Duran Kalkan
Rusya yönetiminin bir günde sonuç almayı umut ettiği Ukrayna saldırısı aylara yayıldı ve bir Ukrayna Savaşı olarak devam ediyor. İlerleyen zamanda savaşın askeri boyutu azaltılsa ve dönem dönem yapılan görüşmelerle ulaşılmaya çalışılan ateşkes durumu sağlansa bile, belli ki Ukrayna krizi yıllarca devam edecek ve birçok çevre böyle bir kriz durumundan ekonomik, siyasi ve askeri çıkar sağlamaya çalışacak. İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya girme çabası bu gerçeği açıkça göstermektedir. Her nedense 75 yıldır yanı başlarında kurulmuş olan NATO sistemine katılmayan İsveç ve Finlandiya, şimdi Ukrayna Savaşı’na dayanarak, NATO üyesi olmaya çalışıyor. ABD, NATO üzerindeki etkinliğini bu temelde daha çok güçlendirmek isterken, NATO’ya üye diğer devletlerin de çeşitli biçimlerde bu durumdan yararlanma çabası içerisinde olduğu gözleniyor. Öyle anlaşılıyor ki ay sonundaki NATO toplantısında en çok tartışılacak konular bunlar olacak. AKP-MHP faşizminin Ukrayna Savaşı’na dayanarak, Kürt soykırımı saldırılarını daha çok geliştirmesi, yine KDP işbirlikçiliğinin Ukrayna Savaşı’nın ortaya çıkardığı enerji krizinden yararlanarak daha fazla vurgun vurma çabası gibi birçok güç Ukrayna Savaşı’na dayanarak, NATO içinde ve dışında kendi çıkarını daha da geliştirmeye çalışacak.
Her ne kadar Ukrayna Savaşı, Rusya ve Ukrayna yönetimleri arasındaki bir savaş gibi görünse de gerçekte NATO ile Rusya arasındaki bir hegemonya savaşı biçiminde sürüp gidiyor. Hemen herkes savaşın bu boyutunda hemfikir. Buna dayanarak NATO’nun kendini yeniden yapılandıracağını ve egemenliğini güçlendireceğini söyleyenler var. Rusya’nın böyle bir savaşı göze alan güç olarak ileriki süreçte etkinliğini geliştireceği değerlendirmesini yapanlar bulunuyor. Güncel planda aylardır süren bombardıman sonucunda Ukrayna’nın ağır bir tahribat yaşadığı gözle görülüyor. Yine Rusya yönetiminin planladığı gibi Ukrayna Savaşı’nı sürdüremediği ve sonuca götüremediği, dolayısıyla ciddi bir zorlanma içinde olup önemli zararlar gördüğü de bir gerçek.
Kuşkusuz günümüz dünyasında her şey Ukrayna Savaşı değil. Onun dışında da çatışma alanları var ve buralarda da şiddetli çıkar mücadeleleri sürüyor. Fakat son aylarda siyasi-askeri durumu en çok belirleyen çatışma alanının Ukrayna olduğu da tartışma götürmüyor. Öyle ki NATO ve Rusya arasındaki Ukrayna Savaşı, neredeyse aylardır küresel siyaseti belirler bir özellik taşıyor. Dünyanın farklı alanlarında süren siyasi-askeri mücadelelerin hemen hepsi bir düzeyde Ukrayna Savaşı ve krizinden etkileniyor. Böylece Ukrayna Savaşı’nın küresel bir savaş olduğu, dolayısıyla 1990’dan beri devam eden 3. Dünya Savaşı’nın son halkası olarak gündeme geldiği tartışma götürmüyor. Bu nedenle de son halka olarak Ukrayna Savaşı’nın ortaya çıkarttığı sonuçlara bakarak yeni bir dünya değerlendirmesi yapmak, küresel kapitalist modernite sisteminin yaşadığı çıkmazı ve çözümsüzlüğü nedenleri ve sonuçlarıyla birlikte yeniden değerlendirmek, sistem çıkmazını tüm boyutlarıyla ortaya koymak ve Kürdistan Özgürlük Mücadelesi temelinde gelişen Demokratik Modernite Çözümü’ne vurgu yapmak önem taşıyor.
1- Ukrayna Savaşı’nın Öğrettikleri
Hiç kuşkusuz Ukrayna Savaşı’nın tarihsel ve ulusal boyutları var. Bir yanıyla Rus İmparatorluğu’nun kuruluşu ve tarihsel gelişimiyle de bağlantılıdır. Nitekim söz konusu İmparatorluğun Ukrayna’da kurulduğu ve Ukrayna’nın Rus İmparatorluğu’na uzun süre merkezlik yaptığı biliniyor. Yine mevcut Putin yönetimi, Ukraynalıları Slav Birliği içerisinde ele alarak Rus ulusunun bir parçası olarak görüyor. Dolayısıyla Sovyetler Birliği’nin dağılışı ardından ortaya çıkan ayrı bir Ukrayna devletinin varlığını doğru bulmuyor ve hazmedemiyor. Başlangıçtaki Rus İmparatorluğu gibi, yine Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği gibi, şimdi de Ukrayna’nın Rusya Birliği içerisinde yer almasını, bu temelde Rusya Federasyonu ile özgün bir ilişki içerisinde olmasını istiyor.
Elbette bu hususlar önemlidir ve savaşa neden olabilecek bir karaktere sahiptir. Nitekim günümüzün ulus devlet ideolojisi böylesi nedenleri savaş gerekçesi yaparak birçok alanda sonu gelmeyen savaşlara yol açmaktadır. Bu bakımdan tarihi ve ulusal nedenleri günümüz Ukrayna Savaşı’nın önemli nedenleri arasında görmek ve dikkate almak kesinlikle gereklidir. Fakat bu tek neden olmaktan öteye belirleyici olan nedenler de değildir. Günümüz Ukrayna Savaşı’nın bunlar dışında çok daha belirleyici olan önemli nedenleri vardır. Bu nedenlerden birisi kuşkusuz enerji sorunudur. Daha doğrusu enerji kaynakları ve üzerindeki hakimiyet konusudur. Elbette Ukrayna’nın da sahip olduğu önemli enerji kaynakları bulunmaktadır. Bu kaynaklar üzerinde etkili olmak da önemli bir çelişki ve çatışma nedenidir. Fakat bundan daha önemlisi Rusya ve Çin doğalgazının, daha doğrusu Şangay Altılısı’nın sahip olduğu doğalgaz rezervinin Avrupa ve ABD’ye servis edilmesi durumudur. Böyle bir serviste en hızlı, ucuz ve dolayısıyla kazançlı yol hattı Ukrayna olmaktadır. Dolayısıyla Ukrayna üzerinde hakimiyet kuran güç, Asya doğalgazının Avrupa ve Amerika’ya sevk edilmesi noktasında enerji yolları üzerinde en güçlü denetimi kurmuş olacaktır. Bu da doğalgaz ticaretinden çok daha fazla kâr elde etmek anlamına gelecektir. Şöyle de ifade edebiliriz: Eğer Ukrayna üzerinde Rusya ve Çin etkinliği oluşursa o zaman doğalgaz pazarında Rusya ve Çin’in etkinliği oluşacak; küresel doğalgaz pazarı, daha özgün olarak da Almanya-İngiltere gibi Avrupa’nın doğalgaz pazarı fazlasıyla Rusya ve Çin’in denetimine girecektir.
Tabii tersi durumda, eğer Ukrayna üzerinde NATO etkinliği sağlanırsa, o zaman da Asya doğalgazının Avrupa ve Amerika’ya taşınmasında enerji yolları üzerinde NATO’nun denetimi güçlenecek, dolayısıyla doğalgaz pazarındaki Rus ve Çin hakimiyetini, Avrupa Birliği engellemiş olacaktır. Böyle bir enerji kavgasının, daha somut olarak da doğalgaz kavgasının bugünkü Ukrayna Savaşı’nın çok temel nedenlerinden biri olduğu açık bir gerçektir. Nitekim ilk günden itibaren başta Almanya-İngiltere ve ABD olmak üzere birçok Avrupa devleti ciddi bir doğalgaz krizi ile karşı karşıya geleceğini hemen hissetti ve dolayısıyla da yeni çözüm arayışlarına girdi. Bu çözümün arandığı alanlardan bir tanesi, Ortadoğu’daki doğalgazın uygun yollarla Avrupa’ya taşınması oldu. Almanya-İngiltere ve Avrupa Birliği’nin diğer ülkeleri, ortaklaşıp hızla böyle bir arayışa girdiler; bu da AKP-MHP faşizmiyle KDP işbirliğini daha çok güçlendirdi ve bu güçleri harekete geçirdi. Ortadoğu doğalgazının Kürdistan ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınması arayışının başlaması, tıpkı Ukrayna gibi yeni bir enerji yolu olarak Kürdistan ve Türkiye üzerindeki egemenlik sorununu gündeme getirdi. Bu sefer de AKP-MHP faşizmi ve KDP böyle bir enerji ticaretinden daha fazla kâr elde etme arayışına girdi; ortaklaşa bu durumu değerlendirmek üzere hem aralarındaki işbirliğini arttırdılar hem de Avrupa devletleriyle yeni bir pazarlık içerisine girip, onlardan çeşitli biçimlerde destek arayışında oldular.
AKP-MHP faşist yönetiminin Kürt soykırım projesi
Son dönemlerde AKP-MHP faşizmiyle KDP arasındaki işbirliğinin savaş arkadaşlığına kadar ulaşması, yine Medya Savunma Alanları’nda PKK gerillasını ezip imha etmek üzere daha kapsamlı bir saldırıyı ortaklaşa başlatmaları bu temelde gündeme geldi. Dolayısıyla PKK’ye karşı imha saldırıları geliştirebilmek için ABD, Avrupa ve NATO’dan biraz daha fazla destek aldılar. PKK engeli kaldırılırsa ve Medya Savunma Alanları’nda PKK gerillası imha edilirse Ortadoğu doğalgazının ve diğer enerji kaynaklarının Kürdistan ve Türkiye üzerinden Avrupa pazarına daha kolay ve hızlı akıtılacağını hesap ettiler. Ukrayna Savaşı’ndan çıkan krizi bu biçimde biraz hafifletebileceğini düşünen ABD ve Avrupa Birliği devletleri de TC ve KDP’yi daha fazla yönlendirdi, ilişki ve ittifaka yöneltti. Birlikte PKK’ye karşı askeri saldırıları daha fazla güçlendirmeye hem teşvik ettiler hem de desteklediler.
Demek ki 17 Nisan 2022 tarihinde Zap, Avaşîn ve Metîna’ya yöneltilen yeni işgal ve soykırım saldırılarının, Ukrayna’daki savaşın bu durumu ve gelişimiyle bağlantısı vardır. Kuşkusuz tek neden bu değildir. Böyle bir saldırının ana nedeni TC devletinin faşist, sömürgeci ve soykırımcı zihniyet ve siyasete sahip olmasıdır. Yüz yıldır Kürtlere, Ermenilere, Asuri-Süryanilere ve Rumlara soykırım dayatıyor ve bu süreci, günümüzde Kürt soykırımını gerçekleştirerek sonuca götürmek istiyor. Bunu da, Kürdistan’ın Rojava ve Başûr parçalarını askeri olarak işgal ve siyasi olarak ilhak ederek, tıpkı Kuzey Kürdistan’da olduğu gibi Kürt soykırımı kapsamında ele alarak göstermektedir. Nitekim Tayyip Erdoğan yönetimi bu düşüncesini ve talebini Birleşmiş Miletler Genel Kurulu’nda gösterdiği haritayla ve ortaya koyduğu planla herkese duyurmuş ve bütün BM devletlerinden böyle bir projenin başarılması için destek istemiştir. Bu projenin Kürt soykırım projesi olduğu tartışma götürmez bir gerçektir.
AKP-MHP faşist yönetiminin böyle bir soykırım projesini başarıya götürerek ayakta kalmak ve iktidar ömrünü uzatmak istediği açıktır. KDP yönetimi de böyle bir işgal ve soykırım saldırısına destek vererek mali kazanç sağlama, aile ve aşiret yapısı için bir garanti oluşturma çabası içindedir. AKP-MHP faşizminin Kürt soykırım projesiyle bu kadar ilişki ve ittifak içerisine girmiş olan bir KDP’nin Kürt ulusallığından, ulusal kurtuluş ve özgürlük davası gütmesinden söz edilemez. KDP artık ulusal bir güç olmaktan öteye ekonomik çıkar gücüne dönüşmüştür. Bu temelde bir aile ve aşiret gücüdür, hanedan gücüdür. Tıpkı Bakur’daki köy korucuları gibi kültürel soykırıma razı olma temelinde fiziki yaşamlarına imkân ve fırsat verilmesi karşılığında TC devletine teslim olmuş, onun bir uşağı ve işbirlikçisi konumuna gelmiş bir hanedanlık durumunu ifade etmektedir.
Ukrayna Savaşı’nın çok önemli ve belirleyici nedenlerinden birisi söz konusu enerji kaynaklarına ve yollarına hakim olma istemi ve arayışı olduğu gibi, diğer önemli bir neden de küresel kapitalist modernite sisteminin günümüzde yaşadığı derin kriz ve kaosun bir sonucu olarak ortaya çıkmasıdır. Ukrayna Savaşı’nı kesinlikle 1990’da başlayan 3. Dünya Savaşı’ndan kopuk ele almak ve bu temelde doğru ve yeterli değerlendirmeler yapmak mümkün değildir. Ukrayna Savaşı da dünyanın diğer farklı bölgelerinde yaşanan savaşlar gibi 3. Dünya Savaşı’nın bir parçası ve son halkası durumundadır. Dolayısıyla 5 bin yıllık iktidarcı ve devletçi sistemin, yine beş yüz yıllık kapitalist modernite düzeninin yaşadığı derin bunalım, kriz ve kaosun bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Örneğin 1990-91 Körfez Savaşı, yine eski Yugoslavya topraklarında yaşanan Balkan Savaşları, Kafkasya’daki savaşlar, Afganistan Savaşı 30 yıldır süren 3. Dünya Savaşı’nın birer parçasıysa, günümüzdeki Ukrayna Savaşı da benzer özellikler taşıyan bir savaş konumundadır.
Kapitalist modernite düzeni savaşsız yaşayamaz
Zaten ABD’nin Afganistan’dan askerlerini çekmesinden çok kısa bir süre sonra Rusya askerleri Ukrayna’ya saldırı yapmaya başlamıştır. Yani ABD Afganistan’dan çekilirken, Rusya Ukrayna’ya girmiştir. ABD’nin çekilmesiyle Afganistan nasıl 3. Dünya Savaşı’nın öncelikli alanı olmaktan çıkmışsa, bu sefer 3. Dünya Savaşı’nın en etkin parçası olarak Ukrayna Savaşı gündeme gelmiştir. Demek ki küresel iktidar, devlet sistemi ve kapitalist modernite düzeni savaşsız edememektir. 3. Dünya Savaşı böyle parça parça yerel ve bölgesel düzeylerde gelişen bir savaş olarak devam etmektir. Nitekim enerji kaynaklarına ve yollarına hükmetme de 3.Dünya Savaşı’nın temel bir gerekçesi olmaktadır. Yani enerji krizi, 3. Dünya Savaşı’nın çok temel bir nedenidir. Enerji kaynakları ve yollarına hakim olma temelinde gelişmiş bulunan Ukrayna Savaşı’nın, 3. Dünya Savaşı’nın temel bir parçası olduğu, bir NATO-Rusya savaşı olarak geliştiği ve devam ettiği, söz konusu krizin daha yıllarca süreceği açıktır.
İşte burada şu soru ortaya çıkıyor: Peki, neden bir yerde savaş bitince bir başka yerde mutlaka savaş başlıyor? Neden mutlaka dünyanın belli bölgelerinde savaş gündeme geliyor? İşte çok önemli olan ve Ukrayna Savaşı’nın temel dersi olarak çözümlenip bilince çıkartılması gereken temel husus kesinlikle budur.
Dikkat edilirse söz konusu savaşların bunalımdan, kriz ve kaostan kaynaklandığı kesindir. Savaş başka yöntemlerle çözülemeyen çelişkilerin çözümü için başvurulan yöntem olmaktadır. Ukrayna Savaşı’nın da temelinde küresel kapitalist modernite sisteminin yaşadığı derin kriz ve kaos vardır. Bu bunalım, kriz ve kaos durumu o düzeyde kapsamlı ve derindir ki savaş dışında başka yöntemlerle çözülememektedir. Aslında Körfez Savaşı’ndan bu yana geçen süreç çok net bir biçimde göstermektedir ki mevcut yürütülen savaşlar da söz konusu kriz ve kaos durumuna çözüm getirememektedir.
Peki, burada savaşların rolü ne olmaktadır? Kriz ve kaos içinde küresel kapitalist modernite sistemini yaşatmak, ömrünü biraz daha uzatmak olmaktadır. Yoksa krizi aşma, bunalımı hafifletme, dolayısıyla derin kriz ve kaostan sistemin kendi gücüyle çıkması gibi bir sonucu kesinlikle yaratamamaktadır. Dolayısıyla küresel kapitalist modernite sistemi ancak söz konusu düşük yoğunluklu bölgesel savaşlarla, kriz yönetimleriyle ömrünü biraz daha uzatabilmektedir. Ukrayna Savaşı net bir biçimde gösterdi ki ne söz konusu savaş yöntemleriyle ve ne de savaşsız durumlarla 5 bin yıllık iktidar ve devlet sisteminin, yine beş yüz yıllık kapitalist modernite düzeninin mevcut kriz ve kaostan çıkma, bunalımı aşma ya da bunları hafifletme gücü yoktur. Çünkü bugün son derece derinleşmiş olan kriz ve kaos durumu yapısaldır, sistemik bir yapı arz etmektedir. Geçici nedenlerden, güncel sorunlardan, sınırlı çıkar-çelişki ve çatışmalardan kaynaklanmamaktadır. Aslında iktidar ve devlet sisteminin, yine kapitalist modernite düzeninin varoluş gerçeğiyle bağlantılıdır. Söz konusu sistemler toplumsal varoluşa aykırıdır. Toplumsal tarih içerisinde bir sapma olmaktadır. Doğaya ve topluma yöneltilmiş bir saldırı olma özelliği taşımaktadır.
Azami kârı esas alan, doğaya ve topluma sömürüyü dayatan yapısıyla evrensel gerçeklikle, doğal ve toplumsal varlıkla çelişmektedir. Evrenin, doğanın, toplumun taşıdığı özgürlük ve demokrasi değerlerinden kopuşu ve karşıtlığı ifade etmektedir. Dolayısıyla demokratik topluma, demokratik uygarlığa karşıdır, onun tahrip edicisidir. Onu sürekli kemirmekte ve yok etme özelliği taşımaktadır. Kısaca evrensel, doğal ve toplumsal varoluşla çelişki arz etmektedir. Bir sapma olarak Sümer’den başlayarak, nar topu gibi günümüze kadar büyüyüp gelmiş ve bugün yerküre ve tüm toplumsal doğa üzerinde baskı ve sömürü hâkimiyeti kuran bir canavara dönüşmüştür. İşte bu yapısı gereği ne ederse etsin söz konusu sistem yaşadığı bunalımdan kurtulamamaktadır. Çeşitli dönemlerde daha fazla derinleşen kriz ve kaosu tümden aşamamaktadır. Bunalımlı, krizli ve kaoslu bir sistem olarak Sümer’den bu yana devam ede gelmiştir.
Peki, 5 bin yıl geçmiş olmasına rağmen böyle bir bunalımlı ve krizli bir yapıyla nasıl varlığını sürdürebilmiş ve günümüze kadar gelebilmiştir? Bu bazı dönemlerde çeşitli yöntemlerle söz konusu bunalım ve kriz dönemini hafifletme gücü göstermesinden kaynaklanmıştır. Eğer genel, bütünlüklü, topyekûn ve derinleşmiş bir bunalım, kriz ve kaos durumunu baştan itibaren yaşamış olsaydı kuşkusuz ömrü bu kadar uzamaz, bin yıllara yayılmazdı. Değil bin yıllar, yüz yıllara bile ulaşmazdı. Fakat geçen dönemlerde çeşitli biçimlerde kriz ve kaos durumunu tümden aşamamışsa da dönem dönem onları hafifletmeyi bilmiştir.
Kapitalist modernite sistemi çatışma ve savaş demektir
İktidar ve devlet sistemi, özellikle kapitalist modernite düzeni demek, çatışma ve savaş demektir. Hem topluma karşı bir saldırı hem de kendi içlerinde derin bir çatışma ve savaşı ifade etmektedir. İşte bu çatışma ve savaş durumu dönem dönem krizin hafiflemesine, bazı devlet sistemlerinin gerileyerek, yıkılarak yerlerine yenileri kurulup, sistemin bunalımını geçici olarak bir nebze hafifletmesine yol açmıştır.
Sümer’den bu yana tekelci uygarlık tarihinin bir çatışma ve savaş tarihi olduğunu biliyoruz. En son küresel kapitalist hegemonya döneminin 20. yüzyılda geliştirdiği 1. ve 2. Dünya savaşlarını da biliyoruz. Şimdiye kadar söz konusu savaşlar kriz ve bunalımın geçici hafifletilmesinin bir etkeni olabilmişlerdir. Fakat şimdi tekelci uygarlık sistemi öyle bir düzeye gelmiş ki artık geçmişte olduğu gibi bunalım ve kriz dönemini geçici olarak hafifletecek savaşları da ortaya çıkaramamaktadır. Kapitalist modernite sisteminin ortaya çıkardığı nükleer dehşet dengesi, nükleer silah durumu kapitalist sistemi kendi içinde eskisi gibi savaş yapamaz hale getirmiştir. Artık savaş geçici bile olsa sistemin krizini hafifleten bir yöntem olmaktan çıkmıştır. Ortaya çıkardığı nükleer savaş araçları onu eskisi gibi kendi içinde savaşamaz hale getirmiştir.
Tarih içinde bunalım ve kriz dönemini hafifleten önemli bir başka etkenin iktidar ve devlet sisteminin sürekli yayılması, genişlemesi, yeni alanlar açması, yeni coğrafyaların yeraltı ve yerüstü zenginliklerini talan ederek, bunalım ve kriz dönemini hafifletecek yeni değerler üretmesi olduğunu biliyoruz. Bu anlamda Sümer’den başlayan iktidarcı ve devletçi uygarlık sistemi adım adım yerkürede yayılma göstermiştir. Yerkürenin hepsine yayılamadığı dönemlerde yeni icatlar, yeni yerlere yayılma, bunalım ve kriz etkenini geçici de olsa hafifletme için bir neden olmuştur. Ama 19. yüzyıl sonunda, 20. yüzyıl başında kapitalist sistem öyle bir düzeye gelmiştir ki küresel hegemonik yapı kazanmıştır. Yerkürede ulaşmadığı, egemenlik altına almadığı, iktidar ve devlet sisteminin baskı ve sömürüsüne tabi tutmadığı bir karış toprak parçası bile bırakmamıştır. Bir kişinin bile küresel kapitalist sistem tarafından oluşturulan sömürü ağı dışında kalmasına izin vermemiştir.
Böylece yerkürede yayılma, yeni yerlere açılma, iktidar ve devlet sisteminin yapısal kriz ve bunalımını hafifletici bir etken olmaktan çıkmıştır. Bunun sonucunda 20. yüzyılın başında yeni yerlere açılma, yeni alanları işgal etme, sömürgeleştirme, yağma ve talan etme imkanı kalmayınca bu sefer büyük kapitalist devletler ve tekeller arasında dünyanın yeniden paylaşılması durumu gündeme gelmiştir. Böyle bir durumun ortaya çıkardığı kriz derinleşerek, 1. ve 2. Dünya savaşlarına yol açmıştır. Yayılarak kriz ve bunalımı hafifletme imkânının kalmadığı böylesi bir durumda, sistemin bunalım ve krizini geçici de olsa hafifleten bir etken olarak dünya savaşları gündeme gelip rol oynamıştır. Fakat nükleer silahın bulunması ve kullanılmasıyla artık böyle bir savaşın da yapılamaz olması, 5 bin yıllık iktidar ve devlet sisteminin yapısal olan bunalım ve krizini geçici de olsa hafifletecek etkenlerin tümünü tüketmesini ifade etmiştir.
Kuşkusuz burada üçüncü bir etken olarak 1917 Rus Devrimi’ni ve söz konusu devrim temelinde gelişen ve 70 yıl yaşayan Sovyetler Birliği sistemini de saymak gerekiyor. Bir yandan dünya savaşları kapitalist modernitenin geçici, hafifleten etkeni olurken, esas sistemin bunalım ve krizini hafifleten temel etken olma rolünü Rus Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin varlığı oynamıştır. Nitekim bir sosyalist dünya alternatifi geliştirme iddiasında olan Sovyetler Birliği’nin varlığı kapitalist iktidar ve devletleri kendi içlerinde daha çok anlaşma, iç çelişkilerini daha fazla hafifletme, dolayısıyla Sovyetler Birliği karşısında ayakta kalabilmek için birbirlerine daha fazla dayanmak zorunda bırakmıştır. Sovyet ideologları bu durumu, Sovyetler Birliği’nin dünya barışını sağlama ve sürdürmenin garantörü olarak tanımlamıştır. Bu tanımlama pek hatalı da değildir. Nitekim 2. Dünya Savaşı’ndan sonra sistemin yeniden benzer bir savaş içine girmesini engelleyen temel bir etken nükleer silah dengesiyken, diğer önemli bir etken de Sovyetler Birliği’nin varlığı olmuştur.
Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ve “Yeni Dünya Düzeni”
Sovyetler Birliği’nin varlığı 1990’a kadar bir biçimde kapitalist modernite sisteminin kendi iç bunalım ve krizini geçici de olsa hafifleten bir rol oynamıştır. Ama 1990’da bilinen çözülüşü ardından bu etken de ortadan kalkınca, Körfez Savaşı ile birlikte dünyanın yeniden bir savaş durumu içerisine girdiği ve 3. Dünya Savaşı’nın başladığı tüm aydın ve siyasi çevreler tarafından ifade ve kabul edilir hale gelmiştir. Böyle bir süreçte Körfez Krizi ve Savaşı’yla Irak ve Ortadoğu’yu askeri denetim altına alan ABD, Balkanlar, Kafkasya, Doğu Asya, Afrika ve Amerika’nın bazı bölgelerinde geliştirdiği siyasi ambargo ve askeri müdahalelerle imparatorluğunu kurmaya çalışmış ve “Yeni Dünya Düzeni” olarak ifade ettiği bir stratejik yaklaşımla bazı sorunları, müdahaleyle çözme durumunu göstermiştir.
3. Dünya Savaşı kapsamında geçen bu otuz yıllık süreçle söz konusu çözüm yolları ve oynaması gereken rolü artık oynamıştır. Öyle ki Afganistan ve Ortadoğu’daki durumun, Irak ve Suriye savaşlarının, en son Ukrayna Savaşı’nın ortaya çıkardığı gerçeklik artık bu tür yöntemlerin de küresel kapitalist sistemi kriz ve kaostan çıkartacak ya da geçici de olsa bunları hafifletecek bir etken olma rolünü kaybettiğini ortaya koymuştur. Bu durum 5 bin yıllık iktidar ve devlet sisteminin, beş yüz yıllık kapitalist modernite düzeninin yaşadığı bunalım, kriz ve kaosu daha çok derinleştirmekte, adeta sistemi bir çıkmaz ve çözümsüzlük içine sokmaktadır.
Bu savaştan nasıl çıkılacağını birçok çevre soruyor, tartışıyor, araştırıyor. 3. Dünya Savaşı nasıl sona erecek? Bu kriz ve bunalım dönemi geçici de olsa nasıl aşılacak? Fakat hiç kimse bu sorulara açık ve net bir cevap verememektedir. Çünkü gerçekten sistemin kendini yenileme, yapısal bunalımını hafifletme, dolayısıyla yaşadığı kriz ve kaostan çıkma gücü ve yeteneği kalmamıştır.
Kapitalist modernite sistemi Ukrayna Savaşı’nda görüldüğü gibi bölgesel savaşları gündemde tutarak, daha çok da özel savaş sistemi temelinde kriz yönetimlerini geliştirerek, koronavirüs gibi hastalıklar üretip insanlığı bu yollarla da tehdit ve imha altına alarak ömrünü uzatmaya, sistemini devam ettirebileceği kadar devam ettirmeye çalışmaktadır. Dikkat edilirse sistem içi güçler açısından sistemden çıkışın yolu görülmemektedir. İstedikleri kadar NATO tartışması yapsınlar, istedikleri kadar NATO’ya yeni vizyon, misyon oluşturuyoruz desinler, yapabilecekleri çok fazla bir şey yoktur. Biz çok iyi biliyoruz ki esas olarak NATO iki hedef üzerine kuruldu; birincisi Sovyetler Birliği’nin ekonomik, askeri ve siyasi gücüne karşı ABD ve Avrupa’yı korumaktı. Nitekim on yıllarca bu rolünü oynadı. Sonunda Sovyetler Birliği çözüldü ve çöktü. Şimdi Rusya’yı Sovyetler Birliği’nin bir devamı olarak görmek mümkün değildir. NATO-Sovyetler Birliği çelişki ve çatışmasının bir benzerinin bugün NATO-Rusya arasında yaşanacağını düşünmek doğru değildir. Rusya, Sovyetler Birliği gibi değildir. Çarlık Rusya’sına daha çok benzemektedir. Çarlık Rusya’nın da sistemin nasıl bir parçası olduğu, İngiltere ve Fransa ile ne tür ilişki ve çelişkiler yaşadığı bilinmektedir. Dolayısıyla NATO’nun bu işlevi aslında bitmiştir.
Ukrayna’nın NATO’ya girmek istemesi, İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya girmek istemesi güvenlik kaygılarından kaynaklanmamaktadır. Daha doğrusu herhangi bir dış gücün; Rusya, Çin veya başka bir Asya gücünün tehdidi karşısında, güvenliğini sağlamayı içermemektedir. Kesinlikle bu tür değerlendirmeler ve söylemler doğru değildir. Gerçeği ifade etmemektedir. Böyle olsaydı sormazlar mı; Sovyetler Birliği gibi bir dünya devi varken, neden NATO’ya girmediler de şimdi uykudan uyanır gibi akıllarına NATO’ya girmek geldi? Demek ki NATO’ya girme istemleri dış tehditten kaynaklı bir durum olmuyor. Dolayısıyla NATO, artık dış tehdit karşısında bir güvenliği sağlama örgütü değildir. Hiç kimse NATO’yu böyle ele almamalı. NATO’nun böyle bir güvenlik gücü olduğunu söylemek bütün gerçekleri tersyüz etmek demektir. Daha çok tehdit ve hâkimiyet gücü olduğu açıktır.
Süper Gladyo ve kontrgerilla örgütü olarak NATO’nun amaç ve hedefleri
Buradan NATO’nun var oluşunun ikinci etkenine geliyoruz. Yani Gladyo’ya. Buna “Süper Gladyo” dendi. Yani kontrgerilla örgütlenmesi. NATO gerçeği bir yandan Sovyetler Birliği’ne karşı ekonomik-siyasi-askeri-istihbari gelişme sağlamaya çalışırken, diğer yandan ve esas olarak da içten işçilerin-emekçilerin-kadınların-halkların özgürlük ve demokrasi istemlerine karşı ulus devlet sistemini, faşizmini derinleştirmeyi ifade eden özel savaş sistemini daha çok geliştirme anlamına geldi. NATO örgütlenmesi içerisinde üye bütün devletlerde “Gladyo” adı altında kontrgerillalar örgütlendirildi; bir yandan Sovyetler Birliği tehdidine karşı NATO var olurken, diğer yandan da her ülkedeki halkların, işçi ve emekçilerin, kadın ve gençlerin özgürlük ve demokrasi istemlerine karşı ikinci bir NATO; Süper Gladyo olarak NATO, kontrgerilla olarak NATO, gizli NATO var oldu.
Şimdi NATO’nun Sovyetler Birliği karşısındaki işlevi, Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ardından ortadan kalkınca esas olarak bu ikinci işlevi Gladyo örgütü kaldı. Ulus devlet sistemini faşizan yönden daha çok derinleştiren, özel savaş sistemini daha çok geliştiren, işçi-emekçi, kadın-genç üzerinde baskıyı, sömürüyü, faşist terörü, özel savaş baskı ve sömürüsünü daha çok arttıran bir kontrgerilla sistemi olma özelliği ortaya çıktı. Bazı ülkelerde sözde bu Gladyo’nun bazı birimleri ortaya çıkartıldı, yargılandı, NATO Gladyo’sunun ortadan kaldırıldığı söylendi ama gerçek böyle değildi. Hiçbir zaman NATO düzeyinde Süper Gladyo açığa çıkartılıp yargılanmadı. Örneğin bu Türkiye’de hiç yapılmadı. Diğer ülkelerde de yapılmadı. Tam tersine her ülkede ulus devlet faşizmini derinleştirmeyi ifade eden özel savaş sistemi kontrgerilla, gladyo örgütlülüğü temelinde daha çok derinleştirilip geliştirildi ve bu temelde NATO üyeleri birbirine destek verir oldu. Bugün de sözde “terörizme karşı savaş” adı altında bu durumu sürdürüyorlar. Herkes kendine muhalefet olanı ucuz bir biçimde “terörist” diye suçluyor. Ondan sonra da terörizme karşı ortak mücadele ve dayanışma adı altında birbirlerine destek vererek, işçi ve emekçilerin, kadın ve gençlerin, ezilen halkların özgürlük ve demokrasi mücadeleleri bastırılıyor, eziliyor. Tam bir karşı devrim sistemi işletiliyor.
NATO bir ticaret etkeni olarak da rol oynuyor. Silah ticaretinden diğer ekonomik faaliyetlere kadar NATO ilişkileri üyeler arasında ticareti kolaylaştıran etken olma özelliği de taşıyor. NATO’dan destek alma ve daha fazla ticaret yapabilme, ticaret kolaylığı elde edebilme istemi, İsveç ve Finlandiya’yı NATO’ya üye olmaya yöneltiyor. NATO da bu rolü ne kadar oynayabilecek belli değildir. Örneğin Trump yönetimindeki NATO bambaşkaydı. Açığa çıktı ki ABD içinde de görüş birliği yok. Trump, NATO’yu ölü bir sistem olarak değerlendiriyordu. Fransa Cumhurbaşkanı Macron, buna dayanarak NATO için “Beyin ölümü gerçekleşmiştir” dedi.
Şimdi Ukrayna Savaşı geliştirilerek NATO yeniden canlandırılmak isteniyor. Biden yönetimiyle birlikte NATO canlandırılıp, ABD’nin küresel kapitalist modernite sistemi üzerindeki etkinliği sürdürülmek ve birinci süper güç olma rolü oynanmak isteniyordu. Ancak ABD’ye veya NATO’ya karşı ikinci bir süper güç olarak Rusya ortaya çıkıyor ve 1990 öncesi soğuk savaş dönemi gibi bir süreç kesinlikle yaşanmıyor. İki bloklu dünyaya yeniden dönülmüyor. Böyle bir durum yok. O süreç artık aşıldı. Günümüzde çok başlı sistemler var. İngiltere-Rusya-Çin-Hindistan-Japonya-ABD birçok uçtur. Bunlar iki bloka bölünmemişlerdir. Fakat bu çoklu blokta ABD’nin etkinliği daha fazladır. Ancak bugün ABD’nin, NATO ve Batı sistemleri üzerindeki etkinliği kesinlikle Sovyetler Birliği dönemindeki kadar değil.
Çözümün adresi sistem dışı ve sistem karşıtı güçlerdir
NATO daha çok ekonomik çıkarları esas alarak işçi ve emekçilere, kadın ve gençlere, tüm ezilen halklara karşı, onların özgürlük, eşitlik ve demokrasi mücadelelerine karşı özel savaş sistemini, ulus devlet Gladyo düzenini esas almayı ve giderek bu Gladyo sisteminde daha fazla derinleştirmeyi, geliştirmeyi ve yine bunlarla bir dayanışma içerisinde olmayı ifade ediyor. Terörizme karşı savaşın temel bir boyutunun bu olduğu, “terörist ve terörizme karşı savaş” kavramının bu anlamda çok ucuz bir biçimde kullanıldığı da çok açık bir gerçektir.
Peki, sistem kendi iç bunalım ve krizini kendi gücüyle aşamayacaksa ne olacak? Yaşanan kriz ve kaostan çıkış nasıl olacaktır? Çıkış olacak mıdır, olmayacak mıdır? 3. Dünya Savaşı’nın sonu ne olacaktır? Bu savaşlar insanları nereye götürecektir? Bu soruları sorup cevap aradığımızda karşımıza çıkan yegane gerçeklik artık sistemin bunalım ve krizini geçici de olsa hafifletici çözümler bulamayacağı, bunalım ve krizden kesinlikle çıkamayacağıdır. Ancak 5 bin yıllık iktidar ve devlet sisteminin ortaya çıkardığı kriz ve kaostan kurtaracak, çözüm üretecek yegane güç sistem karşıtı güçler olmaktadır. Sistemin içinde bir çözüm yolu gözükmemektedir. Bu ancak sistem dışı, sistem karşıtı güçler tarafından sağlanacaktır. Yani işçi ve emekçileri, kadın ve gençleri, ezilen halkları 3. Dünya Savaşı’ndan ve 5 bin yıllık iktidarcı devlet sisteminden ancak sistem karşıtı güçler kurtarabilir. Çözüm kesinlikle alternatif sistem temelinde olacaktır. Kapitalist modernitenin alternatifi ancak bir çıkış sağlayacaktır. Buna Önder Abdullah Öcalan, “Demokratik Modernite’ çıkışı dedi. Demokratik düzeni, devrim olarak tanımladı. Kapitalist moderniteye karşı Demokratik Modernite sistemini tanımladı ve mevcut kriz ve kaostan çıkışın, dolayısıyla yaşanan sorunlara çözüm getirmenin ancak Demokratik Modernite alternatifini geliştirip başarıya götürmekle mümkün olacağını ifade etti. Günümüzde bu gerçeklik doğru olduğunu çok daha fazla kanıtlıyor. Yaşanan bu olaylar yapılan değerlendirmenin doğruluğunu bize net bir biçimde gösteriyor.
Yakın tarihe kısaca bakınca insan bazı gerçekleri daha iyi görebiliyor. Örneğin 20. yüzyılın başında özellikle Rus devrimciliği temelinde gelişen devrimci değerlendirmeler; kapitalizmin, küresel hegemonik bir güç haline gelerek emperyalist aşamaya ulaştığı, emperyalizmin can çekişen kapitalist sistem olduğu, artık sistemin böyle devam edemeyeceği, dolayısıyla sistemden çıkışın, yani kurtuluşun ancak sosyalizmle olacağı değerlendirmeleri doğruya ve gerçeğe yakındı. “Ya sosyalizm ya barbarlık” tespiti gayet anlamlıydı. Böyle bir değerlendirme yapmaları ve bu temelde Ekim 1917’de Rus Devrimi’ni gerçekleştirmeleri gerçekten son derece cesurca bir çıkıştı. Küreselleşen kapitalist sistemin derin kriz ve kaosuna, insanlığı tehdit etme durumuna karşı yürekli bir çözüm arayışıydı.
Fakat bu cesur çıkış öngörülen alternatifi yeterince sağlayamadı ve kalıcı olamadı. Çünkü paradigmasal olarak sistemi tümüyle aşamadı. Amaç-araç bütünlüğünü sağlayamadı. Farklılıklara dayalı eşitlik, özgürlük ve demokrasi gibi arayışları iktidar ve devlet aracıyla sağlamak istedi, ki bu mümkün değildi. İktidar ve devlet demek, baskı ve sömürü demektir. Başka biçimde ifade ve izah edilemez. O halde baskı ve sömürü araçlarıyla özgürlük, eşitlik ve demokrasi kurulamaz. Dolayısıyla devrimsel çıkış kapitalist modernite karşısında kendi modernitesini, Demokratik Modernite olarak geliştiremedi. Demokratik Modernite alternatifini ortaya çıkartamadı. Karşılaşılan pratik, ekonomik-askeri-siyasi zorlanmalar karşısında ilkelerden gittikçe daha fazla taviz verildi. Aşırı pragmatist, ekonomist bir değerlendirme ve yaklaşım içinde kalındı. Giderek kendini sistemin bir parçası, bir kolu haline getirdi ve 1990’lar başında sistemin kendi iç çelişkileri temelinde çözülüp çökmesi buradan kaynaklandı.
Böylece 20. yüzyıl başında insanlık için büyük bir felaket haline geldiği değerlendirmelerine neden olan küresel kapitalist modernite sistemi ömrünü yüz yıldan fazla uzattı. İnsanlığın başına yüz yıldan fazla bir süreyle daha büyük belalar getirdi. Baskı ve sömürü uyguladı. Savaş, yıkım getirdi. Ekolojik, ekonomik, demokratik yıkım getirdi. Faşizmi, baskıyı, sömürüyü, katliamları tırmandırdı. Başta kadın olmak üzere tüm toplumsal kesimler üzerinde baskı, zulüm, katliam, taciz ve tecavüzü ortaya çıkardı. Bir insanlık kırımı yaşattı. Toplum kırım, soykırım ortaya çıkardı. Son yüz yılda yaşananlar ve günümüzde gelinen durum 20. yüzyıl başında devrimci sosyalistlerin yaptıkları değerlendirmelerin ne kadar haklı ve doğru olduğunu gösterdi. Sosyalistler ‘Eğer uygulanmazsa vahşet olacak, barbarlık yaşanacak’ demişti. İşte şimdi yaşanan, gerçekten böyle bir vahşet ve barbarlık durumudur. Karşımızda kanserleşmiş bir kapitalist modernite sistemi var. Savaş, zulüm, faşizm, soykırım, sömürü üretiyor, hem de iliklerine kadar. Ortada özgür birey ve demokratik toplum diye hiçbir değer bırakmıyor. Net bir biçimde yaşanamaz bir sistem olduğu ortaya çıkıyor.
Yüz yıl önce “artık bu sistemden mutlaka kurtulmak gerekir” diyen devrimcilerin bu anlamlı yaklaşımları günümüz açısından çok daha gereklidir ve de geçerlidir. Bunu çok iyi görmek gerekiyor. Bir yüz yıl ağır bedeller ödeyerek insanlık bu sistemi sırtında taşıdı. Ama artık değil yüz yıl, on yıl, bir yıl bile yaşayamaz. Sistemin her günü yeni katliam, yeni tecavüz, yeni zulüm, sömürü, toplumun ve doğanın tahribi ve yok edilişi demektir. İnsanlığı adeta kıyamete götürürcesine bir durum söz konusudur.
Tek çıkış yolu Demokratik Uygarlık ve Demokratik Modernite devrimindedir
O halde bu sistem daha fazla devam edemez. Ne yerküre ne de insanlık toplumu 5 bin yıldır gelen, bugün zirve yapan iktidar ve devlet sistemini, kapitalist modernite düzenini bir gün bile sırtında taşıyamaz. Artık taşınamaz bir yük haline gelmiştir. Bundan kurtuluş bir zorunluluktur. 3. Dünya Savaşı’ndan çıkış, sistemin içinden beklenmemelidir. Sistem içi çatışmalardan, buradaki farklı güçlerden aranmamalıdır. Böyle bir durumdan çıkış, sistemin krizine ve kaosuna da bağlanmamalıdır. Tamamen alternatif bir çıkış aranmalıdır. Yeni bir dünya aranmalıdır. Kapitalist moderniteye karşı Demokratik Modernite, tekelci uygarlığa karşı Demokratik Uygarlık, iktidar ve devlet sistemine karşı Demokratik Sistem, ulus devlete karşı Demokratik Konfederalizm mutlaka öngörülmelidir. Kapitalizmin azami kâr ve sömürüsüne karşı kadın özgürlüğüne dayalı demokratik komünal toplumu, doğayı ve toplumu bitiren endüstriyalizme karşı ekolojik-endüstri toplumunu öngörmek, alternatif olarak geliştirmek gerekir. Bu, hem 5 bin yıllık iktidar ve devlet sistemiyle, beş yüz yıllık kapitalist modernite düzenini doğru anlamayı hem de bunlardan kurtuluşun yolunu, yöntemini bulup cesaretlice mücadele etmeyi ifade eder. O halde çıkış, Demokratik Uygarlıktadır, Demokratik Modernite devrimindedir. Çıkış, tüm ezilenlerin demokratik modernite çizgisinde alternatif bir dünyayı var etmesindedir.
Fakat sistem karşıtı güçler de alternatifi yaratacak yeterli bir bilinç ve örgütlülük düzeyine sahip değiller. Kapitalist modernite sistemi bu kadar hastalıklı bir rejim haline gelmiş ve buna rağmen ömrünü uzatıyorsa; kendi iç oyunları, hileleri, baskı ve zulümleri kadar sistem karşıtı/sistem dışı alternatif güçlerin zayıflıklarının, bilinç, örgütlenme ve eylemdeki yetersiz duruşlarının da bunda önemli bir rol oynadığını kabul etmemiz gerekiyor. Bunlar görünen açık gerçeklerdir. Eğer sistem karşıtı güçler bu kadar bilinçsiz, örgütsüz, dağınık, parçalı, zayıf konumda olmasalardı koronavirüs üreten, milyonlarca hafızayı, emekli insanı ölüme götüren bu kanserleşmiş modernite sistemini bir gün bile başında tutmazdı. Artık bu dünyadan silinme zamanı gelmiş ve geçmiştir bile. Fakat bu zayıflıklar buna yol açıyor. Bu açık bir durum. Peki, buradan ne sonuca varacağız, çıkış yok mudur, umutsuz mu olalım, derin kaygılara mı kapılalım? Hayır! Umutlu olmak, cesur olmak, aynı oranda da eğitim ve örgütlenme çalışmasını yürütür olmak gerekiyor.
Alternatif gösterilmiştir, çözüm vardır. Birçok alanda kadın özgürlük mücadelesi, gençliğin mücadelesi, ekolojist mücadeleler, işçi ve emekçilerin mücadeleleri, yani sistem karşıtı güçlerin parça parça dağınık da olsa mücadeleleri var. Bunların birleştirilmesi önemli. Bunlar birleştirilebilirse büyük sonuçlar ortaya çıkabilir. Yine yetersiz bilinçlenmeleri, çözüm üretmeyen görüşleri engel oluşturuyor. Doğru, etkili ve yeterli bir ideolojik mücadeleyle, eğitimle bu yetersizlikler aşılabilir. Alternatif birlik ve ittifak ortaya çıkartılabilir. Bir defa bu konuda günlük ayağa kalkan ve sonuç alan bir durum ortada yok. Ama bu yok diye çok zayıflık var, hiçbir şey olmaz, gelişme sağlanmaz, sistem dışı güçler bilinçlenip örgütlenmez, alternatif çıkış, dolayısıyla çözüm gerçekleşmez de denemez. Bunlar kesinlikle gerçekleşebilir. Bu konuda son derece umutlu olmak lazım. Diğer yandan insanlık tarihinden, ezilenlerin, işçi ve emekçilerin, kadın ve gençlerin, halkların mücadelelerinden dersler çıkartabilmeyi de bilmek lazım.
Devrimlerin derslerinden doğru sonuçlar çıkarmak gerekir. 1917 Rus Devrimi’nde yaşanan cesareti, gerçekleştirilen cüreti iyi görmek gerekir. Dikkat edilirse o dönemde devrimci çıkış yapanların bilinç düzeyleri, örgüt ve eylem anlayışları bugünden çok güçlü değildi. Ne nitelik olarak ne de nicelik olarak günümüz devrimci demokratlarının yaşadığının çok ilerisinde kesinlikle değillerdi. Hatta daha zayıflardı. Güçleri azdı, tecrübeleri azdı. Ancak cesaretleri, fedakârlıkları, inançları ve atılım yapma azimleri vardı. Çok bilinçli olmasalar da bir alternatif yaratmaya, özgürlük ve eşitlik sağlamaya inandılar ve o inançla büyük bir cesaret ve fedakârlıkla ortaya çıktılar. İşte büyük devrimsel çıkış bu inancın, cesaret ve atılımın ürünü oldu. Şimdi de gerekli olan budur. Bu cesaret, atılım ve azim gösterilirse devrimci-öncü duruş, iddia, inanç, bunun yarattığı çaba içinde olunursa kesinlikle devrim gelişir. Hiç kimsenin beklemediği bir anda dünyayı sarsan büyük Rus Devrimi, Ekim Devrimi ortaya çıktı. Bu tarihsel gelişmenin önemli bir özelliği oluyor. Kuantumik hareketin ortaya çıkardığı bir sonuç; hiç görülmeyen bir anda büyük çıkış olabilir. Çok zayıf bir çıkış büyük çıkışları yaratabilir.
1970’lerin ortasında Apocu grup da böyle değil miydi? Önder Apo’nun çıkışı da başlangıçta böyle değil miydi? Çok zayıftı, görülmüyor muydu? Kimse çok şey beklemiyordu. Hiç kimsenin hesaba katmadığı, beklemediği, umut etmediği bir anda dev gibi örgütler faşist saldırı karşısında yok olup giderken, Apocu grup cesareti, fedakârlığı, inancı ve bilinciyle büyük bir atılımla tarihin en büyük çıkışını yaptı. TC soykırımcılığına karşı parti, hareket ve bir Önderlik duruşu olarak ortaya çıkmak başlı başına bir işti. Büyük bir cesareti ifade ediyordu. Öyle bir soykırım sistemi kurulmuştu ki en küçük adımı bile yok ediyordu. Fakat buna rağmen arkasına NATO’yu alan 12 Eylül faşist-askeri darbesine karşı, 15 Ağustos gerilla hamlesi, hiç kimsenin hesap etmediği, beklemediği bir durumdu gerçekleştirildi.
Ardından 9 Ekim 1998 ve 15 Şubat 1999 komplolarına karşı gelişen büyük mücadeleler oldu. Nitekim komployu yapanlar, “Tepki bekliyorduk ama bu kadar büyük bir tepki de beklemiyorduk” diyerek karşılaştıkları durumu, yaşadıkları hayal kırıklıklarını ifade etti. Zayıf gördükleri bir güç onları yıkımla tehdit edecek büyük gelişmelerin ortaya çıkartılmasını sağladı. Ekim Devrimi ve PKK Devrimi gibi örnekler gösteriyor ki, zayıf gibi görünen hareketler bir anda çok büyük çıkışların sahibi olabilirler. Yeter ki doğru bilinç, öngörü, inanç, fedakarlık, doğru değerlendirme ve cesaret olsun. Bunlar olur ve ısrar edilirse büyük çıkışlar gerçekleşebilir. Tarihte örnekleri görüldüğü gibi büyük çıkışlar sağlanabilir. Kendi çelişki ve çatışmaları içerisinde kriz yönetimlerini güçlendirerek Ukrayna Savaşı ile ömürlerini biraz daha uzatmak isteyen kapitalist modernite sistemine karşı Ukrayna Savaşı’nın ortaya çıkardığı etkenlere dayalı olarak büyük bir devrimsel çıkış her yerde gerçekleşebilir. Bu Doğu Avrupa’da da, Rusya’da da, Ortadoğu’da da olabilir, bölgesel ve küresel düzeyde de gelişebilir.
“Böyle olmaz, bunlar hayalci görüşlerdir” diyemeyiz. Biraz da yeni, büyük şeyler hayal edebilmek gerekir. Maddi gelişmeler önce hayallerle başlar. Ütopyasız hiçbir yere varılmaz, hiçbir yeni gelişme sağlanmaz. O halde devrimci ütopyamızı güçlendirmeliyiz. Devrimci hayallerimizi daha çok geliştirmeliyiz. Mevcut sistemin baskısı, sömürüsü, oyunları, hileleri, kanser hastalıkları gözümüzü korkutmamalı. Bu sisteme karşı mücadele edilemez, bu sistem aşılamaz, alternatif geliştirilemez denilmemeli. Tam tersine sistemin çelişkileri, zayıflıkları daha çok görülebilmeli, sistem karşıtı güçler yeterli bir bilinç, örgütlenme ve eylem gücüne ulaşırlarsa, 5 bin yıllık iktidar ve devlet zulmünden, beş yüz yıllık kapitalist modernite canavarından kurtaracak, demokratik-devrimsel gelişmeyi bütün dünyada, dünyanın çeşitli alanlarında geliştirebilirler, bu potansiyel var ve bunun mücadelesini vermek gerekir.
2. AKP-MHP faşizminin çıkmazı ve çırpınışı
Orta Asya’dan günümüz Türkiye’sine kadar Türk egemenlik sisteminin gösterdiği iki temel karakter söz konusudur. Bunlardan birincisi hep güce dayanma, yani dünyanın en büyük gücünden yana olarak kendini yaşatma tutumudur. İkincisi ise var olan dengelerden yararlanıp güç devşirerek ve bunu toplumu ezmede kullanarak kendi egemenlik sistemini var etme ve sürdürmedir.
Orta Asya’dan bu yana kurulan Türk devletleri denen siyasi gelişmeler incelendiğinde bu karakter net olarak görülecektir. Nitekim bu sürecin son halkası olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin de tamamen bu iki karaktere dayalı olarak kurulduğu, günümüz AKP-MHP faşist yönetiminin böyle bir ikili özellik temelinde varlığını sürdürmeye çalıştığı açıktır. 19. yüzyılda Osmanlı sisteminin İngiliz-Fransız-Rus çelişkilerine dayanarak ayakta kaldığı, ömrünü bir süre daha uzattığı bilinmektedir. Yine 1. Dünya Savaşı ardından yerkürenin ilk büyük imparatorluğu olduğu ifade edilen “Britanya İmparatorluğu’nun” çıkarları temelinde mevcut TC devletinin ortaya çıkartılıp kurulduğu açık bir gerçektir.
Söz konusu bu devletin 2. Dünya Savaşı ardından da 1952’de NATO’ya girerek ve ABD ile ikili ilişkilerini geliştirerek, kendisini dünyanın en büyük gücüne dayandırıp ayakta kalmayı öngörmüş olduğu açıktır. Bir yandan NATO’nun gücüne dayanarak, diğer yandan var olan dengelerden güç devşirmeye çalışarak kendi faşist-sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve siyasetini sürdürmüş, günümüzde Kürt soykırımı temelinde yüz yıldır Kürt, Ermeni, Süryani ve Rum toplumlarına dayattığı soykırımı başarılı bir sonuca götürmek istemektedir. Günümüzde AKP-MHP faşist yönetiminin söz konusu politikaları çok yönlü ve etkili bir biçimde uygulamaya çalışmaktadır.
Tayyip Erdoğan öncülüğündeki AKP çıkışı başlangıçta son derece dikkatli ve pragmatist yöntemler kullanan bir çıkıştı. Necmettin Erbakan’ın Milli Görüş’ünden ayrılarak ABD onayıyla bir siyasi hareket haline gelmeye yöneldiğinde tamamen böyle bir karaktere sahipti. Uzun sürede böyle bir yapıyla ve daha çok da dengelere oynayarak oralardan güç devşirerek iktidarını güçlendirmeye ve ayakta kalmaya çalıştı. Daha sonra Erdoğan, iktidardaki ömrünü uzatmak için, Kürt düşmanlığı ve Kürt soykırımı üzerinden derin devlet denilen sistemle işbirliği ve ittifak içerisine girdi. Birbiriyle çok karşıtmış gibi görünen AKP-MHP uzlaşması işte böyle bir temelde ortaya çıktı.
Tayyip Erdoğan’ın pragmatizmi ve kişisel hırsıyla Devlet Bahçeli’nin faşist-sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve siyaseti birleşerek, günümüz AKP-MHP faşist diktatörlüğünü ortaya çıkardı. Süper Gladyo ve derin devlet denilen yapılar Tayyip Erdoğan kişiliğini bunun için hazırlamıştı.
Diğer yandan AKP pragmatist çıkışıyla dengelere oynayarak birçok çevreyi harekete geçirip onlarda umut, beklenti yaratarak kendisini daha çok geliştirip güçlendirdi. Başkalarını yanıltan bir gizlilik temelinde kendisini var etti. Artık gizliliğe gerek kalmadığı, yeterli güce ulaştığı, dolayısıyla esas rolünü açık bir biçimde oynaması gerektiği zaman da Devlet Bahçeli’nin MHP’si ile birleşerek, son 7 yıllık faşist diktatör iktidarını ortaya çıkardı.
Şimdi AKP-MHP faşist-soykırımcı iktidarın gösterdiği iki temel karakter tarihten beri Türk egemenlik sisteminin taşıdığı karakter olmaktadır. Birincisi en büyük güce dayanmak, yani büyük gücün işbirlikçisi olarak var olmak, kendini etkili hale getirmek. İkincisi ise dengelere oynayarak, oralardan güç devşirerek hileyle, demagojiyle toplumu aldatıp tüm ezilen işçiler, emekçiler, kadınlar, gençler, halklar üzerinde baskı, zulüm ve sömürü uygulayarak kendi egemenlik sistemini var etmek ve sürdürmektir. Tayyip Erdoğan’ın izlediği politik çizgi araştırılırsa gerçeğin böyle olduğu rahatlıkla görülecektir. Günümüzde de AKP-MHP faşizminin izlediği temel politik tutumlar tamamen böyle olmaktadır. Örneğin bir yandan günümüz dünyasının en büyük gücü olan NATO’ya dayanmakta ve her türlü faşist-sömürgeci-soykırımcı uygulamalarını NATO’dan aldığı güçle gerçekleştirmektedir. Aslında Türkiye’yi mevcut devlet mi yoksa NATO mu yönetiyor belli değildir. NATO’nun Türkiye masası üst bir Türkiye yönetimi olarak rol oynamaktadır. Biz bunu geçen mücadele süreci içerisinde, NATO çevrelerinin yaklaşımında, özellikle Almanya devletinin tutumlarında net bir biçimde gördük. Bütün askeri darbelerin NATO’ya dayalı gerçekleştiği, 15 Ağustos 1984’te başlayan Kürt gerillasına karşı 1985 Haziran’ından bu yana savaşı bizzat NATO’nun örgütleyip yürüttüğü bilinen bir gerçektir. 1990’ların başında Doğan Güreş NATO’yu PKK’ye karşı savaşta nasıl kullandığını, nasıl ikna ettiğini, onlardan ne tür silahları ve nasıl bedavaya aldığını anılarında itiraf etmektedir.
PKK gerillası karşısında defalarca yenilmiş olmasına rağmen TC devletinin hala ayakta kalması, AKP-MHP faşizminin ayak diretmesi, hatta PKK’yi ezeceği iddiasında bulunmasının temel dayanağının NATO olduğu ve oradan alınan destek ve güvenle bunların yapıldığı bilinen bir gerçektir. Nitekim defalarca yenilmiş olan TC devleti, NATO tarafından yeniden destekler verilerek ayağa kaldırılmış, diriltilmiş, yaşar ve savaşır kılınmıştır. AKP’nin iktidara getirilişi de, AKP-MHP ittifakının sağlanması da, 7 yıldır Çöktürme Eylem Planı temelinde Kürt soykırımını gerçekleştirmek üzere stratejik topyekûn bir faşist-sömürgeci-soykırımcı saldırının yürütülmesi de böyle bir küresel NATO desteği temelinde olmaktadır.
Kürt soykırım savaşı karşısında NATO’nun durumu
Günümüzde Erdoğan yönetiminin NATO’dan ne tür destekler aldığı, Türk ordusunun, TC devletinin NATO’nun en modern silahlarını kullandığı, tehdit, şantaj ve ticaretle Türkiye’nin nasıl her türlü imkânı NATO’dan elde ettiği açıktır. En son İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üye olma istemi karşısında sürdürülen pazarlık bu gerçeği çıplak bir biçimde gözler önüne sermiştir. AKP-MHP faşizmi nasıl bir politika izlemektedir? TC, NATO ilişkileri nasıl yürümektedir? Kürt soykırım savaşı karşısında NATO’nun durumu nedir? Bu soruların cevabı söz konusu pazarlıkla net bir biçimde açığa çıkmıştır. Çeşitli talepler bir liste biçiminde ortaya konsa da onların çoğu maskeleyici özellik taşıyor. Gerçek olan Kürt gerillasına karşı, PKK’ye karşı, Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı yürütülen soykırım savaşına, Kürdistan’ın diğer parçalarını işgal ve tüm Kürdistan’da yürütülen soykırım savaşına NATO’nun daha fazla destek vermesi, dahası böyle bir savaşı sahiplenip üslenerek yürütmesi, dayatmasıdır. Erdoğan yönetimi tamamen böyle bir dayatma içerisindedir. Her türlü silahı buna dayanarak elde etmek istiyor. Bunu da İsveç’ten, Finlandiya’dan, NATO’dan almaya çalışıyor. Kendisine yönelik her türlü silah ambargosunu ortadan kaldırmaya çalışıyor. Bütün NATO’yu AKP-MHP’nin faşist-sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve siyasetine getirmek istiyor. Dayatılan budur.
NATO, ABD, İsveç ve Finlandiya’dan Kürtlere karşı her türlü baskının uygulanması ve PKK’nin faaliyetlerinin yasaklanması için aktif destek istiyor. Kürt’ün sesinin hiç çıkmaması, nefessiz kalması için her şeyi yapıyorlar. Her şey Türk’e göre, AKP-MHP faşizmine göre olsun istiyorlar. Tek yaşama, konuşma, söz söyleme hakkı faşist şeflerin, AKP-MHP’nin, Türklerin olsun diyorlar. Kürt’ün elinden bütün bunlar alınsın. İstekleri ve çabaları bu temeldedir. Kürt’e dair ne varsa terörizm diyerek herkesin önüne suç olarak getiriyorlar. Soykırımcı zihniyet ve siyaset pratiğini “terörizme karşı mücadele” maskesi altında gizleyip sürdürmek istiyorlar.
Bu noktada bazı çevreler, “Gerekirse NATO’dan çıkarız, NATO’ya tavır koymalıyız” gibi şeyler söyledi. Bunların hepsi hikaye. Türkiye bir defa NATO’ya girmiştir. Çökmedikçe çıkmaz da. Onun tarihsel gerçeği budur, dünyanın en büyük gücü kimse ona dayanacaksın, ona işbirlikçilik yapacaksın. Türk egemenlik sisteminde, Türk egemenlerinin yönetim sanatında bu bir ilkedir. Günümüzde de en büyük siyasi-askeri güç NATO olduğuna göre ve NATO’ya bir kere girmiş bulunduğuna göre ne yapılırsa yapılsın TC’nin NATO’dan çıkması gibi bir şey kesinlikle söz konusu olamaz. Çünkü kendisi NATO ile var olmuştur. Her türlü faşist-sömürgeci-soykırımcı zulmü, insanlık dışı uygulamalarını NATO’ya dayanarak uyguluyor. Dikkat edelim Ukrayna’da olanlardan dolayı dünya ayağa kalkıyor. Halbuki Kürdistan’daki bombardımanlar, AKP-MHP faşizminin Kürt gerillasına, halkına karşı yürüttüğü saldırılar, Kürt coğrafyasında yaşanılanlar Ukrayna’nın on katıdır. Ama kimseden ses bile çıkmıyor. Ukrayna’ya karşı her türlü sözü söyleyen, trene binip Kiev’e giderek Zelenski yönetimine destek veren Avrupa’nın o ünlü liderleri, TC’nin Kürt halkını, Kürt gerillasını bombalamasına sessiz kalıyor. “Görmedim, duymadım, bilmiyorum”, üç maymunu oynuyorlar.
Bütün bunlar neyle oluyor? NATO desteğiyle oluyor. Bunları ele geçirmiş olan TC NATO’dan çıkar mı? Fakat Erdoğan iyi bir tüccardır. Gerçekten de orta sınıf tüccarlığından geliyor ve bunu siyasetle birleştirerek çok iyi uyguluyor. Türkiye’nin varını yoğunu son 20 yılda pazara sürdü ve hiçbir iktidarın dayanamayacağı bir soykırım savaşını Kürt halkına ve gerillasına karşı bu 20 yıl içerisinde yürüttü. Hakkını yememek lazım. Kolay kolay bu yürütülemezdi ve bu duruma gelinemezdi. Erdoğan kişiliğinin bu tüccar özelliğini görmemiz lazım.
Demagoji ve şantaj siyaseti
Diğer yandan demagoji ve şantajda da ustadır. Halka dönük demagoji ve yalan, siyasi güçlere, özellikle dış siyasi güçlere dönük şantaj en çok başvurduğu yöntemdir. Bunda da sonuna kadar usta. Gerginlik politikalarını iyi yürütüyor. Başlangıçtaki o Milli Görüş’ten etkilenen yanlarını çoktan aştı. Pragmatist tutumlarını da bir yana bıraktı. Tamamen faşist-sömürgeci-soykırımcı TC devletinin zihniyet ve siyasetini kuşanarak, TC’yi kurtaran ve sürdüren kahraman olma tutumuyla 24 saat çalışıyor. Kürtlere karşı soykırım siyaseti ve savaşı yürütüyor. Bu anlamda da çok kıvraktır. Azami derecede yapılabilecekleri yapma konusunda fazlasıyla ısrarlıdır.
Dengelere dayanarak güç devşirme ve halk üzerinde zulüm uygulamada da usta olduğu göz önünde. Bir dönem Ortadoğu’daki dengelerden bu biçimde yararlandı. İsrail ile ilişkilerden, çeşitli Arap devletleriyle ilişkiler, hatta Arap dünyasının ve İslam’ın liderliğine, halifeliğine soyunma düzeyinde Ortadoğu’nun imkânlarını elde etmeye, sömürmeye çalıştı. Şimdi de Rusya ve İran’ın NATO ve ABD ile çelişkilerine, bu temelde oluşan dengelere dayanarak, bir yandan NATO içerisinde yer alıp diğer yandan Rusya ve İran ile üçlü ilişkileri ve görüşmeleri, “Soçi Mutabakatı” denen süreçleri yürüterek, dengelerden önemli güç devşirdi, devşiriyor.
Şimdi de aynı şeyi yapmak istiyor. Örneğin Ukrayna Savaşı ortaya çıktığında hem Ukrayna hem de Rusya ile en çok ticari ilişkilere sahip olan devletlerden bir tanesi de Türk devleti oldu. AKP-MHP faşist yönetimi bunu yürüttü. Dolayısıyla savaş çıktığında başlangıçta en çok etkilenen, zarar gören, bu savaştan ürken, korkan AKP-MHP faşizmi oldu. Gerçekten de kısa vadede ticareti olumsuz etkilendi, belli bir maddi kaybı oldu. Savaşın nasıl seyredeceği de belli değildi. Dolayısıyla politik tutum geliştirmede de zorlandı. Bir yandan Rusya ile karşıtlaşmamak, diğer yandan Ukrayna ve gerisindeki NATO ile karşı karşıya gelmeme konusunda zorlu bir denge siyaseti izlemek durumunda kaldı.
Bütün bu dengeci tutumlardan elde ettiği imkânları Kürt soykırımında kullandı. Türkiye halklarını faşist baskı, terör ve sömürü altına almakta kullandı. Türk milliyetçiliğini, ırkçılığını, şovenizmini geliştirmekte kullandı. MHP’nin İttihat ve Terakki’den gelen Türk İslam sentezciliğine dayalı Turancı, Kızıl Elmacı ideolojisini, zihniyetini eğitimle, propagandayla, sanatla, edebiyatla, siyasetle, ekonomiyle her yolla Türkiye toplumuna hâkim kılmaya çalıştı. Öyle ki ciddi bir beyin yıkama hareketi, ırkçı-şoven-milliyetçi şahlanışı Türkiye’de geliştirme çabası yürüttü. Buna girmeyen, AKP-MHP faşizmine teslim olmayan herkese karşı ağır bir baskı ve zulüm yürüttü; tutuklattı, ambargo uyguladı, katletti, işkence yaptı, hukuku tam bir çıkar aracı olarak kullandı. Öyle ki Hitler diktatörlüğünün bile uygulamadığı faşist bir terörü ve zulmü uyguladı. Diğer yandan Rusya ve İran’ı geliştirdiği ilişkiler nedeniyle susturdu. Yine NATO ilişkileriyle NATO’yu susturdu. Türkiye’de yaşanan bu baskı, zulüm ve katliamlara karşı adeta hiç kimseden ciddi biçimde ses çıkmaz hale getirildi.
Dikkat edilirse Rusya Ukrayna’ya saldırdı diye Berlin sokaklarını beş yüz bin insan doldurdu. Washington sokaklarını üç yüz bin insan doldurdu. Sadece devletler Rusya’ya karşı sokağa çıkmadılar, o devletlerin etkisinde olan toplumlar, kadınlar, gençler, işçiler Rusya saldırısına ve işgaline karşı meydanları doldurdu. Bunlara bir şey demiyoruz. Aslında eleştirmek gerekiyor. Çünkü bu biraz devlet siyasetinin kuyruğuna takılmayı ifade ediyor. Eğer aynı tutumu, TC devleti Efrîn, Girê Spî, Serêkaniyê, Xakurkê, Heftanîn, Zap, Avaşîn, Amediyê, Zaxo, Süleymaniye, Maxmur, Şengal ve Kobanê’ye saldırılar gerçekleştiğinde gösterselerdi, insan bugün geliştirmiş oldukları eylemselliklerini hümanist, demokratik bir tutum olarak değerlendirebilirdi. Fakat dikkat edilirse Kobanê direnişinde, DAİŞ’e karşı mücadelede bu kesimlerin belli bir tutumu oldu. Çok olumsuzlamamak lazım. Ama orada DAİŞ karşıtı koalisyon da vardı. Devletler de o tutumu almak zorunda kalıyordu. Mevcut toplumsal hareketlerin ne denli devlet etkisinde olduğunu buradan görebiliyoruz. Dolayısıyla söz konusu devletler hangi yönde tutum alıyorlarsa kamuoyu da o yönde tutum gösteriyor. Nitekim AKP-MHP faşizminin Efrîn’den Serêkaniyê’ye, Şengal’den Zaxo’ya, Heftanîn’den Xakurkê’ye kadar yönettiği işgal saldırıları karşısında o düzeyde gelişen bir tutumu göremedik.
Bu şu anlama gelmiyor: Kamuoyu destek vermiyor, devrimci-demokratik güçler yok. Hayır, onlar destek veriyorlar. Bizim ifade ettiğimiz şey onun ötesindeki bir tutumdur. Bu nereden ileri geliyor? Demek ki AKP-MHP’nin NATO ilişkilerinden ileri geliyor. NATO’nun verdiği destek bu biçimde de hayata geçiyor. Dengelere oynayıp imkân elde ederek toplum üzerinde ağır bir faşist baskı, terör, zulüm, katliam uygulayabiliyor. Çok fazla tepki almıyor. Hiç almıyor demek doğru değil. Avrupa kurumlarından bazı eleştiriler geliyor. Fakat bu eleştiriler daha çok zevahiri kurtarmaya dönüktür. Devrimci-demokratik güçlerden, insan hakları örgütlerinden, sendikalardan, bazı aydınlardan yükselen sesler var. İmralı işkence ve tecrit sistemine karşı çıkan, Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü isteyen, AKP-MHP faşizminin Türkiye’de uyguladığı faşist terör ve zulme karşı çıkan çok değerli tutumlar, özgürlükçü-demokratik düşünce, tavır ve eylemler ortaya çıkıyor. Bunların hepsini yoldaşça selamlıyoruz. Tarihi önemlerini anlıyoruz, görüyoruz. Fakat bunlar dardır. Bizim burada ifade etmeye çalıştığımız onun çok ötesine geçen durumların olduğu noktasıdır.
AKP-MHP ittifakı; bir ırkçı-milliyetçi, derin devlet, ulus devlet ittifakı olduğu gibi bir NATO ittifakıdır da. Küresel kapitalist sistemin verdiği desteğin bir ittifakıdır. Dolayısıyla bu ittifakın hayata geçirdiği “Çöktürme Eylem Planı” adlı stratejik saldırı aynı zamanda NATO’nun destek verdiği Kürt soykırım saldırısıdır. Arkasında NATO ve dış güçler vardır.
KDP-TC ittifakı özünde bir ABD-TC, NATO-TC ittifakıdır
Son yıllarda, 2018’de Efrîn ve Xakurkê işgal saldırılarıyla başlayan ve her yıl Kürdistan’ın Batı ve Güney parçalarının bir bölgesine yöneltilen planlı işgal saldırılarının arkasında da NATO vardır. Kesinlikle bu planlamalar ABD ve NATO tarafından yapılmakta ve TC devletine uygulatılmaktadır. Yine AKP-MHP faşizmi ile KDP işbirlikçiliğinin bu kadar PKK karşıtı, özgür Kürt karşıtı birlik ve ittifak yapmalarının arkasında da ABD ve NATO vardır. Bunlar temelinde NATO ve ABD özgür Kürt varlığını yok etmeye, PKK’yi imha ve tasfiye etmeye, 9 Ekim 1998 ve 15 Şubat 1999’da başlattıkları Uluslararası Komployu başarıya götürmeye, böylece Kürtlüğü KDP işbirlikçiliğinin eline vermeye çalışmaktadır.
Bir siyasi hareket olarak KDP varlığından söz etmek mümkün değildir. Giderek hanedanlaşan bir Barzani ailesi var. Dolayısıyla ortada bir aşiret de yoktur. KDP’yi bir siyasi hareket haline getirmeye çalışan aslında ABD-İsrail ve NATO’dur. Bunları çok iyi biliyoruz. Geçmişte defalarca KDP’lilerin kendileri de bunu ifade etti. Dolayısıyla KDP-TC ittifakı özünde bir ABD-TC, NATO-TC ittifakıdır. Aynı ilişkilerden geliyor. Böylece yıl yıl oluşturulan işgal ve imha planlı saldırılarıyla gerilla ezilmeye, Misak-ı Milli sınırları içerisinde olan Kürdistan’ın Başûr ve Rojava parçaları TC’nin egemenliği altına alınmaya, PKK imha edilerek Kürdistan’da tek söz sahibi olarak işbirlikçi Barzani hanedanlığı bırakılmaya çalışılmaktadır. Nasıl İngiltere ve Fransa 1. Dünya Savaşı ardından bir taraftan Kemalist hareketi ortaya çıkartmaya çalışırken, diğer taraftan Arap şeyhlerine Arabistan’ı parselleyip dağıttıysa, bugün Kürdistan’da da aynı rolü oynamak, işlevi görmek istemektedir. Bu biçimde PKK’nin imha ve tasfiyesi geliştirilmek, direnci kırılarak Önderlik çizgisi, Apocu çizgi ezilerek geriye kalan PKK teslim alınmaya, ABD’nin ve KDP’nin hizmetine koşulmaya çalışılmaktadır.
Küresel kapitalist modernite sisteminin 5 bin yıllık iktidarcı-devletçi egemenliğin durumunu en iyi TC devletine ve AKP-MHP faşizmine bakarak insan anlayabilir. Gerçekten sistem nasıl bir çözülüş ve çöküş içerisinde? Nasıl derin bir kriz ve kaosu yaşıyor, nasıl çıkışsızdır, dolayısıyla ömrünü uzatmak için ne tür hile, oyun, baskı, terör, zulüm ve katliamlar geliştiriyor? Bunların hepsini AKP-MHP faşizmine ve TC devletine bakarak insan daha iyi görebilir. Sistemin en iyi örneği TC devleti ve AKP-MHP faşizmidir. Bunu kapitalist modernite sistemi de görmekte ve bütün kurumlarıyla TC devletini, AKP-MHP faşizmini yaşatabilmek için çaba harcamaktadır. Bunlar gözle görünen gerçeklerdir. Fakat diğer yandan ise Kürt halkının gösterdiği direniş, Türkiye halklarının devrimci-demokratik güçlerinin direnişi, dünyanın devrimci-demokratik güçlerinin direnişi, aydınlarının ve sanatçılarının verdiği destek gerçekten AKP-MHP faşizmini, TC devletini iyice teşhir etmiştir. Tüm maskelerini düşürmüştür.
Şunu görmek lazım: AKP-MHP faşizminin geleneksel Türk egemen siyasetini yürütmesi, dengelerden yararlanmaya, her türlü imkânı kullanmaya, NATO’nun, ABD’nin desteğini en ileri bir biçimde almasına rağmen Kürt halkının ve dostlarının direnişi karşısında ömrünü uzatmakta, ayakta kalmaktadır. Zafer kazanmakta zorlandığı açık bir gerçektir.
AKP-MHP faşizmi Kürt halkının iradesi, Önder Apo ve gerillanın direnişi karşısında kaybetti
Hem ABD ve dış güçler hem KDP, işbirlikçi camia söz konusu planlı saldırılarla Türkiye’nin çok zorlanmadan sonuç alacağını, dolayısıyla PKK’nin ezilip imha edileceğini sanıyorlardı. 2015 Temmuz’undan bu yana Erdoğan yönetimine güç ve destek verdiler. Onun başarılı olmasını beklediler. Fakat gerçek öyle olmadı. Hiçbir hukuk ve ahlak kuralı dinlemeden yürüttüğü işgal saldırılarına rağmen AKP-MHP faşizmi Kürt halkının iradesini kıramadı. Önder Apo’nun direnişini engelleyemedi. Gerillayı yenemedi. PKK’yi teslim alamadı. Bedeli ağır da olsa Önder Apo, gerilla, Kürt kadını ve genci, Kürt halkı ve dostları, söz konusu planlı saldırılara karşı kahramanca direndi, planları bozdu, saldırıları kırdı ve TC’nin zaferini önledi. AKP-MHP faşizminin tüm planlarını yenilgiye uğrattılar. Bu temelde 2021 yılı bir sonuçtu. Şubat ortasında Garê’de AKP-MHP faşizmi yenilmiş ve iradesi kırılmıştı. Dolayısıyla 2008’de Zap’ta olduğu gibi AKP-MHP faşizminin yönetimden düşmesi gerekiyordu. Fakat dış güçler ve KDP işbirlikçiliği destek verip teşvik ederek Zap, Avaşîn ve Metîna’ya dönük işgal saldırılarını gerçekleştirmesini sağladı. Böyle bir saldırıyla da kısa sürede sonuç alacaklarını umut ettiler. Her türlü desteği verdiler. 2021’in güzü geldi, plan zamanları geçti. Defalarca süreyi uzattılar. Sonuç olarak gerillanın kahramanca direnişi karşısında başarısız kaldılar. Gerillayı ezemediler, PKK’yi yenemediler. Kürt halkının dört parça Kürdistan ve yurtdışında gerilla öncülüğündeki “Dem Dema Azadiyê ye” direniş hamlesini yürütmesini engelleyemediler. Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü hedefleyen bu büyük devrimci mücadeleyi zayıflatamadılar, kıramadılar. Dolayısıyla derin bir yenilgi yaşadılar. Ne dış güçler ne de işbirlikçiler, AKP-MHP faşizmi gibi umut ettikleri, bekledikleri sonuca ulaştı.
Sonuçta yeni bir durumun ortaya çıktığı açıktı. Fakat ABD-TC-KDP ittifakı söz konusu yenilgiyi Ukrayna Savaşı’nın sonuçlarına dayanarak tersine çevirmeye çalıştı. Sanki Ukrayna Savaşı’nı TC’yi ayakta tutmak, yeniden PKK’ye saldırma gücü kazandırmak için ortaya çıkardılar. İnsan böyle de değerlendirebiliyor, düşünebiliyor. Bu tür durumları da göz önüne getirebiliyor. Çünkü ABD Afganistan’dan çekilince Rusya Ukrayna’ya girdi. TC başta ticari ilişkilerinden dolayı zarar gördü. Fakat savaş uzayınca, Ukrayna üzerindeki kriz, özellikle enerji sorunundan dolayı Ortadoğu’ya ABD ve Avrupa devletleri daha fazla yönelince PKK’ye ve gerillaya karşı yeni bir saldırı planı oluşturmak için AKP-MHP faşizmine yeniden bir fırsat ve imkân doğdu. AKP-MHP faşizmi çok güçlü değildi, zayıftı, çöküş durumundaydı; ya kaçacak, yenilgisini ilan edecek, çökecekti ya da yeniden bir saldırı geliştirecekti. İşte böyle bir saldırı geliştirme imkânını Ukrayna Savaşı’nın uzamasıyla buldu. Belli bir imkân ve fırsat elde etti. Ukrayna, Rusya arasındaki çatışma ve denge politikasından yararlanarak yeniden 17 Nisan 2022 Zap-Avaşîn ve giderek Metîna’ya yayılan planlı işgal saldırısını gündeme getirdi. Bu saldırı, yenilmiş bir gücün suni desteklerle ortaya çıkardığı bir saldırı oluyor. Nasrettin Hoca’nın “Ya tutarsa” demesi gibi bir saldırıyı ifade ediyor. Kendi deyimleriyle son çırpınışa benziyor.
AKP-MHP faşizmi bu yolla iktidarını uzatmak için, dolayısıyla küresel kapitalist sistemi ayakta tutabilmek için bir çıkış bulmaya çalışıyor. Kendi iktidarını buna dayanarak sürdürebileceğini sandı. Çok yoğun bir güçle, dış ve işbirlikçi destekle saldırırsa gerillayı kaçırtabileceğini, ezebileceğini, belli alanları hızla işgal edebileceğini, dolayısıyla bunun oluşturduğu havayla seçim yaparak ya da seçim yaptı sayarak yeniden kendisini TC devletinin yönetimi yapmayı hesapladı, planladı. Böyle de bir saldırı yürüttüler. Zap Savaşı’nı tamamen bu temelde anlamak gerekiyor. Bu savaşın 5 bin yıllık iktidar ve devlet egemenliği ile ona karşı halkların direnişi içinde yeri var. Kapitalist modernite sisteminin saldırıları ve ona karşı direnişte yeri var. Bu savaşın TC devletinin Rojava ve Başûr Kurdistan’ı işgal etme, Misak-ı Milli sınırlarını ele geçirme stratejik planıyla ilişkisi var. Bu saldırının AKP-MHP faşizminin ömrünü uzatma politikasıyla bağı vardır. Çok yönlü bir saldırıdır. Tarihi anlamı derin olan, siyasi anlamı çok boyutlu olan stratejik bir saldırıdır. AKP-MHP faşizmi ve onu saldırıya geçiren güçler kolaylıkla bu saldırıdan sonuç alacağını düşündü, hesapladı. Fakat hesapladıkları, umut ettikleri sonucu alamadılar. HPG ve YJA-Star gerillasının kahramanca direnişi, fedai çizgisindeki tünel ve tim savaşlarıyla AKP-MHP çetelerine vurduğu ağır darbeler baştaki planı bozdu. AKP-MHP faşizmini daha şimdiden başarısız kıldı.
Zap’ta başarısız olan AKP-MHP faşizmi, farklı alanlara saldırıyor
Dolayısıyla Zap’ta başarısız kalan, aradığı çıkışı yapamayan AKP-MHP faşizmi saldırılarını farklı alanlara yapmaya çalıştı, çalışıyor. Maxmur, Süleymaniye, Şengal’e ve durmadan Rojava Kurdistan’ına, Şehba’ya, Kobanê’ye, Til Rıfat’a saldırıyor. Rojava’ya dönük yeni işgal saldırı planlarını gündeme getirdi. Rojava halklarını, oradaki siyasi güçleri tehdit ediyor. Oradan da istediği sonucu elde edemedi. Ne ABD ne de Rusya’dan tam istediği desteği alamayınca bu sefer NATO şantajını yapmaya kalktı. İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine karşılık olarak ABD ve NATO’dan tamamen Rojava’ya saldırabilmek için destek vermelerini istedi. Orada da işleri iyi gitmemiş olacak ki bu sefer Yunanistan çelişki ve çatışmasını gündeme getirdi.
AKP-MHP faşizmi bir yandan bütün bunlarla Türkiye gündemini elinde tutmaya çalışıyor, gündem belirliyor. Gerçek yüzü açığa çıkmasın, toplumlar gerçeği görmesin, dolayısıyla yenilgisi tartışılmasın, maskesi düşmesin diye sürekli gündemi elde tutmaya çalışıyor. Diğer yandan ise çıkış arıyor. Gerçekten de Ukrayna Savaşı’nın sonuçlarından aldığı kısmi destekle Zap ve Avaşîn’de kolay bir başarı kazanıp zafer ilan ederek kendisini yeni bir fatih haline getireceğini sanırken Zap’ta gerçek bir bataklığa saplandı, bir çıkmaza girdi ve kilitlendi. Kendisi kilit vuracağını sanırken, Zap kilidine düştü. Şimdi ne ileri gidebiliyor ne geri çıkabiliyor. Tayyip Erdoğan ile Devlet Bahçeli kaçsa 2008 sonrası Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğ’un düştüğü duruma düşecekler. İleri gidemiyor ve her gün gerilla onlarca AKP-MHP çetesini vuruyor. Çünkü gerilla hazırlıklıydı, coğrafya son derece elverişli. Gerilla fedai çizgisinde savaşıyor. Kürdistan’ın özgürlüğü için inancı, amacı ve bilinci var, tecrübesi, askeri eğitimi ve hazırlığı var.
Sözde 17 Nisan 2022 planlı saldırısıyla AKP-MHP faşizmi, kendisine de NATO’ya da bir çıkış yolu bulacaktı. Fakat şimdi gelinen nokta tam bir çaresizliktir, çıkmazdır, çöküştür, çözümsüzlüktür. Kriz ve kaosun daha fazla derinleşmesidir. Öyle bir noktaya geldi ki nereye saldıracağını bilemiyor. Bir yere vurup belli başarılar kazanarak içeride yönetimini güçlendirip oya ve seçime dönüştürmek için çaba harcıyor ama böyle bir sonuç alma imkânı yok. Kurnaz tilkinin dört ayağıyla tuzağa düşmesi gibi, AKP-MHP faşizmi de Zap’a dönük işgal saldırısıyla dört bir yandan tuzağa düşmüş gibidir. Farklı arayışları da çare olmamakta, çözüm getirmemektedir.
Yunanistan tehdidi karşısında ABD uyarıları oldu. Öyle anlaşılıyor ki Kobanê işgal saldırısına ABD sıcak bakmadı. Şehba-Minbic’e dönük işgal saldırılarını herhalde Rusya uygun görmedi. Rusya’nın buraları TC’ye vermesi mümkün değil. Zaten Hatay’ı ve İdlib’i aldılar. Dolayısıyla Akdeniz kıyısında Suriye’nin ticaret yolunu denetler hale geldiler. Efrîn ardından Minbic’i de alırlarsa Halep’i almış duruma gelecekler. Böyle olursa hem Rusya hem Şam yönetimi tamamen AKP-MHP faşizminin denetimi altına girmiş olacak. Yine İhvan-i Müslim’in kitle desteği var; bir de onları harekete geçirdiğini düşünürsek, TC’nin Efrîn’i ele geçirmesi gibi benzer bir durum yaşanır. Bu anlamda orada da ucuz zafer elde etmek için saldırı imkânı bulamıyor. Bir de Kuzey Doğu Suriye Demokratik Özerk Yönetimi her türlü saldırı karşısında direnişe hazır olduğunu, Efrîn ve Serêkaniyê’den çıkartılan dersler temelinde her tür saldırganı ezecek ve yenecek bir güce ve hazırlığa sahip olduklarını ve son nefeslerine kadar her yerde direnerek bir karış toprağı düşmana terk etmeyeceklerini açıkladılar ki bunun da yarattığı korku var.
Ukrayna Savaşı’nın sonuçlarını sözde imkân ve fırsat olarak değerlendirerek iktidar ömrünü uzatmak için bir çıkışa dönüştürmek isteyen AKP-MHP faşizminin tamamen kapana kıstırıldığı, batağa saplandığı, çaresiz ve çözümsüz duruma gelerek çöküş ve çözülüş sürecinin hızlandığı açıkça görülüyor. Gerçek durum budur. Dolayısıyla AKP-MHP faşizmi hem dış kapitalist modernite sisteminin hem de Kürt işbirlikçi-ihanetçi desteğine rağmen bir çıkış gücü olamadığı, Ukrayna Savaşı ile birlikte kapitalist modernite sisteminin bunalım ve krizini hafifletecek sonuçlar ortaya çıkaramadığı, bir çare, çıkış olamadığı net bir biçimde görülüyor. O halde geriye tek bir çıkış yolu kalıyor: O da Özgür Kürdistan çözümüdür, Demokratik Modernite çözümüdür.
3-Özgür Kürdistan ve Demokratik Modernite çözümü
Günümüzde Kürdistan’da da bir savaş var. Hem de tarihin tanıdığı en anlamlı ve de amansız bir savaş. İlgili olan herkesin varlık-yokluk, ölüm-kalım biçiminde tanımladığı bir savaş. Bu savaş Zap, Avaşîn ve Metîna’daki gerilla direnişinin öncülüğünde sürüyor. İlhamını Önder Apo’dan ve tarihi İmralı direnişinden ve yine kadınlardan, gençlerden ve yurtdışındaki Kürt halkının dostlarının verdiği destekten alıyor.
Bugün Kürdistan’da yaşananların, Zap, Avaşîn ve Metîna’da olanların her bakımdan kapsamlı bir savaş olarak tanımlanması gerektiği açıktır. Bu ideolojik, siyasi, askeri boyutuyla öyledir. Her bakımdan tam bir savaş durumunu ifade ediyor. Fakat dikkat edilirse bu savaş, Körfez Savaşı’na, Afganistan Savaşı’na ve Balkanlar’da, Kafkasya’da yaşanan savaşlara benzemiyor. Bu savaş, Ukrayna Savaşı’na da benzemiyor. Söz konusu ifade ettiğimiz bütün savaşlar küresel kapitalist modernite sistemi içinde, onun iç çelişkilerinden kaynaklanan ve 3. Dünya Savaşı’nın parçaları olan savaşlar olurken, Kürdistan’daki savaş tamamen farklı özellikler taşıyor. Bu savaş küresel kapitalist modernite sisteminin iç çelişkilerinden kaynaklanan bir savaş değil. Dolayısıyla 3. Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı ya da ona dayanarak süren bir savaş değil. Bu savaş, 5 bin yıldır Sümer’de başlayan ABD ve NATO’da zirve yapan iktidar ve devlet sistemine karşı kadınların ve gençlerin, işçi ve emekçilerin, halkların yürüttüğü özgürlük ve demokrasi savaşı oluyor.
Şöyle de ifade edebiliriz: Bu savaş, merkezi tekelci uygarlığa karşı Demokratik Uygarlık güçlerinin savaşı oluyor. Tekelci uygarlık güçleriyle Demokratik Uygarlık güçleri Kürdistan’da savaşıyor. Kapitalist modernite güçleriyle Demokratik Modernite güçleri Kürdistan’da savaşıyor. Faşist-sömürgeci-soykırımcı zihniyet ile özgürlükçü, farklılıklara dayalı eşitlikçi, demokratik zihniyet Kürdistan’da savaşıyor. Kürdistan, 5 bin yıldır toplumsal gelişmeye ters düşen, bir sapma olan iktidar ve devlet sistemine karşı halkların kadın özgürlüğüne ve toplumsal ekolojiye dayalı demokratik sistemini ve özgür yaşamını ortaya çıkartmayı, alternatif bir dünya yaratmayı hedefleyen bir savaşa sahne oluyor.
O halde Kürdistan Özgürlük Mücadelesini doğru anlamak ve dar ele almamak gerekli. Bu temelde Kürt halkının kadınlar ve gençler öncülüğünde dünyanın dört bir yanında, dostlarının da desteğiyle yürüttükleri özgürlük ve demokrasi mücadelesini doğru anlamak gerekli. Zap, Avaşîn ve Metîna merkez olmak üzere Kürdistan’ın kuzeyinde, güneyinde, batısında, Türkiye’nin metropollerinde Kürt gençlerinin gerilla ve öz savunma temelinde yürüttükleri kahramanca özgürlük savaşını doğru ele almak lazım. Evet, bu savaş bir özgürlük, bir demokrasi savaşı, eşitlik ve adalet savaşıdır. Ama yerel özellikleri olduğu kadar evrensel özellikleri de olan, ulusal boyutları olduğu kadar küresel boyutlara da sahip olunan bir savaş.
Zap ve Avaşîn’de HPG ve YJA-Star gerillaları öncülüğünde Kürdistan Özgürlük ve Demokrasi Mücadelesi kapsamında yürütülen savaş, AKP-MHP faşizmini yenilgiye uğratmak, Kürdistan’da Demokratik Özerklik çözümünü ortaya çıkartmak için yürütülen bir savaştır. Bu savaş, TC’nin sahip olduğu faşist-sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve siyaseti yenilgiye uğratarak, Türkiye ve Kürdistan’da bir zihniyet devrimini gerçekleştirme savaşıdır. Bu savaş, Kürt sorununu çözerek, Kürdistan’ı özgür hale getirerek, bu temelde başta Türkiye olmak üzere Arap sahasını ve İran’ı, dolayısıyla tüm Ortadoğu’yu demokratikleştirme savaşıdır. Bu savaş, Kürt özgürlüğü ve Ortadoğu demokratikleşmesi temelinde 5 bin yıllık tekelci uygarlık sisteminin yaşadığı kriz ve kaostan insanlığı çıkarma, 3. Dünya Savaşı’nı sona erdirme, dünyayı Demokratik Özerklik ve Demokratik Konfederalizm temelinde özgürce yaşanır bir coğrafya haline getirme savaşıdır. Kısaca Kürt savaşı olduğu kadar Türk, Arap ve Fars savaşıdır da. Kürtlerin ve bölge halklarının savaşı olduğu kadar tüm insanlığın özgürlük ve demokrasi savaşıdır. O halde çözüm Kürdistan’da yürütülen özgürlük mücadelesindedir. Kürdistan’ın stratejik konumu, Kürt sorunundaki çözümün Ortadoğu’da demokratikleşmeye yapacağı katkılar, küresel düzeyde demokratikleşmeyi hedefliyor, geliştiriyor. Dolayısıyla kapitalist modernite sisteminin aşılması temelinde 3. Dünya Savaşı’ndan insanlığın çıkışını hedefliyor.
Kürdistan’daki savaşa ve özgürlük mücadelesine yol gösteren demokratik uygarlık ve demokratik modernite kuramı kesinlikle böyle bir çizgi olma özelliği taşıyor. Önder Apo’nun geliştirdiği düşünceler, çözümleyici strateji ve taktikler Kürt halkını, kadınlarını ve gençlerini bilinçlendirip, baskı ve sömürüye karşı direnişe yönelttiği gibi tüm Ortadoğu halklarını ve insanlığı bilinçlendirerek, iktidar ve devlet sistemine karşı kapitalist modernitenin kanserleşmiş düzenine karşı mücadeleye sevk etme özelliği taşıyor. Kürdistan Özgürlük Mücadelesi çizgisiyle, demokratik modernite kuramıyla mevcut tekelci uygarlık sistemine, kapitalist modernite sistemine alternatif yaratmanın düşüncesini, zihniyetini ve çizgisini veriyor. Bu çizginin pratikleşmesi olan Kürdistan Özgürlük Mücadelesi ve özgürlük savaşı tamamen alternatif bir dünyayı, Özgür Kürdistan ve Demokratik Ortadoğu temelinde yaratmayı ifade ediyor.
Kapitalist modernite sisteminin her türlü çıkmazına, çözümsüzlüğüne, tıkanmışlığına, kriz ve kaosuna karşı çözüm gücü, demokratik modernite çizgisindedir. Bu çizgiyi hayata geçiren Kürdistan Özgürlük Mücadelesi’dir. Çizginin en çok örgüt ve eyleme dönüştüğü alan Kürdistan’dır. Dolayısıyla bu çizgi temelindeki mücadele Kürdistan’da gelişiyor, Kürdistan Özgürlük Mücadelesi olarak somutlaşıyor. Kürdistan Özgürlük Mücadelesi sahip olduğu ideolojik-politik çizgi ve gerçekleşen pratiğiyle tüm insanlık için, Ortadoğu halkları için, kadın, gençler ve tüm ezilenler için yeni bir umut oluyor. Yeni bir çıkışı, çözümü ifade ediyor. Doğru çözüm yolunu gösteriyor ve bunun mümkün olduğunu ortaya koyuyor.
O halde daha önce de ifade ettiğimiz gibi 5 bin yıllık iktidar ve devlet sisteminin gücüne, beş yüz yıllık kapitalist modernite düzeninin yalanına, hilesine, toplum kırımına, ulus devletçi faşizmine, özel savaşına, katliamlarına, baskısına bakarak yanılmamak, umutsuz duruma düşmemek lazım. Yine kadınların, gençlerin, işçi ve emekçilerin Ortadoğu’da ve dünyada halkların yeterince bilinçli-örgütlü olmayan parçalı, dağınık, zayıf durumlarına bakarak, umutsuzluğa kapılmamak gerekiyor. Tersine doğru düşünce ve belli bir çabayla en ağır baskı ve zulüm altında, en eğitimsiz ve örgütsüz olan halk bile bilinçlendirilerek örgütlü ve eylemli kılınabiliyor. Kürdistan gerçeği bunu gösteriyor. Kürt toplumunun günümüzde yaşadıkları bunun açık, somut örneği ve kanıtı oluyor.
Kadın Özgürlük Devrimi, günümüzün en temel devrimidir
Demek ki doğru düşünceye sahip olunursa, Demokratik Modernite alternatifi doğru anlaşılırsa ve bu temelde asgari düzeyde planlı-örgütlü bir mücadele yürütülürse, bunun gerektirdiği cesaret ve fedakârlık gösterilirse bugün zayıf gibi görünen durumlar kısa sürede güce dönüşebilir. Bilinçsiz insanlar bilinçlenebilir. Örgütsüz insanlar örgütlenebilir. İnsanlık özgür ve demokratik yaşam için ayağa kalkabilir. Buna kesinlikle olmaz dememek lazım. Dikkat edelim belli bir bilinçlenmeyle ve biraz çabayla Kadın Özgürlük Mücadelesi nasıl gelişti. Daha şimdiden 21. yüzyılı kadın yüzyılı haline getirdi. Kadın özgürlüğünün damga vuracağı, sağlanacağı bir yüzyılı yarattı.
Toplumun en güçsüz, düşürülmüş, zayıflatılmış, en çok köleleştirilmiş kesimi kadındı. Her türlü örgütlenmesi dağıtılarak, kültürel soykırım süreci altına alınarak, yok edilme sürecine sokulan Kürtlerdi. Doğru düşünce ve çabayla Kürtler bilinçlendi ve bugün kendilerini insanlık için umut ve çözüm kaynağı haline getirdi. En zayıf ve köle durumunda olan kadınlar, bilinçlenerek örgütlülüklerini ve eylemliliklerini yaydı ve daha şimdiden 21. yüzyılı kadın yüzyılı haline getirdi. Her alanda mücadelenin en çok ve güçlü bir biçimde geliştireni oldular. Kadın Özgürlük Devrimi’ni günümüzün en temel devrimi kılmayı daha şimdiden başardılar. Kadın özgürlüğü devrimi temelinde toplumsal özgürlük ve demokrasi devriminin her alanda gelişebileceğini herkese açık ve net bir biçimde gösterdiler.
Her yerde söz konusu bilinçlenme ve örgütlenme geliştirilebilir. İmkânlar az, gücümüz zayıf denemez. Tam tersine, tarihteki her dönemden çok şimdi daha fazla özgürlükçü ve demokratik güçler imkâna ve fırsata sahipler. Koşullar devrimci çalışma yapmak, bilinç ve örgüt geliştirerek eyleme yönelmek için her zamankinden daha fazla büyük, ciddi örnekler, öncüler ve gelişmeler var. Kürdistan öncülüğü, kadın öncülüğü her türlü toplumsal özgürlüğü ve demokrasiyi geliştirmenin yol ve yöntemini, gücünü ortaya koyuyor.
Demek ki insanlık çözümsüz değildir. Halklar, kadınlar çözümsüz değildir. Çözümsüz olan, tıkanan, çıkmaza giren küresel kapitalist güçlerdir, iktidar ve devlet güçleridir, faşist-sömürgeci-soykırımcı güçlerdir. Ağalardır, beylerdir, feodallerdir, burjuvalardır. Kendi çıkarları, azami kârları için doğayı ve toplumu yakmaktan çekinmeyen zalimlerdir. Onların geliştirdiği iktidar ve devlet sistemidir. Tekelci uygarlık düzenidir. Her şeyi kâra bağlayan, insanlık onurunu, ahlakını, kültürünü yok eden kapitalist modernite düzenidir.
Bunların da çözümsüz olduğu açıktır. Çünkü insanlık, toplum ve tarih karşıtıdırlar. Aslında bir sapma olarak ortaya çıkmışlardır. Bu sapmayı ortadan kaldırmak, tarihi düzeltmek, insanlığı sahip olduğu doğru, demokratik toplum yürüyüşüne tarihi olarak kavuşturma zamanı gelmiştir. Şimdi bu gerçekleri ortaya çıkarmamız gerekiyor. Bunun için de herkes bilinçlenmeli, doğruyu görmeli, hem kapitalist modernite sistemini, onun dayandığı iktidar ve devlet uygarlığını doğru anlayalım hem de Demokratik Uygarlık kuramını ve onun dayandığı Demokratik Uygarlık tarihini doğru anlayalım. Bu kuramın Kürdistan’daki uygulanmasının ortaya çıkardığı sonuçları doğru görelim, anlayalım, iyi sahiplenelim. Kürt gerillasının Zap, Avaşîn ve Metîna’da yürüttüğü savaşın nasıl bir insanlık, özgürlük ve demokrasi savaşı olduğunu iyi anlayalım ve doğru sahiplenelim. Bu temelde kendimizi doğru bilinçlendirelim, cesaret ve fedakârlıkla mücadele eder hale getirelim.
Kısaca doğruları ve gerçekleri öğrenmeyi ve onları her alanda başarıyla uygulamayı bilelim. Böyle olundu mu egemen güçlerin her türlü çözümsüzlükleri, baskıları, saldırıları, savaşları ve işgalleri kırılabilir, özgürlük ve demokrasi zafere taşınabilir. Bu açıkça gösterilmiş ve Kürt gerillasının kahramanca direnişiyle kanıtlanmıştır. Gelecek, kanıtlanan bu doğru düşüncenin ve pratiğin zaferiyle örülecektir. Kapitalist modernite sistemi kendi çıkmazı içerisinde boğulup çökecek, insanlık Demokratik Modernite çizgisinin zaferiyle yeniden var olacak. AKP-MHP faşizmi Zap Savaşı’yla yenilecek, Kürdistan Özgürlük Mücadelesi faşist-sömürgeci-soykırımcı TC devletini tarihe gömecek, Kürdistan’da özgürlük ve demokrasi zafer kazanacaktır. Kürdistan’ın özgürlük zaferi, Ortadoğu’nun ve insanlığın kurtuluşu olacaktır.