Ortadoğu tarih boyunca her aşamada insanlığın gelişiminde önemli bir yeri teşkil eden bir bölgedir. Neolitik devrimin ilk geliştiği, insanlık uygarlığının ilk şekillendiği yerdir aynı zamanda. Hem insan bilincinin, biliminin ve tarihsel oluşumu açısından ilk gelişmenin yaşandığı temel bir alandır; hem de jeostratejik olarak da dünya açısından önemli bir yerde bulunmaktadır. Bu bölgenin tarihteki önemi aslında günümüzde de devam etmektedir. Özellikle yer altı yer üstü zenginlik kaynakları bakımından dünyadaki tüm dev güçlerin sürekli egemen olmak istediği bir bölgedir.
Bu bölgeye egemen olan güç dünyaya egemen olabilmektedir. O açıdan da bölgedeki gelişmeler sadece bölgeyi değil tüm dünyayı, dünya sistemini (günümüzde kapitalist modernite sistemini) etkileyebilmektedir. Bu bölgenin jeostratejik politik konumuna bakıldığında, bugün bölgede yaşanan gelişmelerin bütün dünya açısından önemi de görülecektir. Bu stratejik konumundan dolayı, Ortadoğu, sürekli bölge halklarının inisiyatifi dışında yönlendirilmiş, şekillendirilmiş ve farklı süreçler yaşanmıştır. Özellikle I. Dünya Savaşı’nın ardından bölgede gerçekleşen paylaşım, Lozan Antlaşması’yla pekiştirilen ve oturtulan sistem, kapitalist modernitenin sistemidir. Bu sistem, halkların iradesine rağmen oturtulmuş bir sistemdir. Bölgede Araplar 22 parçaya bölünürken, Kürtler de 4 parçaya bölünüp, yok sayılmış ve bölge üzerinde “böl parçala yönet politikası” temelinde çeşitli çelişkiler sürekli gündemde tutularak, bölge bir sorunlar yumağı haline getirtilip, böylece kontrol sağlanmak istenmiştir.
Her şey kökleri üzerinde yeşerir
Bugün artık bölge halkları ‘başta Arap halkı olmak üzere’ daha yoğun bir biçimde bu sisteme karşı başkaldırı sürecini başlatmış bulunuyor. Aslında bu sistemin oturtulduğu günden bu yana Kürt halkının başkaldırısı vardır. Kürt halkı tam 90 yıldır bu sisteme karşı başkaldırı halindedir. Çünkü bu sistem Kürt halkının iradesine rağmen oturtulmuş ve Kürt halkının yok sayıldığı bir sistemdir. Bugün Arap halkları da bu başkaldırıya bir biçimde katılmış bulunmaktadırlar. Yani mevcut sistemi artık kabul etmeme, kendi iradesiyle bir sistemi oluşturma sürecini başlatmış bulunuyorlar.
Bu çok anlamlı, çok değerli bir şeydir. Artık dış güçlerin emperyal amaçlarla bölgede at koşturduğu veya kendi çıkarları doğrultusunda şekillenmeyi geliştirdiği sürece karşı bir çıkış vardır. Peki, bu başkaldırıyla halklar ne istemektedir? Uzun yıllardan beri egemen devletler tarafından verilmemiş olan özgürlük, demokrasi, adil paylaşım ve temel insanlık haklarını elde etmek istemektedir. Çünkü bunlar bölge halklarına yaşatılmadı; yansıtılmadı. Yılbaşında ‘özellikle de şubatla birlikte- Tunus’ta başlayan, Mısır’da giderek yaygınlaşan ve bugün tüm bölgeyi adım adım saran süreç, aslında bölgede yeni bir dönemin başladığını gösteriyor. Bu, beraberinde bölgeyi köktenci bir biçimde değişikliğe uğratacaktır. Kürt halkının modernite sistemine karşı başlattığı direnişin giderek bu biçimde bölge çapında bir direnişe, bir isyana dönüşmesi, beraberinde bölgede yeni bir sistemi düzeni, bir özgürlükler çağını geliştirebilecektir. Böyle bir yöne doğru bir gidişat söz konusudur. O açıdan da çok önemlidir. Eğer gerçekten bu biçimde bir gelişim derinleşir şekillenirse; aslında Ortadoğu bölgesinin yeniden kendine gelmesi, insanlık alemindeki stratejik önemine denk düşen bir rolü oynaması imkan dahiline girecektir.
Bu konuda Önderliğimizin savunmalarında yaptığı ‘aslında Önderliğimiz öteden beri konuya ilişkin kapsamlı değerlendirme ve çözümlemeler yaptı’ çözümleme, analiz ve çizdiği çerçevenin doğruluğu böylece ispatlanmıştır. Bölgedeki gelişmeler Önder Apo’nun bölge için öngördüğü, “her şey kökleri üzerinde yeşerir,” “bölge halklarının yeniden iradeleşmesi, dünya çapında, kapitalist modernitenin pençesi altında kan ağlayan insanlığı farklı bir özgürlükler çağına taşımada bir rol oynayabilir” çerçevesindeki perspektifi doğrulanıyor. Gidişat oraya doğru seyrediyor.
Tabii kapitalist moderniteye karşı en fazla halkların demokrasisini, demokratik iradesini geliştirebilecek imkanlara sahip olan bölgelerin başında Ortadoğu gelmektedir. Çünkü Ortadoğu’nun tarihsel kökleri vardır; tarihten gelen kültürel zenginliği çağın gelişen bilimiyle bütünleşirse gerçekten bölgede büyük bir devrimsel gelişmenin yaşanması imkan dahiline girecektir. Bugünkü gelişmeler onun ayak sesleridir. O açıdan bu gelişmeleri stratejik ele almak, önemsemek, bu biçimde süreci yönlendirmek çok çok önemlidir. Özellikle bu konuda Kürdistan devriminin oynayacağı rol, Ortadoğu halklarının Demokratik Konfederal sistemle ulaşacağı demokratikleşme düzeyini ve kapitalist modernite karşısında alternatif bir çıkışın çerçevesini gündeme koyacak; bu çerçevede insanlığın yeni bir evreye doğru ilerleyişi söz konusu olacaktır. O açıdan bölgedeki gelişmeler bu boyutuyla çok değerlidir.
Dikkat edilirse az önce sözünü ettiğimiz bölge konumu çerçevesinde bölgede gelişen bu isyan dünya çapında etkisini göstermekte ve küresel isyana dönüşmektedir. Wall Street’te ‘modernitenin göbeğinde’ emekçi halkların sınıfların başlattığı direnişin, dünyanın birçok yerine yayılarak yüzlerce merkeze sıçraması, yani Tahrir Meydanlarının çoğalmasıyla varılacak olan boyutun, dünya çapında yeni bir akımın gelişmesine yol açabileceği şimdiden görülmektedir. Bu isyan dalgası, modernitenin o merhametsiz, her şeyi kendi çıkarına, kar hesabına göre biçimlendiren; toplumları da öyle yönlendirerek, şekillendirmesine karşı bir isyan dalgasıdır. Bir insanlık isyanıdır. Bir çıkıştır. Bölgenin dünyaya olan etkisi bu biçimde de açıkça gözler önündedir. Ancak bu, isyan dalgasının bir boyutudur (halk hareketleri boyutudur). Bu açıdan anlamlı ve değerlidir.
Fakat Ortadoğu’da gelişen bu isyan sürecinin farklı bir boyutu daha vardır: Kapitalist modernite bu süreci fırsat bilip müdahale ederek ve kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirerek, bu süreci bir devrim sürecine değil de bir restorasyon sürecine dönüştürme ve kendi sistemini yenilemenin malzemesi olarak kullanma çabası içerisindedir. Nitekim bu da çok yoğun bir tazyik etkisi yapmakta ve süreci boğuntuya getirmeye dönük çok ciddi bir handikap oluşturmaktadır. Yani kapitalist modernite, halkların kendi iradesiyle gelişen bir devrimsel çıkıştan ziyade, halkların çıkışını böyle yönlendirerek çeşitli biçimlerde müdahale ederek, kendi sistemini yenileme zeminine dönüştürmek istemektedir. Libya’ya nasıl yönelindiğini gördük. Aynı hesaplar çerçevesinde şimdi Suriye’ye dönük de benzer projeler her gün güncel bir konu olarak tartışılmaktadır.
Kısaca yaşanan bu gelişmelerin bölge açısından iki boyutu vardır: Bir boyutu halkların demokrasi ve özgürlük istemiyken, diğer boyutu ise kapitalist modernitenin aslında bu temiz istemleri ve çıkışı kirletme, kendi çıkarları sonucunda yeniden bölgede kendi sistemini kurmaya dönük müdahalesidir. Biz elbette birinci boyutu -halkların boyutunu- esas alacağız; öbürüne karşı ise tutum sahibi olmak durumundayız. Bırakalım halklar kendi devrimini kendileri gerçekleştirsin. Her şey kendi kanalında aksın. Madem halkların iradesine saygılı olunduğu iddia edilmektedir; o zaman gereken saygı da gösterilmelidir.
Hareket olarak barışçıl çözüm için elimizden geleni yaptık
Bu sürecin Kürdistan’a yansıması da beraberinde köklü sonuçlar yaratacaktır. Aslında Kürdistan üzerindeki sömürgecilik, bu sürecin Kürt sorununu gündeme taşıyabileceğini erkenden görmüş ve bazı tedbirler almaya çalışmaktadır. Bölgede köle bir sisteme tabii tutulmuş olan ‘ikinci sınıf değil yok sayılarak, üçüncü, dördüncü sınıf konumuna itilmiş bir durumda bulunan’ Kürt halkının da atılım yapabileceğini, bölgenin yeniden dizayn edilmesinde sorununun gündeme geleceğini ve yeni dizaynda Kürtlerin de yer alabileceğini erkenden görmüştür. Kürdistan üzerindeki sömürgecilik buna karşı kontrolü sağlamak için, daha sürecin başında Türkiye-İran-Suriye ve Irak devletleri kendi aralarında ittifak yapmıştır. Bilindiği gibi bu ittifakın temeli esas olarak 2003’te Türkiye, İran ve Suriye tarafından atılmıştı. Zaten AKP rejimi bir yandan bölgesel güçlerle ittifak yapıp hareketimize karşı mücadele yürütürken, diğer yandan da bölgenin süregelen bu önemi ve gelişmeleri çerçevesinde kendini pazarlayarak NATO’dan, ABD’den de destek alıp, ‘onlarla da ittifak yapıp’ hareketimize karşı saldırılar başlatmıştır. Böylece bir yerde hareketimize karşı geliştirilen uluslararası komplonun farklılaşarak, bölgesel ayağı oluşurken, bir de uluslararası ayağı farklılaşarak, devam etmiştir. Özellikle 5 Kasım 2007 tarihinden itibaren, ABD ve Türkiye’nin yapmış olduğu anlaşma çerçevesinde hareketimize karşı yüksek teknolojiye dayalı olarak, bütün uydu, hava, kara imkanları kullanılarak istihbarat toplama faaliyetleri yapılarak, Türkiye’ye destek sunulmuştur. Bu destekler hareketimizin tasfiye edilmesi için olduğu kadar, Türkiye’yi bu yeni süreçte kendi çıkarları doğrultusunda değerlendirebilmek için de sunulmuştur.
AKP’nin bu konudaki politikası çok kurnazca, her iki taraftan yararlanmayı esas alan bir politika olmuştur. Böylece iki ayaktan oluşan bir konsept üzerinden hareket etmiştir. Bu ayaklardan birisi, bölge güçlerinden yararlanma iken, diğeri ise uluslararası güçlerden yararlanarak, hareketimizi tasfiye etmedir. İşte bu çerçevede bölge güçleriyle bu yılın başında daha da pekiştirilen ve artık somut bir operasyona dönüşebilecek bir planlama safhasına varan ittifakı geliştirdikleri şimdi bütün boyutlarıyla açığa çıkmış bulunmaktadır. Bu temelde AKP’nin öncülüğünde hareketimize karşı yılbaşından bu yana iki ayaklı bir konsept şeklinde bir plan uygulanmaktadır. Özellikle de hareketimizin 1 Haziran 2004’te yaptığı hamleyle birlikte Kürdistan’da gelişen süreçle beraber AKP’nin çeşitli, farklı tasfiye planları da gündeme girmiştir. AKP hükümetleri, bu süreçte her yolu deneyen bir tarzı uygulamıştır.
Aynı süreçte barışçıl faaliyetleriyle bilinen tanınan kimi uluslararası kurumların araya girmesiyle birlikte 2006’dan bu yana Önderlik ve hareketimizin yönetimi ile başta dolaylı, daha sonra ise direk gerçekleştirilen bir görüşme süreci de vardır. Bu konuda aracı olan kesimler tarafından her iki tarafa da, uluslararası düzeyde bu tür sorunların kamuoyuyla açık tartışılamayacağı, görüşmelerin çok gizli tutulması gerektiği ve çok dar bir ekip tarafından götürülmesi gerektiği söylenmiştir. “Dünyada benzer olaylar hep böyle çözümlendi” denilmiştir. Genellikle bu gibi sorunların gizli bir biçimde tartışıldığı yer de Norveç ve başkenti Oslo’dur. Bizim de bildiğimiz uluslararası düzeyde yaşanan birçok siyasal toplumsal sorun bu kurumların aracılığıyla bu biçimde bir rota izleyerek, çözülmüştür. Benzer bir sürecin Kürdistan için de gündemde olduğu, dolayısıyla çok gizli tutulması gerektiği konusunda önce mutabakat sağlandı. Biz PKK tarafı olarak buna uyduk, ama sonradan bir biçimde (bizim dışımızda, belki Türk devletinin iç çelişkileri veya başka bir nedenle) internete sızdırıldı. Bu, tamamen bizim dışımızda gerçekleşen bir şeydir. Biz gerçekten de bu sürecin başarıya doğru gitmesini istiyorduk. Her ne kadar tıkandıysa da biz diyalog sürecini geliştirmek istiyorduk. Bir de biz uluslararası düzeyde söz verdiğimiz şeye bağlı kaldık, ama bu dışımızda bir biçimde yansıtıldı ve tüm kamuoyu tarafından öğrenildi. Tabii yansıtıldığı için biz de bazı izahatlar yapmak durumunda kaldık. Bu konuyla ilgili olarak daha önce hareketimizin yönetimi tarafından kamuoyuna açıklamalar yapıldı. Aslında biz süreci kendi kamuoyumuza ve yapımıza ‘teknik boyutlarını ve detaylarını izah etmeden’ bir biçimde yansıtıyorduk. Aslında biz kamuoyumuza sürecin demokratik sürece doğru evirileceği, bu konuda bazı gelişmelerin olabileceği, ardından da İmralı’daki görüşmelerin kamuoyuna açıklanmasıyla birlikte o eksende sürecin boyutlanabileceği yönünde izahatlar yaptık ve yapımız bu şekilde sürecin doğrultusu hakkında belli bilgiler edinmişti.
Bu görüşmeler boyunca çeşitli ortak mutabakatlar da sağlanmıştır. Maddeler halinde belirtilen hususlar vardı, ama Türk devleti bunların hiçbirisine uymamıştır. Bu mutabakatlarda “TC şunları şunları yapacak, PKK de şunları şunları yapacaktır” biçiminde yazılmaktaydı. Biz bunların gereğini yaptık, ama Türk devleti yapmadı. Örneğin Kürt siyasetine dönük saldırının durdurulması gerekiyordu ‘ki devletin söz konusu heyeti sürekli ‘durdurulacaktır’ dedi’ ama hiçbir biçimde durdurulmadığını herkes biliyor. Askeri operasyonlar da durmadı. Bu süreci tıkatmak için bize saldırı bile yapıldı. Bir görüşme ardından hareketimizin yönetimini kesin imha amaçlı bir saldırı bile gerçekleşti. Ama yine de biz ısrarla diyalog sürecinin başarısı için çabalar sergiledik. Yani bir taraftan bizimle tartışıyorlar, konuşuyorlar; öbür taraftan ise insanlarımızı yakalıyorlar veya operasyon yapıp, arkadaşlarımızı şehit ediyorlardı. Şimdi ise bütün bunları kamuoyuna tersine çevirerek anlatıyorlar. Durum esasında böyleydi. Biz ateşkese ve gereklerine uyuyorduk, ama karşı tarafta uymama ve samimi davranmama durumu vardı. Biz sürece samimi yaklaşırken AKP devletinin hiçbir zaman samimiyeti görülmedi ve güven verici hiçbir adım atmadı. Yaptığı göstermelik bazı şeyler olmuşsa da bunları sorunu çözmek için değil, kendi parti kitlesini güçlendirmek için yapmıştır.
Diyalog süreci böyle çeşitli sıkıntılarla karşılaşmış olsa da nihayetinde 2011 yılına kadar bu süreç belli bir olgunluk düzeyini kazandı, tartışılacak olan ne varsa hem İmralı’da hem Oslo’da tartışıldı. Bunun üzerine Önderlik, protokolleri hazırladı. Bu protokoller bütün bu görüşme sürecinin bir zirvesi ve bir sonucuydu. Protokolleri kamuoyu az çok biliyor. O dönem devlet aracılığıyla protokoller yönetimimize de ulaştırıldı. Biz de hareketin yönetimi olarak toplantı yaptık, tartıştık, bazı kelime ve cümle değişikliklerini öneri halinde sunduk. Bizim önerdiklerimiz Önderlik tarafından uygun görüldü ve son şekli verilerek, devlete sunuldu. Devlet heyeti de “bu artık hükümetin gündemine gelecek, hükümet bu konuda karar verecek” dedi. 10 Mayıs 2011 günü sunulan bu protokollere ilişkin devlet tarafından 1 ay içerisinde karar verilmesi lazımdı, ama seçim öncesine denk gelen o süreçte protokollerin hükümete ulaşmasının ardından Başbakan’ın ağzının değiştiğini gördük. Ondan sonra Başbakan, “ben o zaman (2000) iktidarda olsaydım, Öcalan’ı idam ederdim” dedi. Bazıları bu sözleri bir seçim yatırımı olarak yorumladı, ama biz biliyorduk ki öyle değildi. Bu, protokollere verilen bir cevaptı.
Kürt karşıtı ittifak dağıtıldı
Seçim sonrası Kürt siyasetinin de bir nevi bu protokollere katılım anlamına gelebilecek şekilde DTK’nin 14 Temmuz’da Demokratik Özerkliği ilan etmesi, Türk devleti açısından artık bardağı taşıran son damla oldu. Bu durum karşısında AKP’nin gerçek yüzü ve esas niyeti bütün boyutlarıyla açığa çıktı. Bir yerde Önderlik, hareket ve siyaset, halk bütünlüğü sağlanmıştır. O adımın böyle bir özelliği de vardı. Bunu gören AKP öncülüğündeki Türk devleti, artık kararını kesinleştirmiş ve zaten önceden anlaşma yaptığı İran’ı devreye koyarak, bizi imha etmenin hazırlıklarını yapmıştır. Zaten saldırılarını hiçbir zaman durdurmamıştı. Bu biçimde kararını kesinleştirerek, diyalog sürecinin bozulmasını ve yeni saldırı sürecini onlar başlatmıştır. Yine 14 Temmuz günü tesadüfen Silvan’daki eylem de gerçekleşince özelde özerkliğin ilanına olan tepkiye Silvan eylemi gerekçe yapılarak, bir nevi onun üzerinden karar değiştirdiklerini kamuoyuna yansıtmış olsalar da gerçekte ise eylem değil, sürecin gelişmeleri temelinde karar almış oldukları kesindir. Belli ki bu görüşmeler sürecini, yine o sözünü ettikleri ‘demokratik açılım’ sürecini aslında bizi zayıflatmak, tasfiye sürecine tabi tutmak ve bizi kendi çizgilerine çekmek için başlatmışlardır. Bunu kendi çözüm çerçevelerini bize dayatmak ve kabul ettirmek için yapmışlardır. Bu nedenle bir taraftan hep altımızı oymayı, diğer taraftan da görüşmeleri sürdürmeyi esas almışlardır. Buradaki niyetlerinin karşılıklı saygı temelinde Kürt sorununu çözme değil, bizi tasfiyeye uğratarak ya da tasfiye sürecine zoraki bir biçimde razı ederek, bazı değişikliklerle sömürgeci sistemi egemen kıldırmak istedikleri açıktır.
Hatırlayalım, bahar boyunca yandaş medyanın temel aldığı tez Tamil örneğiydi: Sri Lanka’da Tamil hareketi var. Tamil hareketi tepeden tabana kadar ikiye bölündü; bir bölümü devletten yana geçti. Devletin önüne girerek, geri kalan gerilla hareketini ‘ki gerilla demeye de bin şahit gerek çünkü artık yerleşik hale gelmişler, ev bark kurmuşlar, yozlaşmayı yaşayan farklı bir gerilla tarzı vardı’ tasfiye ettiler, katliam yaptılar. Orada ihanet ve katliam var. Bu nedenle AKP de bizim aramızda benzer bir ihaneti geliştirmek için elbette çok çaba gösterdi. 2003’te ihanet eden o grubu evirip çevirdiler, “bunlardan bir şey çıkar mı, çıkmaz mı” diye üzerinde çok durdular. Ama marjinalleşmiş, ihanet etmiş, bireysel yaşam peşinde olan, kin ve nefretten başka bir şey düşünmeyen kişiliklerden sonuç alamayacakları açıktır. Her şeyden önce Kürdistan halkının Önderlik çizgisi ve hareketimiz etrafında kenetlenmiş sağlam duruşu vardır. Ki bu birçok sömürgeci çabayı sonuçsuz bırakan, halkımızın çok güçlü yurtseverlik duruşudur. Kürdistan halkının bu engin yurtseverliği halkımız üzerinde geliştirilmek istenen birçok oyunu bölme, parçalama biçimindeki psikolojik savaş taktiklerini boşa çıkarmada önemli bir rol oynamıştır. Ama düşman amaçlarına ulaşmak için her türlü yolu denemeye çalışıyor. Hem hareket üzerinde ve hareketin yönetimiyle ilgili birçok yalana dayalı haber ortaya atıp, moral bozmak hem de bölge ve uluslararası güçlerle ittifak halinde mutlak bir biçimde sonuca gitmek istemiştir. İşte İran’ın Kandil’e saldırısı, İran’ın ağırlığını koymasıyla Irak devletinin, Güneyli güçlerin katılması temelinde Kandil’de de böyle bir Tamil örneğini sergileyeceklerini hesapladılar. Bu temelde Demokratik Özerkliğin ilanından iki gün sonra, 16 Temmuz’da, İran’ın saldırısı başladı. O açıdan Kandil’de gelişen direnişin çok değerli bir anlamı vardır. Bu anlamda Değerli Komutan Simko’nun öncülüğünde gelişen Kandil direnişi bu planı bozdu. Hareketimize karşı geliştirilen konseptin bölgesel ayağını böylece boşa çıkardı.
Bu nasıl gelişti? Sanıldı ki bir taraftan onlar, öbür taraftan diğerleriyle birlikte kısa sürede sonuç alırlar. Ama baktılar ki öyle değil, büyük bir direniş gelişti ve onların planlarında tıkanma yaşandı. Tabii bu, tarafları bir kez daha düşünmeye sevk etti. Nihayetinde İran baktı ki, Kürt sorunu üzerlerine yıkılacak. Zaten uluslararası düzeyde farklı sorunları da var. Dolayısıyla eğer başarılı olsaydı zaten yürüyüp gidecekti. Eğer Kandil tutulmuş olsaydı, ondan sonra diğer süreç Haftanin’den başlayacak, giderek o dedikleri şekilde imha hareketini tamamlanacaktı. Ama tıkandı, ilerleyemedi. Bırakalım Kandil’e girmeyi, daha önce İran’ın sınırları kapsamında olan alanlara girmesi bile sorun oldu. Çok ciddi ve çetin bir çatışma gerçekleşti. Ne kadar teknik kullanıldıysa ve ne kadar saldırı biçimleri geliştirildiyse de hepsi sonuçsuz kaldı. Önceden sözüm ona Federe Kürt Hükümeti güçleri de bize karşı kullanılacaktı, ama direniş süreci öyle bir aşamaya getirdi ki, bu sefer İran devleti onların yanına gidip, aracı olmalarını istedi ve onları aracı yaparak, bu işi durdurmaya yöneldi.
Bu temelde bilindiği gibi Federe Kürt Hükümeti’nin araya girmesiyle bir ateşkes yapıldı. Ateşkesin en önemli şartı, İran’ın bu konsepte dahil olmamasıdır. Bu biçimde bu konseptin bölgesel ayağı, en azından İran ayağı devre dışı edilmiş oldu. Bu tabii ki kahramanca gelişen direnişin bir sonucuydu. Bunu gören Türk devleti giderek bölgesel konseptin çok fazla sonuç alamayacağını görünce kendisini daha fazla uluslararası güçlerin hizmetine sokacak bir pozisyon aldı. Dolayısıyla Libya sürecine bu biçimde aktif katıldı ve Suriye politikasını da tümüyle değiştirerek, işleri onlarla tersine çevirdi. Böylece aslında 2000’de hareketimize karşı yapılan Adana Antlaşması’yla bir biçimde gelişen, 2003’ten bu yana da resmi bir biçimde bize karşı saldırı tarzında somutlaşan bu ittifak aşılmış oldu. Eski dostlar-kardeşler düşman oldular. Bu, Türkiye’nin yaklaşımıdır.
Hedef tüm Kürdistan parçaları ve tüm Kürdistan halkıdır
Diyalog sürecinin çözüme değil de imhaya dönüşmüş olmasının nedenleri önemlidir. Her şeyden önce AKP ve onun şekillendirdiği Türk devletinin zihniyetinde çözüm süreci oluşmuş değildir. Bu çok net bir biçimde anlaşılmıştır. Aslında bir yıldan bu yana Önderlik bunu tespit etti ve “biz hükümet ve parlamentoda çözüm zihniyetini geliştirmeye çaba gösteriyoruz” dedi. Zihniyetlerinde çözüm değil, ırkçı, milliyetçi, muhafazakar bir yaklaşım söz konusudur. Bu olmasaydı zaten çözümün eşiğine gelinmişti. Önderlik, “Başbakan protokolleri kabul edeceğine dair söz versin, bu sorunu siyasal yollarla çözeceğini taahhüt etsin, önümü açsın, sorun bir haftada çözülür” dedi. Peki devlet neden buna yanaşmadı? Birinci neden, çözüm zihniyetine sahip olmadığı içindir. Zihniyetinde çözüm yoktur. İkincisi, bölgedeki gelişmelerin Kürt sorununu gündemleştireceği ve kontrollerinden çıkacağının korkusunu yaşıyorlar. Bunlar bölgedeki gelişmelerden bu biçimde korkuyorlar. Bu nedenle “mutlaka önünü almalıyız, kontrol sağlamalıyız” türünde bir yaklaşım içine giriyorlar. Hatırlayalım bir ara herkes “acaba AKP eksen mi değiştiriyor? Fazlasıyla İran ve Suriye’ye yaklaştı” dedi. Çünkü gerçekten öyle bir durum vardı. Ama sonra baktı ki oradan çok fazla sonuç alamayacak, zaten Kandil direnişi de bunu açığa vurdu. Bu nedenle Batı’yı arkasına alırsa Kürt sorununu bastırmada daha etkili avantajlara sahip olacağını hesaplayarak, giderek yüz seksen derece çark ederek bu kez daha fazla ve bütünüyle ABD’ye ve NATO’ya yanaştı. Oradan arkasını sağlama almaya çalıştı. Çünkü sorunu Kürt sorunudur, tüm korkusu budur. Türk devletinin tek amacı var. Kürt sorunu konusunda kontrolü kaybetmemek, kontrolü altında tutmak, bölgedeki yeni değişikliklerden Kürtlerin yararlanmasını önlemektir. Onlar bölgedeki alt üst olacak değişikliklerden Kürtlerin yararlanıp, önemli bir aktör olarak ortaya çıkmasını önleme çabası içerisindedirler. Bunun için de hareketimizin gelişmesini durdurma, tasfiye sürecine tabi tutma ve gelişmesinin önüne geçme stratejik amaçları olmaktadır.
Bu biçimde bu yeni süreçte Kürdistan halkının herhangi bir statü kazanmaması ve herhangi bir yer tutmaması için var gücüyle sömürgeci bir çaba söz konusudur. Aslında bu bir derin sömürgeci politikadır. Bunun için İran da diğerleri de dahil oldular. Ne kadar çelişkileri olsa da ortak hareket etme durumları da olabilmektedir. Hala da bütün çelişkilerine rağmen bunu devrede tutmaktadırlar. Çünkü hepsinin korkusu, Kürt sorununun kontrolden çıkarak uluslararası bir sorun olarak gündeme gelmesi ve Kürdistan halkının güç kazanmasıdır. Bu nedenle amaç PKK hareketini güçsüzleştirme, durdurma ve tasfiye sürecine tabi tutmadır. Çünkü eğer PKK geriletilirse tüm Kürdistan üzerinde daha kolay denetim sağlayacaklardır. Bu nedenle amaçları sadece Kuzey değildir. Tüm parçalarda Kürt halkının kontrol altında tutulmasıdır. Bunu sağlamak için de PKK’nin tasfiye edilmesi ve geriletilmesi gerekmektedir. PKK ile bu kadar uğraşmalarının nedeni budur. Hedef tüm Kürdistan parçaları ve tüm Kürdistan halkıdır. Bu açıdan PKK’nin zayıflatılması tüm Kürdistan halkının zayıflatılması anlamına gelmektedir. Bu yüzden biz bu saldırılar karşısında dışımızdaki tüm Kürt örgütlerinin tavır sahibi olmasını istedik. Çünkü hareketimiz şahsında bütün Kürt halkının çıkarlarına karşı bir saldırı söz konusudur. Buna yurtsever olan tüm Kürdistani örgüt ve kurumların karşı çıkması gerekmektedir. Bu yüzden biz ulusal birliği önemli gördük ve ulusal birlik çağrısını yaptık. Tarihin bu önemli döneminde Kürt halkı bir ulusal kongre veya konferansla demokratik ulusal birliğini kurarak, ortak bir strateji ile Kürdistan halkı üzerindeki sömürgeci emelleri boşa çıkarabilir ve bu önemli dönemde Kürt halkının çıkarlarını temsil ederek, Kürt halkının da yeni dizaynda bir statü elde etmesini sağlayabilir. Aslında Türk devletinin Güney ile ilişki çerçevesi bu eksendedir. Bu açıdan Güney dahil tüm Kürt halkını zayıflatmak ve kontrol altında tutmak için ilişki kurmaktadır. Bu nedenle ulusal birliğin öne çıkarılması dönemin en önemli yurtseverlik tutumu durumundadır.
Türk devletinin demokratik çözüme gelmemesinin diğer bir nedeni de bölgedeki konjonktürel durumu kendi lehlerine çevirebileceklerini düşünmeleridir. Bunlar, “biz 2003 yılında 1 Mart tezkeresi ile önümüze gelen imkanı kaçırdık, bu kez kaçırmayalım” diyerek, bu tutumu almışlardır. Neden hemen öyle Libya ve Suriye meselesinde çark ettiler? Hesapları bu temelde olduğu için. “Biz o zaman kaçırdık, onun için PKK yaşam alanı buldu. Halbuki biz o zaman Irak saldırısına dahil olsaydık, böyle olmazdı. Şimdi de benzer bir durum var, kaçırmayalım” diyerek hemen hamle yaptılar. Güya bu biçimde bu konjonktürel durumdan yararlanarak, PKK’yi tasfiye edecekler. Hesapları budur. İşte bu hesaplardan dolayı AKP rejimi çözüm aşamasına gelmiş olan barışçıl demokratik süreci ayağıyla tekmeledi. Savaşı tercih etti. Eğer teslim olsaydık, onların çizgisine gelmiş olsaydık belki öyle de götürürlerdi. Ama ne zaman ki Önderliğin kararlı olduğunu, ilkeli davrandığını, hareketin ve Kürt siyasetinin arkasında durduğunu ve bir bütünlük oluşturduğunu gördüler, o zaman savaş kararını kesinleştirdiler ve yeni savaş sürecini başlattılar. Mesele budur.
Peki, bizim cephemizde bu süreç nasıl yaşandı? “PKK savaşa hazırlandı ve süreci bozdu” diyorlar. Bu doğru değildir, ama şu var ki PKK de tek eksen üzerinde çalışmadı. Biz yüzlerce kere sömürgeci devletler tarafından kandırılmış, katliamlarla yüz yüze bırakılmış bir halkız. Biz her zaman tedbirimizi almak durumunda olduk, olacağız. Bunun için Önderliğimiz “iki eksen üzerinde çalışacağız. Birinci eksen anayasal demokratik çözüm eksenidir, tercihimiz budur. Bu olmazsa Devrimci Halk Savaşı ikinci eksen olarak devreye girer” dedi. İşte biz bu iki eksen üzerinde çaba gösterdik. Fakat biz demokratik çözüm ekseninde samimiyiz. Gerçekten bu sorunu barışçıl demokratik yöntemlerle çözmek istedik, ama olmama durumuna karşı alternatiflerimizi de hazırladık. O alternatife bakarak “PKK önceden savaş hazırlığı yapmış” diyorlar. Hayır, PKK esas olarak barıştan ve demokratik çözümden yana kararını verdi, ama elbette ki kendi hazırlığını da yaptı. Çünkü bir de görüşme sürecinin nelerden geçtiğini yani hangi zorluklar ve sıkıntılarla yürüdüğünü biliyoruz. Görüşme süreci boyunca Türk devleti güven artırıcı hiçbir adım atmadı. Özellikle KCK adı altında insanların tutuklanmasında görüldüğü gibi Kürt siyasetini tasfiye etme, bizi daraltma politikasını durdurmadı. Bütün bunlar kuşkularımızı artıran uygulamalar olarak devrede kaldı. O açıdan bir halkın sorumluluğunu üstlenmiş olan bir hareket olarak biz işleri tesadüflere bırakamazdık ve hazırlıklı olmak durumundaydık. Kaldı ki bu Önderliğimizin genel bir tarzıdır. Sürekli alternatifli olmayı, her ihtimale hazırlıklı olmayı esas alan bir tarzı vardır. Önderlikten bu dersi almış olan bu hareketin yönetimi olarak tek taraflı çalışamazdık, hazırlıklı olmak zorundaydık. Bu nedenle biz barış çalışmalarıyla birlikte elbette ki olası saldırılar karşısında meşru savunma hazırlıklarımızı da yapmaya çalıştık.
Bugün Yeşil Ergenekon iş başındadır
Bu biçimde 14 Temmuz’la birlikte gelişen yeni süreç yaşandı. AKP devleti demokratik çözüm sürecine gelmeyince saldırılarını başlattı. Kandil saldırısı bunun en kapsamlı saldırı biçimi oldu ve zaten diğer alanlarda da Türk devletinin saldırıları gelişince artık yeni direniş süreci bu şekilde gündeme girdi.
Yeni süreç yaklaşık beş aydır yaşanmaktadır. Toplumsal devrimsel süreçler için bu zaman dilimi çok fazla değildir. Her şey üç dört ayda netleşmez, açığa çıkmaz. Bir direniş süreci başladı ve devam ediyor. AKP, her ne kadar tek başına iktidar gibi gözükse de özünde bir koalisyondur. AKP-Fethullah Gülen Cemaati’nin koalisyonu söz konusudur.
AKP-Cemaat koalisyonunun iddiası şudur: “Daha önceki İttihat-Terakkici (veya onların deyimiyle kemalist) hükümetler yanlış yaptılar, PKK onların yanlışlarından istifade edip, büyüdü. Biz şimdi onların yanlışlarını yapmadan, PKK’nin elde etmiş olduğu bu gücü PKK’den alacağız. PKK’yi minimize edeceğiz, onun kitlesini küçülteceğiz, gücünü azaltacağız, böylece marjinal bir güç haline getirip, Kürt sorununu kendi çizgimiz temelinde çözeceğiz. Ergenekon yanlış yaptı” diyorlar. Bugün Ergenekon’un onların iktidarına dönük girişimlerini yargılıyorlar, ama Kürdistan’da yaptıklarını ise yargı dışı bırakıyorlar. Çünkü onlar da farklı bir biçimde aynı yolu izliyorlar. Yani Ergenekon’un yaptıklarını onlar da farklı yöntemlerle yapmaktadırlar.
Ortada bir hükümet değişiminden ziyade devletin ele geçirilmesi vardır. Ergenekon’un fazlasıyla deşifre olmuş kesimlerini tutukladılar, diğer kesimiyle uzlaşarak, Beyaz Ergenekon yerine Yeşil Ergenekon’u geçirdiler. Bugün Yeşil Ergenekon iş başındadır. Yeşil Ergenekon, Beyaz Ergenekon gibi tek merkezde örgütlendirilmiş de değildir. Alt ayakları örgütlendirilmiştir. Yeşil Ergenekon komiteleri bugün her tarafta vardır. Onların verdiği karar çerçevesinde bölgedeki vali, yargı, polis yönlendirilmektedir. Biz bunu biliyoruz, bunların bizde belgeleri de vardır. Onları da ileride açıklayabiliriz.
Türk devleti aslında tarihin hiçbir aşamasında şeffaf olmamıştır. Özellikle de İttihat Terakki döneminden bu yana, Teşkilat-ı Mahsusa’nın oluşturulmasından bu yana sürekli kapalı kapılar ardında yönetilmiş bir devlet biçimi söz konusu olmuştur. Yani hem cumhuriyet öncesi, hem de cumhuriyet sonrası bu sistem oturtulmuştur. Geriye kalan meclis, yine devletin bilinen görünen resmi kurumları, pratik uygulamayı yapar ancak kararı başkaları verir. Şimdi de öyledir. İşte şimdi bu Yeşil Ergenekon’a göre PKK ile Ergenekoncular çatıştı, o da her ikisini yargılayacak, tasfiye edecek, böylece Kürt sorununu çözecek. Fethullah Gülen, “din tutkaldır, dini kullanalım” diyor. Kendileri dini kullanacak, bir kesim Kürt’ü din yoluyla kendisine çekecek, PKK’ye karşı olan tüm kesimleri toplayacak, tüm Kürtleri hedeflemeyecek. Hedeflenen sadece PKK tabanı olacak; o da uygun yöntemlerle hedeflenecek. Gerillayı yüksek teknolojiyle imha edecek, siyasi kesimleri tutuklayacak.
Beyaz Ergenekon, hedeflediklerini faili meçhul cinayetlerle etkisiz kılıyordu. Yeşil Ergenekon ise (belki ileride faili meçhule de başvurabilir) faili meçhul tutuklamayla, rehin almayla etkisiz kılıyor. Bu rehin alınanlar neden alınmışlar, kendileri de bilmiyorlar. Bu da bir faili meçhuldür. Bu nedenle bu, faili meçhul rehin almadır. Öldürme yerine rehin almayla kitle tabanını daraltmayı esas almaktadırlar. Yoğun bir psikolojik savaş eşliğinde bunu bu biçimde başaracaklarına inanıyorlar. Konseptleri budur. Konseptin bölgesel ve uluslararası ayağı devrede olacak, adeta herkesi harekete geçirecek, bireye kadar herkesi inceleyecek, herkesi özel savaş konusu, psikolojik savaş hedefi haline getirecek, yoğun bir medya örgütlenmesi oluşturulacak. Zaten onlarca kanal, onlarca ulusal bölgesel gazete ve her çeşit medya organı ele geçirilmiştir. Böylece savaşı yürütecek ve kazanacak. Dayandığı şey nedir? Psikolojik savaş ve bir de tekniktir. Hem gerillaya karşı tekniği o kadar yaygın kullanıyor hem de siyaset alanına karşı teknikle, takip etme, fotoğraf çekme, görüntü alma ve ortam dinlemesiyle yani her biçimde tekniği kullanarak psikolojik savaşı geliştiriyor. Tabii bir de polisi vardır; özel ordu örgütlemeye çalışıyorlar. Onlarla da imha hareketini geliştirecekler.
Yine bütün işbirlikçi kesimleri yanına çağıracak, onlara yer verecek, imkan sunacak. Otuz yıllık yasadışı örgüt liderlerini, şimdiye kadar Türkiye’ye etmedik küfür bırakmayan kişilerin hepsini toplayıp, getirip Türkiye’de kapı kapı dolaştırıp, propaganda yaptırıyorlar. Yani daha önceki Ergenekon’un örgütlediği askerin, korucuların bugün etkisiz kalma durumu karşısında siyasi korucuları örgütleyerek, onun ekonomik ayağını da oluşturarak, bazılarına mal-mülk vererek, bir kesimi garantör haline getirerek, bu biçimde işbirlikçi kendi gerçeğine ihanet etmiş bir tabaka oluşturup, yurtsever özgür Kürt kesimini de her biçimde hedefleyerek, rehin alarak, bu tarzda hareketi marjinalleştirecek ve bir de Tamil gibi katliamlarla sonuca gidecek. Bunların esas planı buydu.
Tasfiye konseptini gerillanın görkemli direnişi boşa çıkarttı
Ancak şunu da söyleyelim ki Tamil örneğini gündeme koymaları tamamen hayal ürünü senaryoların peşinde olduklarını göstermektedir. Çünkü her şeyden önce Kürdistan coğrafyası Tamil coğrafyası değildir. Bir de PKK hareketi ve Kürdistan özgürlük gerillası ile Kürdistan halkı siyaseti ve örgütlenmesiyle öylesine sıkı örgütlenmiş ve kenetlenmiş ki hiçbir güç ve kuvvet bunu böyle bölemez, parçalayamaz. Yine otuz yıllık engin bir tecrübeye ve derin bir ideolojik kararlılığa sahip olan Apocu fedai ruhla donanmış özgürlük gerillasını hiç kimse Tamil gerillaları düzeyine düşüremez. Ama belli ki AKP de İran’ı, Irak’ı, bölgesel hükümeti devreye koyarak, benzer bir şeyi yapacağını düşünmüştür. Halbuki biraz geriye dönüp baksa ’90’lı yıllarda Ergenekoncular bunu da defalarca denemelerine rağmen başaramamışlardır. Şimdi ise hiç başaramazlar. Görülüyor ki bu konuda Cemaat ve AKP yönetiminin yaşadığı en temel hayal kırıklığı da Tamil gibi ikiye bölünme durumunun olmamasıdır. Bu açığı kapatmak için de bula bula Kemal Burkay gibi siyaseten bitmiş, bütün siyasi yaşamı PKK ve Kürt halkının kahramanlık direnişine karşıtlıkla geçmiş bir kişiyi buldular. Bunların bir askeri güçleri olmasa da siyasi bir korucu olabileceklerini tasarladılar. Ama siyasi korucu olabilmeleri için en azından bir kitleye ihtiyaçları var. ‘Ne yazık ki’ böyle bir kitle durumları da söz konusu değil. Onun için daha doğarken ölü doğmuş bu politika da sonuçsuz kalmıştır. Kürt halkının artık o tür uşak ruhlu figürlere pabuç bırakacak bir durumu söz konusu değildir. Bu halk Önderlik çizgisiyle donanmış, birliğini kurmuş, gerillası ve serhildanıyla kahramanlık destanlarını yaratmak üzere özgürlük yürüyüşünü başlatmış bir halktır. Bu açıdan düşmanın bu tür numaralarının tutma şansı yoktur ve bu konudaki bütün girişimlerinin şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da fiyaskoyla sonuçlanacağı kesindir. Belirttiğimiz gibi bu konseptin bölgesel ayağı bir yere kadar işledi. Görkemli direnişin gelişmesiyle bu konsept boşa çıkarıldı. Bundan sonra AKP ve Cemaat yazarçizerleri artık Tamil örneğinden bahsetmemeye başladılar. Çünkü hayal ürünü olan bu tür senaryolarla bir yere varamayacaklarını gördüler. Bu nedenle artık daha farklı yöntemlerle, daha çok da ABD’nin sağlayacağı teknikle nasıl sonuç alacakları yönündeki senaryolara ağırlık vermeye başladılar.
17 Ağustos’tan bu yana ABD’nin sağladığı ileri tekniğe dayalı hava saldırılarına ağırlık vererek psikolojik bir savaş eşliğinde sonuç alabileceklerini sanmaktadırlar. Şimdiye kadar sürdürülen saldırılarda istedikleri sonucu almadıkları açıktır. Her gün yalan haberlerle “hava saldırılarıyla yüzlerce gerillanın imha edildiği” propagandasını yapmaktadırlar. Açık ki bizim kayıplarımız oldu, ama saldırılar büyük oranda boşa çıktı. Onların bundan beklentisi daha fazlaydı. O bakımdan sonuç almış değillerdir. Aynı biçimde KCK adı altında yürüttükleri siyasal soykırım tutuklamalarıyla toplumu teslim alacaklarını sandılar; “artık özgür Kürt siyaseti biter, tasfiye olur” dediler ama bugün Kürt siyaseti ayaktadır. En son Amed, Batman, Mardin, Şırnak vb yerlerde gerçekleşen mitingler bunun açık örneğidir.
Yani kısaca AKP-Cemaat ikilisinin hesapları tutmadığı gibi, bunun karşılığında gerçek yüzleri ortaya çıkmıştır. Bu Cemaat denilen olgunun nemenem bir olgu olduğunu bugün bütün dünya daha iyi görmektedir. AKP’nin gerçek yüzü deşifre oldu. Nasıl bir faşist sömürgeci zihniyete sahip olduğunu bugün herkes gördü. Sadece bu beş aylık direniş değil, 1 Haziran 2004 hamlesinden bu yana gelişen ve özellikle de son yılda daha da somutlaşan direniş birçok gerçeği açığa çıkardı. En çok da AKP’nin gerçekliğini bütün toplumun göreceği şekilde açığa çıkarmış oldu.
Halkımızın kutsal dini inançlarını nasıl kullanmak istediklerini bugün herkes biliyor. Din yoluyla iğrenç sömürgeci amaçlarını gerçekleştirmek istedikleri açığa çıktı. Kısaca karşımızda var olan Türkiye Cumhuriyeti sömürgeciliği iflas etti. Gülen ve Erdoğan ekibi bu sömürgeciliğin imdadına koşarak, onu yeniden yaşatmaya yöneldi. Onların bu yaşatma çabaları da bugün deşifre oldu. Sömürgecilik aynı sömürgeciliktir, Ergenekon aynı Ergenekon’dur. Ha Beyaz Ergenekon, ha Yeşil Ergenekon. Halkımız açısından bu netleşti. Bunun netleşmesi önemli bir sonuçtur. Yani Gülen’in ve Erdoğan’ın Türk sömürgeciliğini kamufle ederek, bir biçimde dini kullanarak, farklı yol ve yöntemlerle yeniden hakim kıldırma çabası sonuç almamıştır. Bunun en çarpıcı örneklerinden bir tanesi de Kürdistanlı yurtsever dindarların başlattığı ‘devletsiz Cuma namazlarıdır. Yurtsever Kürdistanlı dindarların bu tutumu Türk sömürgeciliğinin yeni dönemdeki politikalarını açığa vuran en açık yurtsever kitlesel bir tutumdur.
Peki, onların şimdiki hedefi nedir? PKK’nin kazandığı mevzileri alma, PKK’nin gücünü zayıflatma ve önüne geçmedir. Çünkü PKK sıfırdan gelmiş, bir kişiyle başlatılmış ve büyümesi durdurulamayan bir harekettir. Biz daha PKK’nin resmi mücadele süreci olarak 33. yılını yeni tamamladık. Önceki beş yılı da sayarsak 38 yıllık süreçte kat ettiği mesafe, bununla birlikte kazandığı büyüme, kitleselleşme ve mevziler vardır. Bunların tüm hesapları bu mevzileri nasıl geriletecekleri yönündedir. Bunda başarılı olamadılar; bu ortadadır. Bir de onlar bölgedeki mevcut konjonktürel durumun, onların Kürt özgürlük hareketini tasfiye amaçlarına hizmet edeceğini hesap ettiler. Hala da öyle değerlendiriyorlar. Bu, onların ciddi bir yanlışıdır. Bu yanlış, onları tümden yenilgiye götürecek bir yanlıştır. Bölgede gelişen süreçte ‘her ne kadar ABD kullanmak için, istediği her türlü desteği sunuyor olsa da’ dipten gelen bir dalga söz konusudur. Bu ne dalgasıdır? Bu, özgürlük dalgasıdır. Bölge halkları özgürlük istiyor. Bunun Kürt halkını etkilememesi mümkün müdür? O nedenle bölgede gelişen yeni konjonktürel durum, Özgürlük hareketinin dezavantajlarını değil, avantajlarını arttırmaktadır; bizim başarı kazanmamız için imkan yaratmaktadır. Bunun en bariz örneği bölgesel ittifakın parçalanmasıdır. Halkların özgürlükçü demokratik dayanışmaları daha da gelişecektir. Onlar ne yaparsa yapsınlar bugün Kuzey Kürdistan’da özgürlük amaçlarının önüne geçemezler, Batı Kürdistan’da geçemezler. Bugün Batı ile Kuzey Kürdistan çözümün kapısına dayanmıştır. Onu oradan tekrar gerisin geriye götüremezler. Neden? Çünkü bölgede yaşanan süreç bir özgürlükler süreci, demokrasi süreci, halkların sokağa döküldüğü bir süreçtir. Bu süreçte PKK’nin kitlesel hareketini nasıl bastıracak, gerisin geriye götürecek, teslim alacak ve sindirecekler? Faşizan yöntemlerle mi sindirmeyi başaracaklar? Bu mümkün müdür? Nasıl ki Mısır’ın on yılları aşan faşizan uygulamaları kitleleri durduramadıysa, Türkiye Cumhuriyeti’nin faşizan sömürgeci uygulamaları da Kürdistan halkının özgürlük amaçlarının önüne geçemeyecektir. Bu açıktır. Gelişmelerin bu anlamda hangi yöne doğru ivmeyi güçlendirmekte olduğu bellidir.
Kürdistan sorunu artık çözülecek
Bölgenin yeniden dizayn edilmesinde artık Kürt halkı da yer alacaktır. Kimse bunun önüne geçemez. Kürt halkı statüsüzlüğü kabul etmeyecektir. Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilmesinde bölgenin en eski halklarından birisi olan Kürt halkı da layık olduğu yeri alacak ve bu biçimde sürece güçlü bir aktör olarak katılacaktır. Hem de sürecin devindirici bir gücü olarak katılacaktır. Öyle sıradan, vasat, basit değil, devindirici bir güç ve katılma potansiyeline sahip bir halk olarak bugün tarih sahnesine çıkmış bulunuyoruz. Önder Apo’nun Kürt toplumunu otuz yıldan bu yana bilinçlendirme faaliyeti ve geliştirmiş olduğu demokratik ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü toplum paradigması, bugün Kürt halkına çok ciddi bir stratejik güç kazandırmıştır. En önemli stratejisi budur. Bu açıdan Kürt halkının bu yeni süreci özgürlükle karşılamasının önüne hiçbir sömürgeci çaba geçemeyecektir. Nasıl ki Beyaz Ergenekoncular yenildiyseler, Yeşil Ergenekon da yenilmeye mahkumdur. Beyaz Ergenekon altı yüz yıllık devlet tecrübesini bize karşı kullandı. Uygulanmadık hiçbir yöntem bırakmadı; her türlü yöntemi kullandı. Faili meçhullerden, ağır işkencelerden, sürgünlerden tutalım; yakmalara, yıkmalara kadar her şeyi uyguladılar ama sonuç alamadılar. Şimdi yeni yetme olan Yeşil Ergenekon nasıl sonuç alacak? Tüm güvenleri psikolojik savaş ve tekniktir; ihanet güruhunu oluşturarak, onlarla sonuca gitmedir. Artık bunu kimse yutmaz. Bununla sonuç almaları mümkün değildir. Kürdistan sorunu artık çözülecek. Bölgede yeni gelişen süreç Kürt sorununu da beraberinde çözecektir. Kuzey’de ve Batı’da sorunun çözümü, beraberinde Güney’deki mevcut yapılanmayı da güçlendirecek, Güney’de var olan sorunları ‘ki Güney’de daha çözülemeyen birçok sorun vardır’ da çözüme götürecektir. Çünkü bu, Kürt siyasetini bölgede daha etkili ve güçlü kılacaktır. Üç parçada çözülen bir sorun karşısında Doğu’nun da çözümsüz kalamayacağı açıktır. Doğu’da da sorun çözülecektir. Kürt sorunu bu biçimde artık çözüm aşamasına gelmiş bulunmaktadır.
“Sorun çözülecek” ya da “Kürtler de bölgede yerini alacak” derken, şunu da belirtmeliyiz: Birileri bundan Kürtlerin de bir ulus devlet olacağını anlayabiliyor veya öyle telakki edenler var. Öncelikle şunu söyleyelim ki Kürtlerin her şeye hakkı vardır. Eğer hak olarak bakılacaksa hakkı vardır, ama biz PKK hareketi olarak, bir Önderliksel hareket olarak çağı doğru okuma temelinde ulus devletin toplumlara özgürlük ve demokrasi getirmediği, tersine devlet olduğu sürece orada gerçek anlamda demokrasi ve özgürlüğün olmayacağını değerlendiren yeni bir paradigmayla sadece Kürt sorununu çözme değil, Ortadoğu’da yeni bir gelişmeye yol açacak bir çizgiye sahip bir hareketiz. Hatta dünya düzleminde kapitalist modernitenin yarattığı kaotik sisteme alternatif bir sistemi öneren Demokratik Konfederal sistemi bu biçimde geliştirmek isteyen bir hareket durumundayız.
Diğer önemli bir husus da çağımızda ulus devletler artık aşılma sürecine girmiş bulunmaktadırlar. Ulus devletlerin insanlığa kattığı bazı şeyleri olsa da aldığı çok şey vardır; büyük zararlar vermiştir. İlk ulus devlet şekillenmesinin gerçekleştiği 1789 Fransa’sından başlayalım; ondan sonra gelişen süreç halkların birbirini boğazlama sürecidir. Avrupa’daki İngiliz-Fransız savaşları, Fransız-Alman savaşları, Alman-İngiliz savaşları çok biliniyor. 1800’lü yıllar Avrupa’nın kan ağladığı yıllardır. Sonradan kapitalizmin ilkel sermaye birikimi döneminin aşılarak, rekabet dönemine geçmesiyle birlikte bu dünya çapına yaydırılmış ve I. Dünya Savaşı gerçekleşmiş, yirmi milyonun üzerinde insan yaşamını yitirmiştir. Ardından II. Dünya Savaşı gerçekleşmiş, elli milyonun üzerinde insan yaşamını yitirmiştir. Yani ulus devlet mantığı ırkçılığın, milliyetçiliğin, faşizmin gıdası olmuş ve onları geliştirmiştir. Faşizm, ulus-devlet mantığının bir ürünüdür. Ulus-devlet sisteminin insanlığa verdiği bu büyük zararlar ortadayken ve gerçek özgürleşmenin, kardeşleşmenin, demokratikleşmenin önünde en çok engel olan bir sistem olma gerçekliği dururken, bizler yeni bir ulus devlete sarılmayacağız. Hayır, biz onun yerine halkların kardeşliğini, birlikteliğini ve gerçek demokrasiyi geliştirecek olan Demokratik Konfederal sistemi esas alacağız. Bu açıdan Kürtlerin öncelikle bu yeni dizayn sürecinde bir statü kazanmaları önemlidir. Bu bizim hedefimizdir. Süreci bu biçimde karşılayarak, kimliksiz statüsüz bir halk değil, kimlikli statülü bir halk olmakla özellikle demokratik sistemi adım adım bölgeye yayarak, bu biçimde bölgede halk demokrasilerinin gelişmesine ve çok tarihi stratejik bir gelişmeye yol açacak yeni bir perspektifle geleceğe bakıyoruz. Bizim perspektifimiz budur. Yani bu açıdan bugün gelişen Kürdistan özgürlük mücadelesinin sadece Kürt sorununu değil, bölgedeki halklar sorununu çözme, bölgedeki ve dünyadaki halkların kapitalist moderniteden kaynaklı çektiği çok çeşitli sorunları aştırma sürecinin başlatılmasında da önemli bir rolü olacaktır. Onun enternasyonal boyutu da budur. Onun demokratik boyutu, toplumcu, doğal toplumu esas alan demokratik ekolojik özelliğinden ileri gelmektedir. Şimdi kısaca bizim yeni sürece olmazsa olmaz bir biçimde çözümü dayatma gerçekliğimizin altında bu güçlü veriler yatmaktadır; bu güçlü kaynaklar vardır. Halkımızın özgürlük ve demokrasi isteminin dayandığı böylesine güçlü ideolojik, demokratik perspektif söz konusudur.
Bunları ifade ettikten sonra bu son süreci de kendi açımızdan değerlendirebiliriz: Sömürgeciliğin halkımızın haklı davası karşısında yürüttüğü çabalar, sadece onun saldırgan, faşist, imhacı, inkarcı, sömürücü gerçeğini açığa çıkartmıştır. Elde ettiği herhangi bir sonuç olmadığı gibi, olmayacaktır da. Ama bizim kendi pratiğimizi de daha detaylı ve etraflıca değerlendirmemiz gerekmektedir.
Asıl hedeflenen Önderlik sistemidir
Öncelikle şunu belirtelim: Bir kere yoğun bir psikolojik savaşla karşı karşıya bulunan hareketimizin ve halkımızın bu süreci güçlü bir birliktelik göstererek karşılamış olması önemli bir başarıdır. Önderliğiyle, hareketiyle, halkıyla, siyasetiyle bir tavır sergilemesi, geleceği yaratacak olan önemli bir duruştur. Onu öyle basit, sıradan ele almayalım. Belki bizim örgüt yapımız içinde böyle bir sorunun olması mümkün değil, ama düşmanın ikilik yaratmak istediği zemin sadece örgüt yapısı değil, Kürt halkının geniş toplumsal-siyasal zemin içindeki çeşitli kurumları üzerinde de oynayarak, hatta çeşitli kişileri hedefleme ve değişik pozisyonlara çekme çabaları sergileyerek, bir yerlere varmak istemiştir. Bu amaçla bozmaya dönük çok yoğun çaba sergilemektedir. Kürt kurumlarında parçalamaya dönük, ikilik yaratmaya dönük her türlü yol yöntem denenmiştir, ama düşman bütün bu yol yöntemlerde başarısız kalmıştır. Bu bir kere genel bir başarıdır. Özellikle Önderlik, hareket ve yasal siyasetin, toplumsal alanın bütünlüklü ve daha da güçlenmiş birlik ruhuyla, ilkeli duruşu önemli bir sonuçtur.
Ardından gelişen mücadelede özellikle son dört buçuk aylık pratik sürece bakıldığında aslında önemli gelişmelere yol açan bir direniş sürecinin gelişmiş olduğu görülecektir. Her şeyden önce yukarıda da belirttiğimiz gibi Cemaat-AKP’nin ve Yeşil Ergenekon’un gerçeği açığa çıkarılmıştır. Gerçekleşen Kandil direnişi, konseptin yerel ayağını boşa çıkartmıştır. Kuzey Kürdistan’da, Karadeniz’den Zagros’a kadar gelişen direniş mücadelesi devlete ciddi darbeler vurmuştur; sarsmıştır. Son gerçekleşen Çelê eylemi ciddi bir askeri ve örgütsel performansı ortaya koymuştur; gerillanın hangi düzeyde bir eylemsel gücü sergileyeceğini herkese göstermiştir. Yani gelişen eylemsellik süreci ve onun yarattığı sonuçlar sömürgecilik açısından sarsıcı olmuştur.
Yine Serhildan Hareketi’ne ilişkin Yeşil Ergenekon’un gizli belgelerinde “öyle yapmalıyız ki bir açıklamayı okuyacak adam bulamasınlar” sözleri yer alıyor. Yani toplumu tam teslim alma ve etkisiz kılma hedefleri vardı. Bunun için Önderliğin sistemine karşı bir savaş açtılar. Bilindiği gibi Önderlik üzerinde derinleştirilmiş bir tecrit ve psikolojik işkence vardır. Esas savaş Önderlik sistemine karşı bir savaştır. Yani bu KCK adı altındaki operasyonlar özünde Önderlik sistemine karşı yapılan operasyonlardır. Bu sistemin akademi ayaklarına yöneldiler, en son da Önderliğin avukatlarına yönelerek, kendilerince operasyonu zirveye çıkarmış oluyorlar. Aynı zamanda gerillaya, hareketin yönetimine karşı da yüksek teknolojiye dayalı olarak uluslararası güçlerin istihbaratına dayalı saldırıları da özünde Önderliğin kolunu kanadını kırma, zayıflatma, böylece kendi çizgisini dayatmadır. Savaş böyle bir savaştır, aslında stratejiktir. En son Önderliğin avukatlarına yönelmeleri, onların bu konuda nasıl bir kararlaşmayı yaşadıklarını da gösterirken, aynı zamanda başarısızlıklarını da ortaya koyuyor. Tüm köprüleri uçuran, kesinkes sonuç almaya doğru kestirme bir biçimde bir yönelim içerisinde oldukları da açıktır. Çünkü başarısız oldular. Aslında başarılı olsalardı ‘devletlerin alternatifli olma karakterleri gereği’ bir kapıyı açık tutabilirlerdi. Gelişkin tüm sistemler o şekildedir; tek alternatifle hareket etmezler. Ama onlar öyle sıkıştılar ve öyle başarısız kaldılar ki artık her şeye yöneldiler. Önderliğin avukatlarına yönelmelerini bu şekilde değerlendirmek gerekmektedir. Yine gerillaya karşı bu kadar sınırsız, her çeşit silahı kullanmanın da mantığı aynıdır; bu saldırılar da istedikleri sonucu alamamanın ve yenilginin bir sonucudur.
Yani bunlar güya bizi temmuz-ağustos ayıyla birlikte kadavraya çevireceklerdi; planları bu şekildeydi. Tamil örneğini boşuna ortaya atmadılar. Ancak gelinen aşamada öyle bir durum var mı? Yok. İşte bu başarısızlığın vermiş olduğu gerginlik ve darlıkla kudurganlaşarak, her gün siyasal alana yönelmektedirler. Siyasal soykırımı derinleştirerek, güya mutlaka amaçlarına ulaşmaya çalışıyorlar. Kürt halkı direnecek; binlercesini tutuklasalar da yerini doldurup, mücadeleyi sürdürecek, yürütecektir. Durum budur. Şimdi bunun karşısında bir duruş vardır. Eğer bugün bir duruş varsa, bu onların başarısız olduğunu göstermektedir.
Geçtiğimiz süreçte hem genel olarak yürütülen mücadele, hem de diğer parçalarda alınan tavır ve hareketin çizgisi doğruydu. Hareketimizin bu süreçte hem bölgesel güçlere yaklaşımı, hem de genelde bu süreci doğru okuması temelinde gerçeğe uygun bir politik yönlendirme ve pratik sonuçlar ortaya çıkarılmıştır. Bu biçimde hem gerillada hem toplumsal alanda direngenlik, doğru pratik politika aslında sömürgeciliğin amaçladıklarını boşa çıkarmıştır. Belli bir duruş ve belli bir düzeyi yakalamıştır. Bunu rahatlıkla söylemek mümkündür. Bu gelişmelerin ortaya çıkmasında bu doğru politikanın etkisi ve rolü vardır.
Ülke sahasındaki genel gelişmelerin ve bu sürecin etkisi yurtdışındaki çalışmalar üzerinde de olmuştur. Yine Kürdistan parçaları üzerindeki çalışmalarda da olumlu etkileri söz konusudur. Hareketin hem Kuzey’de, hem Batı’da, hem Doğu’da, hem Güney’de hem de yurtdışında bugün sağladığı düzey bunların sonucudur. Düzey bir güçlenmedir, Kürt sorununda çözümü zorlamadır. Hareketimizin mevcut durumda yakaladığı performansı açıklıkla böyle izah edebiliriz.