. Adam eşine haber verdi.
Bir ana sesinin sıcaklığını hissetmek istiyorduk.
Herhangi bir ses gelmedi ve tüm işlere adam koşturuyordu. Sobayı güçlendirme telaşındaydı. Bir yandan da söyleniyordu. “Ya donsaydınız, yolunuzu şaşırsaydınız?..”
Odadan dalga dalga ısı yayılıyordu. Nefesimizin buharıyla karışıyordu. Tarhana çorbası kokusu da salona dolmaya başlamıştı.
İçeriden titrek bir kadın sesi geliyordu. Kim olduğumuzu soruyordu. Sonra aynı sözler “ya donsaydılar.” Nurhakların havasını iyi biliyorlardı.
Sıcacık odaya geçtik. Yaşlı ana yataktaydı. Yerinden kalkamayacak kadar hastaydı. Çocuklarından birini trafik kazasında kaybetmiş ve onun acısıyla yataklara düşmüştü.
Fırtınayı aşmanın şaşkınlığını bir süre üzerimizden atamadık. Çevremize dikkatle bakamıyorduk. Hakimiyetimiz zayıflamıştı. Ayaklarımızı kontrol ettik, herhangi bir sorun yoktu. Bu iyiye işaretti.
Bir süre sonra tam sağlıklı düşünebildik. Odayı iyice inceledim. Orta halli bir aileydi. Bizi sıcak karşılamışlardı. Sonra olduğumuz yerde uyuya kalmıştık.
Uyandığımızda gün yarılanmıştı. Çok geç olmuştu. Savunmasız geç saate kadar uyumuştuk.
“Ben kontrol ediyordum. Hiçbir sorun yoktur” dedi, köylü.
“Köyde telefon var mı?”
“Fırtına direklerinden birini düşürdü. Teller koptu.”
“Hava nasıl?”
“Hala fırtına var. Biraz sakinleşmiş, ama akşama doğru tekrar şiddetlenir.”
Fırtına şiddetini kısmen yitirmişti. Ama hala esiyordu. Ve gece çok şiddetlenecekti. Pencereden bembeyaz dünyaya baktım. Bazı yerlerde kar tepecikleri oluşmuştu. Kayalıklar koyu renkleriyle ahengi bozuyorlardı.
Yorgunluğumuzu tamamen atamamıştık. Kendi koşullarımızda değildik. Rahatlıkla hareket edememiş ve dinlenememiştik. Ailenin koşullarını gözetmeli ve gerilla imajını korumalıydık. Koşullar karşı fazla dirayetli olmadığımız sonucuna varmamalıydılar. Çünkü bizden sonra herkese bizi anlatacaklardı. Haber köyden köye hızla dolaşacaktı.
Akşama doğru yola çıkmıştık. Bizi bekliyormuş gibi fırtına hızlanmıştı. Daha sert esiyordu. Aydınlıkta yol almak için hızlı ilerliyorduk. Ama kısa bir süre sonra köy görünmez olmuştu. Görüş mesafemiz daralmıştı. İşimiz zordu.
Giderek daralan vadi fırtınanın şiddetini artırıyordu. Ne kadar ilerlediğimizi bilemiyorduk. Ölçü alabileceğimiz herhangi bir işaret veya arazi parçası yoktu. Görüş açımız üç dört metre ile sınırlıydı.
Önümüzde iki köy vardı. İki ayrı vadiden ulaşımları sağlanıyordu. Biz ikincisini hedeflemiştik. Zaten birincisinde karakol vardı. Vadiyi izleyerek köye ulaşacaktık.
Gece epey ilerlemişti. Artık bir yere ulaşmak gerekiyordu. Yolumuzda da ne ateş yakabileceğimiz odun vardı ne de sığınabileceğimiz bir korunak. Bu yönüyle kötü bir arazideydik.
Arazi ve fırtına bizi alıp götürmüştü. Yol seçebilecek durumda değildik. Çevremizde bazı kavak ağaçları vardı. Bu köye yakın olduğumuza işaretti. Hızla ilerledik. Köyün içindeydik. Ama bu tanıdığımız köy değildi. Çok güçlü ışıklar vardı.
Yanlış köye gelmiştik. Fark edilsek işimiz zorlaşırdı. Ya karakoldan görülsek… Doğrusu karakol bizi görecek durumda değildi. Fırtına korkusu onları sıcak odalarına sıkıştırmıştı. Bu köyden çıkıp diğerine ulaşmak gerekiyordu.
Yolumuzu şaşırmıştık. Biraz dolanmamız gerekecekti. Zaman kaybetmiştik. Ayaklar için tehlike gündeme gelmişti. Biraz daha dirayet göstermek zorundaydık.
Kaç saat yürüdüğümüzü bilmiyorduk ama, sonuçta hedeflediğimiz köye varabilmiştik. Sıcak bir oda ve dost yüzler görecektik.
Sıcak yüzler ve sıcak sözlerle karşılanmıştık da. Onlarda şaşkınlıklarını gizlemiyorlardı. Bu havada nasıl geldiğimiz ve niçin çok tehlikeli işler yaptığımızı da söylemeden edemiyorlardı.
Ayaklarımız şişmişti. Lastik ayakkabılarımızı ev sahiplerinin yardımıyla çıkarabildik. Sobadan uzak durmak, daha sonra ona yaklaşmak gerekiyor. Yani en zor olandan biri. Alevlerin çekiciliğine kapılıp yaklaşıyorsunuz. Arkadaşınız bir süre daha uzak durmanız için sizi uyarıyor. Sonra ateşe kapılıp uyuyorsunuz.
Gündüz köyde kalacaktık. Tehlikeli bir durumdu, ama mecburiydi. İlerleyemezdik. Çünkü bundan sonrasından ana yollar ve diğer köyler vardı. Normal zamanlarda buradan geçerken yüksek tepeleri yol ediniyorduk. Onu yapamayacaktık. Akşamı bekleyip araçlarla yol alacaktık.
Arazi engindi ve sakindi. Zorlukla akşama ulaşmıştık. Hava karardı ve araçla yola çıktık. Yolu daha önce milislerimiz kontrol etmişti. Bir süre sonra Nurhaklar’dan çıktık.
Nurhaklar artık geride kalmıştı.
Nurhakları aşmıştık.
Engizekler’in girişinde araç bizi bırakarak geri döndü. Engizekler sakindi. Arkamızı Nurhaklar’a dönüp Engizekler’in derinliklerine doğru yola çıktık. eşarp hala boynumdaydı. Yazgıyı da yazmayı da öylece bildim… Nurhakları aşmıştık…