b- Güney Kürdistan’da çağdaş Kürt kimliği Çağdaş Kürt kimliğinin çözümlenmesinde, I. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturulan Irak ve Suriye devletlerinin sınırları içerisinde bırakılan Kürtlerin konumu oldukça öğretici dersler sunmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması sürecinde, Sykes-Picot Antlaşması (1916) gereği, İngiltere ve Fransa’nın hegemonyasında Irak ve Suriye’de mandater rejimler oluşturulmuştur.
Mandater rejim geçici sömürge yönetimi anlamına gelmektedir. Demiryolu hattı, yeni Türkiye Cumhuriyeti ile Suriye devletinin sınırı sayılmıştır. Irak-Türkiye sınırları Musul Antlaşması çerçevesinde çizilmiş, sınırların belirlenmesinde petrol çıkarları esas alınmıştır. Her iki sınır antlaşması da, kutsal ilan edilen Misak-ı Milli’nin çiğnenmesi pahasına imzalanmıştır. I. Dünya Savaşı’nda üçlü İtilaf devletlerinden biri olan Fransa’nın çıkarları gözetilerek, Ulusal kurtuluş savaşının daha başlangıcında, Ocak 1921’de Ankara Antlaşması imzalanmıştır. Daha sonra Suriye Arap Cumhuriyeti olarak ilan edilecek devletin sınırları içinde bırakılan Kürtlerin, hatta Türkmenlerin varlığı hiç dikkate alınmamış, sadece askeri ve siyasi güç dengesi hesaba katılarak oldu bittiye getirilmişlerdir. Kaldı ki, Arapların konumu da herhangi bir yasallığa bağlanmamış, sadece mandacı devletin (Fransa’nın) çıkarları gözetilmiştir.
Kendi başına bu durumun ne denli ciddi sorunlara yol açacağı daha işin başında kurulan statükodan bellidir. Nitekim 1920’den beri Suriye devleti bir türlü normalleşememiştir. Halen resmen sıkıyönetimle idare edilmektedir. Toplumsal uzlaşıdan geçen bir anayasal sisteme sahip değildir. Kürtlerin önemli bir kısmı vatandaş bile değildir, yani hukuki açıdan yok hükmündedir. Geriye kalanların hiçbir yasal, kültürel, ekonomik, idari ve siyasi hakları yoktur. Kürtlerin durumu önce Fransa’nın mandater ve daha sonra Arap milli çıkarları gereği sömürge konumundan daha geri olup, varlıkları üzerinde (tıpkı Türkçü ulus devlet sisteminde olduğu gibi) inkar, imha ve kültürel soykırım süreci başlatılmıştır. Hegemonik iktidarların denge hesaplarına göre bu statüko kısmi değişikliklerle ama sonuçta yoğunlaşarak günümüze kadar devam etmiştir. Irak-Türkiye sınırlarının çizilmesinde Kürt gerçekliği üzerinde geliştirilen komplonun belirleyici önemi vardır. Kürt bütünlüğüne yönelik bu komplo geliştirilirken yüzyıllar sonrası hesaplanmıştır. Bu komplo Kürtler için soykırım fermanının başlangıcıdır. Kürdistan’ın bu dönemde dört parçaya bölünmesinin edebiyatı çok yapılır, ama ne yazık ki özü bir türlü gerçekçi olarak açıklanıp yorumlanmaz. Halbuki bu gerçeklik olanca çıplaklığıyla çözümlenip yorumlanmazsa, bir bütün olarak Kürdistan’da olup bitenler, Kürt gerçekliği ve toplumsal varlığı doğru dürüst tanımlanamaz.
Irak sınırı bağlamında Kürdistan’ın ve Kürtlerin parçalanması 20. yüzyıl tarihinin en trajik olaylarından biridir. Bununla sadece Kürtlerin değil, Araplar, Acemler ve Türklerin de tarihlerinin temeline atom bombasından daha etkili bir bomba konulmuş gibidir. Bu dönemde TBMM’de mevcut gidişata karşı büyük bir itiraz oluşmuştu. O dönemin Kürt aydınları ve ordudaki subayları ayaktaydı. 1925 isyanının temelinde bu gerçeklik yatar. Resmi tarihte uydurulanın tersine, İngiliz hegemonyasıyla anlaşan Kürtler değil, Beyaz Türk rejimiydi. Beyaz Türk rejiminin komplocu niteliğini ısrarla vurguluyorum. Bu rejimin M. Kemal’i bile bu komployla etkisizleştirdiğini çok iyi bilmek gerekir. M. Kemal’in bu anlaşmayı hayatının en zorlu ve nahoş olayı olarak değerlendirdiği, onaylamaması halinde cumhuriyetin bir bütün olarak tehlikeye gireceğini dile getirdiği bilinmektedir. Önce doğuda Kars Antlaşması’yla (1921), sonra batıda Lozan Antlaşması’yla kazanılanlar 5 Haziran 1926’daki Musul-Kerkük Antlaşması’yla stratejik bir kayba uğratılmıştır. Bu kaybın ne denli stratejik olduğu son Irak işgalinde gayet açıkça ortaya çıkmış bulunmaktadır. Yine sanıldığının aksine, bu sınırın çizilmesiyle sadece Musul-Kerkük petrolleri kaybedilmemiştir, aynı zamanda Kürtler kaybedilmiştir, Kürt-Türk tarihsel kardeşliği kaybedilmiştir, Ortadoğu’nun tüm halklarının kültürel bütünlüğü kaybedilmiştir.
Halen günlük olarak coğrafi kaydırmalarla sözde düzeltilmeye çalışılması, duvarlar örülmesi, elektrikli tel çekilmesi, çelikten örülmüş karakollarla donatılması, özel orduyla savunulması gibi yöntemlerle bu sınırın düzeltilebileceği ve korunabileceği sanılmaktadır. Bu yöntemlere başvurmak tam bir gaflet, tarihten ders çıkarmama, komploya bel bağlama veya alet olma demektir. Temel yanlışlıklar ancak kaldırılıp yerine temel doğrular konularak düzeltilebilir. Kaldı ki, İngilizler bu oyunu tüm Avrupa, Asya, Afrika ve Amerika, hatta Avustralya kıtasında oynayarak hegemonyalarını geliştirip sürdürebildiler. Yüzlerce, binlerce toplumsal kültür cetvelle çizilen sınırlar temelinde parçalanıp birbirine düşürülerek yönetildi. Ulus devletçilik bu oyunun iktidar çatışması düzeyinde geliştirilen en tehlikeli biçimidir. Dünya bugünkü iki yüzü aşkın ulus devletçiliğe bölünmeden, kapitalist hegemonyanın sağlanması ve sürdürülmesi mümkün olamazdı. Gerçek tarih ancak bu yöntemle kimlerin kazanıp kimlerin kaybettiğinin, hangi ideoloji ve kültürün kazanıp hangilerinin yitip gittiğinin anlaşılması ve açıklanmasıyla ortaya çıkabilir.
Güney Kürtleri Irak Araplarını kontrol için yedeklenmiştir
Çağdaş Kürt tarihi ve varlığı da ancak bu bütünsellik içinde ve Irak-Suriye sınırı temelindeki parçalanması bağlamında aydınlığa kavuşturulabilir. Bu öyle bir bölünmedir ki, içinde soykırım dahil, tüm imha seçenekleri potansiyel olarak depolanmış gibidir. Üzerinde çok yönlü hesaplar yapılmaktadır. Birincisi, Güney Kürtleri Irak Araplarını kontrol etmek için yedeklenmiştir. Güney Kürt hareketinin karakteri bu gerçeği yeterince kanıtlamıştır. En son Saddam Hüseyin rejimi esas olarak Kürtlere dayanılarak yıkılmıştır. İkincisi, İran-Irak çelişkisinde en önemli kullanım aracıdır. Tarih bunu da yeterince kanıtlar. Üçüncüsü, Türkiye Cumhuriyeti’ni kontrol altında tutmak için yedeklenmiştir. 1925’ten, hatta ilk çağdaş Kürt isyanı olan Babanzade Abdurrahman Paşa önderliğindeki 1806 Soran isyanından beri tüm önemli tarihsel gelişmeler Osmanlı ve cumhuriyet yönetimlerini meşgul etme ve kontrolde tutmanın en önemli araçları olmuştur. Dördüncüsü, Ortadoğu’yu dünya hegemonik güçleri olan İngiltere (hegemonik güç 1800’lerden 1945’lere kadar İngiltere, 1950’lerden günümüze kadar ABD’dir) ve ABD’nin kontrolünde tutmanın en elverişli araçlarından biri olmuştur. Beşincisi ve en önemli olanı, bizzat Kürdistan’ın tümünü ve Kürt halkının devrimci potansiyelini denetim altında tutma ve saptırmanın (1920’den beri Güney Kürt yönetimi sözüm ona statükoya kavuşturulmaya çalışılmaktadır. Ayrıca ilkel aşiretçi, dinci, modernist bağımlı ideolojilerin merkezi yapılmaktadır) ana üssü konumunda tutulmaktadır. Bu küçücük parçaya ve yönetimine bağlanmak suretiyle tüm Kürdistan ve Kürt halkı stratejik bir kontrol aracına bağlanmış olmaktadır. Altıncısı, küçümsenmeyecek yeraltı zenginlikleri, suyu ve güzel coğrafyası kolayca istismar edilmektedir.
Bu ana başlıklar daha yakından çözümlendiğinde, esas olarak bir Kürt ulus devletçiği hep potansiyel halde yedekte tutulmakta, ha kuruldu ha kurulacak denilerek hem bölge ulus devletleri kontrol ve terbiye edilmekte, hem de kendi öz güçlerine dayanmak yerine, dış hegemonik güçlerden kaynaklı olası bir oluşum umuduna kilitlenen Kürtlerin varlıklarını koruma ve özgürlüklerini geliştirme hareketleri felç edilmektedir. Bu temelde özgüvenden yoksun kılınmakta, hep dış güçlere bağlanmak zorunda bırakılmakta, böylece adeta her an katliamlara tabi tutulabilecek bir statüye mahkum edilerek efendilerinin sadık kulları ve bendeleri haline getirilmektedir. Onların şahsında tüm Kürtlere aynı oyun oynanmaktadır. Bu oyunu bozmaya çalışan gerçek yurtsever, ulusal, demokratik ve devrimci hareketler kolayca tecrit edilerek, Kürtleri tehlikeye atmakla (aslında kendilerinin çok iyi oynadıkları bir oyundur), diplomasiyi (efendilerine bağlılık) bilmemekle, Kürtleri bölmekle (Kürdistan’ı ve Kürtleri can evinden bölen sınırları yine kendileri baş görevleri olarak meşrulaştırmaktadır) ve dünya dengesini (hegemonik güçlerin yarattığı statüyü korumak) hesaba katmamakla suçlanırlar. Sürekli Kürt halkının kendi başına hiçbir şey yapamayacağının (ancak hegemonik güçlerin lütfettikleriyle yetinilmelidir) teori ve pratiğini yaparak demokratik, özgür ve eşitlikçi bir toplumun inşa edilmesini imkansızmış gibi göstermeye çalışırlar. Belki de çağın en devrimci halklarından biri olabilecek Kürtler, bu hegemonik zihniyetle dünyanın en dipte kalmış, soykırımın eşiğinde tutulmuş köle halkına dönüştürülür. Kürtlere ‘avukatsız halk’ denilerek, hep bir sahte avukatın peşinde koşturulmaya çalışılır. Kaldı ki, doğru olan bir halkın kendi kendisinin avukatı olabilmesidir.
Irak sınırları içinde kalan Kürtler üzerindeki diğer önemli bir oyun da Kürt ulusal kimliğinin oluşumundaki çarpık, uyduruk sünni burjuva karakterdir. Tarihin en zengin kültürlerinden birini günümüze kadar taşıyan Kürt halk ve kavim gerçekliği, onun çok zengin kabile, aşiret ve inanç kültürü yok sayılarak, kapitalist modernitenin en tortumsu ilkel milliyetçiliğinden ve sünni islam gericiliğinden beslenen yapay bir Kürt ulusu inşa edilmek istenmektedir. Demokratik ulusal toplum yerine ulus devletçiliği kutsal ütopyası sayan, demokratik olmayan, özgürlüğe ve eşitliğe kapalı, kadın düşmanı bir ulusal kültür adeta tek toplumsal gerçeklikmiş ve onu da kendileri temsil edebilirlermiş gibi yapay bir hakikat algısı yaratılmaya çalışılmaktadır.
Irak sınırları içinde yaşayan Kürtler üzerindeki derin bir hesap da Kürt sorununun çözümünün yegane yolunun kapitalist moderniteden geçtiğine dair oluşturulan inançtır. Hegemonik ilişkilerin uzun vadeli planlamasında Güney Kürtleri hep bir laboratuar malzemesi olarak kullanılmaktadır. Kürt ulusal gerçekliğinin vücut bulması ancak kapitalist ilişkilerle mümkün olabilecek bir olgu ve inşa olarak projelendirilmiştir. Devrimci, demokratik ve sosyalist nitelikli ulusal gerçeklik sanki mümkün olamazmış gibi bir algı sürekli gündemde tutulmaktadır. Bu konuda hegemonik güçlerin ellerindeki en önemli alet, Bağdat merkezli Arap-sünni veya şii milliyetçiliğidir. Üzerlerindeki Arap milliyetçi tehdidini hep canlı tutarak, Kürtleri sığınmalık bir duruma mahkum ederler. Aynı tehdidi Kürtlerden Araplara yönelik olarak da canlı tutarlar. Aynı biçimde Kürt devleti ha kuruldu ha kurulacak diye Türkiye, Suriye ve İran devlet rejimleri tehdit edilir. Öte yandan bu üçlü veya dörtlü öğeler de birer tehdit kaynağı halinde tutularak, Kürtlerin kendilerine tam sadakati sağlanmış olur. Görülüyor ki, laboratuvar politik oyunlar tezgahlamakta hayli üretkendir. Sistemler kurulup yıkılır, ama Güney Kürt laboratuvarında bir türlü kalıcı bir malzeme (politika) oluşturulup yaşamsallık kazandırılmaz. Sürekli efendilerin emrinde yaşatılıp üretken kılınmalarına devam edilir. Ortadoğu’da en eski bir sorun olmasına rağmen, Kürt sorununun hala çözümlenmemesinde bu mantık temel rol oynar.
Nasıl ki İsrail siyonizmi açısından Anadolu’daki Beyaz Türk ulusçuluğu Proto İsrail rolü oynamışsa, Güney Kürdistan’daki Kürt milliyetçiliği de özellikle Barzani kabilesi üzerinden benzer bir rol oynamıştır. Bu bir nevi Beyaz Kürt ulusçuluğudur. Aynı güçler tarafından ideolojik ve pratik olarak inşa edilmiştir. Beyaz Türk ulusçuluğuyla Beyaz Kürt ulusçuluğu arasında sadece teoride değil, pratikte de güçlü bağlar mevcuttur. KDP (Kürdistan Demokrat Partisi) Kürtlerin CHP’si olarak planlanmış olup, 1925’ten beri faaliyette olan komplocu güçlerin devam edegelen faaliyetlerinin bir parçasıdır. Komplocu güçler Kürtleri bir yandan 1925-40 döneminde katliamlardan geçirmeye çalışırken, diğer yandan Kürdistan’ı 1926’da sadece zorla parçalamakla yetinmiyorlar; Irak parçası üzerinde bu sefer kurtarıcı pozisyonda tuttukları bir Beyaz Kürt ulusçuluğunun temellerini atıyorlar.
Aslında tüm provokasyonlar İsrail’e giden yolda birer kilometre taşıdır. Aynı şeyi şia ve Arap BAAS milliyetçiliği için de düşünmek mümkündür. Ortadoğu’daki milliyetçi ulusçu (Buna dini milliyetçilik de dahildir) akımlar görünüşte ne kadar anti siyonist ve anti İsrail geçinirlerse geçinsinler, ontolojik olarak (varlık olarak inşa zihniyeti) İsrail milliyetçiliğinin birer varyantı konumundadırlar. Nasıl ki tek tanrılı dinler ilk musevi dininin (Tevrat’ın) birer türevi, varyantı iseler, sadece bölge çapında değil, kapitalist modernite kapsamındaki tüm dünya milliyetçilikleri ve ulusçulukları da İsrail milliyetçiliğinin birer varyantıdır. Dünya milliyetçiliğinin kumanda merkezinde İsrail milliyetçiliği durur ki, diğer tüm milliyetçi, ulusçu parti ve ulus devletler ne kadar karşıt konumda görünürlerse görünsünler, ontolojik olarak ‘ana kumanda gücü’ne hizmet etmekten kurtulamazlar. Çünkü sistem (milliyetçilik ve ulus devletçilik) bu temelde inşa edilmiştir. Saddam Hüseyin’in sistemi tanımamasından ve yanlış karşı çıkış tarzından kaynaklanan trajik sonu bu konuda çarpıcı, kanıtlayıcı bir örnektir. Hatta Sovyet Rusya’nın yetmiş yıllık reel sosyalizm deneyimi de son tahlilde hegemonik sistemdeki ulus devletin ve kapitalizmin inşa güçlerinin başat konumlarının sonucu olarak çözülmekten kurtulamamıştır. Sistemleri doğru değerlendirmek ne kadar gerekliyse, kendilerine karşı çıkışın sistemik olması da bu nedenle önemlidir. Aksi halde trajedilerin önüne geçilemez. Üzerinden yetmiş yıl da geçse, yanlış sistemlerin sonu hüsran olur. Kapitalist moderniteye karşı demokratik modernite, Irak ve Güney Kürtleri bakımından da bu nedenle büyük önem taşır. Dinci, milliyetçi ulus devletçiklere mahkum değiliz. Gerçek toplum ancak milliyetçiliğin ve ulus devletçiliğin körleştiren paradigmasından kurtulunduğunda kavranabilir, demokratikleştirilebilir.
Kürtlerin Irak ve Suriye ulus devlet oluşumları temelinde parçalanmaları, bu kısa tanımların da gösterdiği gibi, Kürt ulusal toplum gerçekliği açısından yaralayıcı ve kendilik olmaktan çıkmaya yol açıcı bir etkide bulunmuş; ulusal toplumun gelişmesi ve bütünleşmesine büyük darbe olmuştur. Bu da bir nevi gövdenin bir kol ve bacaktan yoksun bırakılmasıdır. Demek ki Kürtlerin ulusal toplum haline gelememesi, sakat ve sürekli yaralı halde bırakılması, Irak ve Suriye sınır çizimleri üzerinde önemle durmayı ve bunun sorumlusu olan kapitalist moderniteye karşı demokratik moderniteyi geliştirmeyi gerekli kılar. Kürt ulusal bütünlüğü deyince bundan ulus devleti anlamamak, tersine demokratik ulusal toplumu çıkarsamak gerekir. Bunun için yeni ulus devletçiklerin sınırlarına gerek yoktur. İç içe yaşayan tüm toplumsal kültürlerin ve özellikle komşu halkların demokratik özerk yapılanmalarına dayanan çözümlere hayati ihtiyaç vardır. İyice açığa çıkmıştır ki, kapitalist modernitenin inşa ettiği Ortadoğu ulus devletçikleri barış içinde bir arada yaşayamaz ve toplumlarını mutlu kılamazlar. Buna karşılık binlerce yıllık kültürel mirasların özgürlüğünü, özerkliğini ve eşitliğini hedef alan demokratik modernite sistemi, toplumsal barış ve mutlu yaşamın daha doğru, iyi ve güzel yoludur.
c- Doğu Kürdistan’da Kürt ulusal kimliği
İran ülke olarak Kürt kimliğinin oluşumunda önemli bir paya sahiptir. Dil ve kültür yakınlığı bu oluşumda önemli yer tutar. İran adı Aryen kavramından kaynaklanır ki, kökeni neolitik topluma kadar gider; ‘Aryen topluluklarının ülkesi’ anlamına gelir. Aryen toplulukları ise, neolitik devrimi gerçekleştiren çiftçi ve çoban klan ve kabile topluluklarıdır. Bunlardan Proto Kürtler kültürel olarak kendilerini tarih sahnesine çıkartan ilk öncü gruplardandır. Ari kavramı esasta bu grupları tanımlamak için kullanılır. Bir anlamıyla ard = toprak, diğer anlamıyla ar = ateş demektir ki, her iki anlamda da aynı gerçekliği ifade eder. Ard’ın ve ar’ın kutsallığı İran kavramının temelinde yatar. Zagros eteklerinde kışın ateş, yazın ziraat yaşamın temel unsurlarıdır. Hem Sümer hem de İran uygarlıkları Zagros eteklerindeki ateşli, tarımlı ve hayvanlı toplumsal kültürün ürünleridir. Tarih boyunca Sümer ve Gutilerden Med-Perslere, Sasanilerden bugünkü İran’a kadar gelen oluşumlarda bu gerçekliği gözlemlemek mümkündür. İlk kavimsel kimliğe de Zerdüşt rahiplerinin önderliğinde Med Konfederasyonu döneminde önemli bir hamle yaptırılmış, bu kimlikte bir aşama gerçekleştirilmiştir. Kürt kimliği açısından Medler, Kürt kavminin tarihsel olarak bilinen ilk ataları unvanına sahiptir. Pers kimliği de varlığını esas olarak Medlere borçludur. Heredot Tarihi’nde Medler, dönemin en gelişkin kavmi olarak tanımlanır ki, o dönemin Persleri ve Grekleri Medlerden kültür öğrenen şakirtler konumundadır. Merkezi uygarlık sisteminin aşama kaydetmesinde en az Sümerler kadar rol oynamışlardır. Pers, Ege, Helen ve Roma uygarlıklarını mümkün kılan ve temelini atan Med kültürüdür.
Aynı tarihsel miras ortaçağın islam kültürünün oluşumunda da önemli rol oynar. Kuran’ın büyük kısmı Zerdüşt öğretisinden derlenmiştir. Hem inanış hem de ahlaki kategorilerin önemli bir bölümü kaynağını bu gelenekten alır. Êzîdîlik bu geleneğin halen yaşayan küçük bir bölümüdür. Kürt alevi, Soran ve Lor geleneklerinde de bu mirasın payı geçerlidir.
Şia İran’ı kategorik olarak Türkmen, Fars ve Kürt kavimsel varlıkların iktidarcı sünni islama karşı ittifakı temelinde inşa edilmiştir. İlk şii hanedan olan Safevilerin mezhepsel temelini Şeyh Safiyuddin adlı ocak sahibi bir Kürt atmıştır. Süreç içinde sünni Osmanlı Türk hanedanına karşı olan şii Türkmen ağırlıklı hanedanlar da iktidar hastalığına kapılmaktan kurtulamamışlardır. Demokratik gelenekleri ağır basan bir siyasal konfederasyondan merkezi bürokratik yanı ağır basan bir devlet sistemine dönüşmüşlerdir. Şialık da resmi iktidar ideolojisinin bir parçası olmuştur. Önemli bir kısmında anti iktidarcı gelenekler her ne kadar bugüne dek yaşasa da, şia islamı da sünni islam gibi iktidarcı ve devletçidir. İlginç biçimde Doğu (İran) Kürtlerinin büyük kısmı katı olmayan bir sünni islam geleneğiyle şia iktidarlarına karşı demokratik muhalefeti, dolayısıyla gerçekliği temsil etmektedir. Çağdaş Doğu Kürtlüğü 19. yüzyılın başlarından itibaren kendini şia iktidarlarına karşı şekillendirmeye çalışmıştır. 1920 Simko isyanı, 1946 Mahabad Cumhuriyeti deneyimi bu gerçeği ifade eder. Bu direniş geleneği ve gerçekliği, en son Humeyni önderlikli İran İslam Cumhuriyeti’ne (İran despotik iktidarı) karşı duruşuyla kendini bir kez daha kanıtlamıştır. İster sünnilik ister şialık olsun, iktidarcı islami kültürler Kürtler üzerinde kendilerine yakışmayan, zorla giydirilmiş kirli elbiseler gibi durmaktadır. Kürtler özgürlük fırsatını bulur bulmaz bu kirli elbiseleri atmakta ve kendi hakiki kültürel elbiseleriyle donanmaktadır.
Doğu Kürtlerinin Kürdistan’ın ve Kürtlerin bütünlüğünden kopartılmalarında 1639 Kasr-ı Şirin Anlaşması’nın önemli payı vardır. Bu anlaşma Zagros Kürtlerinin Kürt bütünlüğünden koparılması anlamına geliyor. Doğu Kürtleri Kürt kimliğinin kök hücresi konumundaydılar. Zerdüşti geleneğin özde temsilcileriydiler. Şia iktidarlarına karşı islami konumları daha demokratiktir. Batı Kürdistan’daki alevi Kürtlerin sünni iktidar geleneğine karşı yürüttüğü demokratik özgürlük mücadelesinin benzerini şia iktidarına karşı Doğu Kürdistan’da sünni Kürtler yürütmektedir. Bu durum iktidarın ideolojik-kültürel kaynaklarıyla bağlantılıdır. Doğu Kürt gerçekliğindeki hakim kültür dinsel ve mezhepsel olmaktan çok etnik ve kavmi niteliktedir. Şia kültürü içinde Farslar ve Azerilerin kavmi nitelikleri daha çok zayıflarken, Kürtlerin çoğunluğu resmi şia kültürüne karşıtlıktan ötürü kavmi niteliklerini korumuştur. Buna karşılık daha azınlıktaki şia Kürtlerinin ve Lorların (Kürtlerin en eski kültürel kollarından biri) kavmi nitelikleri zayıflatılmıştır. Şia kültürü içinde erken asimile olmaları söz konusudur. Doğu Kürdistan’da çağdaş Kürt kimliğinin oluşumunda 1806’da Soran Babanzadeler önderliğinde başlayıp günümüze kadar devam eden direnişlerin önemli etkisi vardır. 19. yüzyılın başlarında gelişen isyanların etkisi geneldir. Kürt beylik ve aşiret otoritelerinin tasfiyesini amaçlayan merkezi iktidarı güçlendirme hareketleri geleneksel işbirlikçi iktidarları tasfiye etmekle beraber, toplumsal kültür üzerinde pek etkili olamamışlardır. Bir nevi iktidar Kürtlüğü tasfiye olmuş, toplumsal Kürtlük ise yeni bir evreye girmiştir. İsyanlar daha çok kaybedilen iktidarı tekrar elde etme amaçlıdır. Tüm Kürtlerin ulusal varlığını koruma ve geliştirme amacından yoksundurlar. Aristokratik otonomilerin bu özelliğini çok iyi kavramak ve ulusal varlığı koruma ve özgürlüğü geliştirme hareketlerinden farkını iyi ayırt etmek gerekir.
Demokratik olmayan otonomi savaşları ve çatışmaları, öncülerinin sınıfsal yapısı gereği çoğunlukla yenilgiyle sonuçlanmış, bu da bir bütün olarak Kürt ulusal varlığı ve özgürlüğü üzerinde derin tahribatlar yaratmıştır. Her yenilgi bir kırıma yol açmış, her kırım ise kültürel soykırımı bir adım daha ilerletmiştir. Doğu Kürdistan’da 1878’deki Şeyh Ubeydullah Nehri, 1920’lerdeki Simko ve 1945’lerdeki Kadı Muhammed önderliğindeki hareketler benzer sonuçlara yol açmışlardır. Yenilgi ve daha çok ezilme ulusal varlığı ve özgürlüğü daha da zayıflatmış, umutsuz duruma düşülmesine yol açmıştır. Kadı Muhammed’in önderlik ettiği Mahabad Cumhuriyeti deneyimi, modern halkçı niteliğine rağmen, öteki isyanlarla aynı akıbeti paylaşmaktan kurtulamamıştır. Beyaz Türk faşizmiyle Rıza Pehlevi faşizmi arasında 1937’de Sadabad Paktı adıyla varılan anlaşma, özünde Kasr-ı Şirin Antlaşması’nın çağdaş biçimi olup, Kürt bölünmesini derinleştirme ve özgürlük hareketini ortaklaşa tasfiye etme amaçlıdır. Günümüzde de Türkiye’deki Yeşil faşist iktidarla İran islami faşist iktidarı arasında Kürdistan’ın ulusal varlığını koruma ve özgürlüğünü sağlama mücadelesine karşı gizli yapılan ve yürütülen çok sayıda anlaşma söz konusudur.
Avrupa’da, eski Sovyet Federasyonu ve Ortadoğu’nun birçok ülkesinde diaspora Kürt gerçekliği diyebileceğimiz varlıkların ulusal duyarlılıkları gelişmekte, ulusal kimliğin önemli bir parçası haline gelmektedir. Bu kesimler özellikle kültürün bilinç öğesine daha açıktırlar. Ulusal kimlikte bütünlüğün sağlanmasında katalizör rolünü oynamak durumundadırlar.
Ulusal gerçeklik olarak Kürtlüğün kapitalist modernite çağında ölümcül darbeler yediği açıkça ortaya serilmiş bulunmaktadır. Buradan çıkarılması gereken en önemli sonuç, kapitalist modernitenin temel araçlarıyla (Özgürlük Sosyolojisi’nde kapsamlıca çözümlenen tekelci sermaye, ulus devlet ve endüstriyalizm üçlüsü) Kürt ulusal varlığının sağlanamayacağı ve korunamayacağıdır. Gerek hegemonik sistemin baş aktörleri (İngiltere, ABD, Almanya vb) gerekse işbirlikçi unsurları (bölgesel beyaz faşist rejimler, komprador kapitalizmi ve çevreyi yok eden döküntü sanayiler) hesaplarını Kürdistan’ın parçalanması, parça parça kalması, her parçası üzerinde Kürt ulusal varlığını ya tümüyle asimilasyon ve soykırımdan geçirmeye veya tamamlayıcı nitelikte uygulamalar olan yapay Kürtçü oluşumlarla egemenlik altında tutmaya dayandırmaktadır. Bu hesaplar eğer dümdüz bir hatta keyiflerince işlerse, ortada ne Kürdistan ne de Kürt ulusal varlığı kalır. Hegemonik sistemin Kürtlük adına her parçada ortaya çıkardığı yapay, sahte ve saptırılmış bir Kürtlüğü maske olarak takan işbirlikçi unsurların rolü, esas olarak asimilasyon yoluyla uzun sürece yayılmış Kürt kültürel soykırımını meşrulaştırmaktır. Kürt ulusal varlığı üzerinde entelektüel, politik, ahlaki ve estetik çalışma yürütenlerin bir an bile akıllarından çıkarmamaları ve duygu dünyalarında canlı tutmaları gereken temel hususlardan birisi bu maskeli, örtüleyici sahte Kürtlük oluşumlarının birer tuzak olduğunu unutmamaktır. Niyetleri ne olursa olsun, bunların rolü soykırımı meşru kılmaktır. Bunlar görünüşte Kürt ulusal varlığının bir unsuru olduklarını iddia eder ve realizasyonuna girişirler; özünde ise, Kürt ulusal varlığının potansiyel unsurlarını kemiren, ağacın kökünü yiyen ağaç kurtçuklarıdır. Ne acıdır ki, çoğu da bu ağacın kurdu olma rollerini bilinçsizce, günlük çıkarlar uğruna ve en vahimi de iyi niyetlice yerine getirmektedir.
O halde çağdaş Kürt ulusal gerçekliği iki zıt yönlü eğilim içinde kendini var kılmaya ve özgürleştirmeye çalışmaktadır. Birincisi, sömürge ötesi bir statü altında kapitalist modernite kaynaklı istila, işgal, imha, tenkil, tedip, asimilasyon ve soykırımlara dek varan yöntemlerden oluşan tasfiye etme, ulus olmaktan çıkarma, özgür ulusal toplum haline gelmekten alıkoyma ve sonuçta yok etme eğilimidir. Bu eğilimde dikkat edilmesi gereken temel husus, Yahudi, Kızılderili veya Ermeni soykırımları gibi fiziksel yanı ağır basan soykırımlardan ziyade, görünüşte Kürtlük yaşıyormuş ve kendisine dokunulmuyormuş izlenimi veren sahte Kürtçü ve bol hainli gruplarla meşrulaştırılarak yürütülen kültürel soykırım yöntemleridir. İkinci eğilim, birinci eğilime karşı kendiliğinden veya onunla birlikte bilinçli, örgütlü ve eylemli olarak yürütülen Kürt ulusu olarak var olma, varlığını sürdürme ve bu varlıkla birlikte onun bütün parçalarının bütünleştirilmesi ve özgürleştirilmesi, böylelikle özgür Kürt ulusal toplumunun inşa edilmesi eğilimidir. Çağdaş Kürt kimliğinde bu iki eğilim zıtlık halinde bulunmaktadır. Öldüren, yaşamı her geçen gün ortadan kaldıran ve anlamsızlaştıran eğilimin mi, yoksa yaşamı var kılan, bütünleştiren anlamlı ve özgür yaşam eğiliminin mi üstünlük sağlayacağını aralarındaki mücadele belirleyecektir. Ulusal varlığını koruma ve özgür kılma mücadelesi diyebileceğimiz, son iki yüz yıldır devam eden bu çağdaş süreci, Kürt kültürel varlığının ideolojik, askeri, siyasi, sosyal, ekonomik ve diplomatik alanlarda verdiği, vermekte olduğu ve vereceği, ölümüne bir direnişi esas alan özgürlük ve demokrasi güçlerinin kapsamlı strateji ve taktiklerle yürüteceği mücadele belirleyecektir.