Modernitenin bilimsel izah türünün hep bir şeylerden fedakarlık yapmak pahasına gerçekleştiğini de hissediyordum. Bunun yaşamın izahı için gerekli olan ama yetmeyen bir tür olduğundan emindim. Konu üzerinde yoğunlaştıkça, bu durum bana hep büyücülüğünü yitiren büyücülerle kutsallığını yitiren Sümer ve Mısır rahiplerinin tapınaklarına çekilip insan yaşamının kaderine ilişkin muskalar yazmalarını çağrıştırıyordu. Modernitenin gittikçe akademikleşen, uzmanlaşan ve simgeselleşen dili, ilkçağın daha çok umut dağıtan büyücüleri ve rahiplerinin diline benzeşmeye başlıyordu. Hatta onlardan daha umutsuz, büyüleyiciliğini yitirmiş, ruhsuz ve hakikatsiz bir türevine dönüşmüştü. Son tahlilde sistemin kar sızdıran çarklarının dönmesine hizmet etmekten başka bir anlam ifade etmiyordu. Bu konuda Filozof Nietzsche’nin “yaşamı sanat daha iyi ifade eder, hakikat sanatla daha iyi açıklanır” türünden değerlendirmeleri dikkat çekiciydi.
Beyaz Türk faşist modernite okullarının kıskacı altındaki günlerimi hala iyi hatırlıyorum. İlkokula adım attığımda ne tür bir canavarla karşılaşacağımı hayal ettiğim günler hala hafızamdaki yerini koruyor. Ne tuhaftır ki, karşılaştığım ilk canavarların sevgili yavrusu olmuştum. Beni el üstünde tutmaya başlamışlardı. Ben de onlara yumurta ve yoğurt götürüyordum. İlk Türkçe heceler dudaklarımdan döküldüğünde, modern ruh ve bilince en başarılı adımı attığıma kendimi inandırmıştım. Ama orada hep gizlediğim bir yanım vardı. Ruhumun korku içinde titreyen halini hep gizledim ve yansıtmamaya çalıştım. İkiyüzlü kişilik herhalde böyle oluşuyordu. Köyün ve ailenin kişiliğime ne vermiş olduğunu bilemiyordum, anlamıyordum da. Oldum olası ailenin ve köyün hayırlı bir evladı olamamıştım. Herkes yavaştan Ömer’in veya Üveyş’in (adım daha çok Avdilê Uveyşê’ye çıkmıştı) çocuğunun, oğlunun umutsuz bir vakıa olduğunu alttan alta yayıyordu. Bu durumdan utanıyor, sıkılıyordum, ama kişisel tarzımdan ödün vermiyordum. Gittikçe yalnızlaştırılıyordum. Herkes çocuklarını benden özenle uzak tutuyordu. Basit kır gezilerine katılmalarına bile içten rıza göstermiyorlardı. Kendimi kabul ettirmemin birkaç yolu vardı. Kuş avcılığı, yılan ve kertenkele öldürme seansları dikkatleri üzerime topluyordu. İlkokul sıralarında dua ezberlemem ve imamın etekleri dibinde (minberden ötürü) namaza saf bağlamam dikkatleri daha çok üzerime çekiyordu. Nitekim İmam Müslim’in hakkımdaki ilk yargısı duyulmaya başlandı: “Bu hızla gidersen uçabilirsin” türündeki bu yargı beni hayli kanatlandırmıştı.
Bu hızla ilkokula bir saatlik yürüyüş aralığında öncülük ettiğim öğrenci grubuna imamlık ettiğimi daha önce belirtmiştim. Fakat imamlık çok erken bir dönemi ifade eder ve öyle kaldı. Gözüm Türk modernitesine takılmıştı. Ondan kolay kolay kopamayacağımı anlamıştım. Kürtlük adına üzerimde ne kalmışsa modernite ile birleşme önünde engel teşkil edeceğini de daha önce belirtmiştim. Kürdistan ve Kürtler adına ilk grup deneyimine cesaret ettiğim 1973 yılı Newrozu’na kadar modernite okullarında robottan farksız geçen yaşamımın neyi ifade ettiğini yorumlamaya çalıştığımda, bunun kocaman bir hiçlik olduğunu belirtmeliyim. Türk modernitesi karşısında hiçleştiriliyordum. Bu durum kompleksli bir kişiliğe yol açmakla kalmıyor; çok niteliksiz, yaşamla ilgisi olmayan, daha doğrusu başarılı olmak istediğinde robottan farksız tekerlemeler yapabilen bir kişilikten başka bir seçenek sunmuyordu. Benim bu yıllarımın belki de kayda değer en önemli yanı, bu kusursuz ve dolayısıyla başarılı robotlaşmış kişiliği gerçekleştirmemdi. Gerçekten tanımlanması zor bir kişilikti bu. Filminin bile yapılabileceğini hiç sanmıyorum. Fakat yine de tekrarlamalıyım ki, o halimle bile tüm kadınlar ve erkeklerin, asker ve sivil öğretmenlerimin (ilkokuldan SBF son sınıfına kadar) en gözde ve sevgili öğrencisiydim. Çözülmesi güç bir sorun olsa gerek!
Tüm bu süreçte kendime göre doğal önderlik havamdan hiç taviz vermedim. Peki, tekrar nasıl bir ruh halim vardı diye sorsam, bu, cevabı çok belirsiz bir soru olarak kalır. Aslında şu sorunun sorulması gerekir: Gerçekte bende doğal bir ruh kalmış mıydı? Daha doğrusu, karşımdaki modernite bana has bir ruhu bırakmış mıydı? Belki de buradan çıkarılması gereken en önemli sonuç, modernite karşısında kendimi her saat imtihanda tutar gibi davranmamdı. Sınıflarını hep üstün başarıyla geçecektim, ama asla onun istediği gibi olmayacaktım. Peki, ne olacaktım? Muallakta olan soru da buydu. Muallakta yani sanki havadaymış gibi beklemede olmanın ne denli zor olduğunu bilmek gerekir. Böyle geçen bir yaşam desem, belki bazı hususiyetlerini açıklamış olabilirim. Şüphesiz bu yaşamı öz kimliğine inkar ve imha temelinde tek taraflı dayatılan modernite karşısında kendine göre eşine çok ender rastlanan bir direniş türü olarak yorumlamak da mümkündür. Bu noktada kendi durumumu sıkça kadın kimliğinin uygarlık tarihi boyunca içine düşürüldüğü durumla karşılaştırdığım, mukayese ettiğim olurdu. Kendi kısacık antimodernist yaşamım ile karşılaştırdığım binlerce yıllık anti uygarlıkçı kadın direnişi arasında benzerlik de kurardım. Böylelikle kadına yönelik cinsiyetçi yaklaşımdan gittikçe nefret ediyor, çirkin ve iğrenç buluyordum. Karılık sanatının çok düşürücü olduğunu erkenden fark etmiştim.
Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim çok önemli bir konu da allah ile olan ilişkimdi. Lise son sınıfa kadar namazda ve oruçta olacak kadar bağlılık ritüellerini yerine getiriyordum. Ama varlığı konusunda beni neredeyse intiharın eşiğine getirecek kadar bir kuşkuya da kapılmıştım. Onu kendimce evrenden bir toz zerresinin içine kadar her yerde arıyordum. Bu arayış şüphelerimi derinleştirmekten öteye sonuç vermiyordu. Tam bu sırada sol diniyle, onun yeni peygamberi Marks’la tanışmaya başlayacaktım.
Din-felsefe ayrımında fena çarpılmıştım
Solla tanışmamdan önce sağcı mıydım? Açık ki, sağ-sol ikilemi gerçeğimi, gerçeğimizi doğru ifade edecek bir ikilem değildir. Doğrusunun modernite-gelenek, daha doğrusu toplumsal gerçeklik-modernite ikilemi olması gerekirdi. Allah kavramının yol açtığı sarsıntı, özünde geleneksel toplumun modern toplum karşısında geçirdiği sarsıntının kişiliğim üzerindeki yansımasıydı. Geleneksel toplumun hakim kimlik sembolü olarak allah, modern toplumun laikçi tanrısı olan ulus devlet karşısında tutunamıyordu. Bunu çok sonraları çözümleyecektim. 1970’li yıllara merdiven dayadığımda geçirdiğim büyük ruhsal sarsıntıyı böyle ifade ederken, bu sarsıntıdan çıkış için çareyi birbirleriyle çatışma halindeki sağ veya sol oluşumlarda aramam tam da o anlarda devreye girdi. Namazında niyazında bir kişi olarak önce sağı yokladığımı hatırlıyorum. Ankara’da Maltepe camiinde namaz kıldığım günler 1969’lara kadar uzanır. İrşat ettiğim günler az değildi. Hatta izinsiz de olsa, ‘Büyük Üstat’ olarak anılan Necip Fazıl Kısakürek’in Türk Ocağı’ndaki konferansını bizzat dinleme şansına kavuştum. Çok heyecanlanmıştım. Büyük Doğu Dergisi’ni hayal meyal hatırlıyorum. Açık ki sarsıntı geçiren tanrı mefküreme güç veren bir sesti. Komünizmle Mücadele Derneği’nde Süleyman Demirel ve Refik Korkut’la da karşılaşmıştım. Sonra nasıl olduysa yastığımın dibinde ‘Sosyalizmin Alfabesi’ adlı kitabı buldum. Kendiliğinden okumaya başladım. Daha bitirmeden şöyle hislerimin uyandığını hala hatırlıyorum: “Muhammed kaybediyor, Marks kazanıyor.” Seçim açık seçik bilinçle değil, hisle yapılıyordu.
Aynı dönemde yatılı okulumuzun (Tapu Kadastro Meslek Lisesi) önünde dönemin Yargıtay Başkanı İmran Öktem’in cenazesi geçiyordu. Yine hiç kimsenin etkisi altında kalmadan, insani olarak kendiliğinden ürkek birkaç adım atıp cenaze törenine katıldım. Bu bilinçli ve inançlı bir katılım değildi; sağa yönelik heves gibi, sola yönelik bir heves ve merak ortamında gerçekleşmişti. Açık ki, sağ-sol ayrımı yapacak bilinçte değildim. Bu konuda öyle güçlü arayışlarım da yoktu. Ruhsal buhran beni daha çok uğraştırıyordu. Din-felsefe ayrımında fena çarpılmıştım. Bunun da temelinde geleneksel-modern toplum ayrımının yattığını çok sonraları fark edecektim. Dinde yoğunlaşma ilkokul, ortaokul ve lise sıralarında hep var oldu. Seyit Kutub’un kitaplarıyla tanışma da gerçekleşti, ama etkisi bendeki bunalımı giderecek cinsten olmadı.
1970 yılı okulu bitirdiğim ve devlet memuru olarak Diyarbakır’a atandığım yıldı. Maaş ve rüşvetle tanışmam burada oldu. Aldığım ilk rüşvetle sarsıntı geçirdim. Kayapınar (Peyas) daha köy iken, çok da bilincinde olmadan köylüler lehine attığım imzayla sanırım dönemin parasıyla dört bin lirayı cebime indirdim. O gece sarsıntı geçirdim. Ahlaki ilkemin rüşvete itirazı vardı. Fakat çaresini hemen buldum. Bu parayı ileriki dönemin toplumsal amaçları (Kürtlükle ilgili olarak) için kullanma düşüncesi yaşadığım ahlaki sarsıntıyı aştıracağı gibi, bana daha etik de geldi. Yücelmiş amaç dar amacı aşardı. Dolayısıyla kent ortamının da teşvik ettiği Kürtlük hakkındaki ilgim giderek arttı. İlk yatırımı Kürtlüğe yapmamın öyküsü böyleydi. Bu aynı zamanda kişiliğimi yansıtan bir olaydı. Çocukluğumun hatırladığım ilk günlerinden beri hastalık derecesinde bir toplumculuk aşkım vardı. Örneğin anam ve akrabalarımın beni kucağına almalarından hiç hoşlanmadığım halde, rakip ailelerin çocuklarıyla dostluk ve arkadaşlık yapmak bana inanılmaz ölçüde çekici gelirdi. Büyük şehitlerimizden Hasan Bindal benim için böyle bir arkadaştı. Kızlar için de kural böyleydi. Ama o alanda ilişki kurma olanağının sınırlı olduğunu fark etmiştim. Ancak yasakları sıkça deldiğimi hatırlıyorum.
1971 İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kayıt yaptırdığım yıldı. Hem Bakırköy gibi modern yaşamın güzide bir semtinde memurluk yapmak, hem de İstanbul’la tanışmak etkili olacaktı. Dev-Genç ve DDKO’nun hareketli günleriydi. İkisine de ilgi duydum. DDKO’nun resmi üyesi de oldum. Bir seminere ilişkin hatıram, o dönemdeki kimliğim hakkında ipucu verebilir. Tuhaf karşılanan bir davranışla, Hz. Muhammed’in de “Ya rabbim, Kürtlere devlet olma imkanı verme; Kürtler devlet olurlarsa dünyayı dar ederler” dediğini söylemiştim. DDKO’lu gençler, üyeler yarı kuşkulu gözlerle bana bakıyorlardı. Dernek Doğu kültürü derneğiydi. “Kürtlerin devlet kurması da ne demek oluyordu?” “Zamanı mıydı böyle sözler etmenin?” “Acaba provokatör olabilir mi?” türünden kuşkular ortamında çok uzun ve günler süren tartışmalarım oldu.
Bugünlerin önemli gördüğüm bir hatırası, dönemin DDKO Başkanı Mehmet Tüysüz ile aramda geçen bir diyaloga ilişkindir. DDKO tipi bir örgütlenme ve savunduğu görüşler beni pek tatmin etmiyordu. Din, devlet meselesinde görüldüğü gibi hep tartışmaya yol açıyordum. Ama Kürt sorununda tam bir çırak rolünde olduğum için tartışmalarda öneri sunma gücüm gelişmemişti. Benden daha tecrübeli olan başkanın dikkatini çekmiş olmalıyım ki, sıkça yanıma gelip “öneri geliştir Apo, öneri!” demesi (unutamadığım ve gereklerini yapmaya çalıştığım söz) dikkat çekiciydi. O da zannımca KDP Başkanı Faik Bucak gibi akraba anlaşmazlığı süsü verilerek kontrgerilla tarafından öldürülmüştü. Yine hala hatırlarım: 12 Mart darbesi olduğunda, Musa Anter, küçük bir sempatizan grubunu oluşturan bizlere “birbirlerine girdiler, biz işimize, birliğimize bakalım” demişti. Yaklaşımı belki milliyetçiydi, ama anlamlıydı. Zaten 12 Mart fırtınası esmişti.
Mahir Çayan beni çok etkilemişti
Son bir İstanbul hatıram İTÜ’nün Maçka’daki salonunda gerçekleşen bir toplantıyla ilgilidir. Her nasılsa toplantı salonundaydım. Salon oldukça kalabalıktı. Dev-Genç’in en kritik toplantılarından birisiydi. Birden salona Mahir Çayan, Yusuf Küpeli ve Münir Ramazan Aktolga (Aktolga yanlış isim olabilir, doğrusu Sinan Kazım Özüdoğru olabilir) girdiler. Önder Mahir’di. Mikrofona devrimci tarzda el koydu ve uzun bir konuşma yaptı. Konuşmasından hatırlayabildiklerim şunlardır: “Revizyonizm ciddi bir tehlikedir, marksizmi sarmıştır; her meselede olduğu gibi Kürt meselesinde de (ilk defa meseleye ad konulduğunu duyuyorum) oportünist davranmaktadır. Kürt meselesi ulusların kendi kaderini bizzat tayin etmesi meselesidir. Kürtler isterlerse bağımsız devlet kurma haklarını kullanabilirler. Biz marksistlere düşen görev, Kürtlerin bu haklarını elde etme mücadelesini desteklemektir.” Bende ciddi bir izlenim bıraktığı kesindi. Devrimciliğin timsaliydi. Tepeden tırnağa kadar eylemi ve söylemi bir olan devrimciydi. Açık ki beni en çok etkileyen kişilikti. Derin bir sempati bırakmıştı. Hem de benim için yaşamsal önemi olan toplumsal kimliğime ilişkin ne yapmam ve nasıl bir kimlikle hareket etmem gerektiğini o kısacık anda çarpıcı biçimde ortaya sermişti. Aynı yıl Maltepe’de Hüseyin Cevahir’le birlikte devletin silahlı güçlerine karşı giriştiği ünlü direniş, yaralı ele geçişi, cezaevinden kaçırılışı ve 1972 Martı’nda Kızıldere’de arkadaşlarıyla şehadete ulaşması, devrimcilik denen yaşama adım adım geçişimi tetikleyen kilometre taşlarıydı. Eğer kendime ve toplumuma sadık kalacaksam, bu kilometre taşları temelinde yoluma devam etmekten başka çarem olmayacaktı.
Ankara SBF’ye ilk yirmi kişi arasına giren puan ortalamasıyla ve burslu olarak kayıt yaptırmamda Mahirlerin çıkışı önemli rol oynamıştı. Mahir ve dokuz yoldaşı Kızıldere’de öldürüldüklerinde, SBF’deki boykota öncülük etmiştim. 7 Nisan’dan başlayan ve yedi ay süren bir tutukluluk dönemi geçirdim. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına idam cezası veren hakimlerden biri olan Yüzbaşı Baki Tuğ’dan örgüt üyeliği konusundaki delil yetersizliği (sanırım babası dönemin hakim albaylarından olan THKP-C’li Doğan Fırtına’yla birlikte, örgüt üyeliğinden on beş yıl olması gereken cezaya çarptırılmaktan o kanalın etkisiyle kıl payı kurtulduk) nedeniyle kısa süreli bir hapis cezası aldım. Baki Tuğ’un sonradan bu nedenle hayıflandığını biliyorum. 1972’de THKP-C sempatizanı olmuştum. Üyelik sınırlarındaydım. Fiili olarak üye de sayılırdım. Fakat gerek tutukluluk, gerekse Kızıldere katliamı sonrası THKP-C’nin yaşadığı tasfiyecilik bizi ortada bıraktı. Ertesi yıl, 1973 başlarında zaten ‘Sömürge Kürdistan’ tezi etrafında grup kurma hazırlığına başlamıştım. Ayrı örgütlenme kaçınılmaz olacaktı. Fakat milliyetçi yaklaşım içinde değildik. Yanımda ilk sırada Haki Karer vardı. Karadenizli, Ordu-Ulubeyli olan bu arkadaş gerçekten tavır geliştirmemde önde gelen rolün sahiplerindendi. Belirttiğim ilk ve son baygınlık hadisem onun yanında gerçekleşmişti. Açık ki, büyük fikri doğuşlardaki arkadaşlık tarihi öneme sahiptir. 1975’in başlarına kadar hiçbir yazılı materyale başvurmadan, sanki bir sırrı açıklıyormuşum gibi, grup propagandasını gizli ve sözlü yapıyordum. Bahsettiğim gibi, ilk yazılı taslağı 1975’te birlikte olduğumuz bir evde ben ayakta hitap eder gibi konuşurken, M. Hayri Durmuş da onaylayarak kaleme alıyordu. O konuşma Kürdistan gerçeği üzerine taslak niteliğinde bir değerlendirmeydi. Uzun bir taslak kaleme aldırmıştım. İncelendiğinde oldukça derli toplu olduğu görülecektir. Grubun dayandığı dünya durumu ve yerel koşulların kategorik bir değerlendirmesi yapılmaya çalışılmıştı. Döneme göre kuramsal bir çerçeve için yeterliydi. Sanıldığının aksine, grubumuz en derli toplu ideolojik donanıma sahipti. Eylemci yönüyle öne çıkan grup, çok güçlü tezleriyle diğerleriyle arasındaki farkı açıyordu. Amentüye bağlı bir cemaat gibiydik.
Bir düşüncenin kaleme alınması bir çocuğun doğmasına benzer. Bundan sonraki temel sorun, belki de bir çocuğu biyolojik ve hatta toplumsal olarak büyütmekten bin kat daha zorlu bir iş olan düşüncenin siyasal ve eylemsel olarak büyütülmesi ve rüştüne kavuşturulmasıdır. Düşünce ve siyasal eylem tarihinde iyi doğuş yapan binlerce örneğin erken yaşlarda ölümüne tanığız. Çok azı rüştünü başarıyla ispatlamıştır. 1974-75 dönemi eylemsel olarak ADYÖD (Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği) deneyimiyle geçti. Başkanlık gibi riskli bir görev üstlenmiştim. Teorik düşüncemin ilk ciddi eylem denemesiydi. Sonuç, Türkiye solundan stratejik kopuş oldu. 1976’da bir grup Türk kökenli (Haki Karer, Kemal Pir ve Duran Kalkan) arkadaşla birlikte köklü kopuşu gerçekleştirdik. Grubun teorisi de buna uygundu. İdeamız şuydu: Sosyal şovenizmin egemenliğindeki Türkiye solunun kendine gelmesi ancak Kürdistan ulusal kurtuluş hareketinin geliştirilmesiyle mümkündür. Kemal Pir’in şu sözü durumu gayet iyi özetler: “Türk halkının kurtuluşu Kürt halkının kurtuluşundan geçer.” Tarih bu düşünceyi doğrulamıştır.
1977 yılına girişi Kürdistan’a yönelik sembolik propaganda seferiyle yaptım. Ankara’da Mart’ta Mimarlar Odası’nın geniş salonunda kalabalık bir gruba tezlerimi ilk defa bir konferans niteliğinde açıklamıştım. Hemen ardından pilot üsteğmenlikten istifa edip SBF’ye kayıt yaptırmış olan Ağrı-Taşlıçaylı Necati Kaya ile birlikte sefere başladım. İlk durağım Ağrı ve Doğubayazıt oldu. Belirtilmesi gereken önemli bir husus, Necati Kaya’nın kimliğine ilişkindir. Sonradan ajanlığı tartışıldı. Sanıyorum kendisi Antalya’da ilaçlama uçağını kullanırken uçağın düşmesiyle ölmüştü. Benimle ilişkisi kusursuzdu. Çok disiplinliydi. 1977 yılı Ocak ayı başında ilk ciddi toplantımızı Ankara’daki evinde yapmıştık. Kürdistan’dan da çağırdığımız temsilciler ve Ankara kadromuzla birlikte yaptığımız bu önemli toplantıda, her ihtimale karşı sobanın ağzını açık tutuyorduk. Bir polis baskını halinde notlarımızı hemen sobaya atıp imha edecektik. Zaten elde başka yazılı bir belgemiz de yoktu. Yine hatırladığım kadarıyla Necati, aynı toplantıda yemek yerken, elinde tuzluk “kuşları avlayıp pişirir, bu tuzlukla tuzlar ve yerler” mealinde bir söz sarf etmişti. Hiç anlam verememiştim. Daha sonra Kemal Pir’le birlikte ısrarla bir kurye soygununun yanı sıra, Sabiha Gökçen’in (ilk kadın pilot, Atatürk’ün manevi kızı) kaçırılmasını önerdiler. Yüzbaşı İlyas Aydın’ın provokatif eylemlerle Mahir Çayan ve grubunu yönlendirme olayı aklımda olduğu, ayrıca grubumuzun konumunun buna elvermediğine inandığım için bu tür eylemlere izin vermedim. Bu eylemler yapılsaydı, bir ihtimal sonumuz gelebilirdi; en azından bir dönem farklı kapanırdı. Burada ihtiyatlı davranmam yerinde olmuştu.
Haki Karer’in şehadetiyle adeta yıkıldım
Ayrıca Necati Kaya tazminat nedeniyle sahip olduğunu iddia ettiği parayla grup için bol harcama yapıyordu. Kendisi bana şunu da bizzat söylerdi: “Yeter ki sen emret. Kendimi şu dördüncü kattan perendeyle aşağı atarım.” Sözünü sakınmaz biriydi, yerine de getirebilirdi. Kürdistan’a yönelik seferde Ağrı dağı eteklerinde yaptığım ilk ve en geniş toplantıya kendisi de katılmıştı. Ondan sonra ayrıldı. Yanılmıyorsam daha sonra ya temasım olmadı ya da çok az oldu. Dışarıya çıkış sürecinde beni müthiş arama çabası içine girmişti. Mutlaka görüşmek istiyordu. Köydeki evimize kadar gitmişti. Yurtdışına çıkışı gerçekleştirdikten sonra ölüm haberini aldığımda üzülmüştüm. Ajan olup olmadığı tartışıldı, basında da işlendi. Ben de endişeli olduğum için kendisi hakkında oldukça ihtiyatlı davrandım. Sonuç olarak eğer ajan değilse ve hatta ajan olup da ajanlık gereklerini bilinçli olarak yerine getirmemişse, kendisini grup döneminin değerli bir kadrosu olarak değerlendirmek gerekir. İtibarı iade edilmesi gereken bir değerdir. Eğer bir kontrgerilla elemanıysa, planlamasının başarılı olmadığını, bu planlamanın yürümediğini, benim ihtiyatlı davranmamın bunda rol oynadığını önemle belirtmek gerekir.
Kürdistan seferinde Ağrı, Doğubayazıt, Kars, Digor, Dersim, Bingöl, Elazığ, Diyarbakır, Mardin, Urfa, Antep ve Ankara hattını tamamladığımda, sanki gerçek bir savaş seferini gerçekleştirmişim gibi bir hisse kapıldığımı hatırlıyorum. Bu seferde yaptığım konuşmalar yazılı hale getirildi. İncelendiğinde, Hayri’ye hitap ettiğim taslak konuşmanın geliştirilmiş hali olduğu görülecektir. Bu konuşmalar birkaç yıl boyunca grubun temel ideolojik gıdası oldu. Diğer grupların gazete ve dergilerle yaptığını ben bu yöntemle ayaklı bir gazete ve dergi misali gerçekleştiriyordum. Daha sonraki süreç hep bu konuşmaların derinleştirilmesi biçiminde geçecektir. 1978’de Serxwebûn’la (kendi başına olma; Xoybun’u çağrıştırır) yazılı sürece geçildi. İlk sayısında 1978 yazında kaleme aldığım Kürdistan Devriminin Yolu, diğer adıyla Manifesto adlı çalışma yayınlandı.
Ankara’da daha birkaç gün geçmemişti ki, Antep’ten Haki Karer’in şehadet haberi geldi. Bu haber üzerine adeta yıkıldığımı söyleyebilirim. Ciddi bir darbe aldığımız kesindi. Mühim olan anısına doğru yanıt vermekti. Cenaze törenine bizzat katılamadım. Daha sonra Ordu-Ulubey’de mezarını ziyaret ettim. Anısına verdiğim söz, grubu partileşmeye dönüştürmekti. Aynı yılın sonbaharında Program Taslağı metnini bizzat yazdım. Yaptığım, Antep’in kenar mahallelerinde bir şehadetin izinde yürüme çalışmasıydı. Bu arada özel yaşamla ilgili gibi görünen, özünde ideolojik siyasi anlamları olan iki önemli olay daha yaşadım. Birincisi, babamın 1976’daki ölümüydü. Ankara’da ölüm haberini duyduğumda sakindim, gözyaşı döktüğümü hatırlamıyorum. Bir kehaneti gerçekleşmişti: “Ben öldüğümde arkamdan gözyaşı dökmezsiniz” demişti. Sanırım zamanın ruhunu okumuştu. Modernitenin gerçeğini dile getiriyordu. Anamla yaşadığım kadar kendisiyle çelişkilerim olmamıştı. En önemli çelişkim, ilk köy aile isyanına giriştiğim günlerde doğmuştu. Çevrenin aksine, benden umutluydu, başaracağım müjdesini de vermişti. Çok sonraları durumunu yorumladığımda, geleneğin çok dürüst ve yozlaşmamış bir unsuru olarak kendisini savunduğunu fark ettim. Bireysel olarak güçlü bir dini ahlakı vardı. Geçmişte güçlü olan aile geleneğinin zayıf düşmüş bir ferdi konumundaydı. Ataerkil gücünü kaybetmişti. Ailede anaerk yönü daha ağır basıyordu. İki erk arasındaki denge bana çıkış yapma imkanı yaratmıştı. Her iki tarafın da üzerimdeki iddiaları neredeyse tükenmişti. Aile içinde özgürlüğümü önemli oranda elde ettiğimi belirtebilirim. Asla anlamadıkları, daha doğrusu fark edip de hiç güç getiremeyecekleri modern dünya karşısında beni yalnız bıraktıklarında neler hissettiklerini tam bilemiyorum. Ama bana güvenleri vardı. Dürüst, güçsüz ve onuruna bağlı bir aileden olmayı küçümsememek gerekir.
İkinci olay, bu yıllarda gittikçe depreşen kadın tutkusuydu. Gruptan önce modernite koşullarında bir kadına yaklaşacak güçte biri değildim. Tanımadığım ve çekindiğim bir dünyaydı kadınların dünyası. Sadece içimde büyüttüğüm platonik duygularım vardı. Bu duyguları birine itiraf etmem asla mümkün olmayacaktı. Köyden beri kadınların bana bakışı dikkat çekiciydi. Ama ben bunun anlamını hiç kavramıyordum. Sonradan yorumladığımda, çekicilikteki farkı kavradığımı sanıyorum. Onlar benim farkımı ilgiyle anlamışlardı. Belki de kendilerinde bana ilişkin umut zerrecikleri doğmuştu. Şöyle der gibiydiler: “Ey çocuk, sen başımıza gelenleri bilmiyorsun. Durumumuz gördüğün gibi değil. Olup bitenleri bir bilsen! Erkek de olsan, yine sana dair umutlarımız var.” Kadındaki güzelliği fark etmiyor değildim. Birine, Kürt bir kıza ilişkin, “senin için, soyun ve kavmin için bağımsızlık savaşı vermeye değer” biçimindeki yargıya sahip olduğumu hatırlıyorum.
Grup döneminde sanırım Mazlum Doğan’la hemşeri olmasından ötürü Kesire Yıldırım adındaki kişiyle tanıştık. Gruba ilgisinden ötürü onu da gruptan saymaya başladık. Geçmiş yaşamını hiç bilmiyordum. Ama grup içinde objektif olarak ihtilalci (grup düzenini bozma anlamında) rol oynayabileceğini düşünerek, başından itibaren hep endişe duydum. Kendisini kontrol edecek gücüm yoktu. Grubun selameti için, tutucu ve geleneksel izler de taşısa, herhangi birimizle sözleşmesini önermek ihtiyacını duydum. Benimle veya grubun başka bir üyesiyle sözleşebilirdi. Aslında benden yana tercih yapmasını bekliyordum. Kadın kurt gibi bir kişiliğe sahipti. Gerçeği, yani kendisini kontrol etme çabamı anlamıştı. Tercihini başka birinden yana yaptı. Geleneksel gururum ciddi olarak kırılmıştı, ama ses çıkarmadım. Karşı çıkmayı gururuma yediremedim. Yine de olmayacak duaya amin demek gibi bir şeydi. İlişkisi yürümedi, yürütemedi. Tekrar kendisiyle ilişkiye yöneldiğimde hem ben çok yıpranmıştım, hem de grubumuzun değerli bir üyesini kaybetmiştik.
Kadın gerçeği ve Kesire Yıldırım
Depreşen duygulu halim ciddi sorun olmaya başladı. Gerçi sorunlarımı hiçbir zaman gruba, partiye, hatta HRK’ye yansıtmamaya büyük özen gösterdim. 1960 sonlarında tanrıya ilişkin yaşadığım bunalımın benzeri bu kadın etrafında tekerrür etti; bir nevi ikame oldu. Kadının gruba yaklaşmasının nedenlerini hiç bilmiyorum. Cinsi bir ilgi duyduğunu sanmıyorum. Cinsiyetçi ilgiye son derece hakim birisi olduğu kesindi. Bu noktada yanılmıştım. Onu elde edecek gücüm olmadığı halde ısrarlı oldum. İlişkiyi biçimsel ve tek taraflı bir evliliğe kadar ilerlettim. Evlilik kartvizitiyle 1978 yazı başında ilk defa uçakla Diyarbakır’a indim. Belki de tarihte insan ilişkilerinde en garip ve olumsuz bir balayını gerçekleştirir gibi olmuştum. Kadın buzdan bir kalıp kesildiğinde, hiçbir çözüm şansım bulunmuyordu. Derdimi kimseye anlatacak halim de yoktu. Çünkü tek sorumlu bendim. Kadının bu ilişkide sorumluluğu yoktu. Etme bulma dünyasına düşmüştüm. Aslında böylesi bir kadın kimliğinin olabileceğine dair hiçbir bilgi ve beklentim olamazdı. Kadın bütün kurtluğuyla karşımdaydı. Bu haliyle tam on yıl, 1987 yazına, kendi iradesiyle hareketten koptuğu ana kadar gösterdiğim sabrın bir biçiminin başka iki insan arasında denendiğini sanmıyorum. Müthiş bir deneyimdi.
Bu ilişkiden sağ çıkmayı mucize saymak gerekir. Güçlük, Ortadoğu kültüründe kadın statüsünü alt üst eden gelişmeler karşısında kişiliğimi ayakta tutmamdan kaynaklanır. Kavga, boşanmak çözüm olamazdı. Bu kişi karşısındaki durumumu tanrının varlığına yönelik kuşkularım karşısında yaşadığım bunalımla özdeşleştirmem bu nedenleydi. İdeolojik ve siyasi olarak bu ilişkiyi çözmem gerekirdi. Ayrıca kadın çözümlemeleri geliştirilmedikçe, ideolojik ve siyasi çözüm de tam olamazdı. Bu dönemde kadını çözümleme gücüm gelişmemişti. Bunu ancak 1987’den itibaren geliştirecektim. Fakat Haki Karer’in şehadetine karşılık verdiğim yanıt nasıl Program Taslağı çalışması olduysa, bu psikolojik savaşa karşı verdiğim yanıt da Kürdistan Devriminin Yolu adlı çalışmam oldu. 1978 yazındaki bu çalışmayı programın teorik temeli olarak hazırladım. O ortamdaki psikolojiyle Kürdistan Devriminin Manifestosu’nu bizzat kaleme almak büyük güç ve yetenek ister. Mucize derken bu gerçeği kastetmek istedim.
Bu sürecin ilk yıllarını gözlemleyen Kemal Pir, Cemil Bayık ve M. Hayri Durmuş’un kadının bana olan korkunç saygısızlığını asla affetmek istememeleri, benden habersiz öldürmeye niyet etmeleri, ama Kemal Pir’in o eşsiz yoldaş tavrıyla “dokunmayalım, arkadaşın bir bildiği vardır” biçimindeki yargısı durumu biraz daha açıklayabilir. Kadının babasının daha 1925 isyanından itibaren bizzat İ. İnönü’yle giriştiği işbirlikçi ajan ilişkisinden ötürü, kendisinin de ajan olabileceği, Necati Kaya örneğinde olduğu gibi çokça tartışıldı. Gerçekten ajan olup olmadığını bilemeyiz, bilemem. Babasından ötürü bir insanın yargılanmaması gerektiği bilincini taşıyordum. Bu eleştiriler karşısında tavrım özetle “alevi, solcu, Kürt kökenli ve kendisini oldukça iyi yetiştirmiş birisiyle grup ilişkileri içinde yaşamak, grup içinde olmamasından daha çok katkı sunar” biçimindeydi. Benim kendisiyle başarılı, pozitif bir duygusallık yaşayamamam, hakkında olumsuz bir yargıya yol açmamalıydı. Kendisi hakkında verilecek karar tamamen örgütsel kurallar çerçevesinde olmalıydı. Kendisi hareketten kaçıncaya kadar bu tavrımı korudum. Ama arkamda çok etkili tasfiye işleri yürüttüğü, objektif olarak da bu rolü oynadığı açıktı. Çok olumlu özelliklerini hareketin hizmetine sunmadığı da belirtilebilir.
O da isteseydi veya planlamış olsaydı beni öldürebilirdi. Bir gün, özellikle kaçışa yakın süreçte “korkma, seni zehirlemem” dediğini hatırlıyorum. Halbuki o dönemde ajanlar mutlaka öldürmek için peşime düşmüşlerdi. Yine de ihtiyatlı yaklaşmak gerekir. İlişkilerin son döneminde iki şoförümün intiharın eşiğine gelmesi, bunlardan Ferhan adlı yoldaşın “onu dört ata bağlayıp parçalamak gerekir” demesi, Sabri adlı diğerinin kaçması, Ortadoğu’ya çıkışta yanımdaki tek arkadaş olan Ethem Akcan’ın “Başkan’ın arkasında ne dolaplar çevriliyor” biçimindeki serzenişleri ve bundan duyduğu acıyla mide krampından şehadete erişmesi düşündürücüdür. Birçok kritik tasfiyecilikte arkadaki aktör rolünü oynaması önemlidir. Çok sayıda arkadaşı adeta hipnotize edecek kadar etkisizleştirmesi güçlü hizip özelliklerine de bağlanmak istenmiştir. Üzerinde halen önemle durulmayı gerektiren bir ilişki ve kişilik konumundadır.
Bu tür dikkati çok çeken bir kişilik de Dilaver Yıldırım’dı. Gelecek vaat eden, önde gelen bir arkadaştı. 12 Eylül’de hapiste kaldı. Karma gruplarda yer aldı. Tek başına Bulgaristan üzerinden Avrupa’ya çıkışı, Avrupa’da bir süre dolaşması, Ortadoğu’ya yanıma gelişi, çok az konuşması, hatırlayabildiğim kadarıyla “böyle dolaşman sakıncalıdır” deyişi, Bekaa’daki kampta basit karakterli bir iki bayanın “sen Başkan’ın yerine göz dikmişsin” demelerinden sonra bana yazdığı veda mektubunun ardından intihar edişi ilginç geldi. Soruşturulup gerçek kimliği açığa çıkarılması gereken arkadaşlardandır.
Haki Karer’in anısına hazırlanan Parti Programı temelinde 26-27 Kasım 1978 tarihinde Diyarbakır’ın Fis köyünde iki gün süren kurucu kongre niteliğindeki 22 kişilik toplantımız, dönülmez yolun önemli bir başka kilometre taşıydı. PKK olarak adlandırılma ve ilan edilme aslında bir dönemin sonuydu. Hem dünya ve Türkiye koşullarında, hem de grup pratiğinde yapılması gerekenler esas olarak yerine getirilmişti. Burada devrimci tarz önemlidir. Çünkü sadece söylemle yetinilmedi; yoğun bir eylemlilikle iç içe yaşandı. Mevcut objektif koşullardan anlaşılması gereken, kent, sınıf ve ulus devletin bağrında ‘karker’ sınıfı adına çıkışı gerçekleştirmekti. Teori ve pratik seviye buna denk geldi. Benzer birçok grup vardı. Ama hiçbiri bizim grubumuz kadar komple bir devrimciliği kendisinde somutlaştıramamıştı. Bu yüzden askeri darbe karşısında hazırlıksız yakalanacaklardı.
Ortadoğu’ya çıkış ve yeni bir dönemin başlangıcı
1979 başlarından itibaren iki yönlü tedbir almaya çalıştım. Bir yandan uzun vadeli kırsal mücadele hazırlıkları yaparken, diğer yandan yurtdışına çıkıp hareket için yedek bir nefes borusu açmak istiyordum. Başarılırsa hareketin kalıcılığı kesinleşecekti. Dönemin koşullarına denk gelen taktik hamleler yapmak, strateji geliştirmek kadar önemlidir. Öylesi bir dönem yaşanıyordu. Daha sonra Diyarbakır Zindanı’nda şehit düşecek olan Ferhat Kurtay’ı yılın ilk aylarında yanıma çağırmıştım. Teksir makinesini taşıtmıştık. Resmi arabasıyla beni Kızıltepe’ye kadar götürdü. Bu arada PKK Kuruluş Toplantısı’ndan yaklaşık bir ay sonra Maraş katliamı gerçekleştirilmişti. Maraş etkili olduğumuz bir alandı. 1925’ten beri Kürtlerin tasfiyesinin kararlaştırılıp yürütüldüğü Fırat’ın batısı denilen bölgede bir Türkifikasyon hareketi söz konusuydu. Burada Kürtlüğü kısmen canlandırmıştık. Benzer biçimde Malatya, Adıyaman, Elazığ katliamlarıyla buna yanıt veriliyordu. Katliamlar basit sivil faşist eylemler değildi; tarihsel soykırımın devamı niteliğinde olup NATO-gladio destekliydi. Diyarbakır’daki PKK ilanıyla bu katliamlara yanıt veriyorduk. Bülent Ecevit kabinesinin can çekiştiği yılda bu tarihi adımlar atılmış ve katliamlar gerçekleştirilmişti. Kontrgerillanın iyice inisiyatif aldığı yıldı. Ecevit’e bile suikast denemesinde bulunulmuştu. Daha önceki yılda yaşanan Taksim katliamı da aynı güç tarafından gerçekleştirilmişti.
1979 yılı ortalarına gelindiğinde, Suruçlu Ethem Akcan’a huduttan çıkış yapmak için hazır olmasını söylemiştim. Urfa’da kırk günlük bir bekleyiş dönemi geçirdim. Tam da İbrahim Halillik bir durumu yaşıyordum. Uygarlığın ve modernitenin birçok putunu yıkmıştım. Nemrutların hışımla ayakta oldukları o günlerde Nemrut’un şehrinde olmak ilginç bir buluşmaydı. İbrahim’in çıkış izlerindeydim. Kutsal Kitap’ta Suruç’un ismi Seruc diye geçer. Hemen hemen isyan sonrası her çıkışta yaşanan benzer durumlar söz konusuydu. Bu arada Urfa kalesine çıktım. Kaleyi boydan boya gezdim. Efsanede geçen Hz. İbrahim’in mancınıkla ateşe atıldığı iki sütunun yanında uzun süre durdum, aşağısını seyre daldım. Birkaç gün sonra Ethem çıkış için koşulların hazır olduğunu bildirdi. Hazırlık dediği şey de bir köy dolmuşuna binmekti. Dolmuşa bindim, köylüler arasında bir hudut köyünde indik. Halen bu modernite aracına binmemin doğru olup olmadığını düşünürüm. Çıkardığım en önemli sonuç şudur: Modernitenin tüm zihni ve fiziki araçlarıyla iş görmek, kaderini ilkçağ tanrılarına emanet etmekten daha sakıncalıdır. Akşama doğru hazırlığın ikinci adımı devreye girdi. Cehni denen kurye “haydi!” deyip bizi kaldırdı. Nöbetçi asker tel örgüyü kaldırıp “haydi hemşerim, çabuk ol” diyerek bizi geçirdiğinde, keçi adımlarıyla Ethem’in bastığı noktalardan mayınlı tarlayı hemen aştık. Benim dışımdakiler için günlük olan bu deneyimler, benim için tarihsel ve biricikti. Donkişot’tan bile daha donanımsızdım. Ethem tek yardımcımdı. Nemrutların binlerce yıl kasıp kavurduğu bir ülkeyi yeniden imana kavuşturmaya çalışıyordum. İnkarın ve imhanın, bitirilmenin eşiğine getirilmiş bir halk söz konusuydu. Bu halk o kadar ağır bir inkar ve imhayı yaşıyordu ki, tapınacak putları bile kalmamıştı. Kırılan putlar yabancı kaynaklı modernite putlarıydı.
Hz. İbrahim gibi bir iki aylık yolculuktan sonra kendimi Filistinlilerin arasında buldum. Dilsiz, tercümansız günlerim başlamıştı. Amacın öneminden başka hiçbir şeyin ayakta tutamayacağı günlerdi. Ethem’in fedakarlıkları olmasaydı, bir hiçti çabalarım. Yeni bir toplumsallık için örgütlenme ve ilişkilenmenin büyük önemini ancak bu tür deneyimleri yaşayanlar hakkıyla bilirler. PKK’de önemi ve gerçeği en az kavranmış bir hakikatti yaşadıklarım. Bu ilişki belki de bir meydan savaşından daha önemli olduğu halde üzerinde adeta tepişildi. Kıymeti hiç bilinmedi, hor kullanıldı. Dürüst tüm yoldaşlar bunun karşılığını çok acılı, trajik kayıplarla öderken, bazı kurnazlar da ucuz kahramanlık biçiminde kullanarak yaşadılar. İbrahim’in kabilesi yolda büyük zorluklar yaşamıştı. Bizimki de bir nevi çağdaş kabileydi. Zorluklar aynı yolda, belki de aynı mekanlarda yaşandı. Çıkışımız bir yanıyla Hz. Musa’nın Mısır’dan çıkışına da benziyordu. Zaten aynı kabileler gibiydik. Urfa-Halep-Şam-Kudüs-Mısır hattında Sümer ve Mısır firavunlarından beri aynı öykü binlerce kez yaşanmış olsa gerek. Bana göre insanlık tarihi ilk insan topluluklarının Afrika’dan çıkıp Asya ve Avrupa içlerine girişinden günümüze kadar bu hat tarafından belirlenmiştir. Benim, bizim çıkışımız da tesadüfi olmayıp, tüm kritik anların gerçekleştirmeye zorladığı tarihsel çıkışlardan biriydi.
1970-80 dönemini ideolojik ve siyasi değerlendirme dışında edebi dille değerlendirmeye ve somut yaşamla bağını ortaya koymaya çalışmak tamamlayıcı rol oynar. İdeolojik ve siyasi hareketlerin edebiyat başta olmak üzere sanatla bağını kurmadan, hatta sanatçı özeniyle donatmadan yürütmek büyük eksiklik taşır. Hatta hastalıklı olur. Hakikat sadece ideolojik ve bilimsel yöntemle açıklanamaz; açıklansa da eksik kalır. Bu tür bir açıklama bir modernite saplantısı olarak anlaşılmalıdır. İleriki bölümlerde daha da açıklayacağım gibi, modernitenin kişiliği tek boyuta indirgeyen (ekonomist, siyasetçi, ideolog, akademisyen, asker, işçi, bilim insanı, aydın vs) yaklaşımı aşılmadan, kapitalist moderniteye karşı tutarlı ve bütünlüklü, dolayısıyla başarılı bir mücadele geliştirilemez. Devrimci çıkışların, kişiliklerin ve örgütlerin donanımları bütünlüklü olmadıkça, tarihsel toplumsal kültürle, bu kültürü temsil eden şimdiki halleriyle ilişkilenme ve bu hallerle donanma sağlanmadıkça, liberal yaşamın tuzağına düşmek kaçınılmazdır. Kapitalist modernite liberal yaşamın içerdiği ideolojik ve teorik silahlarla rakibini düşürmektedir. Liberal birey veya yaşam çok doğal ve özgür yaşammış sanılır. Halbuki bu tür bir yaşam en katı dinlerden daha dogmatik ve tek boyutlu yaşamdır. Eğer PKK çıkışı benzer reel sosyalist örneklerin yaşadığı savrulma ve tasfiyeyi tam yaşamamışsa, tasfiye edilememişse, bunun temel nedeni toplumsal hakikate bütünlüklü olarak bağlı kalması ve yenilik içeren teorik ve pratik adımlarını aynı bütünlükle birleştirebilmesidir. Sonuçta bu tarz çıkış ve yürüyüş, kapitalist modernite unsurlarına karşı alternatifi olan demokratik modernite unsurlarının gelişmesine yol açtı. Devrimci çıkışları sadece fiziki güce veya herhangi tekil bir boyuta indirgemek er veya geç yaşamın bütünselliği tarafından aşılacaktır. Çağdışı uygarlığın ve kapitalist modernite unsurlarının ezici güç dengesizliği karşısında özgür ruh ve bilinç mücadelesi kayalıklarda kök salarcasına çiçeklenmiş ve meyvesini vermiştir.
SÜRECEK…