Önderlik, Kürdistan’da bölüp parçalayan, Kürt toplumunu yok sayan ve yok etmek isteyen inkar ve imha sistemi ve soykırım rejiminin bunun temel dayanağı olduğunu, tarihsel dayanağı olduğunu ortaya koyuyor. Yine gelişmelerin güncel siyasetle bağını ortaya koyuyor. Ortadoğu’daki durum, dünyadaki değişim, İsrail’in güvenliği, Türkiye’nin NATO içindeki konumu, Kürt sorununun bütün bu alanlarda taşıdığı anlam, önem. Bunlarla bağını da ortaya koyuyor.
Uluslararası komplo tabii öyle dar bir siyaset veya güncel bir olay değildir. Tarihsel dayanakları var fakat küresel boyutları da var. Komplo, doğrudan küresel kapitalist sistem ile bağlıdır. Çünkü Kürdistan üzerindeki soykırım sistemi küresel kapitalist sistemin geliştirdiği İngiltere’nin ortaya çıkardığı bir sistemdir. PKK’nin bu soykırımı, sömürgeciliği reddederek, onu boşa çıkartma, yok etme amacıyla önemli bir mücadele geliştirdiği bir ortamda, bunu yok etmek üzere geliştirilen bir saldırı. Uluslararası komplo, imha ve inkar sisteminin küresel düzeyde çok kapsamlı ve planlı bir saldırısı. Bağlı olduğu temel, kesinlikle inkar ve imha sistemidir. Kürt’ü inkar eden, imha etmek isteyen bir sistem, küresel sistem. Güncel politikada da çeşitli güçlerin çıkarlarını bu temelde yürütmeyi öngörüyor. Dolayısıyla Kürt soykırımını öngörüyor. Kürt varlığının ve demokratik gelişiminin küresel kapitalizmin Ortadoğu’daki çıkarlarının önünde engel oluşturma, o çıkarlara zarar verme durumunu ortadan kaldırmayı hedefliyor. Bunu bilelim.
Sovyet sisteminin çözülüşü ardından Körfez Savaşı ile birlikte geliştirilen Ortadoğu’yu ele geçirme mücadelesinin önemli bir parçası oluyor. Bu mücadele nasıl oldu? 90’ların başında ABD-Irak savaşı biçiminde Körfez Savaşı olarak gelişti. Bu savaşın Ortadoğu’daki siyasi, askeri sonuçları nedir? Bir, ABD, Körfeze, Suudi’ye, Ortadoğu’nun stratejik alanlarına büyük bir askeri güç olarak girdi, mevzilendi. İki, ulus devlet sisteminin merkezi olan Irak, yeni bir yapılanmaya kavuşturuldu. Saddam Hüseyin yönetimi Bağdat’a sıkıştırıldı. Kuzey ve güney Irak bu devlet yönetiminin denetiminden çıkartıldı. Üç, ABD ve Türkiye’yle Çekiç Güç operasyonu geliştirildi. PKK’nin Güney Kürdistan’a girişi önlenmeye ve Kuzey Kürdistan’daki gelişimi de denetim altına alınmaya, sınırlandırılmaya çalışıldı, hedeflendi. Körfez Savaşı’yla başlayan Ortadoğu savaşı ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesinin ve hatta III. Dünya Savaşı’nın birinci aşamasıydı.
‘Yeni Dünya Düzeni’ ve Ortadoğu gerçeği
İlk aşamada böyle bir sistem içinde kalmak Yeni Dünya Düzeni adı altında bu saldırıyı yürütenler açısından gerekli görüldü. ABD öncülüğü böyle bir Ortadoğu denetimine dayanılarak dünyanın diğer alanlarında mücadele yürüttü, savaş yaptı, siyasi, ekonomik ambargolar geliştirdi. Doğu Avrupa’da, Balkanlar’da savaş yürüttü. Yugoslavya’yı dağıttı, Çekoslovakya’yı dağıttı. Bütün o Balkanlar’a ve Doğu Avrupa’ya yeni bir düzen, sistem verdi. Kafkasya’yı dağıttı, yeni bir sistem geliştirdi. Doğu Asya’da bir mücadele yürüttü, belli bir denetim geliştirdi. Afrika üzerindeki mücadelesini yürüttü. Asya, Latin Amerika’da mücadele yürüttü. Amerika’da bir sistem geliştirdi. Daha çok 20. yüzyılda Batı sistemine karşı ortaya çıkan gelişmeleri ya tasfiye etmeye ya da kendisine hizmet eder hale getirmeye çaba harcadı. Bu konuda önemli bir düzey de yakaladı.
Bu saldırının ikinci aşaması 11 Eylül 2001 İkiz Kule saldırısıyla başlayan süreç oldu. ABD’nin, yani küresel kapitalist sistemin Ortadoğu’ya dönük III. Dünya Savaşı’nda yeni bir askeri saldırı yürütmesinin önünü açtı. Bu temelde Irak ve Afganistan Savaşları yaşandı. Buna dayanarak İran’a, Suriye’ye, diğer Arap ülkelerine, Kürdistan’a bir çeki düzen verilmeye çalışıldı.
İkinci aşamaya geçmenin en önemli adımı, hazırlığı ise uluslararası komploydu. Böyle bir süreçte dünyanın değişik alanlarında küresel kapitalist sistemin çıkarları doğrultusunda saldırılar yürütülürken Ortadoğu’da da ikinci bir hamle yapmaya hazırlanıldı. Bu hazırlığın önemli iki boyutu Kürdistan ve Filistin üzerinde geliştirilen saldırılardı. İkinci hamle tabii Irak’ta yarım bırakılan saldırıyı sonuca götürmek, Afganistan’da Taliban yönetimini yıkmak oluyordu. Çelişki çatışma bunlarlaydı.
Bunları gerçekleştirebilmek için sistem açısından iki alanda tedbir gerekiyordu. Birincisi Kürdistan’da denetim sağlamaktı. PKK’nin bu anlamda kontrol altına alınması gerekliydi. Çünkü Bağdat’ta yönetim düşerse mevcut PKK duruşu Irak’ta etkili olabilir, Güney Kürdistan’a yayılabilirdi. Bunu bir demokratik Ortadoğu devrimine dönüştürebilirdi. Diğer yandan Filistin’de tedbir gerekiyordu. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) zayıflatılması lazımdı. Çünkü Irak yönetimine sahip çıkıyordu. ’91 Körfez Savaşı’nda Saddam yönetimine destek veren tek Arap gücü FKÖ’ydü. Dolayısıyla Saddam yönetimi kendinden değil, Filistin direnişinin itibarından, onun Arap milliyetçiliğini harekete geçirme gücünden destek alıyordu.
Körfez Savaşı’na dayalı olarak bir yandan dünyanın değişik alanlarında küresel sistemin çıkarları doğrultusunda siyasi, askeri saldırılar geliştirilirken diğer yandan da Ortadoğu’da bu iki alana dönük operasyonlar geliştirildi. Filistin’e dönük operasyonlar barış görüşmeleriydi. Filistin sorununun çözümü adı altında geliştirilen sözde barış süreci. Oslo süreci de diyorlardı buna. Orada Filistin’e sözde bir barış süreci dayatıldı. Hala da bu süreç olacak. Bu görüşmelerin bir devamı olarak şimdi BM’ye başvurdular. Devlet oluyor Filistin güya. Filistin devleti ilan edildi BM tanısın diyorlar.
Barış süreci denen süreçte öyle bir şey ortaya çıktı ki ortada FKÖ diye, Filistin etkinliği, iradesi diye bir şey kalmadı. Dünyada olduğu gibi Arap alemindeki etkinliğini de bitirdi. 1979’lu, ’80’li yıllarda Ortadoğu’yu yöneten, Filistin direnişi ’90’lı yıllarda, şimdi, oradan buradan bir şeyler dileyen, hiçbir etkinliği olmayan bir hareket konumuna getirildi. Sözde Filistin devleti kuruluyor, barış süreci geliştiriliyor, ama özünde Filistin’in bitirilişi, güç kaybediş süreci oldu. FKÖ’nün direnişle kazandığı büyük gücün tüketildiği süreç. Giderek Gazze ile Batı Şeria da birbirinden koparıldı. Hamas, El Fetih kavgası da çıkartıldı. Yani bırak Irak’ta, diğer yerlerdeki gelişmeleri yönlendiren, destekleyen bir Filistin direnişi var olsun, artık sisteme muhtaç hale gelmiş bir Filistin siyaseti ortaya çıkartıldı.
Diğeri Kürdistan’a dayatılan operasyondu. Onu da uluslararası komplo olarak tanımladık. Uluslararası komployu bu düzeyde saymak gerekli. Komplo, önce Çekiç Güç operasyonu biçiminde örgütlendi. Komployu ’98’de fiilen başlayan bir olgu olarak görüyoruz ama tümüyle öyle değildir. Tabii bu inkar ve imha sistemiyle bağlı. O bakımdan 19. yüzyılın başına kadar da gider. 20. yüzyılın başından itibaren I. Dünya Savaşı’nda bu inkar sisteminin oluşturulmasıyla tümüyle bağlıdır. Fakat pratik açıdan da NATO’nun yürüttüğü bir saldırı olarak 12 Eylül rejimine dayanıyor. Çünkü bu darbeyi NATO düzenledi.
İkincisi, 1985’ten itibaren PKK direnişine karşı Türkiye NATO’ya başvurdu ve 15 Ağustos Atılımı’na karşı, gerillaya karşı savaşı resmen de fiilen de NATO örgütleyip yürüttü. Onlara dayanıyordu. Daha somut olarak NATO düzeyindeki bu saldırılar ise 1987 sonu, 1988 başında ortak bir operasyon olarak ortaya çıktı. ’90’ların başında Körfez Savaşı ardından ise Çekiç Güç operasyonu olarak ortaya çıktı.
Uluslararası komplo Önderliği imha saldırısıdır
Çekiç Güç operasyonu ABD ile Türkiye’nin NATO düzeyinde geliştirdiği bir ittifaktı. Güney Kürdistan hava sahasını korumaya Güney Kürdistan’daki PKK varlığını yok etmeye dayanıyordu. Böylece Güney Kürdistan’ın hava sahası Irak’a kapatıldı, ama Türk savaş uçaklarının saldırısına açıldı. KDP, YNK yeniden örgütlendirilerek PKK’ye alternatif bir liderlik olarak, hareket olarak geliştirilip yeniden örgütlendirilen bu güçlere ’92 Ekimi’nde bir devletçik kuruldu. Güney Kürdistan devletçiği.
Bu temelde bir yandan alternatif bir Kürt liderliği güçlendirilmeye çalışılırken diğer yandan da ABD’nin desteği temelinde Türk ordusunun kuzeyde ve güneyde yürüttüğü saldırı ve operasyonlarla PKK zayıflatılmaya çalışıldı. Gelişmesi engellenmek, güneye girmesi, güneyde hakim hale gelmesi önlenmek, ortaya çıkan askeri gücü darbeleyerek zayıflatmak istendi. ’90’lı yıllarda Doğan Güreş’ten başlayarak PKK’yi imha amaçlı kuzeyde ve güneyde geliştirilen askeri saldırıların hepsi, desteğini NATO’dan aldı. Siyasi desteği de, askeri desteği de NATO verdi. NATO silahlarıyla savaştılar. En ufağından en büyüğüne kadar bütün verileri NATO’dan aldılar.
Bu durumu aşmak için PKK, ’93’ten itibaren yeni bir stratejik sürece girdi, siyasi çözüm arama süreci; ateşkes öyleydi. Kendini Kürt sorununun siyasi çözümünü gerçekleştirecek bir yapılanmaya, değişime uğratmak istedi. Fakat böyle bir değişim sürecini PKK’nin zayıf bir dönemi olarak değerlendirerek bundan bu yanılgılı düşünce üzerinden ezme, imha etme operasyonlarını daha fazla dayattılar. 1993-94’te geliştirilen saldırılar ateşkesin PKK’de yarattığı etkiye dayanarak PKK’yi ezip imha edebiliriz, yenilgiye uğratabiliriz hesabıyla, amacıyla geliştirilen saldırılardı.
Bu saldırılara karşı PKK’nin direnişi 90’lı yıllar boyunca sürünce yeni bir durum ortaya çıktı. Önderlik, onu pata durum olarak değerlendirmişti. Ne zafer, ne yenilgi durumu. Ne TC zafer kazanabildi, ne PKK. Ne TC yenildi, ne PKK. Dolayısıyla çözümü başka yerde aramak gerekiyordu. O da siyasi çözüm arayışı.
1 Eylül 1998’de böyle bir çözümün önünü açmak, PKK’yi de böyle bir çözümü yürüten hareket haline getirmek amacıyla Önderlik üçüncü tek yanlı ateşkesi ilan etti. İşte ona tekrar 1993-94’te olduğu gibi imhacı güçler tarafından bu sefer uluslararası komplo saldırısı dayatıldı. PKK, eski yapıyla sürdüremiyor, kendisini henüz değiştirememiş, güç kazanamamış, zayıf bir durumdadır, saldırırsak ezeriz, tasfiye ederiz umuduyla bu uluslararası komplo dayatıldı.
Uluslararası komplonun amacı demek ki soykırımı devam ettirmektir. İnkar ve imha sistemini yaşatmak, başarıya götürmekti hedefi. Bunun için bu sistemi tehdit eden PKK’yi imha ve tasfiye etmek, PKK’yi tasfiye edebilmek için de saldırıyı Önderliğe yöneltmekti. Stratejisi buna göre oluştu. Önderliğin imhası temelinde PKK’yi tasfiye edebilmek, PKK’nin tasfiyesine dayanarak da Kürt soykırımını yürütmek.
Çünkü PKK var oldukça Kürt soykırımını değil yürütmek, ayakta tutmak bile mümkün değildi. Soykırıma karşı büyük bir halk direnişi gelişiyordu. Yine Önderlik var oldukça, çalıştıkça da istendiği kadar gerillaya karşı savaşılsın, darbe vurulsun yeniden gerilla örgütleniyor, PKK yeniden canlandırılıyordu. Dolayısıyla Kürt soykırımını yürütmenin önünü açmak, zeminini güçlendirmek için PKK’nin tasfiyesi, onun için de Önderliğin etkisizleştirilmesi, imhası gerekti.
Uluslararası komplo bu temelde Önderliği imha saldırısı olarak ortaya çıktı. 9 Ekim 1998’de Suriye’den çıkartılmasıyla başladı. Bu tarihsel süreç biliniyor. Bu amaç doğrultusunda sistemin bütün güçleri harekete geçtiler. Kürt soykırımını yürüten sistem tümüyle bu komploda yer aldı. Sistemi öncülüğü; ABD, İngiltere, İsrail komployu örgütleyip yönettiler. Bizzat Başkanlık tarafından koordine edildi. Yardımcıları bunu itiraf etmiş durumdalar, biliyoruz. Sistemin temel güçleri çeşitli pazarlıklar biçiminde de olsa komploda rol oynadılar. Bütün devletler rol oynadılar. İhtiyaç duyulup da buna karşı çıkan herhangi bir devlet olmadı çeşitli biçimlerde.
Pratik olarak da tabii Önderliğin önce sisteminin bozulması Suriye’den çıkartılmasıyla başladı. Suriye’den çıkartmada en çok rolü Mısır yönetimi oynadı. Türkiye’ye tehdit ettirdiler ama esas Hafız Esad yönetimini korkutan orasıydı. Amaç Suriye’den çıkartıp imha etmekti Önderliği. Önderliğin dağa çıkış yapma olasılığı güçlenince onu engellemek üzere sözde dostluk ilişkilerine dayanılarak Yunanistan’ı devreye koydular. Yunanistan’a sokmayıp böyle ortada bırakarak kim vurduya getirmek istediler. Önderlik bunu Rusya’ya giderek ve geri dönmeyerek boşa çıkardı.
Komplo, özünde Önderliğin Atina’dan geri dönüşü esnasında Akdeniz’de vurulması üzerine kurulmuştu. Yani bir günlük bir imha planıydı, kim vurduya getirilecekti. Bu anlamıyla 9 Ekim, bir imha saldırısıydı. Rusya’ya gidiş bunu bozdu. Rusya’da Mavi Akım projesi ayarlandı, 10 milyar dolarlık IMF kredisi Yeltsin yönetimine verildi. Rusya meclisi DUMA’nın 300 oyla Önderliğe mültecilik hakkının verilmesi kararın rağmen Rusya’dan çıkartıldı. Sorun oraya kadar gitti, fakat yönetim parayı alınca reddetti.
Önderlik onu bozmak üzere de Roma’ya gitti. Roma’da, İtalya’da bir sol hükümet vardı. Belki çözüm üretebiliriz diye kullanmak istedi Önderlik. Onlar da iyi niyetle yaklaştılar. Roma’ya girebilmesi büyük bir şanstı tabii. Fakat ABD hemen oraya da müdahale etti. Bütün kapıları kapattılar. İngiltere, Almanya, Fransa, Avrupa çapında çözüm getirilmesinin önünü kapattı. İçte gladiocu Berlusconi muhalefeti de harekete geçirildi. Böylece D’Alema hükümeti daraltıldı. Çözüm üretemedi, sahiplenemez duruma da düştü. Dolayısıyla Avrupa hukuku çerçevesinde daha çok sınırlandırıp mahkemeye havale eder duruma geldi.
Önderlik değerlendiriyor; öyle direkt çıkartamadı İtalya hükümeti, Önderlik çıkarken bir dilekçe yazarak çıktı. Onun için İtalya’ya ilişkin herhangi bir dava açmıyor zaten. Onu şart koşmuşlardı İtalya yönetimi. “Gideceksen eğer kendi rızanla gittiğine dair belge bırakacaksın” diye. “Hükümetin, kalabileceği yönünde açıklamaları da biraz durumu kurtarma olarak değerlendirdim” diyor Önderlik. Aslında özünde kendisi yüzünden İtalya hükümetinin baskı görmesini kabul etmiyor.
Bir de böyle bir süreçte Rusya üzerinden gladio yeniden müdahalede bulundu sürece. Güya Rusya’da iltica edebileceği, örgütsel çalışma yürüteceği yönünde güvence verdiler. O Mahir Welat ve bazıları devreye girdiler. Bir yanıltmaydı tabii. Bir taraftan Roma’da kalışı zorlanınca diğer yerden kapı olarak Rusya gösterildi ve tekrar Roma’dan çıkartıldı. Roma’dan çıkış böyle bir güvence ve Roma hükümetinin güç getirememesi sonucunda oldu.
AB, NATO sistemi içine girilmiş, orada mücadele ediliyordu. Önemli bir adımdı. Roma’ya kadarki süreç komplonun saldırılarını boşa çıkartma süreciydi. “Roma’dan tekrar Moskova’ya, Rusya’ya çıkış aslında hataydı” diyor Önderlik. Bilinememesinden, iyi değerlendirilememesinden kaynaklandı. Ve artık komplocu güçlerin denetimine girmeyi ifade ediyordu bu gidiş. Rusya’da o denetim geliştirildi. Oradan Yunanistan’a havale edildi tekrar.
Yunanistan üzerinden yok edilerek Türk-Yunan ilişkileri düzeltilmeye, NATO’nun güneydoğu kanadı güçlendirilmeye çalışıldı. Bu komplonun önemli bir amacı oydu. ABD böyle bir kazanç sağlamayı umut ediyordu komplodan. Yunanistan’da halledilemeyince Kenya’ya götürüldü. İmha olmuyorsa o zaman idamla imha gerçekleşsin planı üzerinden yeniden pazarlık edildi. 15 Şubat komplosu öyle ortaya çıktı, gerçekleştirildi.
ABD siyaseti, dar siyasi anlamda düşünürsek komployu yapanların iki hedefi vardı. Kürdistan’a dayatılan soykırım ve onun başarıya götürülmesinden öte güncel siyaset açısından iki hedef vardı. Bir tanesi, Yunanistan eliyle komployu başarıya ulaştırarak Türk-Yunan ilişkilerini düzeltmekti. İkincisi, ABD’nin Irak politikalarına Türkiye’nin destek vermesini sağlamaktı. Bu iki anlaşma temelinde Önderlik Türkiye’ye iade edildi. Ecevit bu konuda söz verdikten sonra Önderlik Türkiye’ye teslim edildi.
Daha o zamandan Irak savaşını ileri götürme, Saddam yönetimini tümden düşürme ABD’nin gündemindeydi. Dolayısıyla bir yandan Saddam yönetiminin düşürülmesi için Kürtler Önderliğin etkisizleştirilmesi ve PKK’nin denetime alınmasına dayalı böyle bir komployla tümden denetim altına alınırken diğer yandan da Türkiye’yle aynı zamanda Irak savaşı için pazarlık yapılmış, desteği alınmış oluyordu.
Buna dayanarak 11 Eylül olayları geliştirildi ve ABD’nin askeri müdahalesinin önü açıldı. Ardından 2001 sonunda Afganistan Savaşı, 2003’te de Irak Savaşı geliştirildi. Bunlar birbiriyle bu düzeyde bağlı olaylar, saldırılardır.
İmhayı boşa çıkartma mücadelesi
Komplo sürecini ele aldığımızda tabii komplonun amaçları ve bu amaçları boşa çıkartmak üzere Önderlik çizgisinin yürüttüğü mücadele temelinde onları karşılaştırmalı olarak ele alarak değerlendirmemiz lazım.
Bu noktada da bu dönemi genel planda imha, Önderliği imha etmeyi öngören dönem olarak adlandırabiliriz. Komplonun Önderliğin imhası temelinde PKK’yi tasfiye etmek istediği, Önderliğin ve partinin ise imhayı önleyerek kendini var etmek istediği, bunun mücadelesini verdiği dönem.
Bu dönem 9 Ekim 1998’ten 11 Ocak 2000’e kadar geçen süreç içinde yaşanıyor. Bu dönemin kendi içinde iki parça olma yönü var. Birincisi Önderliğin kim vurduya getirilerek imha edilmek istendiği dönem. İkincisi de idam ile imha edilmek istendiği dönem. Bunları çok somut biliyoruz. Tarih böyle oluştu. Bunları söylemek belki biraz zor gelebilir, ama tarihi anlamak istiyorsak söyleyeceğiz. Ağırlığını göreceğiz, anlayacağız ki doğru çözümleyelim ve doğru, yeterli bir biçimde ders çıkaralım.
Kim vurduya getirilerek imha dönemi esasında 9 Ekim komplosu olarak ortaya çıkartıldı. 9 Ekim günü sonuçlandırılmak istenen bir plandır. Başarılamayınca, bu boşa çıkartılınca sürece yayıldı. Önderlik bunu boşa çıkartmak üzere bir mücadele geliştirdi. Komployu çözümlemeye çalıştı. Partiyi, halkı, kamuoyunu uyardı bu konuda. Duyarlılık çağrısı yaptı. Bu temelde Önderliği sahiplenen bir hareket ortaya çıktı. Güneşimizi Karartamazsınız direnişi. 1 Eylül 1998’de üçüncü tek yanlı ateşkes ve bu temelde PKK’nin değişim ve yeniden yapılanma süreci olarak başlatılan süreç çok kısa bir zaman ardından uluslararası komplonun Önder Apo’yu imha etmek üzere saldırdığı ve bunu boşa çıkartmak için komploya karşı direnişin geliştiği bir döneme dönüştü.
İmha amaçlı birçok saldırı bu dört aylık süre içinde yapıldı. Bunu Yunanistan’dan Kenya’ya kadar olan süreç içerisinde görmek lazım. Fakat bu süreci Önderliğin 15 Şubat’ta teslim edilmesinden sonraya kadar da götürebiliriz.
O dönemin temel mücadelesi, temel duruşu neydi? Bu imhayı boşa çıkartmaktı. Önderlik duruşu onu ifade etti. Giderek öyle bir çizgiye oturdu. Baştan çok görülen, hazırlanılan bir durum değildi, ama durum birden bire buraya dönüştü. Önderlik ateşkes ile birlikte partiye değişim ve yeniden yapılanma perspektifi verdi. Partinin yönünü kongreye çevirdi. Ardından gittikçe komplonun ağır bastığı, egemen hale geldiği bir sürece dönüştü.
İmhayı, Önderliğin sağduyulu, oldukça dikkatli, sabırlı davranışları, hareket ve yaşam tarzı boşa çıkardı tabii. İkinci olarak da Önderlik duyarlılık çağrıları yaptığında Önderliği sahiplenen Güneşimizi Karartamazsınız direnişi boşa çıkardı. Zindanda oldu bu direniş, Kürdistan’ın dört parçasında oldu, gerillada oldu tabii. Bir fedai direnişi, Zilan direnişi gelişti. Önderlik etrafında bir ateşten savunma çemberi oluşturdu. Halkın gösterdiği kitlesel sahiplenmenin, Roma’da günlerce on binler halinde meydanlarda nöbet tutmanın tabii imhayı önlemede çok önemli bir yeri oldu. Bunu bir değerlendirme olarak biz söylemiyoruz. Komployu yöneten kişi, koordine eden kişi olan ABD’nin dışişleri bakanı zaten o zaman itiraf etti. “Tepki bekliyorduk, ama bu kadar da beklemiyorduk” dedi. Gerilla ve halk direnişinin ne kadar etkili olduğunu gösterdi, ortaya koydu.
Böyle bir dönemde doğru çizgi Güneşimizi Karartamazsınız direnişidir. Her kişi, her kurum, örgüt her yerde yaşananlara dair doğru ve yanlış ayrımını buna göre yapacak. Bu da son derece nettir. Bu bakımdan böyle bir durumun çok anlaşılmayan bir yanı yoktur.
Bu imha sürecinin ikinci dönemi idam dönemiydi. 15 Şubat komplosu o amaçla gerçekleştirildi. Kim vurduya getirilerek imha edilemeyince komployu yürüten güçler ki onu Türk-Yunan ilişkilerinin düzeltilmesi üzerine kurmuşlardı bu sefer Türkiye’nin Irak’a desteğini de alma hedefini de koyarak Türkiye’ye iadeyi öngördüler.
Nasıl olsa Önderlik Türkiye yasalarına göre idam edilecekti. Dolayısıyla Türk-Kürt çatışması bitmez bir çatışma olarak, üzerinde her türlü hesabın, politikanın uygulanacağı bir çatışma olarak derinleşip sürecekti. Komployu yapanlar kendi çıkarlarını böyle bir çatışmaya bağlamışlardı. Buna bir de Türkiye’nin Saddam yönetimini devirmeye katılmasını eklemek, o noktada pay sahibi olmak Amerika için tabii ki daha çok kazanç getiriyordu. Öyle bir değişiklik yapıldı. Komplonun yürütülüşü içinde başarılı olunamayınca imha yönteminde değişiklik geliştirildi. 15 Şubat 1999’dan 11 Ocak 2000’e kadarki süreç de böyle geçti. Komplocu güçler idamı ve bu temelde çatışmayı bekliyor, hesap ediyorlardı. Önderliğin Türkiye’ye iadesi kesinlikle bu temelde oldu. Yanılmayalım.
“Bir anda değil, her gün, her an öldürmek”
Komployu anlamada çıkan yanılgılı yaklaşımlardan bir tanesi Önderliğin Türkiye’ye teslim edilmesinin amacına ilişkindir. Birçok farklı kesim bu teslim edilişi “Kürt sorununa çözüm bulunsun diye İmralı’ya kondu” şeklinde yorumlayanlar çok oldu. Hatta PKK buna niye riayet etmiyor diye hareket suçlanıyor da.
Bu tutumlar bize yöneltilen imhayı çözüm olarak algılayan, dolayısıyla celladın eline sarılmamızı isteyen tutumlardı. Tabii ki böyle bir şey yoktur. İdam önlenmişse, baştan beri böyle planlanmış olduğundan değildir. Mücadeleyle önlendi. Öyle bir hava var ki sanki Amerika’ya karşı mücadele edilemez, sanki komploya karşı mücadele edilemez, sanki Kürtler mücadele edip bir şey kazanamaz.
Bu yaklaşım sömürgeciliğin, soykırım rejiminin, asimilasyonun yarattığı bir etkidir. Bu zihniyet düşman zihniyetidir. Düşmanın, katliamcı soykırımcı güçlerin Kürt insanına yedirmek istediği zihniyettir. Mahmut Esad Bozkurt diyor ya “Sadece Türk’e hizmetçi olabilirler”. Onun ötesinde hiçbir şey olamazlar. “Siz hiçbir şey yapamazsınız” demek bu zihniyetin özümsenmiş olması anlamına geliyor. O konuda hiç yanılmamak gerekiyor.
Bu hususlar önemli. Komployu bu kadar abartan, onun önünde secde eden tabii ki düşüncede de, eylemde de komployu aşamaz, ona karşı mücadele edemez. Komplo karşısında duruş iradesi gösteremez. O emperyalist ve sömürgeci bir zihniyettir. Ona teslim olmuş kölenin zihniyetidir. Gerçek öyle değildir. Nasıl ki imha mücadeleyle önlendiyse idam da mücadeleyle önlendi. Pratik ortadadır.
Hiç kimse mevcut Türkiye rejiminin isteğiyle oldu diyemez. Kaldı ki Türkiye partileri hala da tartışıyorlar bunu. “Niye yaptın, niye yapmadın, sen niye yapmadın, ben olsam yapardım” tartışması halindeler. O gün bu gündür tartışıyorlar. On üç senedir tartışıyorlar. Demek ki öyle idam edilmeyecek diye bir şey yokmuş. Mücadeleyle önlenmiş bu durum. Açığa çıkmıştır. Hala “sen yanlış karar aldın, sen irade gösteremedin diye birbirlerini suçluyor, eleştiriyorlar. Şimdi AKP, CHP’yi ve MHP’yi bunlarla suçluyor, sorumlu tutuyor. Bunun üzerinden politika yapmaya çalışıyor.
Komplo idamı öngörmüştü. İdam üzerinden de Türkiye rejimi kendi içinde çok yoğun bir tartışmayı, mücadeleyi yaşadı. Çeşitli güçler sert tartışma içinde oldular. Bir sürü insan komplolarla katledildi 1999 yılında. Aydınlar ve değişik kesimlerden insanlar kontrgerilla içerisinde bir hesaplaşma nedeniyle katledildi. Yoğun bir mücadele verildi.
Komplodan hemen sonra Türkiye hakkında karar alabilecek bir hükümet iş başına getirilmişti. 18 Nisan 1999’da yapılan seçimlerle komplo döneminin başbakanı Ecevit, yeni başbakan olmuştu. DSP, MHP ve ANAP ile ittifak, koalisyon yapmışlardı. Sosyal demokrat, liberal ve milliyetçi bir koalisyon ortaya çıkmıştı. Türkiye’deki bu islami akım dışındaki tüm akımlar aslında hükümete katılmıştı. Bu temelde yürütülen iç mücadele, denetim, hesaplama, çatışma sonucunda komploya karşı, idama karşı yürütülen mücadelenin etkisi altında kalınarak idam edilmedi. İdam boşa çıkartıldı, önlendi.
Bu konuda Önderliğin kendi tutumuna ilişkin belirttikleri açık. “İlk başta tepkiyle her şeyi reddetmeyi düşündüm” diyor. “Kısa bir süre öyle geçti, fakat daha sonra düşünüp anladım ki komplocular böyle olmasını istiyorlar. Bitmez bir Türk-Kürt çatışması çıksın, olaylar gizli kalsın, karanlığa gömülsün, aydınlık olmasın istiyorlar. O halde komplonun bu emellerini boşa çıkartmak gerekli. Bunun için de komploya karşı mücadele etmek gerekir değerlendirmesini yaparak mücadeleci tutum içine girmeyi uygun buldum, tutum değiştirdim” diyor.
Bu çerçevede örgüt de buna göre bir çalışma yürütme tutumu, çabası içinde oldu. VI. Kongre, komplodan sonra Önderliği savunmak üzere topyekun direniş kararı almıştı, fakat Önderlik çağrısı gelişince, avukatlarla ilişki kurunca, TC elindeki imha önlenince bu sefer sivil hedeflere dönük saldırıları durduran, kontrollü bir gerilla çatışmasıyla Önderliğin mahkemedeki tutumuna destek veren bir politika içerisinde kaldı. İdam kararı ardından Önderliğin ateşkes ve geri çekilme önerilerini temmuz ortasında değerlendirerek ağustos ayı başından itibaren uygulamaya koydu. 2 Ağustos’ta Önderlik çağrıda bulundu. Yönetimimiz buna katıldığını açıkladı. Uluslararası komplo temelinde başlatılan imha sürecinin nasıl sonuçlanacağının netleşeceği bir dönemdi. Böyle bir dönemde tabii hükümetin kararı oldu. Ecevit hükümeti 11 Ocak’ta idamı uygulamama, idam kararını başbakanlıkta tutma kararını açıkladı.
Böyle olacaktı mutlaka diyenler yanılırlar. Bu sonuçlar büyük bir mücadeleyle, dirayetle, iradeyle, çabayla, yüzlerce şehit verilerek kazanıldı. Normal bir bakışla o milliyetçi yaklaşımlarla böyle bir sonuca ulaşmanın imkanı yoktu. Herkes artık PKK bitti diyordu. Önderliğe artık gitmiş olarak bakıyorlardı. Türk devletine karşı bu kadar savaş vereceksin ondan sonra ele geçeceksin ve devlet seni idam edemeyecek. Bunu, ortalama insanın aklının ucu bile almıyordu. Artık bazıları için her şey o anlamda bitmişti. Bu noktada ulaşılan sonuç tabii ki mucizevidir, tarihidir. Ortalama insanın aklının ötesinde yaşanan bir gelişmedir. Adeta yeniden diriliş gibi oluyor. Bu kadar sert bir imha sürecini boşa çıkartmayı ifade ediyor.
Bu durumu doğru anlamak lazım. Bazıları bunu baştan planlanmış sonuçlar olarak algılıyor, değerlendiriyor. Gerçekçi olup doğru değerlendirelim. “Zaten önceden planlanmıştı, öyle oldu.” Yani biz mücadele ettik, Önderlik mücadele etti, bunların hiçbir önemi filan yok. “Zaten böyle kararlaşmıştı oldu, yoksa mücadele bir sonuç vermedi. O nedenle sen bırak mücadeleyi, mücadelenin lafı bile edilemez”. Geriye kalan ne oluyor? Bütün bunları komplocuların yaptığı anlamına geliyor. Bu yanlış yani. İdam edilmemek üzere Önderliğin Türkiye’ye verildiğini söyleyenler var. Kesinlikle yanlış. Verenler idam edilsin diye verdiler. Ama Önderlik tutumu, halkın direnişi, örgütün ve halkın birlik içinde Önderliği sahiplenişi, geliştirilen taktikler bunun ortaya çıkardı.
Eğer ağustostan itibaren komployu yapanların en başta ifade ettikleri gibi PKK tasfiye olsaydı, altı aydan sonra ömrü kalmasaydı, gerilla, parti dağılıp gitseydi, bırakın ’99 yılı içerisinde değil dosyayı başbakanlıkta tutmak, meclise götürmemek, 2000 yılına kadar bile uzatmazlardı. ’99’un ağustosunda, eylülünde bitirirlerdi. Bundan hiç kimsenin tereddüdü olmamalı. Sadece mücadele önledi bunu. Örgütün varlığı, halkın Önderliği ve örgütü sahiplenmesi önledi. Görüldü ki idam daha büyük bir mücadele gücü olacak. Partiyi halkı daha çok etkileyecek. Daha fazla direnişe çekecek. Dolayısıyla savaş her tarafı kaplayacak, Kürt halkı ayaklanacak.
Bunun Türkiye için nasıl bir felaket olacağını, ne büyük zararlar vereceğini çok tartıştı devlet yönetimi. MİT, herkesi enforme etti bu konuda. Ciddi bir zarar verici, tehlike arz eden bir konu olarak gördüler. Fakat bunu görünce “imha etmeyelim” mi dediler? Hayır! Yöntem aradılar. Tamam, idam kararı karardır, ama onu bir anda yapmak değil de; bir anda yapıp herkesin ayaklanmasına, bu temelde rejimin zarar görmesine yol açmak değil de başka yöntemlerle çaktırmadan, sürece yayarak, çürüterek yapmanın Türkiye’nin çıkarlarına, mevcut egemen soykırım sisteminin çıkarlarına daha uygun buldular, gördüler ve böyle bir yöntem değişikliği yaptılar.
Amaçtan vazgeçmediler, hala vazgeçilmemiştir. İdam kararı yasalardan çıkartılmış olsa bile Önderliğe on üç yıldır İmralı sistemi içerisinde dayatılan bir imhadır. Bir anlık imha değil de sürece yayılmış bir imha. Ne dedi İmralı sistemini yaratanlar “bir anda değil, her gün, her an öldüreceğiz.” Bu zihniyet üzerine kurulmuş bir sistemdir, imha sistemidir. Yani öyle normal yaşanabilir bir sistem değildir.
Bu bakımdan yöntem değişikliği yapıldı. Niye? Çünkü diğeri zararlı görüldü. Örgütün varlığı, halkın Önderliği ve örgütü dinlemesi, idam karşısında çok büyük bir tepkinin ve mücadelenin ortaya çıkacağını gösterince derin devlet, hükümet, Türkiye’yi yönetenler günlerce, haftalarca tartıştılar, yöntem değiştirdiler. 11 Ocak’taki hükümet kararı böyle bir yöntem değişikliğini ifade ediyordu. Bunu da iyi anlamak lazım. Bu noktada idamın uygulanması durdurulurken bir anlaşma, çözüm sürecinin başlaması gündeme gelmiyordu. Bazıları böyle de değerlendirdi. Hayır.
İmhanın, daha önce belirttiğimiz, komplocular tarafından öngörülen kim vurduya getirerek ya da idam yöntemiyle değil de sürece yayılmış İmralı işkence sistemi içerisinde çürütme yöntemiyle gerçekleşmesini öngördüler. Amaçta değişim olmadı. Yöntemde değişiklik yaptılar. Böyle bir yöntemin Türkiye’nin, rejimin çıkarlarına daha fazla yarar getireceğini değerlendirdi, öngördüler o temelde idamın uygulama kararını durdurdular.
Yeni bir süreç bu temelde açıldı. Demek ki 2000 Ocağından itibaren Önderliğe dönük uluslararası komplonun imha amacı böyle fiziken bir anda imha etmeyi ya da idam etmeyi öngören bir çizgiden çıktı. İmralı işkence sistemi içinde sürece yayılmış bir çürütme politikası, fiziken yok etme değil de ideolojik ve siyasi olarak yok etme, çalışamaz kılma, düşünemez, üretemez kılma temelinde Önderliği etkisizleştirme ve yok etme politikasına dönüştü. Komplonun günümüze kadar ki uygulama süreci de budur. Bu çürütme politikası süreci Ocak 2000’den Kasım 2002’ye kadar Ecevit başkanlığındaki koalisyon hükümeti tarafından sürdürüldü. Kasım 2002’den günümüze kadar da AKP tarafından yürütülüyor.
İmralı süreci: büyük mücadele dönemi
Komplonun çürütme politikasıyla sonuç almak istediği, komploya karşı mücadelenin de bu çürütme politikasına karşı direniş, mücadele olarak ortaya çıktığı dönemi irdelemek önemlidir. Bu dönemin temel karakterlerine bakmakta fayda vardır.
Hükümetin niteliği biliniyor. Türkiye için tam hakim bir hükümetti. Türkiye’yi AB’ye sokmak isteyen bir hükümetti. Türkiye’yi AB’ye sokabilmek için çok yoğun bir çaba yürüttü. Meclisi adeta kanun fabrikası gibi çalıştırdılar. Paket üzerine paket hazırlayıp meclisten geçirdiler. Türkiye’nin sisteminde reform öngören birçok kanun, yönetmelik ortaya çıkardılar. Gerçekten çok yoğun çaba harcadı Ecevit hükümeti. Buna inanmıştı da. O zaman Türkiye’nin AB’ye girişi çok revaçtaydı, herkes de inanıyordu. Şimdikine göre AB’ye girişe çok yakındı.
Bu AB’ye giriş temelinde Avrupa demokrasisine göre kendini reforme etme yaklaşımı için de tabii idamın kaldırılması da hukuken gündeme geldi. Bunun üzerinde de çok durdular. Önderliğin durumu bu anlamda çok zorlayıcı, sorun yaratıcı oldu. Sonunda idam yerine ağırlaştırılmış müebbet hapis diye bir ceza sistemini öngördüler. Asla affı olmayan bir sistem olarak değerlendirdiler ve böylece aslında çürütme politikasına dönüştürdüler idamı. Ocak 2000’de aldıkları fiili kararı kanun haline getirdiler. Fiziken imha yerine ideolojik siyasi olarak imha, sürece yayarak çürütme politikasıyla yok etmeyi idamın yerine geçirdiler. Böylece idamı kaldırmış oldular. 2 Ağustos 2002’de çıkartılan bir kanunla idam bu biçimde müebbet hapse dönüştü.
Böylece Ecevit hükümeti Türkiye’yi AB standartlarına uygun hale getirdiğin sandı. Türkiye’ye büyük hizmetler yaptığını düşündü. Aslında büyük sonuç da alacağını da düşünüyordu. İdamı kaldırmış, AB normlarına göre değişiklikler yapmış, PKK’yi etkisizleştirmiş olarak hem Türkiye’yi AB’ye hazır hale getirmeyi hem de Türkiye’de büyük bir halk desteği elde etmeyi öngördü. Fakat sonuç bu hesaba göre olmadı.
Türkiye sisteminde birçok değişiklik yapıldı, ama hiçbirisi uygulamaya konamadı. Dahası bütün bunlar Önderliği durdurmaya, çalışamaz kılmaya, düşünce üretemez duruma düşürmeye, dolayısıyla da PKK’yi değişemez, kendini yenileyemez kılıp dağılma ve tasfiye olmaya götürmeye yetmedi. Tersi ortaya çıktı.
Bu dönemi Önderlik büyük bir mücadele dönemi olarak tanımladı. O esas üzerinde kendisini örgütledi, çalıştı. Sonuçta Ecevit hükümetine karşı İmralı mücadelesini başaran, kazanan Önderlik oldu. 3 Kasım 2002 seçimlerinde Ecevit hükümetinin yüzde bir bile oy alamaması bu nedenle ortaya çıktı.
Onun dışındaki bütün alanlarda başarılı bir hükümetti. Bir ekonomik kriz yarattılar, onu da Kemal Derviş ile aşmaya çalışıyordu. Uluslararası sistemle şu veya bu düzeyde ilişkilenmişti. Onun dışında Türkiye’yi AB’yi epeyce yaklaştırmıştı. Kendine göre başarılıydı aslında. İktidarını çok fazla sağlamlamış sanıyordu. Ama 2002 güzünde birden bire gündeme getirilen erken seçim, tamı tamına bunun tam tersini gösterdi. Hükümet adeta sıfırı tüketti. Meclise giremediği gibi mevcut partilerin varlığı bile tartışmalı hale geldi.
Nereden oldu bu? İmralı mücadelesindeki sonuçtan oldu. Ecevit hükümetinin kaybettiği, İmralı mücadelesinin kazananının Önderlik olduğu bu sonuçla netleşti.
Önderlik bütün bu sürece uluslararası komploya karşı mücadele sürecine büyük bir değişim ve yeniden yapılanma süreci olarak yaklaştı. Baştan itibaren, “komploya karşı mücadele etmek gerekir” dediği andan sonra bu mücadeleyi değişim ve yeniden yapılanmayı derinleştirme temelinde yürüttü. Bu sürece daha önceden başlamıştı tabii. Fakat komployla bu süreci durdurma, bundan vazgeçme gibi bir tutum, tavır göstermedi. Tam tersine zamanında ve hızlı bir biçimde değişip yeniden yapılanamamanın komploya zemin sunduğunu değerlendirerek “komploya karşı mücadele edecek bir zihniyeti ve örgütü yaratmak için değişim ve yeniden yapılanmayı derinliğine mutlaka gerçekleştirmek gerekir” dedi. İmralı mücadelesini böyle ele aldı.
Daha ’99 yılında ilk mahkemeye Kürt Sorununda Demokratik Çözüm Bildirgesi diye Kürt sorununun demokratik çözümünü öngören, barış çağrısı ifade eden bir bildirge sundu. Pratikte de böyle bir tutum gösterdi. Genel olarak da değişmemiz gerektiği mesajını her biçimde bütün örgüte verdi. Tepeden tırnağa değişmeliyiz dedi. Kendisinin tepeden tırnağa her şeyi sorguladığını, yeniden ele alıp değiştirmeye ve yeniden yapılandırmaya çalıştığını, sürecin ancak böyle kurtarılabileceğini, dolayısıyla benzer tutumun tüm hareket tarafından mutlaka ciddiyetle ele alınıp böyle bir çalışmanın, mücadelenin yaşanması gerektiğini ifade etti.
İmralı mücadele süreci ve yanlış yaklaşımlar
VI. Kongrede idamın uygulanmaması kararı çıkınca bu durumu düşmanın çürütme politikasını değerlendirerek riskli bir süreç, ama yeni bir mücadele durumu olduğunu buna karşı zor da olsa mücadele edilebileceğini, başka çarenin de olmadığını, kendisinin de böyle bir mücadeleye girmek kararında olduğunu, kazanacağına dair kendisine güvendiğini ve kendisinin izlenmesi, desteklenmesi, takip edilmesi çağrısında bulundu.
O dönemde çok yoğun bir tartışma yaşandı. Birçok çevre “Apo PKK’yi tasfiye ediyor, teslim ediyor, bu bir ihanettir, teslimiyettir, hiç böyle mücadele mi olur, bu kadar yaratılmış değer nasıl heba edilir” biçiminde bir sürü söz söyleyen oldu. Ağır eleştirenler, suçlayanlar, Önderliğe hakaret edenler, Önderliği izlediği için yönetimimize ağır eleştirilerde bulunanlar, iradesiz, Önderliğin uydusu olarak tanımlamaya çalışanlar çok oldular.
Gerçekten de klasik düşünce ve politika sahibi olanların hiçbirinin aklı almıyordu. Çünkü onlar cezaevine giriyorlardı ve hiçbirisi böyle bir mücadele yürütemiyordu. “Böyle bir mücadele mi olur, cezaevinde mücadele mi kazanılır? Yürütülen mücadeleyle Kürdistan Devrimi mi yürütülür? Bu kadar gücü var, imkanı var, PKK niye bunları harekete geçirmiyor, niye hala Apo’nun peşinde gitmeye çalışıyor?” Bazıları, şimdi içimizde olanlar da, bırakıp gidenler de tehditler gönderdiler. Neler söylemediler ki Önderliğe karşı tavır almayan yönetime. İhanet etmekle, Kürdistani değerleri satmakla suçladılar, itham ettiler.
Önderliğin İmralı koşullarındaki mücadele yaklaşımını akılları almıyordu. “Sizi kandırıyor, oyalıyorlar, yok edecekler yarın, siz kanıyorsunuz, aldanıyorsunuz” diyen çoktu. Bizi cahil buluyorlardı. Siyasette çok acemi görüyorlardı. Tabii hepsi kötü niyetle değil, bazıları değerler gerçekten yok olmasın diye yardımcı olmak üzere bunları söylüyorlardı. Çünkü akılları almıyordu, tarihte başka bir örneği yoktu. İmralı sistemi gibi bir ortamda mücadele edilerek böyle bir soykırım rejimi geriletilir, yenilgiye uğratılabilir miydi? Bu mümkün değildi. O bakımdan onlara göre artık Önder Apo’nun yapabileceği hiçbir şey kalmamıştı. PKK, Önderliği terk ederek kendisine başka bir çizgi oluşturmak ve o temelde yürümek durumundaydı. Eğer yok olmak istemiyorsa tek çaresi buydu. Bütün bunların hepsine tabii göğüs gerildi. Neler söylenip yazılmadı ki? Ne tür hakaretlerde bulunulmadı ki bu süreçte.
Söylenenler bir açıdan çok mantıksız da değildi. İşler öyle kolay değildi. İmralı ortamında yaşanılıp mücadele edilemezdi. Bırakın çalışmayı, İmralı’da yaşamın ne kadar sürdürülüp sürdürülemeyeceği bile belli değildi. Önderlik görevlerini yerine getirmek, Önderliksel gerekleri sürdürmek bir yana, yaşanıp yaşanamayacağı, oranın işkenceli yaşamına tahammül gösterilip gösterilemeyeceği bile belli değildi. O nedenle tabii düşmanın yaklaşımı bizi yok etmek, tasfiye etmek üzerineydi. Doğru söylüyorlardı bunu söyleyenler. Diyorlardı ki sizi kandırmaya çalışıyorlar. Bu süreç imha ve tasfiye sürecidir, PKK’yi imha etmek için bunu yapıyorlar. Doğru. Onun için yapıyorlardı. Bu konuda yanlışlıkları yoktu. Biz de görüyorduk onu.
Fakat buna karşı çare neydi? Onların öngördüğü “İmralı koşullarında mücadele edilemez, dolayısıyla Önderliğin işi bitmiştir. Önderlik terk edilerek PKK kendine başka çare aramalıydı.” Bazıları Önderliğe soyunmaya bile kalkmıştı. Daha komplonun ertesi günü gelip “şimdiye kadar Apo’yu dinlediniz, bundan sonra artık bizim dediğimiz geçecek, bizi dinleyeceksiniz” diyenlerin sayısı hiç de az değildi. Böyle olaylar da çok gördük biz o dönemde. Bunları pratikte yaşadık.
Fakat Önderlik, küçük bir ışık bile olsa o zor koşullarda yaşayıp direnebileceğini, çalışarak bu çürütme politikasını yenebileceğini öngördü, değerlendirdi. Kendine güvendi, kararlı oldu, bizden de destek istedi. Hareket ve halk olarak biz de Önderliğe bu desteği verdik. Bütün bu saldırılara karşı göğüs gerdik, reddettik, tartıştık, mahkum ettik. Önderliğin çalışmalarına destek verecek bir karar, planlama ve pratik geliştirmeyi öngördük. VII. Kongre aslında böyle bir düzenlemeyi de yaptı. Bu esas üzerinde uluslararası komplonun çürütme politikasına karşı mücadele yürütüldü.
Önderlik, çok yoğun araştırma, incelemeler yaptı. Başlattığı değişim çizgisini daha da derinleştirdi. Büyük bir araştırma ve inceleme süreci başlattı. O zor koşullara, imkansızlıklara rağmen temin edebildiği kadarıyla okuyup araştırarak, esas olarak düşünüp yoğunlaşarak aslında Ecevit hükümetiyle öngörülmek istenen çürütme politikasını boşa çıkartacak bir çizgiyi, ideolojik politik hattı geliştirmeye çalıştı.
Hem sistemin hem de Türkiye devletinin umudu şuradaydı; Ecevit hükümeti Türkiye’yi AB’ye sokmaya hazırlanıyor, sosyal demokrat Ecevit çizgisinde değişiklikler oluyor, dolayısıyla Türkiye sosyal demokrat çizgide biraz değişecek, o eleştirilen yanlar törpülenecek, Türkiye’ye bir demokrasi cilası sürülecek, bu da Türkiye üzerinde çeşitli çevrelerden gelen eleştirileri ortadan kaldıracak, Kürt sorunu demokratikleşme gibi bir olgu ortadan kalkacak, yok olacak, sorunlar çözülmüş, Türkiye’nin AB’ye girişinin önü açılmış olacaktı. Ecevit’i bunun için ideal kişi olarak görüyorlardı. Hem tecrübesi, hem anlayışı, çizgisi, hem dış dünyada yarattığı saygınlık böyle bir şey yapmasına imkan ve fırsat sunuyordu.
Bunun boşa çıkartılması tabii Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda çok daha güçlü bir düşüncenin ve çözüm modelinin ortaya konmasını, çıkartılmasını gerektiriyordu. Ecevit demokrasisinin bu temelde Türkiye’yi AB’ye sokmaya hazırlanan çabalarını boşa çıkartacak, Kürt sorununun gerçekten çözümün dayatacak, bütün o sözde aldatıcı demokrasi oyunlarını teşhir ederek yok edecek bir teorik düzeye ve çözüm programına ihtiyaç vardı. Önderlik o zor koşullara rağmen işte bu çalışmayı yürüttü. Dışarıda o kadar imkana, rahat koşullara, araç gerece sahip olanların yapamadığını İmralı gibi tecridin olduğu, iletişimin kurulamadığı, her türlü baskı ve işkencenin bulunduğu bir ortamda gerçekten de insanüstü bir çabayla en küçük imkanları değerlendirerek, zor koşulları yenerek büyük bir yoğunlaşma geliştirdi.
Üçüncü Önderliksel Doğuş süreci
Çürütme politikası, kendisini Ecevit demokrasisi temelinde Türkiye’yi Avrupa’ya endeksleyerek Kürt sorununu tasfiye etmeyi hedefliyordu. O halde bu zihniyeti ve politikayı çürütecek bir düşünce ve program ortaya koymak, bu düzeyde bir teorik, programsal gelişme yaratmak gerekiyordu. Sürecin ana karakteri buydu. Çürütme politikasına karşı mücadelenin ana boyutu buydu. Ecevit demokrasisiyle Kürt sorununu tasfiye etme umutlarını kıracak, Kürt sorununun çözümünü teorik ve programsal olarak dayatacak, bu temelde PKK’yi yeniden teorik, programsal olarak yenileyip yeniden yapılandıracak bir düzeye getirmekti. Değişen, kendini yeniden yapılandıran PKK tabii bir çözüm PKK’si haline gelecek, dolayısıyla da bu çürütme politikasını boşa çıkartacaktı.
Komplocu güçler, İmralı sistemini yürüten güçler Önderliğin bunu yapamayacağını umut ve hesap ediyorlardı. “İmralı koşulları bunu yapmaya elvermez. Psikolojisi de, pratik koşullar da buna elvermez” şeklinde düşünülüyordu. Çünkü kendilerine göre normal insanların yapamayacağı bir durumdu. Yarattıkları koşullara güveniyorlardı. Öyle bir ortam böyle bir çalışmanın yapılması mümkün değildi. PKK’den de böyle bir çalışma gelişmeyeceğine göre o halde birkaç yıl içerisinde çok çatışmaya girmeden, fazla kayba da yol açmadan PKK kendi içinde kendini yenileyemeyecek, yeni düşünce, yeni program üretemeyecek, kendini yeniden yapılandıramayacak, dolayısıyla eriyecek, dağılacak, parçalanacak, zayıflayıp yok olacaktı. İmha ve tasfiye planı bunu öngörüyordu.
Tabii devrimci çalışma da bunu boşa çıkartacak gelişmeleri yaratmayı hedefleyen bir çalışma olurdu. Onun başında gelen bütün bunları boşa çıkartacak yeni bir düşünce sistemi geliştirmek, bunu Kürt sorununun çözüm programına, genel demokratikleşme programına dönüştürmek olabilirdi. Bu temelde de yeni teori ve program esaslarına göre partinin değişimini, yeniden yapılanmasını sağlayıp uluslararası komploya karşı Kürt sorununun çözümü temelinde mücadele edecek bir hareketin yaratılması olabilirdi.
Bu konuda en zor olan ve en başta yapılması gereken elbette ki düşünce üretimi, teorik üretimdi. Bütün bu oyunları, sahte demokratikleşme yaklaşımlarını boşa çıkartacak gerçek bir demokrasi teorisini ve programını ortaya koymaktı. Önderlik bu temelde yoğunlaştı. Sürecin bu özelliğine uygun bir biçimde, koşulları ne kadar zor olursa da olsun yoğun bir çalışma yürüttü. İmralı mücadelesi böyle bir araştırma, inceleme, düşünce üretme mücadelesine dönüşmüştü.
İmralı araştırma ve yoğunlaşmaları demokrasiyi bir devlet şekli, devlet duruşu, devlet modeli olmaktan çıkartmak, gerçek anlamda bir toplumsal duruş haline getirerek toplumla buluşturmak, sosyalizmi devlet aracından kurtararak özgürlük ve eşitlik özüne daha yakın olan demokrasi kavramıyla birleştirmek ve onun da toplumcu özünü ortaya çıkartmak; böylece paradigma değişimi dediğimiz süreci ifade eden bir düşünsel gelişmeyi yaşamayı gerçekleştirdi. Böyle bir düşünsel değişim temelinde oldu. Böylelikle Önderlik özgürlük hareketlerinin tarih boyuncu başarı elde edememelerinin, elde edenlerin de başarılarını sürdürememelerinin temel nedeni olan amaç, araç çelişkisini çözmüş oluyordu. Bu oldukça önemlidir.
Büyük değişim, yoğunlaşma, Üçüncü Önderliksel Doğuş zihniyette böyle gerçekleşti. Tabii bu belli bir süreci aldı ve tümüyle ve birden bire olmadı. Önderlik kitapta da yazmış. Örneğin sosyalizm üzerine değerlendirmeler daha sonra geldi. Öncelikle Kürt sorununun çözümü üzerindeki değerlendirmeler, çözüm modellerinde yenilikleri Önderlik gündeme getirdi. Kürt sorununun çözümünü devletçi modelden çıkartarak demokratik çözümü öngören bir yeni teorik ve programsal çözüm çizgisini 2001 yazında ortaya çıkardı. 2000 yılı boyunca yürüttüğü araştırma, incelemeleri, yoğunlaşma, düşünce üretimini Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) davanın görülmesi sürecinde savunma sunma hakkından da yararlanarak yazılı hale getirip AİHM savunması olarak ifade edilen ya da Sümer Rahip Devleti’nden Demokratik Uygarlığa ismiyle basılan iki ciltlik kapsamlı çözümlemeyi ortaya çıkardı. 2001 yazına geldiğimizde Önderlik böyle bir düşünce düzeyine ulaşmış, bunu davanın AİHM’de yargılanmasından da yararlanarak savunma sunma hakkını kullanıp mahkemeye, dolayısıyla kamuoyuna ulaştırma fırsatı bulmuştu.
Bu durum, İmralı sisteminin yenilgiye uğratılması oldu. Tecrit, işkence, baskı altında Önderliği çalışamaz, üretemez, düşünemez kılmayı hedefleyenler başarısız kaldılar. Önderlik, Ecevit demokrasisini, Avrupa demokrasisinin sahte çözümünü deşifre eden, gerçek bir Kürt sorununa demokratik çözüm modelini, programını Ortadoğu çapında ortaya koyan bir düşünce üretimine o koşullarda, o kadar baskı koşullarında ulaştı. Davanın AİHM’nde yargılanması hukukundan da yararlanarak bunu yazılı hale getirip mahkeme üzerinden kamuoyuna ulaştırma dolayısıyla İmralı tecridini parçalama, aşma tutumunu da gösterdi. Bu durum Ecevit hükümetinin yenilgisi oldu.
AİHM savunması ortaya çıktığında, ilgili çevrelerle birlikte örgüte ve halka ulaştığında artık PKK, düşünce üretemez ve kendini yenileyecek, yeniden yapılandıracak bir düşünce sistemi geliştiremez beklentisi boşa çıkmış oldu. Tersine, etrafında güçlü bir biçimde örgütlenecek kapsamlı bir teorik çerçeve ve programsal tutum vardı.
AİHM savunmasının en temel karakterlerinden biri Kürt sorunu temelinde uygarlığı, onunla birlikte de kapitalist modernite sistemini sorgulamak. İkincisi, yeni bir uygarlık gelişimi olarak, demokratik uygarlık açılımı olarak Ortadoğu’yu, Ortadoğu kültürünü yeni uygarlık alanı olarak değerlendirmek. Üçüncüsü ise Ortadoğu’nun demokratik uygarlık olarak gelişmesinde Kürt sorununun çözümünün rolünü, önemini ortaya koymak. Böylece Önderlik Kürt sorununun Ortadoğu çapında demokratik çözüm modelini ve programını ortaya çıkarttı. “Demokratik Ortadoğu, Özgür Kürdistan” ilkesi etrafında Kürt sorununun Ortadoğu’nun demokratikleşmesi temelinde çözümleneceğini gösterdi, ortaya koydu.
Tabii bu durum Ecevit’in, meclisi fabrika gibi çalıştırıp kanunlar çıkartarak sözde Türkiye’yi AB’ne sokma çabası, sahte demokratikleşme, sosyal demokrasi arayışıyla Kürt sorununu sözüm ona tasfiye etme yaklaşımlarını boşa çıkardı. Avrupa’nın demokratik sisteminin yetersizliğini, nasıl sağ, geri bir düzeyde kaldığını, Kürt sorununu çözmeye yetmediğini, Ortadoğu’daki gelişmeleri temsil edemediğini değerlendirdi. Avrupa demokrasisini çok aşan bir demokratikleşme modelini Ortadoğu’ya dayalı olarak ortaya koyduğu gibi bunda bütün parçalardaki Kürt sorununun çözümünün anahtar rolünü gösterdi. Buna uygun olarak da her parçanın özgünlüğünü gözeten bir demokratik çözüm modeli ortaya koydu.
Ecevit hükümetini yenilgiye uğratan bu oldu. Artık böyle bir hükümetle Önderlik ve PKK karşısında durmak, mücadele etmek mümkün değildi. Dolayısıyla değişiklik zorunlu oldu. Türkiye 3 Kasım 2002 erken genel seçimine bu temelde gitti. 3 Kasım seçiminde hiç kimsenin tahmin etmediği gibi hükümet partileri yüzde bir bile oy alamazken AKP birden bire yüzde otuz beş oy alarak iktidara bu gelişme sonucunda geldi. Bunu anlamak lazım.
Ömrü boyunca rahmetli Ecevit’in söylediği iki söz siyasi literatürde hep kaldı. Bir, diyordu “bu Öcalan’ı bize niye verdiler, bir türlü anlayamadım”, ikincisi “bu MHP niye erken seçime gitti 2002’de, onu anlayamadım.” Çünkü erken genel seçim kararını MHP geliştirdi. Hala anlayamadım diyordu. Halbuki yenilgiye uğramıştı. Uluslararası komployu yürüten güçler, arkasındaki gladio güçleri tarafından başarısız kaldığı, yenildiği ortaya çıkmıştı, değişmesi gerekiyordu. O gladio güçlerinin bir parçası MHP’ydi. MHP üzerinden artık Ecevit hükümetine son verecek bir gelişmeyi yaratmak üzere 3 Kasım erken genel seçimini gündeme getirdiler. Devlet Bahçeli onun için erken genel seçim kararı aldı. Ecevit ise “iktidar olduk ne güzel, hükümet ediyoruz, bu böyle devam edecek” sanıyordu.
Kendisine göre iyiydi, ama uluslararası komplo sistemine ve onu yürüten gladiocu güçlere göre bu yeterli değildi. Derhal aşılması gerekiyordu. Artık Ecevit hükümetiyle PKK’nin önünü almak, Önderliği durdurmak, İmralı çürütme politikasını başarıya götürmek mümkün değildi.
İkincisi ise tabii Irak müdahalesi artık tümüyle gündeme gelmişti. Ecevit hükümeti bir de bu konuda söz vermiş olsa da daha çok statükocuydu. Saddam yönetimiyle ilişkileri güçlüydü. Komplo sırasında, Önderliğin teslim edilmesinde “Amerika’ya destek vereceğiz” diye söz verdi, ama ABD güvenemedi. MHP de statükoya daha yakındı. ANAP’ın hükümet içindeki gücü ise zaten azdı. Bir de Özal’ın ANAP’ı değildi artık. Mesut Yılmaz’ın ANAP’ı daha dar, tutucu bir politik çizgideydi. Dolayısıyla Ecevit başkanlığındaki koalisyon hükümetinin ABD’nin Irak saldırısına vereceği destekten endişe etti ABD’liler.
Kendileri açısından ise Irak müdahalesi artık gündeme gelmişti, Türkiye’nin desteğine ihtiyaçları vardı. O halde Türkiye’de kendilerine Irak saldırısında, savaşında destek verecek, katılım gösterecek bir hükümete ihtiyaçları vardı. Öyle bir hükümeti ortaya çıkartmak için 3 Kasım 2002 erken genel seçimini gündeme getirdiler. MHP eliyle bunu dayattılar. Seçimde de AKP’ye destek verdiler, AKP kazandı.
Nasıl destek verdiler, onu şimdi daha iyi görüyoruz. Washington’a oturttukları Fethullah Gülen denilen adam üzerinden yaptılar bunu. Şunu bilelim; 1990’dan beri, hatta 80’den, 12 Eylül’den bu yana Türkiye’de iktidar olan herkes Fethullah Gülen’in onayıyla oluyor. Fethullah Gülen’in destek vermediği hiç kimse başbakan olamıyor. Ecevit de dahil. Bu kadar AB’ye Türkiye’yi sokmak için çalışmış, Türkiye’yi demokratikleştirmiş ve üç partinin toplamı bir hükümet nasıl 3 Kasım 2002 seçiminde yüzde 3-5 bile oy alamadı?
Arkada Fethullah Gülen desteği çekildi. Çünkü Amerika’nın desteği çekilmişti. Amerika bu hükümeti değiştirmek istiyordu, dolayısıyla hükümet arkasındaki Fethullah Gülen desteği çekildi. Fethullah Gülen’in desteği daha parti bile olmamış AKP’ye yöneltildi. Daha, büyük kongresini yapmadan seçime giren AKP yüzde otuz beş oy alarak tek başına iktidar oldu. Böylece İmralı sistemi içerisinde uluslararası komplonun çürütme politikası ve ona karşı mücadelede yeni bir dönem ortaya çıkmış oldu. Ecevit dönemi yenilgiyle sonuçlandı ve kapandı.
Ecevit demokrasisine karşı Önderlik AİHM savunmasıyla başarı kazandı, zafer kazandı. O koşullarda bile çalışabileceğini gösterdi. Birçok çevrenin yapılamayacağını düşündüğü, sandığı, yapılamaz gördüğünü Önderlik yaptı, gerçekleştirdi, başardı. O anlamda mucizevi bir biçimde yeni bir doğuşu, yeni bir süreci geliştirdi.
“Biz yaşamı uğruna ölecek kadar seviyoruz”
Uluslararası komplo karşısında şüphesiz kendimizi sorgulamak ve komplonun 13. yıldönümü vesilesiyle soykırımcı rejim, inkar ve imha sistemi ve etkileri konusunda yoğunlaşmak komplo gerçeğini ve Kürt Soykırımı Günü’yle hedeflenenleri anlamak, anlamlandırmak açısından oldukça önemlidir.
Ne dedi Kemal Pir? Biz yaşamı uğruna ölecek kadar seviyoruz. Bu, Önderlik çizgisini ifade ediyor. Gerçekten de uğruna ölecek kadar yaşamı seven bir duyarlılık, ruh hali, duygu durumu tabii ki yaşamın her anına, her biçimine büyük anlam yükler, değer yükler. Oradan anlam gücü yaratır. Yaşamı çözer, aydınlık ortaya çıkarır. Bu ciddiyettir, disiplindir, bu yorumdur, siyasettir, askerliktir. Her şey buradan çıkıyor. Tarz, taktik bununla oluşuyor.
Böyle bir hale gelmezsek, yaşamın özüyle değil de hep görüntüsüyle, içeriğiyle değil de hep tüketimiyle, kullanımıyla uğraşırsak bizden hiçbir şey çıkmaz. O duruşun hayvanlardan bir farkı kalmaz. Hayvanlar da geziyor, topluyorlar, başkasına muhtaç değiller. Verirlerse birileri alıyorlar, vermezlerse kendileri topluyor yiyor, içiyorlar. O kadar yani. Bununla sınırlı kalan canlılığın insanlık olmadığı ortada.
İnsan soyunu diğer canlılardan, hayvanlar aleminden ayıran yer burası değil. Tam tersine burada ortaklık var. İnsan farklı bir yerde ayrılıyor. Nerede? Anlamlandırabilmede. Dolayısıyla da değer yaratabilmekte, örgütlü, disiplinli hareket edebilmekte, değer koruyabilmekte. Bunun için bir çalışma gücü, bilinci, planı, örgütü, tarzı, taktiği haline gelebilmekte oluyor. İnsanlar bunları gerçekleştirebilen canlılar. Akılla ve yürekle yapıyorlar bunu.
Demek ki insani eğitimimizi doğru geliştirebilmemiz gerekli. Mevcut sömürgeci sistem, ulus devlet sistemi bizi sadece köleleştirmekle kalmıyor, insanlıktan da çıkarıyor. İnsan olma özelliklerimizi kaybettiriyor. İnsani değerlerimizi yok ediyor. Duygularımızı, düşüncemizi, anlam gücümüzü köreltiyor.
En tehlikeli köleleşme biçimi bu işte. Bu var mı? Maalesef var. Bütün zayıflıklarımız buradan kaynaklanıyor mu? Evet, kaynaklanıyor. Önderliği anlamadık, doğru sahiplenemedik, pratiğe uygulayamadık derken aslında bunu kastediyoruz. Bu durum nedeniyle anlayamıyoruz, sahiplenemiyoruz, uygulayamıyoruz. Kendimizi değiştirmediğimiz, düzenin köleleştirmek için bizi içine çekmeye çalıştığı bu durumu yıkmadığımız ölçüde de anlayamayız, uygulayamayız, sahiplenemeyiz de.
İstediğimiz kadar gözyaşı dökelim, istediğimiz kadar cesur fedakar olalım anlayamayız. Anlayıp da işin gereklerini yerine getiremeyiz. Oysa partileşme işi, militanlaşma işi anlama işidir. Yaşamı anlamaktı her şeyden önce.
Önderlik, yaşamı hakikat değeri ve o değere ulaşabilmek olarak tanımladı. Yaşamı hayvanlarınki gibi yiyip tüketme olayı olarak algılamakla olmaz. Yaşamı, ortak yaratılan ve acısıyla, sevinciyle insanı ve toplumu var eden yücelikler olarak, erdem olarak görebilmek gerekir. Yaşam, bunun özgürlükle bağını anlayabilmek, bu temelde hareket edebilmek oluyor.
Özgürlük olmadıkça böyle bir hakikat değeri taşıyan yaşam olmaz. Yaşamın hakikat değerini özgürlük düzeyi belirler. Onun için de tabii ki özgürlüğü anlamak, özgür duruş kazanmak; ruh olarak, duygu olarak, bilinç olarak, söz ve davranış olarak özgür bir duruş kazanmak Önderlik gerçeğinin özünü ifade ediyor.
Önderliği istediğin kadar okuyabilirsin, istediğin kadar “ben bağlıyım”, “kendimi feda ediyorum” da diyebilirsin ama bu, Önderlik gerçeğini, özelliğini kavramadıkça, dolayısıyla da öyle bir kişilik haline gelmedikçe Önderliği doğru anlayamazsın ve doğru katılamazsın. Önderlik gerçeğinin başarılı, doğru bir uygulayıcısı da kesinlikle olamazsın. Bunu bilelim. Başka türlü Önderlik gerçeğini doğru anlamanın ve uygulamanın yolu yoktur. Çünkü onun özünü anlamak, nasıl bir duruş olduğunu anlamak gerekir.
Çokları geçmiş süreçleri anlamadık diyor, eksiklerin temeline bu gerekçeyi koyuyorlar. Arkadaşlar bol bol konuşuyor, her şeyi konuşuyor, kendimize göre her şeye bir teori uyduruyoruz. Gerçekleştirilmeyen görev ve pratikler için teori uydurmak oportünizmi teorileştirmek oluyor aslında. Tehlikelidir.
Öyle şeyler üretmek, çok konuşmak yerine inzivaya çekilip düşünmek, gerçek anlamda anlamlandırmaya çalışmak ve ona ulaştıkça konuşmak daha doğru. Öyle bir durum insanın kendisine de fayda sağlar, çevresine de katkı sunar. Diğer türlüsü katkı sunmuyor. Yanıltmayalım kendimizi.
Neyi anlamadık? Anlaşılmayan ne var? Anlamadık değil de kendimize göre anladık demek daha doğru olur. Başka şeye göre anladık. Yanlış anladık.
Düşmana göre anlıyoruz, köleliğe göre anlıyoruz, teslimiyete göre anlıyoruz, işbirlikçiliğe göre anlıyoruz. Basit bireyci yaşamı sadece yiyip içmek olarak gören, anlayan, kabul eden duruşa, zihniyete göre anlıyoruz. Yaşamın özgürlük değerlerlerinden kopmuşuz. Özgürlük bilincinden, iradesinden kopmuşuz.
Yaşam, özgür olmuş olmamış hiç umurumuzda değil. En ağır köleliği, inkarı, asimilasyonu, soykırımı özgürlük olarak algılıyoruz. Bu kadar çarpıtılmış beynimiz, köreltilmiş bir yüreğimiz var. Vicdan diye bir şey kalmamış.
O halde onlarla algılamak köleliği yüceltmek oluyor aslında. Yoksa anlamama diye bir şey yoktur. Öyle olamaz. Anlıyoruz, ama kendimize göre. Niye kendimize göre anlıyoruz? Çünkü kendimize göre duruyoruz. Niye kendimize göre duruyoruz? Çünkü özgür duruş kazanamıyoruz.
Önderlik gerçeğine ulaşmak gerekiyor
Peki, Önderliğe göre duruş nasıl olur? Nasıl Önderliksel duruş kazanacağız? Bu, çok fazla Önderliği okumakla olmaz. PKK’de olmakla da olmaz. Silah alıp dağa çıkmakla da olmaz. Dinlerde çokça yapıldığı gibi her gün binlerce kez Önderlik diyerek de olmaz.
Tek bir ölçüsü var. Özgürlük değeri kazanacaksın. Önderlik gerçeğine ulaşacaksın. O gerçeği anlayacak, özümseyecek ve öyle bir yaşamı yaşar hale geleceksin; benimseyeceksin yani. Kendini bu noktada eğitecek, değiştireceksin. Önderliği anlamanın ve uygulamanın, dolayısıyla her şeyi anlar hale gelmenin, doğru söz söyleyip başarılı eylem yapmanın bir tek ölçüsü var; doğru duruş kazanabilmek. Önderliksel duruşa ulaşabilmek, kazanabilmek. O da özgürlük duruşu, özgür duruş.
Sen öyle duruş kazanamadıktan sonra nerede olursan ol söylediğin söz, yaptığın iş fayda getirmez, zarar getirir. Propaganda yapsan da yanlış şeyler söylersin, ya da inandırıcı olmaz sözlerin. Siyaset yaparsın kuyrukçu olursun, bir özne değil, nesne haline gelirsin. Askerlik yapmaya kalkarsın düşmana vuran değil, hep vurulan konumda olursun, çaresiz, aciz.
Sürekli düşmandan darbe yiyen, ama düşmanını darbelemenin, alt etmenin yolunu yöntemini bir türlü bulamayan, bulsa da uygulamayan bir konumda kalırsın. Yaptığın eylem, eylem olmaz, aldığın tedbir düşmanı durdurmaz, saldırdığın duruş kime vurur bilinmez.
Demek ki mevcut durumumuz öyle tesadüfen, kendiliğinden olan bir durum değil. Öyle anlaşılmaz bir durum filan da değil. Bir yerde de ortaya çıkmıyor. Sadece zorlu mücadele ortamlarında olmuyor. İmkanın en çok olduğu yerde, yaşamın en rahat olduğu yerde de benzer durum çıkıyor. Sadece savaşta değil, propaganda da, siyasette de olan o.
Bu, ezberlenerek, oraya buraya bakılarak taklit edilerek olmaz. Burada doğruya, gerçek olana bunlarla ulaşamayız. Ezberlemekle ulaşamayız, taklit etmekle ulaşamayız. Sadece anlamakla ulaşırız. Anlayacaksın ve kendini o değerlerle donatacaksın. Duygularını, ölçülerini, davranışını değiştireceksin. Ret kabul ölçülerini değiştireceksin, doğru yanlış ölçülerini değiştireceksin, iyi güzel ölçülerini değiştireceksin. Bu konuda düzeltme yapacaksın.
İdeolojik mücadele, kendini eğitme, düzeltme burada ortaya çıkıyor, bu anlama geliyor. Bu bakımdan da tabii ki içinde büyüdüğümüz ortam bizi kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmiş, bilincimizi, yüreğimizi yönlendirmiş, kendine bağlamış, davranışlarımızı kendine göre şekillendirmiş bulunuyor. O halde anlayışımız da, davranışımız da bunlara göre ortaya çıkıyor. Önderliği anlamamaktan değil de bu temelde düşmanı çok anlamış olmaktan kaynaklanıyor. Düşmanın isteği doğrultusunda oluyor birçok şey. Önderliğin ve devrimin istediği doğrultuda değil. Çünkü beynimizde, yüreğimizde, kişiliğimizde onlar oturmuş, yer etmiş. Değiştirip düzeltmemişiz kendimizi.
O halde partileşmek bunu sağlamak oluyor. Bunu bilelim yoldaşlar. Özgür ve iradeli duruş kazanmak her şeyin başı. Yaşamın gereği, insan yaşamının kendisi oluyor. Diğer canlılardan insanı ayıran yaşam alanı burası. Tabii bunu sağlayabilmek için de özgür yaşamı anlamak, anlamlı, değerli kılmak gerekiyor. Değerli görmek gerekiyor. Düşmanın bellettiğini, öğrettiğini doğruymuş gibi esas almamak, onu eleştirebilmek, reddedebilmek gerekiyor.
Kapitalist moderniteyi kusarcasına reddetmek dedi Önderlik. Soykırımı, asimilasyonu reddedebilmek. Bilincimizde, ruhumuzda, duygumuzda o etkilere karşı topyekun bir mücadeleyi yürütebilmek lazım. Bu olmazsa olmaz. Öyle bir reddetme ve mücadele geliştirmeyi esas almazsak sadece gelip katılmak, bir duygu düzeyinde kalır. Öyle bir katılım katılmayı değil, bir katılım gösterisini, bir duygu hareketini ifade eder. Ondan ötesini ifade etmez. O da katılım değildir. Bir yerden bir yere gitmek oraya katılmış olmak değildir. Bir yerden bir yere gitmek oluyor.
Bir şeye katılmak onu anlamak, özümsemek, benimsemek, kendini ona göre şekillendirmek, yapılandırmak anlamına gelir. Bunu ifade eder. Önderliğe katılıyorsak, partiye katılıyorsak o halde katılımı böyle ele alacağız. Böyle katılabilmek için mücadele edeceğiz. Bunun için de Önderliğin anlam gücünü, özgür yaşam anlayışını benimseme, özümsemeyi yaşayacağız. Bu temelde var olanı gerçekten eleştirebileceğiz, düzenin, sömürgeciliğin verdiklerini eleştirebileceğiz. Düzen ölçülerini, modernite değerlerini gerçekten eleştirebileceğiz, reddedebileceğiz. Zayıflığı, geriliği, çaresizliği reddedeceğiz yani. Kendimizi her şeyi yapabilir, her şeyi geliştirebilir bir değerde, güçte göreceğiz. İnanacağız, güveneceğiz kendimize.
Diğer yandansa tabii ki kof bir biçimde olmayacak bu. Bunu temel özgürlük değerlerini anlamak ve özümsemekle birleştireceğiz. Bu yönlü bir mücadeleyi kendimizde var edeceğiz, yaşatacağız. Eğitim budur işte. Kişinin kendini eğitmesi, değiştirmesi burada olur. Yoksa kitaplar okuyarak bazı bilgiler edinerek değil. Bunu herkes bilsin.
Her türlü kitap da buna dahildir. Önderlik kitapları bu konuda neyi ifade ediyor? Önderliğin kendisini bu düzeye nasıl getirdiğinin hikayesini içeriyor, yöntemlerini veriyor. Eğer onları öğreneceksek okuyalım, o iyi bir sonuç çıkarmak olur. Öyle değilse istediğin kadar oku, hiçbir şey anlamazsın. Boştur.
Herkes duruşunu sorgulamalı
Önderlik diyordu “gözünüze yazık niye okuyorsunuz, kendinizi yıpratıyorsunuz. Zamana yazık, niye tüketiyorsun. Bir sonuç çıkartamıyorsan okuma. Okuyorsan bir şey öğrenmek için oku. Anlamak için oku.”
Önderliği okumanın yolu da kesinlikle budur. Önderlik ölçülerini, duruşunu anlayabilmek; bu da işte köleliğin, sömürgeciliğin, soykırımın, asimilasyonun bütün özelliklerini reddederek, onlar karşısında önce kuşku duyarak, sonra reddetmeyi bilerek, sonra onlara karşı mücadele etmeyi, onların yerine yenilerini koymayı sağlayarak, bunun gücünü göstererek kendimizi eğiteceğiz. Böyle olursa bir eğitim çalışması başarılı olur, başarılı sonuç verir.
Bu tarzda olmaksa yanlışı, köleliği daha çok derinleşmeye götürebilir. Köleliği meşrulaştırmaya götürebilir. İnsanı yanılgılarla dolu kılabilir. Bizde çok fazla var. Tehlike buradan ileri geliyor. Bir de “okudum, öğrendim, kendimi eğittim” sanılıyor. Bu da daha büyük bir yanılgıdır. Yanlış yönde kendini derinleştirdiği, öğrendiği halde doğruyu öğrendim, kendimi eğittim sanma yanılgısına düşmeyi ifade ediyor. Böyle olmamalı.
Bu durumların hepsine karşı mücadele etmeyi bilmeliyiz. O bakımdan da değer ölçüleri, değer yargıları, bakış açısı, yaşam ölçüleri önemli tabii; yaşam kültürü, ahlakı önemli. Yaşamı anlamak, anlamlandırabilmek önemli.
Anladığı kadarıyla her şeyi yazmaya çalışmış Önderlik. Bütün olaylar, sözler ne anlama geldi? Birbirleriyle bağı neydi? Onları ifade etmiş. Her cümle gerçekten de bu bakımdan birçok şeyi anlamaya, çözmeye yol açıyor. Büyük anlamlar yüklüyor. Demek ki sözü böyle söyleyeceğiz. Yaşamı böyle geliştireceğiz.
Önderlik bunları niye bu kadar birleştirebiliyor, anlaşılır, anlamlı kılabiliyor? Yaşıyor da onun için. Öyle bir noktada duruyor da onun için. O gerçeği de görmemiz lazım. O halde kendimizi de öyle bir noktada durur, yaşar hale getireceğiz.
Gerçekten de ne istiyoruz sormamız lazım. Nasıl bir yaşam istiyoruz? Özgürlük anlayışımız nedir? Özgürlük, özgürlük diyoruz; gerçekten de kavram olarak her şey özgürlük adına yapılıyor. Lenin diyordu, “ticaret özgürlüğü adına dünyayı soyup soğana çevirdiler.” Şimdi Amerika da Ortadoğu savaşını özgürlük adına yürütüyor. George Bush, İstanbul’daki konuşmasında kırk sefer özgürlük kelimesini kullandı. Biliyoruz, hepimiz gördük bunu. Öyle anlaşılıyor ki herkesin özgürlüğü biraz kendine göre. Dolayısıyla özgürlük dediğimiz kavram da biraz göreceli. Kavramdan ne anlaşıldığı çok önemli.
Önderlik, yaşam hakikatini yükledi özgürlüğe. İnsani yaşamın, gerçekleri görerek yaşamı anlamlandırmanın alanı olarak tanımladı. Bu bakımdan gerçekten de ne anlıyoruz özgür yaşamdan, özgürlük ölçülerinden, değerlerinden? Kendimizi onun gereklerine göre ne kadar şekillendirmişiz, eğitmişiz, onun yaşayanı haline getirmişiz? Bunları sorgulayacağız.
İşte bu noktada tabii Önderlik gerçeğini anlamaya ve kendimizi o gerçeklik karşısında sorgulamaya, değiştirmeye çalışacağız. Kendini eğitmenin, eleştiri, özeleştiri yapmanın, sorgulama yapmanın gereği bu işte. Böyle yapar, özgürlük ölçülerimizi, anlayışımızı, Önderliğinkiyle birleştirebilirsek; onun dışındakileri reddeden, anlayarak reddeden bir duruma gelirsek, bilincimizi ve duygularımızı buna göre oluşturur, bu temelde pratik yapmaya yönelirsek işte o zaman en güzel sözleri, en doğru sözleri söyleriz. En başarılı işleri yaparız.
Öyle olan bir propagandacı çok etkili olur. Önderliğin propagandasının etkisi gibi. O temeldeki bir siyasetçi her zaman doğru tutumu geliştirir. O biçimdeki bir asker, komutan hep doğru karar verir, doğru planlar, ne yapılması ve nasıl yapılması gerektiğini bilir ve onun gereklerine göre de yapar.
O halde demek ki kendi duruşumuzu sorgulamamız lazım. Ölçülerimizi sorgulamamız gerekiyor. Zihniyetimizi doğru yanlış, güzel çirkin, özgür köle ölçülerimizi, anlayışımızı sorgulamamız lazım. Önderliği böyle bir sorgulamayla öğrenmemiz, gerçekten doğru öğrenmemiz, anlamamız; eğer bir Önderlik militanı olmak istiyorsak o doğruları esas alıp o temelde kendi iç mücadelemizi yürütmemiz lazım. Sömürgeci soykırım rejiminin bize kazandırdığı zihniyeti, duyguları, davranış ölçü ve özellikleri bu temelde sorgulayıp onları aşacak bir sınıf ve cins mücadelesini kendi içimizde, kişiliğimizde yürütmemiz lazım.
Kişilik devrimimiz yaptığımız, bu devrimi sürekli geliştirdiğimiz ölçüde tabii ki onu dışarıya taşıracağımızı, siyasi ve askeri alana, toplumsal alana aktarabileceğimizi, dolayısıyla da büyük bir eylem gücü, siyasi güç haline geleceğimizi bilmemiz lazım. Bunun dışında başka yol yok.