İki gündür hiç durmadan kar yağıyordu. Şimdi de beyaz tanecikleriyle gecenin karanlığını altından silmek istercesine lapa lapa yağıyordu. Böyle yağmaya devam ederse herhalde Cımsak’ın bütün gri kayalıklarını beyaza bürüyecekti. Üslenmemizi kaya altlarında yaptığımızdan dolayı şimdilik herhangi bir sorun yaşanmıyordu. “Herhalde yağan karın beyaza boyayamayacağı tek yer; üstten alta indikçe kiremit rengini alan bu kaya altlarıdır” diye düşündüm.
Bunları düşünürken uzanmıştım. O an dışarıdan gelen, karda katur kutur yürüyen ayak seslerini duydum. Gelen gece subayıydı. Sabırsız gibi gürleyen sobanın yanına ilişti. Her iki eliyle soba borusunu tutuyor, sobayı kucaklayacakmış gibi ısınmaya çalışıyordu. Uyandığımı görünce;
– Biraz önce Piran’daki Hebun arkadaş ile bağlantı kurdum. Oraya o kadar çok kar yağmış ki, gömdükleri erzakların yerini bulamıyorlarmış. Bu nedenle buraya geleceklerini söylüyorlar, dedi ve sobaya biraz daha yakınlaştı. Onu dinlerken öylece uyuyakaldım.
Sabaha karşı uyandığımda herkesin toparlandığını gördüm. Subay toparlanan arkadaşlardan gözünü ayırmadan şöyle dedi;
– Piran’daki arkadaşlarla tekrar bağlantı kurdum. Dün gece Tırmal karakoluna askeri konvoyun geldiğini ve bu alana operasyon olabileceğini, onun için yanımıza gelemeyeceklerini, Bırcık noktasına gideceklerini söylediler, dedi.
Subayın bu konuşmasından sonra düşünmeye başladım. Tırmal karakolu Tırmal suyunun hemen öte kıyısındaydı. Karakola konvoylar gelmişse eğer, mutlaka bulunduğumuz Cımsak alanına da operasyon olacak demektir. Karda çatışmaya girmek yersiz kayıplara neden olabilirdi. Ape Musa gücünün komutanı Palu arkadaş ve Akdağ gücü komutanı Pılıng arkadaşla tartıştıktan sonra, operasyona takılmamak için yerimizden ayrılmaya karar verdik. Kar donmuştu. Dicle’nin bir kolu olan Cımsak suyunun kenarına kadar hiç durmadan yürüdük. Bizi zorlayacak olan tek şey suyu geçmekti. Su o kadar akıntılıydı ki küçük bir dikkatsizlik birimizin suya kapılıp gitmesine neden olabilirdi. Önce yolu bilen üç arkadaş suyu geçecekti.
Arkadaşlar el ele tutuşarak suya girmeye başladılar. Biraz ilerleyince bir arkadaşın ayağı kaydı ve suya kapıldı. Yanındaki arkadaş atik bir hareketle onun kolundan yakaladı. Bu tehlikeyi da atlattıktan sonra karşıya geçtiler. Onlardan sonra ben geçecektim. Benden sonra iki bölük arkadaş geçecekti. Elbiselerimi çıkarıp Şahin arkadaşa verdim. Şahin ilk katıldığında (1997) benim mangama verildiği için doğal bir bağlılık oluşmuştu. Kıpır kıpır, yerinde duramayan genç bir arkadaştı. Bu sabah ayazında elbisesiz suya girince hasta olabilirdim. Çekinerek ayaklarımı suya batırdım. Suyun keskin soğuğu derimi yarıp bedenimin her yanını sardı. Tüylerim diken diken olmuştu. Sanki suyun değdiği yere iğneler batıyormuş gibiydi. Bu yetmezmiş gibi su şiddetli bir akıntıya da sahipti. Biraz ilerlediğimde silahımın kayışı koptu ve suya gömüldü. Panik olmuş, ne yapacağımı bilemiyordum. Baktım ki, su beni de götürecek. Sanki biri beni elleriyle itiyormuş gibiydi. Olabildiğince ayaklarımı dipteki taşlardan koparmamaya çalışarak, adeta yere sürüyerek ilerlemeye devam ettim. Yürüdükçe suya batıyordum. Suyun ortalarına doğru ulaştığımda su boğazıma gelmişti. Suyla verdiğim bu mücadele sonunda nihayet karşıdaki taşlara ulaştım. Artık titriyordum. Hiç beklemeden tekrar suya girip aynı şekilde karşıya geçtim. Palo arkadaşın yardımcısıydım. Ona, gücümüzün bu suyu geçemeyeceğini söyledim. İki-üç kişilik bir grubun geçmesi belki sorun olmayabilirdi. Ama iki bölüğün geçmesi tehlikeli olabilirdi. Palo arkadaş;
– O zaman yıkık köprüyü deneyelim. Biz yavaş yavaş giderken sen de elbiselerini giyer, gelirsin, dedi ve ayrıldı.
Gittikleri yer düşmanın sık sık pusu attığı bir yerdi. Geçiş için o köprüyü kullandığımızı bildikleri için zaman zaman pusu atıyorlardı. Şahin arkadaş elinde tuttuğu elbiselerle yanıma gelerek;
– Heval Vedat, elbiselerini giy. Yoksa hastalanacaksın, dedi.
Çabucak elbiselerimi giydim. Vücudum yavaş yavaş ısınmaya başladı. Köprüye doğru yürümeye koyulduk. Köprünün olduğu yönden seri silah sesleri geldi. Biz onlara ulaşıncaya kadar arkadaşların çoktan geri çekilmiş olabileceklerini düşünerek, gitmekten vazgeçtik.
Hava oldukça soğuktu. Sudan çıkar çıkmaz elbiselerimiz üzerimizde kaskatı kesilmişti. Ellerimiz soğuktan uyuşmuştu. Pusu attıkları yerin arkasına doğru yürüyorduk. Bir süre sonra ellerimiz uyuşmaya başladı. Islanmıştık ve soğuk bıçak gibi kesiyordu ellerimiz tutmuyordu artık. Bu halde tek bir mermi bile sıkamazdık. Şafağın sökmesine çok az kalmıştı. Daha fazla dayanamazdık. Şahin arkadaşa,
– Hevale Şahin köye inip, biraz ısınalım. Yoksa donacağız, bu halde düşmanla karşılaşsak bile bir mermi patlatamayız, dedim.
Şahin arkadaş da kabul etti. Gizlice bir eve girip ısınacaktık. Köye yaklaştığımızda köyün ortasından yanan büyük bir ateşin alevleri yükseliyordu. Üzerimizde tahtaya dönen elbiselerimizi ve soğuktan bükemediğimiz parmaklarımızı düşündükçe adeta yanan ateşe doğru çekiliyorduk. Ateşi çocukların yakmış olabileceğini düşündük. Çünkü hava çok soğuktu ve çocuklar işlerine gitmeden ısınmak için yakmış olabilirlerdi. Ateşin dışında dikkat çekici hiçbir hareket yoktu. Yüz metre kadar yaklaştığımızda ateşin başındakilerin çocuklar değil beyaz elbiseli askerler olduğunu gördük. Hava hafif aydınlanmıştı ve artık onları rahatça seçebiliyorduk. Farkında olmadan askerlerin arasına dalmıştık. Anladığımızda hissettirmeden geri geri gitmeye başladık. İki üç adım atmıştık ki, donmuş, kaya gibi sertleşmiş kar ayaklarımızın altında çatırdayarak kırıldı. Arkasına dönen askerlerden biri bizi gördü. Görür görmez de öbürlerine haber verdi. Hızla çekilmemiz gerekiyordu. Konuşma sesleri yükseldi. Sonra konuşmalarını bastıran yoğun silah sesleri… Sağdan soldan geçen, ayaklarımızın yanına isabet eden kurşunlar bizi ıskaladı. Rumelakan köyüne doğru koşuyorduk. Oradan Bırcık’a, dördüncü bölge güçlerinin yanına geçebilirdik. Telsizden takip ettiğim kadarıyla Rumelakan köyünde de düşman vardı. Daha yukarılara doğru çıkmak zorunda kaldık. Biraz ilerleyip Akdağ’dan kaynağını alan Melakan çayını geçtik. Şubat soğuğu kendini her an hatırlatırcasına ellerimizde ve ayak parmaklarımızda bir sızı gibi dolaşıyordu. En son izimizi kaybettirdik. Hiç durmaksızın yürüdük. Bazen meşe kümeleri arasından bazen tek tük ağaçlar arasından nefes almadan yürüdük. İki-iki buçuk saat sonra Bırcık’taki arkadaşlara ulaştık. Onlarda ikişerli üçerli gruplar şeklinde mevzilenerek, sırtı boydan boya tutmuşlardı. Kayalıklı bir araziydi.
Habersiz gelişimiz onları şaşırtmıştı. Operasyon buraya da uzanabilirdi. Cımsak karşımıza düştüğünden başlayan çatışma seslerini duyabiliyorduk. Saldırı helikopterleri sürekli bomba yağdırıyor, personel helikopterleri ise bazı tepelere asker indiriyordu. Karşımızda olup bitenler ve müdahale edemememiz içimizde önü alınması güç bir duygu doğuruyor, arkadaşlarımızı daha fazla merak etmemize neden oluyordu. Telsizle bağlantı kuramıyorduk. Çünkü düşman telsiz bağlantısından başka bir gücün de yakında olduğunu çıkarabilir ve bize de yönelebilirdi. Hiç gereği yokken çatışmaya girebilirdik. Kış koşullarında çatışmak kolay değildi. Şahin arkadaşla aynı mevzide akşama kadar titreyerek bekledik. Bizim olduğumuz yerde herhangi bir şey olmadı. Akşama doğru Cımsak’taki arkadaşlarla bağlantı kurduk. Palo arkadaşın anlattığına göre köprüde pusuya düştükten sonra Serhat arkadaş vurulmuştu. Suyu geçemedikleri için tekrar Cımsak’a dönüp mevzilenmişler. Günün ilerleyen saatlerinde de çatışma çıkmıştı. Çatışmada düşman kayıpları vardı. Beş arkadaş şehit düşmüştü. Onlarla buluşabilmemiz için bize bir randevu yeri verdiler. Goma Şelê mıntıkasında randevu verilmişti. Goma Şelê Hani’nin kuzeydoğusuna düşüyordu. Hani ile Goma Şelê’yi uzun bir sırt ayırıyordu. O köy yerinde buluşacaktık. Dördüncü bölge güçleri de hava kararır kararmaz Gorsê alanına geri döneceklerdi. Gorsê Piran’a bağlı bir dağ adıydı. Onları uğurladıktan sonra biz de Goma Şelê’ye doğru yola çıktık. Operasyon henüz bitmediği ve iz çıkarmamak için patika yollardan değil, rastgele arazide yürüyorduk. Arazide yürümek bizi zorlamasına rağmen patika yollara göre daha güvenlikliydi. Çünkü düşman sadece patika ve araba yollarına pusu atabilirdi. Gece saat üçe kadar yürüdük. Önümüzde geçeceğimiz sadece Arigor suyu kalmıştı. (İsmini içinden geçtiği Arigor köyünden alıyor.) Suyu geçince sevindik. Operasyon olmasına rağmen düşman pususuna düşmemiştik ve suyu geçince atılan çemberin dışında kalıyorduk. Böyle düşünerek on veya on beş dakika yürümüştük. Ben öndeydim. Şahin arkadaşta arkamda yürüyordu. Bazen ayaklarımızın altında taşlar kayıyor ve ses çıkarıyordu. Üzerimde telsiz, iki bomba ve kasaturadan başka bir şey yoktu. Önüme bakıp gideceğimiz yeri çıkarmaya çalışıyordum. Ansızın arkamızda taramalar başladı. Neye uğradığımızı şaşırmıştık. Silahların çalışmasıyla birlikte arkadaşlar sanki küçük bir çocukmuşum gibi beni kaldırıp yere yatırdılar. Yaşamımdan bazı anlar hafızamdan akıp geçti. Kendime geldiğimde yerde kan ter içinde yatıyordum. Ve mermiler patlıyordu. Yerde uzanmış olduğum için mermiler isabet etmiyordu. Üzerimden ıslık çalar gibi geçiyorlardı. Arkama dönüp Şahin arkadaşa baktım. Şahin ortalarda yoktu. “Kendini yandaki dereciğe atmıştır” diye düşündüm. Tek başıma ve üstelik silahsız olmam büyük şansızlıktı. Yine de iki bombamın olması bir nebze de olsa rahatlatıyordu. Sağ ele geçmemek için birini avucumda kavradım. Pimini hazırladım, sonra düşündüm, “Bir bakayım, bana ne oldu? Belki de yürüyebilir, kendimi güvenlikli bir yere yerleştirebilirim. Acaba yaram ciddi mi?” Ayağa kalktım ve yürümeye başladım. Yalpalayarak yürüyordum. Arkamdan tek tük silah sesleri geliyordu. Anlaşılan biz pusuyu geçtikten sonra bizi fark etmişlerdi.
Biraz ilerleyince, önüme dik kayalıkların altında dik uzanan bir patika çıktı. Bazen emekleyerek bazen yuvarlanarak inmeye başladım. Yamaç çakıllı olduğu için az çamurluydu. İndikçe taşlar daha da irileşmeye başlamıştı. Ara sıra ışıldak atılıyor, ortalık gündüz gibi aydınlanıyordu. O zaman kendimi olduğum yerde büzüyor, ışıldak söner sönmez emeklemeye devam ediyordum. Kurtulmaktan ve Şahin’den başka bir şey düşünmüyordum. Ellerim yara bere içinde kalmıştı. Yamacın sonuna varınca bulduğum bir sopayı baston gibi kullanarak yürümeye başladım. Düşman arkamda ya bir ışıldak atıp sağı solu tarıyor, ya da bomba atıyordu. Ama artık silah menzillerinden çıkmış sayılırdım. Biraz daha uzaklaşınca, durdum.
İlk defa yaralandığım için ne yapmam gerektiğini düşündüm. Hemen kasaturamı çıkarıp, bir şutik parçası kestim. Yarama baktım. Diz kapağımın hemen yukarısındaydı. Açtığı yaraya bakılırsa bir M-16 mermisiydi. Bu mermi özel, gerilla için dizayn edildiğinden çekirdeği diğer silahlara göre daha ufak ve çeliktendir. Yarası kolay iyileşmez. Yaramı üstten iyice bağladım. İnsan çok kan kaybedince, ya da su içince bayılıyor. Bunları hesaplayarak bir dereciğe girdim. Derenin içinde küçük bir su akıyordu. Karda, çamurlu yerlerde izlerimin çıkmamasına dikkat ediyor, olabildiğince taşlara basarak ilerlemeye çalışıyordum. Ara sıra durup nefes alıyor tekrar yoluma devam ediyordum.
Sabaha bir saat kalmıştı. Düşmanın pusu yerlerini geçmiştim. Yolumun üzerine bir köy çıkmıştı. Köyü birkaç dakika izledikten sonra gidip, bir battaniye almaya karar verdim. Battaniye aldıktan sonra kendimi sağlam bir yere ulaştıracaktım. Köyün etrafında bahçeler ve bir de Çemê Alik adını verdikleri bir su vardı. Bahçelerin içinden yavaş yavaş köye doğru yürümeye başladım. Köyün girişindeki ilk eve yaklaştığımda, evin damında beyaz bir şeyin hareket ettiğini gördüm. Daha dikkatli bakınca, bunun, kar elbisesi giymiş bir asker olduğunu anladım. Sessizce geri döndüm ve suyu geçtim. Oradan uzaklaşmaya başladım. Köyün üzerinde ufak bir tepecik vardı. Düşman köye her geldiğinde bu tepeciği tutardı. Tepenin yanından dikkatlice geçtim. Artık yaram dayanılmaz bir halde ağrıyor ve bu ağrı yürüyüşümü engelliyordu. Hava yavaş yavaş açılıyordu. Tepeden biraz uzaklaşmıştım ki beyaz elbiseli bir askerini tepeye çıktığını gördüm. İlk gördüğüm ardıç ağacının dibini kasaturamla kazıdım ve oraya girdim. Akşama kadar hareket edemedim. Yaramın ağrısı ve soğuk beni alt etmek için birbirleriyle yarışıyorlardı sanki. Akşam tesadüfen cepheci arkadaşlarla telsiz bağlantısı kurdum. Onlarla görüşmek istediğimi söyledim. Cepheci arkadaşlarla Diyarbakır-Bingöl yolunun altında bir köyün yakınlarında buluşacaktık. Sevincimden nasıl yürüdüğümü bilmiyordum. Arada bir Şahin arkadaşı düşünüyordum. Bir ara durup cihazdan çağrı yaptım. Tesadüfen Cımsak’taki arkadaşlar çıktı. Durumlarının iyi olduğunu söylediler. Şehit Remzi alanına doğru manevra yapacaklardı. Benim kendimi sağlama almamı söylediler. Tam arkadaşların durumunu soracakken onlar anlatmaya başladı. Düşman cihazda Şahini vurduğunu söylemiş. Sarsıldım. Gencecik yüzü gözümde canlandı; daha kıpır kıpır ve gülümsüyordu. Cepheci arkadaşlara ulaştığımda sevineyim mi, üzüleyim mi bilemiyordum. Bir yandan Şahin arkadaşı kaybetmenin acısını, diğer yandan arkadaşlara ulaşmanın sevincini yaşıyordum. Cepheci arkadaşlar beni gizli bir sığınağa götürdüler. Ertesi gün doktor olan bir arkadaş gelip yaramı pansuman etti. Doktor her gün gelip yarama baktı. Yaram git gide kapanıp iyileşmeye başladı. Yaralı kaldığım on günlük süre içinde cepheci arkadaşların ve doktorun ilgisi üzerimde inanılmaz bir etki yarattı. Şahini ve şehit düşen diğer arkadaşlarımı düşündüm. Onlara olan bağlılığım bir kat daha çoğaldı. Onların anısını yaşamım boyunca yaşatacaktım. On günden sonra kendi birliğime döndüm. Köylülerin getirdikleri bilgiye göre, köprüden geçmek isterken dört asker silahlarıyla suya kapılıp ölmüştü. Yine Cımsak çatışmasında ölenlerden başka üç asker de donarak ölmüş. Bu haberleri şaşırarak dinliyordum çünkü askerler soğuğa dayanamayıp donarken biz, iki üç gün boyunca suya vurup elbiselerimiz tahta gibi donmasına karşın hala ayaktaydık…
Anlatan: Vedat Amed