Hêlîn Ümit
Kürdistan Özgürlük Hareketi olarak çok hassas ve kritik bir süreçten geçmekteyiz. Bu tarihsel dönemeç, yürüttüğümüz mücadelenin açığa çıkardığı sonuçlar ve olası gelişmeleri değerlendirmeye geçmeden önce Önder Apo’ya yönelik uluslararası komplonun, 1996’daki saldırısına PKK’nin fedai çizgisini kişiliğinde zafer tarzında oluşturarak cevap veren, büyük şehidimiz Zeynep Kınacı yoldaşımızı anıyor, anısı önünde saygı ile eğiliyor ve bağlılığımızı belirtiyoruz. Zîlan arkadaşın düşmanın beyninde ve yüreğinde patlayan görkemli vuruş tarzı güncelde YJA-Star ve HPG gerillacılığında binlere dönüşmüş bulunuyor. ‘Anlamlı bir yaşamın, büyük bir eylemin sahibi olmak istiyorum’ diyen Zîlan arkadaşın açığa çıkardığı anlam gücü Kürt kadınlarının özgürlük çizgisine, eylem çizgisi gerillacılığın merkezine yerleşerek ölümsüzleşmiş, halkımızın varlık ve özgürlük mücadelesinin garantisi olmayı başarmıştır. Bu çizgiyi eksiksiz tarzda uygulayan HPG ve YJA-Star gerillalarını, yoldaşlarımızı bu vesileyle bir kez daha kutluyor, selamlıyoruz. Varlık ve özgürlük mücadelesinde PKK’nin duruşuna gölge düşmesine izin vermeyen, özgür ve anlamlı yaşamın, kişilikte ölümsüzleşmenin, yücelmenin esası olarak gören gerilla gücümüzün Kürt halkını hak ettiği özgür ve onurlu yaşama ulaştıracağından hiç kimse şüphe duymasın.
Özel savaş propagandalarından uzak durmalıyız
PKK olarak bu yılın başında gerçekleştirmiş olduğumuz toplantılarımızda 2022 yılının büyük bir savaş yılı olarak gelişeceğini tespit etmiş ve tüm planlamalarımızı da buna göre yapmıştık. Haziran ayı itibariyle yılın ilk yarısını, Devrimci Halk Savaşı çizgisi temelinde yürüttüğümüz mücadele ile tamamlamış bulunuyoruz. Gelişmeler, yürüttüğümüz tartışmaların ne kadar isabetli olduğunu ortaya koyduğu gibi Kürt halkının varlık ve özgürlük mücadelesinin öncülüğünü yürüten Partimiz hakkında gerçekçi olmayan tüm değerlendirmeleri de boşa çıkarmış bulunuyoruz. PKK’nin ve önderlik ettiği DEVRİMCİ HALK SAVAŞI çizgisini kavrayamayan, sığ, kapitalist modernite ve soykırımcı sömürgeciliğin özel savaş saldırılarının etkisi altında kalan tüm yaklaşımlar mahkum edilmiştir. Bu yaklaşım sahiplerine göre içinde bulunduğumuz dünya kapitalist modernite güçleri ve onun bölgedeki temsilcileri tarafından kuşatılmıştır. Onlarla ilişkide olmadan politika belirlenemez, mücadele yürütülemez, tek bir adım atılamaz. Kimi iyi kimi kötü niyetli bu propagandanın etkisi altında kalmakta ve bu propagandayı yürütmektedir. Hatta Kürt halkı adına varlık göstermeye çalıştıklarını iddia eden KDP gibi yapılar, içine girmiş oldukları işbirlikçiliği, ihanet duruşunu, dünyanın konjöktürel durumuna bağlayarak özrü kabahatinden beter gerekçeler üretmeye gayret etmektedir. Bu tutumlarıyla her türlü teslimiyetin bahanesini üretiyorlar. İnsan olmakta ısrar eden, destansı bir mücadele yürüten ve Kürdistan’da ışık saçan PKK’yi karalayabileceklerine, suçlayabileceklerine inanıyorlar. Soykırımcı sömürgeci saldırılara ortak oluyorlar.
İçinde yaşadığımız coğrafyada gerçekten gerçeklik böyle midir? İçinde bulunduğumuz dünya insanlığı gerçekten kapitalist moderniteyi kabullenmiş midir? Onunla barışık mıdır? Artık savunulacak hiçbir değer kalmamış mıdır? Doğru bir siyasal değerlendirme yapacaksak bu sorulara doğru yanıtlar verebilmeliyiz. Vereceğimiz yanıtlar nerede nasıl konumlanacağımıza, tutumumuzun ne olacağına yön verecek, ışık tutacaktır. O zaman dikkatli olmalı, durduğumuz yeri iyi bilmeli, özel savaş yaklaşımlarından, propagandalarına hizmet eden yorumlardan kesinlikle uzak durmalıyız. Pratikte açığa çıkan zorlanmalar, soykırımcı sömürgeci TC’ye uluslararası güçlerin NATO üzerinden sunduğu desteğe bakarak değerlendirme yapmamalıyız. Açık ki Kürdistan Özgürlük Mücadelesinin çok özgün bir aşamasını yaşıyoruz. Özgünlüğü içinden geçtiğimiz tarihsel süreç ile ilgilidir. Peki bu tarihsel süreci bu kadar özel kılan özellikleri nelerdir?
Her şeyden önce uygarlık tarihinin son dört yüz yılında etkili olan kapitalist modernitenin yaşadığı yapısal bunalımdır. Dikkat edelim konjonktürel, geçici bir bunalımdan, krizden bahsetmiyoruz. Tam tersine kapitalist modernitenin dayattığı sömürü gerçekliği başından sonuna kadar krizlidir ve savaşla geçmeyen süreci neredeyse yok gibidir. Geçmişte kendisine yeni sömürge alanları açabiliyordu. Ve bunu elbette ki savaşla, kanla gerçekleştiriyordu! Gerçi bunu ne kadar demokrasi ve ilericilik adına yaptığını söylese de gerçekleştirdiği sömürgeciliğe farklı sıfatlar yüklese de özünde halkları kırımdan geçire geçire el değmemiş bir coğrafya, zarar vermediği etnik yapı, özüne saldırmadığı toplumsal hiçbir kesim bırakmayarak günümüze kadar geldi. Ancak günümüz dünyasında artık bunun da sonuna gelindi. Sömürgeleştirilecek, talan edilecek, ele geçirilecek yeni çoğrafyalar kalmadı. Sonuçta üzerinde yaşadığımız dünyanın da bir sınırı olduğu her geçen gün daha fazla anlaşılır hale gelmiş bulunuyor. Bu durumda Kapitalist sömürü sistemi adeta kendi içinde bölüştüğünü, ele geçirdiğini var olanlar üzerinden yeniden paylaşım yapmak zorundadır. 3. Dünya savaşı böyle bir gerçeklikte karşımıza çıkıyor.
Bu savaşları halklar, ezilenler, kadınlar, gençler değil kapitalist modernitenin tanrıları ihtiyaç duyuyor. Tanrıların doğduğu ve birbirini boğazladığı bir coğrafyanın insanları olarak Sümer çağını bir de günümüzdeki benzerlikleri üzerinden okunmalıdır. Görülecek ki kapitalist dönemdeki tanrılar bir değil binler haline gelmiştir. Artık bununla insanlar büyümüyor, küçülüyor, anlamsızlaşıyor. En azından ilk çağ tanrılarının kutsallıkları vardı. Şimdikiler tüm kutsallıkları yok ede ede teslimiyeti dayatıyorlar. Yaşama anlam verme amacıyla insanlığın ulaştığı iflas, her yönüyle Kapitalist sistemi kuşatmıştır. Bu gerçeklikten kaynaklı hegemonik sistemin sahipleri bir yandan yeniden dünya üzerindeki toplumsal kaynakları ile yeraltı enerji kaynaklarını paylaşmak, diğer yandan kendisine alternatif olacak yeni sistemsel çıkışların önünü alacak denetim sistemleri geliştirmek istiyorlar.
Birçok kesim ısrarla uluslararası siyasette sağ-milliyetçi yapıların güçlendiğini, öne çıktığını belirtiyorlar. Bu, Kapitalizmin yaşadığı yapısal bunalım gerçekliği nedeniyle zorunluluktur. Bu sistem kaba hatlarıyla dile getirdiğimiz bu politikaları nedeniyle faşizm dışında yönetemez. Faşizm ve her şeye karşı savaş, sermayenin kanında var, genlerinde var. Ele geçirme ve sahip olma istemi, maddi zenginliklerin tamamını yutma refleksleri ile hareket eden bir canavarlaşmadan bahsediyoruz ki, tüm gücüyle buna kılıf geçirmek isteyen akademi ve medya dünyası bile bu gerçekliği gizleyememektedir. Yaşanan durum ‘mızrağın çuvala sığmadığı’ bir düzeye gelmiştir. Dünya halkları ve özelde evrensel çapta kadınlar bu durumu gördüler ve bunun için 1. ve 2. dünya savaşlarının çizmiş olduğu sınırları aşan bir anti-faşist, anti-kapitalist kadın hareketliliğini geliştirdiler. Dünya halkları birbirinden kopuk, parçalı ve çoğu zaman hedeflerden yoksun olsa da direniş geliştirdi.
Yaşanabilir bir çevrenin, eko sistemin sonuna doğru geldiğimiz gerçekliği, insan türünün tek mekanı olan gezegenimizin bu sistemi artık kaldıramadığını ortaya koyuyor ve belki de küresel çapta, cins, ırk, inanç farklılıklarını ortadan kaldırarak ortak bir mücadele cephesi açıyor. Bu durum kapitalist sistem açısından kontrol mekanizmalarını, baskıyı ve savaşın yaygınlaştırılmasını zorunlu hale getiriyor. Tüm bu nedenlerden ötürü dünya savaşı yaygınlaştırılarak sürdürülüyor.
Geçen süre içerisinde kapitalist modernitenin yaşadığı kriz, bu sistemi ayakta tutmak için strateji geliştiren liderler tarafından itiraf edildi. Başta ABD ve AB olmak üzere mevcut durumdan çıkış için içine girdikleri arayışlara tanıklık ettik. Sonuç kendilerini bir savaş cephesi olarak örgütlemek ve bu şekilde dağılmanın önüne geçmek oldu. NATO’nun genişleme stratejisi denilen husus biraz da dağılmanın önüne geçmek için açılım yapma olarak okunabilir. Tekrar ifade etmek gerekirse, ne kadar baskı, zor ve savaş yöntemleriyle güçlü olduğunu göstermeye çalışsa da Kapitalist sistem en kırılgan, hassas ve sürdürülemez süreçten geçiyor. 3. Dünya Savaşı sistem krizinin bir sonucu olduğu gibi, çözüm üretme kabiliyetinin olmadığının da göstergesi oluyor.
2. Dünya Savaşı sonrası oluşan soğuk savaş süreci çok kutuplu dünya sistemi açısından bir nevi denge aşaması olurken, Sovyet devriminin sessiz sedasız yıkılışı yani 90’lı yıllar sonrası tek kutuplu bir dünya sisteminin yaşandığını belirtebiliriz. Kapitalist modernitenin yürüttüğü bu tek kutuplu sistem aynı zamanda 3. Dünya Savaşı olarak tanımladığımız bir süreçde oluyor.
Bu sürecin ikinci aşaması ise Uluslararası Komplo ile birlikte startı verilen Ortadoğu’ya müdahale sürecidir. 2001, 11 Eylül İkiz Kule saldırıları bu aşamanın içindedir. Ortadoğu’ya müdahale ile kapitalist sistem bir nevi tamamlayamadığı hegemonik inşasını tamamlama savaşı yürütmektedir. Uluslararası Komplo ile Kürdistan’a, PKK’nin yürüttüğü mücadeleye ve temsil ettiği ideolojinin yayılmasına müdahale etmek hedeflenmiştir. Irak’a yapılan müdahale ardından sistem açısından sorunlu görülen Suriye, Libya, Afganistan’a dönük geliştirilen savaş bu gerçekliği doğruluyor. Sırada İran var.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarını biliyoruz. Karşımıza koyulan sınırlar ve siyasi ilişkilerin tamamı bu savaşın sonucunda inşa edilmişti. 2. Dünya Savaşı, ağırlıkta Avrupa kıtasında geçmiş ve aslında sistemin kendi iç çelişkilerini, çatışma ve çıkar yapılarını düzenlemişti. 3. Dünya Savaşı ile özellikle Ortadoğu’da kapitalist modernitenin tamamlanamayan, yarım kalmış inşası tamamlanmak isteniyor. Bu şekilde kapitalist sistemin yapısal krizine cevap aranıyor. Bu değerlendirmeleri içinde bulunduğumuz dünya savaşının neresinde olduğumuza işaret etmek ve dikkat çekmek istediğimiz özgünlüğünü ortaya koymak için belirtiyoruz. Daha bütünlüklü ve çeşitli yönleriyle anlamak isteyenler Önder Apo’nun savunmalarını tekrar tekrar incelemeli ve yeniden okumalıdır.
Körfez Savaşı’nı 3. Dünya Savaşı’nın işaret fişeği olarak ele alırsak, 30 yıldır yürüyen bu savaş gerçekliğinin sonucunda çok önemli sonuçlar çıkmıştır. Kürdistan özgürlük hareketi olarak böyle bir savaş gerçekliği içerisinde mücadele ederek ulaştığımız sonuçlar gerçekten çarpıcıdır. Kapsamı derin, süresi uzun olan bu savaş gerçekliğini böyle bir bütünlük içinde görmek gerekir. 3. Dünya Savaşı gerçekliğini görmeden, içinde bulunduğumuz siyasal-askeri durumu değerlendiremeyiz. Çünkü bu savaşın tam merkezinde bulunuyoruz. Dikkat edilirse savaşın Ortadoğu’da yarattığı yıkım, parçalanma, insan ölümleri ve demografik değişim ortadadır. Her iki dünya savaşındaki bilançoyu aşan bir tablo karşımızdadır. Irak, Afganistan, Lübnan, Pakistan, Türkiye, Yemen, Somali ve Mısır başta olmak üzere Ortadoğu’da bir türlü sular durulmuyor. 3. Dünya Savaşı’nın yürütülüş şekli de diğer savaş dönemlerinden farklılıklar taşımaktadır. Özellikle nükleer silahların varlığı, savaşın daha kontrollü yürümesini, parçalı ve uzun süreye yayılmış biçimlerde devreye girmesini getirmektedir.
Dünya’da diplomasi trafiği hiçbir dönem olmadığı kadar yoğunlaşmıştır. Ki, savaşın bir argümanı olarak diplomasi yürütülmektedir. Yani sıcak savaş operasyonları, diplomasi savaşlarının temel aracına indirgenmiştir. Küresel sermayenin krizi devam ederken, ekonomik krizler de savaşın diğer bir silahı haline getirilerek müdahaleler yapılmaktadır. Bu kapsamda bakıldığında Ortadoğu’da tüm bu araçlar aktif olarak devrededir. Kapitalist sistem yaşamın tüm boyutlarında kriz ve kaosu, sonuç olarak da savaşı geliştirdiği için ideolojik boyutu da oldukça öndedir. Medya, basın-yayın araçları özellikle internet teknolojisi ile iletişim alanı en yoğun operasyonların geliştiği bir alan konumundadır.
BM ve NATO dünyada yaşanan savaşlara hem meşruluk sağlamakta hem de planlamasını yapmaktadır
BM ve NATO, ulus devlet sisteminin çatı yapıları olarak dünyada yaşanan savaşa hem meşruluk sağlamakta hem de planlamasını yapmaktadır. Bununla birlikte son on yıllık NATO planlamasının sonuna geldiğimizi belirtebiliriz. Savaşın özgün aşaması derken esas olarak belirtmek istediğimiz bu husus oluyor. Ancak bu tespitimiz savaşların biteceği anlamına da gelmiyor.
Bir yandan tehlikeli görülen ve tam olarak kontrol edilemeyen ulus devletler parçalanıp etkisizleştirilirken diğer yandan Ortadoğu’da yeni bir sistem alternatifinin çıkışını önlemek üzere Kürdistan halkının varlık ve özgürlük mücadelesine yönelik aralıksız saldırılar yürütülüyor. Bölge halklarına demokratik ulus inşası temelinde çözüm sunan PKK’nin varlığı baş tehdit olarak görülerek, TC’nin tüm saldırılarına yeşil ışık yakılmakta. Dikkat edilirse canını dişine takmış bir şekilde AKP-MHP faşizmi PKK’nin tasfiyesi için saldırı yürütüyor. Söz konusu olan BM vb kurumların sessizliği değildir; tam tersine bu kurumlar aktif destek verilmekte, planlamayı birlikte yapılmaktadırlar. Birleşmiş Milletler’i, devletli milletler olarak isimlendirmek daha uygundur. Çünkü başta Kürt halkı olmak üzere devletleşmemiş halkları asla tanımak istememekte, tam tersine Kapitalist sisteminin oluşturmuş olduğu ulus devletler bu halkların parçalamasına, yok olmasına, yutulmasına hizmet etmektedir.
İlk hedef Önderliğimiz, Partimiz ve halkımız olmuştur
Şimdiye kadar bu savaşın birçok sonucu ortaya çıkmıştır. Komplodan günümüze adeta komplo içinde komplo saldırıları gerçekleşmiş, sayısız askeri operasyonlar yapılmış, suikast, her türlü teknolojik silah kullanılmış, dünya çapında arkasına istihbarat desteği alınmış asimetrik savaşla sonuç alınmak istenmiştir. Bu listeye halk ve dostlar üzerindeki yıldırma saldırıları ile özel-psikolojik savaş kapsamında yürütülen çöktürme politikalarını eklemiyoruz. Fakat tüm bu saldırılar sonuç almaktan oldukça uzaktır.
Bu dönem içinde başta Rojava devrimi olmak üzere halk mücadelemiz, Demokratik Ulus sistemini geliştirerek varlığını kalıcılaştırmayı sürdürmektedir. Bakurê Kurdistan’da halk direnişçiliği örgütleme ve öncülükte yaşanan zayıflıklarına rağmen varlığını korumuştur. Hemen her alanda halkımız PKK öncülüğünde mücadele mevzilerini korumuş ve etkinliğini sürdüren bir düzeyi yakalamıştır. Yani Uluslararası Komplonun Kürdistan Özgürlük Hareketini etkisizleştirme planları başarısız kalmıştır.
Bu coğrafyada hiç kimse bu savaş gerçekliğinden kaçamaz. Herkes doğrudan ya da dolaylı olarak bu savaşın etkisi altındadır. Kaçmaya çalışanların hali ise kalanlardan daha beter bir pozisyondadır. O zaman bu savaşın içinde nasıl kalınacağı, varlık ve özgürlük iradesi gösterileceği oldukça anlamlı bir sorudur. Başta PKK kadroları olmak üzere aklı başında olan her bireyin bu soru çerçevesinde konumlanması, çalışması ve sonuç alması gerekir.
Vurgulanması gereken diğer önemli bir konu ise dengelerin değiştiği bu tür dönemleri -ne kadar trajedisi bol olsa da- bir kayıp olarak görmememiz gerektiğidir. İnsanlık, soykırım ve sömürüye dayalı saldırıları kabul edemeyecek kadar çok değer biriktirmiştir. Bu nedenle de zaten kapitalist sistem ne kadar çok iktidar ağlarını yaygınlaştırırsa yaygınlaştırsın, ne kadar çok şiddet uygularsa uygulasın yine de dikiş tutturamıyor. Eğer her şey teslim alınmış olsaydı bu düzeyde şiddetli savaşlara gerek kalmazdı. Demek ki biçimleri ne kadar farklı olursa olsun direniş de dünya çapında yaygın ve çok güçlüdür. Sistem karşıtı güçlerin mücadele zeminleri kadar sistemin içinde ama sisteme karşı olanların bilinçli ya da bilinçsiz karşı duruşları da o kadar fazladır. Bunlar günü geldiğinde bir araya geliyor ve birleşik bir direnç ortaya çıkarmayı sürdürüyorlar. Başta kadınların özgürlük çıkışı olmak üzere 21. yüz yıl kadınların demokratik dünya devrimini gerçekleştirecek potansiyeline sahip. Halklar, öncelikli olarak da Ortadoğu halkları, kapitalizmin sistematik müdahalelerine ve sorunlara çözüm olarak sunulan ulus devlet sistemini bünyesel olarak kaldıramıyor. Gerektiğinde kapitalizm karşısında mezheplere, etnik gruplara bölünüyor, çoğalıyor, sisteme cevap verecek bir güce ulaşamasa da sistem tarafından yutulmamak ve kendisini korumak için tüm gücüyle direniyor veya direnmeye çalışıyor.
Burası Ortadoğu. Ortadoğu, tarihini güncelliyor, efsanelerini yaşatıyor, kahramanlarını oluşturuyor, mucizelerini gerçekleştiriyor. Bunu romantik bir yorum olarak görenler olabilir. Fakat yürüttüğümüz mücadele bize her gün bunu yeniden yeniden gösteriyor. Bir avuç Apocu gencin, NATO’nun en donanımlı ordusuna karşı sergilediği direniş Hasan Sabah’ın fedailerine taş çıkartıyor. Toplumsal olarak her türlü soykırımı gerçekleştirmek isteyen TC sömürgeciliğine karşı kendisinde tanrıça kültürünü yaratmış her kadın, yaşamın etrafında örgütlendiği bir tapınağa dönüşüyor. Kısacası 24 yıldır Uluslararası Komploya karşı yürüttüğümüz mücadele ve yine Önderliğimizin de belirttiği gibi büyük savaşlarda hep hegemonik güçlerin kazanmayacağını, halkların da çok şey kazanacağını göstermiştir.
Savaşa göre örgütlenen halkların kazanacağı bir dönemden geçiyoruz
Lozan anlaşmasının 100. yılına yaklaşık bir yıl kalmışken Kürdistan merkezli, Ortadoğu’da yoğunlaşmış olan 3. Dünya Savaşı, bölge dengelerini alt üst etmiştir. Son yüzyıl, Kürt halkı ve bölge halkları açısından trajedilerle dolu, soykırım ve sömürü politikalarının en katı tarzda uygulandığı bir dönem olmuştur. Bu nedenle dengelerin yıkılması ve bu mevcut bedbaht durumun değişimi için bir fırsattır. Ürkmemek, korkmamak, çekinmemek gerekir. Önemli olan, ne istediğini bilmek ve buna göre üzerine düşen görevleri yerine getirmektir. Henüz savaşın sonucuna dair söz söylemek için çok erken olsa da kendisini savaşa göre örgütleyen halkların kazanacağı kesindir. Kürt halkının öncüleri olarak biz Devrimci Halk Savaşı stratejisini bu nedenle tek doğru mücadele stratejisi olarak görüyoruz. Bu kadar kızılca kıyametin koparılmasının temel nedeni, Kürt varlığının artık inkar edilememesi ve kimliğini özgürce inşa etmek başta olmak üzere yaşadığı tüm toplumsal sorunlara kapitalist sistemin çözümsüzlüğüne karşı kendi çözümünü dayatması ile ilgili olduğunu biliyoruz. Yani PKK, bir çözüm iradesi olarak kendisini dayatmaktadır. Dikkat edilirse bazıları hep birilerinin kulağına ‘aman PKK demeden kendinizi savunun’ diyor. PKK, Kürt halkının varlık ve özgürlük mücadelesini en meşru temelde yürütüp örgütlerken, toplumda en küçük bilinç bile bu mücadelenin sonucu olarak açığa çıkarılırken, PKK üzerinde uygulanan baskı, tutuklama, hiçbir norm tanımayan her türlü saldırıyı yürütmenin tüm kapıları açık tutuluyor. Peki bu neden böyledir? PKK’den duyulan bu korkunun nedeni nedir? PKK’nin bu kadar dengesiz, insanın aklına gelmeyecek her türlü işkence ve zulme karşı savaşı kontrollü yürüttüğünü, meşru savunma çizgisinde ısrar ettiğini herkes biliyor. En çok da PKK’ye karşı savaşı örgütleyen güçler biliyor. Örneğin ABD biliyor, İsrail biliyor. PKK, bir halkın inkarına karşı insan olmada ısrar ediyor. 24 saat tecavüz kültürü altında, ölümden beter bir yaşama mahkum edilen kadın gerçekliğinin yeniden toplum ve tarih sahnesine çıkmasını, sömürüsüz, kulun kula kulluk etmesini reddettiği onurlu bir yaşam için mücadele ediyor.
Peki, PKK’den duyulan bu korkunun nedeni ne? Açıktır ki sahip olduğu silahlar değildir. Çünkü PKK gerillasının elinde bulunan ferdi silahtır. Kaleşnikof vb silahları herkes her yerde edinebilir ki, isteyenler bulmakta zorluk çekmiyorlar zaten. Demek ki korkulan silah değildir. PKK’yi ağzınıza almadan, mücadelenizi yürütün diyenler bilmeli ki bununla ister bilinçli ister bilinçsiz amaçtan kopmayı dayatıyorlar. Çünkü, PKK bilinçli iradenin amaca yürümesi gerçekliğidir. Bunun için belki de en fazla günümüzde PKK’yi açıktan sahiplenmek gerekir. Gizli, saklı, çekingen, örtülü PKK’yi savunmak muğlaklık yaratıyor. Bu, PKK’nin temsil ettiği ölçüleri zayıflatıyor ve ABD’nin ‘elimine’ etme projesine su taşıyor. Bu vesileyle başta halkımız olmak üzere tüm dostları PKK gerçekliğini doğru tanımaya ve temsil etmeye çağırıyoruz. PKK sadece savaş gücü değildir. PKK’yi savaştıran bir düşünce, bilinç, duygu yoğunluğu ve kararlılık vardır. Türk devleti ve dayandığı uluslararası güçler ısrarla PKK’yi sadece bir savaş gücü olarak tartışıyor, ele alıyor. Savunduğu ideoloji, yaşam anlayışı, özgürlük ölçüleri, dünya insanlığına vaat ettiği demokratik kadın özgürlüğüne dayalı ekolojik toplum perdeleniyor. Başta yoldaşlarımız olmak üzere herkesin bu gerçekliği görerek Önderlik, şehitler ve Parti çizgisine sahip çıkması önemlidir. PKK çizgisine sahip çıkmak, içinde bulunduğumuz savaş gerçekliğinin, Kürt halkı, kadınları ve bölge insanlığı lehine sonuçlanması açısından gereklidir.
Kapitalist modernite, kendi sorunlarına çare olarak savaşları yaygınlaştırmak istiyor
Yaşanan güncel gelişmelere baktığımızda kapitalist modernite kendi sorunlarına çare olarak savaşı devrede tutuğunu ve yaygın olarak savaşları sürdürüldüğünü biliyoruz. Gündemde bulunan Ukrayna-Rusya savaşı da bu çerçevede yaratılan bir savaş oluyor. Halkların ve hatta aynı halktan olan insan toplulukları bile bıçakla kesilir gibi parçalara bölündüğünü herkes görüyor. Öyle bir dünya yaratıldı ki her yerde çelişki ve çatışma üretme potansiyeli mevcuttur. Küresel-sermaye güçleri bunu çıkarları gereği rahatlıkla yapıyor, milliyetçilik silahı ile oynayarak masum milyonlarca insanın ölümüne yol açabiliyor.
Rusya-Ukrayna savaşının, NATO’nun genişleme stratejisine uygun olarak geliştirildiği de biliniyor. Bu bir sır değil. Küresel sermaye sisteme dahil olmayan tüm güçleri savaşta taraflaştırarak kendi sermaye akışının güvenliğini sağlamaya çalışıyor. Yine NATO’nun genişleme stratejisi; Ortadoğu’da Rusya’nın özellikle Suriye’de elde ettiği pozisyon, ABD ve AB’nin zayıflatılmasından kaynaklanmaktadır. Adeta hegemonik sistem içerisinde iki güç açısından bölgede denge durumu ortaya çıkmıştır. Rusya’nın, İran başta olmak üzere Çin, Suriye ile ilişkileri, Ortadoğu’daki politikaların belirlenmesinde kazanmış olduğu inisiyatif, küresel sistem açısından bir tehdit olarak görülmektedir. Rusya, tarih boyunca aradığı fakat bulamadığı sıcak denizlere ulaşma hedefine ilk kez Suriye’deki savaş ile elde etmiş oldu. Bu, Rusya’nın bölgede enerji kaynakları ve siyasi ilişkiler üzerinden etkili olmasını getirdi. Ukrayna savaşı ile Rusya dünyada teşhir edildiği gibi başta AB olmak üzere hegemonik güçler, kendi kamuoylarını Rusya karşıtlığı üzerinden konsolide etti. Ekonomik krizini perdeledi ve savaş hazırlıklarına yöneldiler. Dünya ekonomisinde önemli bir yere sahip olan Rus ekonomisi ise ciddi darbe aldı. Bu şekilde Rusya’nın kendi iç çelişkilerini de öne çıkaracak politik bir adım atılmış oldu.
2011 yılından beri Suriye’yi kasıp kavuran savaş gerçekliği içinde Esad rejiminin hamiliğini üstlenen Rusya, bu şekilde savaşın içine çekilerek Ortadoğu’daki inisiyatifi zayıflatılıyor. Bu şekilde bir yandan Esad rejimi başta olmak üzere Suriye’ye baskı kuruluyor diğer yandan İran kuşatmasına hazırlık yapılıyor. Yani esas olarak savaşın yönü yine Ortadoğu’dur. Elbette Ukrayna’daki savaştan çıkarılacak birçok sonuç vardır. Rusya, Ukrayna halkını karşısına alarak yanlış yapmıştır. Fakat buna rağmen kontrollü bir savaş yürütmeye çalışmaktadır. Oysa Kürdistan’da yürütülen savaş Ukrayna’ya göre kat be kat üstündedir. Kürdistan dağlarına her gün tonlarca bomba yağdırılmakta, kimyasal silah başta olmak üzere her türlü silah kullanılmaktadır. Savaş suçu işlenmekte, grup grup insanları sadece Kürt olmaktan vazgeçmedikleri için esir alınmaktadır. Birer suikast silahı haline getirilmiş olan SİHA’lar ile sadece Kürt gerillaları değil sivil, savunmasız Kürt halkı da katledilmektedir. Kürdistan’da yürütülen bu soykırıma tam destek veren, silahları ile donatan NATO ülkeleri, AB ve ABD olmaktadır. Türkiye’nin işgaline sesini çıkarmayan bu ülkeler Ukrayna işgaline karşı kıyameti koparmaktalar. Ve her türlü desteği Ukrayna halkına yapmaktalar. Halk içerisinde ‘sermayenin dini imanı yoktur’ diye bir söz vardır. Eğer çıkarı olmazsa bu güçlerin hiçbir adım atmayacağını biliyoruz.
Ortadoğu merkezli yaşanan gelişmeler ve ortaya çıkan sonuçlar
Israrla gelişmelerin merkezinin Ortadoğu olduğunu vurguluyoruz. Kürdistan’daki savaş ve açığa çıkardığı gelişmelere geçmeden önce bölgedeki birkaç gelişmeye de değinmek istiyoruz. Bu ayın sonunda gerçekleşecek olan NATO zirvesi yakınlaşırken, bölgedeki tüm aktörlerin daha fazla sonuç almak için hareket ettiğini biliyoruz. Bu bağlamda bir gelişme Irak’ta yaşanıyor. Irak’a müdahalenin üzerinden 20 yıl gibi bir süre geçmiş olmasına rağmen, bünyesinde barındırdığı farklılıklarla halkların bir arada yaşayabileceği bir düzene kavuşmuş değildir. Hatta Irak devletinin olup olmadığı bile bir muammadır. Irak’ın bu durumundan etnik ve mezhepsel çelişkileri kullanarak bu alanı müdahalenin mekanı haline dönüştüren güçler sorumludurlar. Kazımi’nin ABD’nin çıkarlarına göre hareket eden bir siyasi figür olduğu açığa çıkmış bulunuyor. Irak yönetimin de bir bütünlüğü açığa çıkaramayacağı da anlaşılmıştır. Irak sınırları içerisinde bulunan birçok alanda Irak yönetimi değil İran ve Türkiye gibi bölge devletlerinin etkisi artmış bulunuyor. ABD, demokratik bir Irak sistemini geliştirmekten çok, kendi etkinliğini arttırma hesabı içerisindedir. Anlaşıldığı kadarıyla Irak, İsrail’in güvenliğini sağlayacak bir pozisyon ortaya çıkarmayana kadar mevcut krizli halini sürdürecektir.
Suriye devleti mevcut durumda yaşadığı parçalanmayı giderecek bir pozisyonu yakalamaya çalışıyor. Fakat bunu gerçekleştirebilecek durumda değil. Suriye yönetimi yaşanan tüm gelişmeleri, savaşı, toplumsal parçalanmışlığı ve yaşanan kaosu başta ABD olmak üzere uluslararası güçlerin müdahalesine bağlıyor. Bu ele alış biçimi sorunları çözmekten ziyade, güçlendikçe tüm toplumsal kesimleri yeniden kontrol altına almayı planlayan otokratik, merkezi bir yönetim anlayışından vazgeçmediğini gösteriyor. Yani demokratikleşme, farklılıkların iradesini tanıma, özgürlükçü, eşitlikçi gibi bir politikası yok. Bu nedenle Rojava devrimini tanımıyor, onunla birlik içinde Suriye’nin demokratik temelde inşa edilmesine hiç şans vermiyor. Fakat başta Kürt halkı olmak üzere Suriye’de yaşayan halkların kimliklerinin tanınması, demokratik temelde örgütlenmeleri ve söz sahibi olmaları, bu toplulukların hem hakları hem de tek varlık gerekçeleri olmaktadır. Suriye kimliği altında dayatılan Araplaşma kabul edilemez. Bu, asimilasyon ve soykırım yolunun açık tutulması demek olur ki mevcut durumda Suriye’deki çeşitli inanç ve etnik topluluklar bunu kabul edemezler. Bu nedenle gelinen aşamada Suriye’nin konumu da Irak’ın konumunu aşacak düzeyde değil.
İran açısından durum daha da karışıktır. Çünkü mevcut sistem, özellikle de İsrail, İran’ı kendisi açısından en ciddi tehdit olarak görüyor ve İran’a müdahale etmek istiyor. Bunun bir nedeni ideolojik olarak İran’ın sistemle bütünleşmemesi oluyor. Bu ideolojik farklılığı tümden kapitalizm karşıtlığı olarak değerlendiremesek de, Batı hegemonyasına kapalı olan zihniyet yapısı, iktidar biçimi, Sünni islam dünyasına karşı şekillenen Şii İslamlığının getirdiği muhalif karakteri nedeniyle farklı bir moderniteyi yaşadığı görülmek durumundadır. Bu durum Kapitalist sistemin parçası olmasını engellediği gibi maddi zeminde ekonomik olarak kapalılığı, kendisini bir bölgesel güç olarak yapılandırmasını, Ortadoğu’da yaygın olan Şiilik inancına dayalı olarak politika geliştirmesini ve sisteme muhalefet olma gücünü ortaya çıkarıyor. Dünya hegemonyasını kurmuş olan kapitalist modernite güçleri açısından İran’ın küresel sermayenin müdahalesi ile şekillendirilmesi ve sahip olduğu zenginliklere el koyulması ciddi bir konu olarak gündemde tutuluyor. Nükleer silaha sahip olma olasılığı ile bu durum birleştiğinde gelecekte bir engel olarak görüldüğü açıktır. Mevcut durumda İran Şii Hilali denilen bölgede yani Irak’tan Yemen’e kadar olan bölgede, savaşı kendi ülke sınırları dışında yürütmeyi başardı. Suriye’de ciddi bir etkinlik kazandı. Yani savunmasını dışarda yürüttü. Fakat başta Afganistan, Azerbaycan ve Irak olmak üzere kapitalist güçler geliştirdikleri yeni işbirlikçi yapılarla İran’ı kuşatma altına almayı sürdürüyorlar.
İmralı’daki savaş, bölgedeki savaşların merkezi oluyor
Belirttiğimiz tüm bu başlıklardan çıkan bir sonuç, içinde bulunduğumuz bu yakıcı sürecin Önder Apo’ya yönelik Uluslararası Komplo ile başlatıldığıdır. Yani 3. Dünya Savaşı ve onun Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak Kürdistan Özgürlük Mücadelesine yönelik müdahale ile geliştirilmek istenmiştir. Buradan baktığımızda İmralı soykırım sistemini, onun ulaştığı düzeyi, neden bu kadar ağır bir işkence ve tecrit uygulamalarının devrede olduğunu anlıyoruz. İmralı’daki savaş, bu savaşın merkezi oluyor. Savaşın biçimini, yoğunluğunu, derinliğini, şiddetini İmralı gerçekliğinden çıkarmak mümkündür. Bu anlamda siyasi-askeri gelişmeler İmralı soykırım sistemini etkilediği gibi İmralı’da Önder Apo’nun ortaya koyduğu mücadele duruşu da siyasi-askeri gelişmelere yön veriyor, şekillendiriyor. Soykırımcı-sömürgeci TC’nin, AKP-MHP faşist iktidarının İmralı politikalarını bir de 3. Dünya Savaşı, uluslararası komplocu güçlerin hedefleri ve Türkiye’ye verilen rol bağlamında değerlendirmek çok önemli. Soykırımcı sömürgeci TC’ye biçilen rolü Önder Apo ‘gardiyanlık’ olarak tanımladı. Demek ki kendisi birilerinin çıkarlarının bekçiliğini yapıyor.
AKP-MHP faşizminin İttihat Terakki zihniyetiyle harmanlanmış neo-Osmanlıcılık planları olduğunu hareket olarak fazlasıyla değerlendirdik. Bu tespitler geçerliliğini koruyor. Fakat bu planlar, Ortadoğu’da yürütülen 3. Dünya Savaşı planları ile çelişmiyor tam tersine örtüşüyor. Şimdi çok daha iyi anlaşılıyor ki Türkiye, AKP iktidara bu savaşta etkili bir argüman olsun diye hazırlanarak görevlendirilmiş bir projedir.
Yine Türkiye ve AKP-MHP iktidar gerçeğine baktığımızda aslında DAİŞ’in köklerini Afganistan ve Irak’ta değil Türkiye’de aramak daha sonuç alıcı olacaktır. Bu anlamıyla Suriye’ye yönelik savaşın esas örgütleyip yöneticisi konumunda olan Erdoğan ve çetesi oluyor. Bunu Azerbaycan’da ‘tek millet iki devlet’ sloganı ile daha açıktan yürüttü. Libya’da da benzer bir pozisyonda bulunduğunu, örgütlediği paramiliter güçler eliyle Libya savaşında rol oynadığını, hak iddia ettiğini biliyoruz. Bu örnekleri TC’nin savaş içerisindeki pozisyonu anlaşılsın diye verdik. Koç başı diyebileceğimiz bir rolden bahsediyoruz. Yani girdiği tüm alanları dış müdahaleye açık hale getiriyor. Bunun karşılığında ise Kürt halkının soykırımına onay verilmesini istiyor ki, uluslararası güçler bu onayı şimdiye kadar vermiştir. Kürt kapanı denilen olgu da biraz budur. Kürtlere kaç, Türklere tut denilerek, Türkiye teslim alınarak küresel sistemin politikalarında araçsallaştırılırken Kürt halkının varlık ve özgürlük mücadelesinin gelişmesi ve sonuç almasının da önüne geçilmiş oluyor.
Türkiye’deki tüm gelişmeleri belirleyen Kürdistan’daki savaştır
Soykırımcı sömürgeci TC, AKP-MHP liderliğinde Kürt halkının varlık ve özgürlük mücadelesini tasfiye etmek istemektedir. Cumhuriyetin yüzüncü yıl dönemine Kürt halkının tüm kazanımlarını ortadan kaldırarak girmek istedikleri, 2022 yılını bu hedef çerçevesinde planladıklarını biliyoruz. Ortadoğu’daki 3. Dünya Savaşı koşullarının ortaya çıkardığı boşlukları bu açıdan sonuna kadar değerlendirmek istiyorlar. Suriye’nin parçalanmasını, Irak’taki yönetim boşluğunu, İran üzerindeki baskıları Kürt halkının varlık ve özgürlük mücadelesinin ortadan kaldırılmasında birer manivela olarak kullanmaya dayalı politika üretiyorlar. Tüm bu nedenlerden ötürü bu ülkelere, var olan çeşitli kesimleri tahrik ederek sorunların devam etmesini sağlıyorlar. Bu coğrafyada eğer sorunların kaynağı aranacaksa bunun TC devleti olduğu açıktır, nettir.
Şu anda Türkiye’deki tüm gelişmeleri belirleyen savaş oluyor. Zaten Erdoğan-Bahçeli yönetiminde soykırımcı-sömürgeci politikalarını mevcut konjonktürde pratikleştirebileceğine inanarak tüm alanlarda Kürt varlığına yönelik saldırılarını sürdürüyor. Savaş hükümeti olarak şekillendiler ve Türkiye’nin tüm değerlerini bu savaşa sürdüler. Gelinen aşamada ulaştıkları sonuç işgalciliktir. Türkiye’de varlık ve özgürlük sorunu yaşayan Kürt halkının mücadelesi karşısında buldukları çözüm işgal ve soykırımdır. Fakat bunun önünde tek engel PKK’nin öncülük ettiği, varlık ve özgürlük savaşımı olmaktadır. Medya Savunma Alanlarına, özelde ise Zap, Metîna, Avaşîn ve Xakurkê hattına yönelik işgal saldırılarını Kürt halkının demokratik ulusal mücadelesini yürüten gerillayı tasfiye etme temelinde yürütüyorlar. PKK’yi tasfiye etmek, gerilla gücünü Sri Lanka modeli ile toplu katliamdan geçirmek için uluslararası güçlerden tam destek aldığı biliniyor. Küresel güçler, bölge gerici devletler, işbirlikçi ihanetçi çeteler de bu konuda Türkiye’ye verdiği desteği gizlemiyorlar. NATO’nun en gelişkin silahlarıyla donatılmış ve kimyasal silahlarla Kürdistan gerillasını etkisizleştirilmesini onaylatmıştır. Şunu rahatlıkla belirtebiliriz. Hangi ülke bu kadar teknik saldırı altında kalsaydı çökerdi. Ermenistan ve Ukrayna gerçekliği ortadadır, yine Suriye bırakalım devletler arası açık saldırıları, paramiliter güçler eliyle paramparça edildi. Ancak Kürdistan’daki gerillacılık bu saldırılar karşısında sadece varlığını sürdürmekle kalmıyor, Demokratik Modernite gerillacılığını geliştirerek 21. yüz yılda dünyanın birçok yerinde gerilla hareketlerinin tasfiye edildiği bir zaman diliminde, dünya ezilenlerine, halklara umut ışığı oluyor. Soykırımcı TC’nin paralı askerlik temelinde geliştirdiği katiller ordusuna darbe vuruyor, cezalandırıyor.
Bu savaşta TC’nin dayandığı en önemli güç ise KDP’dir. KDP’yi TC ile bir araya getiren ise ABD-İsrail yönetimi oluyor. Bu anlamda Başûrê Kurdistan’a yönelik Türkiye işgalinin önünü açan da yine NATO’dur. 17 Nisan gecesi Zap’a işgal hareketi yürütürken diğer yandan Şengal’e Irak güçlerinin saldırısını bu minvalde değerlendirmek gerekir. KDP-Irak ve TC’yi bir araya getirerek planlama yapabilecek ABD dışında başka bir güç yoktur. Irak ve KDP, üzerinde egemenlik iddia ettikleri toprakları, Türkiye’nin işgaline açmışlardır. Gerillanın bu alanlarda üzerine gidilmedikçe hiçbir güç için tehdit oluşturmadığı bilindiği halde, Kürt halkının ulusal kazanımlarını cansiperane bir şekilde savunduğunun farkında olarak bu yapılmaktadır. Şu açıktır KDP’ye hakim olan Barzani çizgisi, PKK’ye karşı savaşta işbirlikçilik rolünü oynayarak güç kazanmıştır. Yani varlıkları PKK karşıtlığına dayanmaktadır. Fakat bu öyle bir durumdur ki PKK’nin olmadığı bir zeminde varlık kazanamayacak kadar teslim olmuşlardır. TC ile içine girdikleri işbirlikçi-ihanetçi pozisyonun gerekçesi ‘PKK nedeni ile zarar görüyoruz, PKK Başur kazanımlarını tehlikeye atıyor’ minvalindeki söylemlerdir. Kürt halkının varlık ve özgürlüğüne, kazanımlarına saldırı yürütenlere tek bir söz söylemeyi bir tarafa bırakalım, ortaklık ederek Kürt savaşçıların kanına girmeyi meslek edinmiş oluyorlar. Bununla birlikte hareketimizin yürüttüğü savaşın meşruluğu, haklılığı o kadar açık ki çok istekli olsalar da açıktan savaşın içerisine giremiyor, doğrudan silah çekemiyorlar. Bunu Başûrê Kurdistan’daki halkımızın gerillaya duyduğu bağlılık ve sevgisi engelliyor. Gelinen aşamada Barzani ailesi teşhir olmuş ve siyaseten aslında bitmiştir. Onu ayakta tutan dış destek ve üzerine konmuş olduğu petrol kaynakları oluyor. Bu savaş son bulduğunda ve işgalciler yenildiğinde kendisini nasıl affettireceği gerçekten merak konusudur. Tüm kredilerini yitirmiş olarak tarihin çöp sepetine atılacaktır. Kürt halkı, Kürdistan tarihinin bu kritik süreçte Barzani’nin oynadığı bu kötü rolü unutmayacak, hesabını mutlaka soracaktır. Bu konuya bağlı olarak son günlerde gündeme getirilen Irak hükümeti ile çelişkiler dikkat çekicidir. Irak yönetimi ile KDP arasında çelişkiler olduğu biliniyor. Irak yönetimi bölgesel yönetimin kendi başına hareket etmesinden ve özellikle de TC soykırımcı sömürgeciliğine bu derecede angaje olmasından, uydulaşmasından fazlasıyla rahatsızdır. Başûrê Kurdistan, Türkiye’nin bir eyaleti konumuna getirilmiş durumdadır. Ekonomik olarak kaynakları Türkiye pazarına akarken, Türk ekonomisine nefes aldıran bir yer konumuna gelmiştir. Başûrê Kurdistan Türk şirketlerinin ve elbette bununla birlikte başta MİT olmak üzere devlet çalışmalarının günden güne hakimiyetini kurduğu bir yer olmuştur. Irak açısından tehlike gerçekten büyüktür. Başûrê Kurdistan üzerinde Türkiye’nin işgal temelinde sömürgeleştirme ve kendine bağlama planları olduğu gibi esas hedefinin Musul-Kerkük olduğu da biliniyor. Zaten Zap savaşını kazanır ve sınır bölgesinde 30 km’lik Kürtsüzleştirilmiş bir bölge yaratıp çetelerini yerleştirirse, buralardan Irak’ın her yerine operasyon yapabilecek bir pozisyona gelecektir. Barzani ailesinin şimdi Irak ile yaşanan bu çelişkileri kullanarak halk nezdinde kendisini temize çekmeye çalışacağı anlaşılıyor. ‘Teslim olmayız’ demesi TC’ye teslim olmuş siyasal duruşun üstünü örtmek için öne çıkarılıyor. Belli ki bu taktikleri AKP’nin özel savaş uzmanlarından alıyorlar. Çünkü her türlü kirli, özel savaş saldırılarını uygulayıp kendini aklamak onların uzmanlık alanıdır.
AKP-MHP, özel savaş yöntemleri ile ayakta durmaktadır
Tüm bunlara rağmen TC’nin Kürt halkının 4. Stratejik Dönemini ifade eden ‘varlığını kazanma ve özgürlüğünü sağlama’ mücadelesini engellemeye gücü yoktur. PKK’ye karşı yürüttüğü soykırımcı sömürgeci savaş, Türkiye’deki siyasal atmosferi faşizmin en koyu renkleri ile kuşatmıştır. Kürtleri soykırım kıskacında teslim alma stratejisi olan Çöktürme Planı, Türkiye’de oturmuş siyasi ve toplumsal tüm ölçüleri yerle bir etmiştir. AKP-MHP yönetimi artık Türkiye’nin tüm değerlerinin üzerine çöreklenmiş bela olarak görülmekte, toplum kurtulmak için gün saymaktadır. AKP-MHP, özel savaş yöntemleri ve çeteleşme ile ayaktadır. Baskı ve yasaklamanın geldiği düzey, demokratikleşmede zaten özürlü olan cumhuriyete yapılan komplo düzeyindedir. Kürt toplumuna yönelik saldırılar, halk direnişinin çeşitli biçimlerde sürmesini getirirken, refleks olarak daha sıkı bir toplum olmaya itmekte, iktidar ve devletten kopuş hızlanmaktadır. Kürt halkının tüm değerlerine yapılan saygısızlık, siyaset alanının kapatılması, özel savaş yöntemleri ile topluma dayatılan yozlaşma, Kürt gençlerinin fuhuş ve uyuşturucu tuzaklarına çekilmesi, ekonomik olarak yoksullaştırma, zindanlara yönelik katliam politikaları sonuç almadığı gibi Türkiye Cumhuriyetinin demokratikleşeceğine olan inancı zayıflatarak daha radikal mücadelenin koşullarını yaratmaktadır. Kürt halkı PKK ile kazandığı öz irade ve güveni kimlik haline getirmiştir. Kürt halkının politikleşme düzeyi dünya halklarının çok üstünde bir seviyededir. Bu nedenle AKP-MHP faşist yönetimi Kürdistan’dan asla beklediğini bulamayacak, tarihi dersini alacaktır. Ekonomik kriz, savaşın bir sonucu olarak tüm Türkiye halklarını ciddi bir dar boğazın eşiğine getirmiştir.
Dünya’da da yaşanan bir ekonomik kriz olduğu doğrudur. Fakat Türkiye’de yaşanan ekonomik krizin ötesinde bir çöküş durumudur. Önderliğimiz bir değerlendirmede ‘Kürtsüz Türk olamaz’ demişti. Kürt halkı ile savaş halinde olan bir Türkiye gerçekliği asla güçlü bir Türkiye olamayacaktır. Bunun için Kürt halkının varlığını tanımak, özgürlüğü için gerekli tüm adımları atması gerekmektedir. Bunun için ise AKP-MHP faşizminin yıkılması şarttır. AKP-MHP yönetiminin demokratikleşme yeteneği kalmamıştır. Bunun için Türkiye’de anti-faşist cephenin geliştirilmesi, büyütülmesi, faşizmden zarar gören tüm kesimlerin birlikte hareket eder hale gelmesi şarttır. Açıktır ki AKP-MHP faşizmi kendisi için varlık-yokluk savaşına girmiştir; kazanması sadece Kürtlerin kaybetmesi anlamına gelmeyecektir ki Kürt halkı tek bir onurlu evladı kalana kadar özgürlüğü, kimliği ve elbette tüm bunların bileşkesi olan Önderliği için her koşulda mücadele etmeyi sürdürecek, bunun yollarını yaratacaktır. Esas olarak kaybeden Türkiye halkları ile birlikte bölge halkları olacaktır.
AKP-MHP iktidarı, şimdi varlık-yokluk savaşlarını Rojava’nın işgaline bağlamış gibiler. Medya Savunma Alanlarından istedikleri zaferi çıkaramayacaklarını anladılar. Elbette Medya Savunma Alanlarına seçim için saldırmıyorlar. Böyle bakmak karşımızdaki gücü hiç anlamamak olur. Medya Savunma Alanlarının ortadan kaldırılması ve gerillanın tasfiyesine dayalı olarak PKK’yi etkisizleştirmek, stratejik hedeflerinin başında geliyor. Çünkü PKK ve gerilla oldukça, Kürdistan’da varlığını sürdürdükçe, dağlarında, ovalarında, şehirlerinde mücadele ettikçe, her koşulda kaybeden işgalciler olacaktır. PKK olmazı olur kılan, mezardaki bir halkı ayaklandıran bir hareketidir. Umut varsa her zaman gelişme olur. Bu anlamda gerillaya ve Medya Savunma Alanlarına yönelik işgal ve saldırılar taktik değildir, kısa süreli operasyonlar değildir. Fakat stratejik olarak darbeleyeceğim derken can alıcı darbeler yemeleri daha fazla gündemdedir. Tüm bu riskler bilindiği ve gelişmeler de bu yönlü olduğu için Rojava’yı işgal saldırısı yeniden gündeme getirilmiştir. NATO’nun büyüme stratejisi çerçevesinde İsveç ve Finlandiya’nın üyeliği gündeme gelir gelmez, TC’nin soykırımcı-sömürgeci üst aklı hocaları emellerini gerçekleştirmek için devreye girdi. Rojava’yı tümden işgal etme, Kürtleri vatansızlaştıracak şekilde bu coğrafyadan sürme ve örgütlediği mültecileri buraya yerleştirerek kendisine bağlı yeni alanlar oluşturma planlamasına gitti. Bu şekilde 2023’e Türkiye’yi misak-ı milli sınırlarına ulaştırmış bir savaş komutanı olarak hem iktidarını kalıcılaştırmak istiyor hem de Türkiye’de Erdoğan’ın damgasını vurduğu, tarihin yeniden yazılarak cumhuriyetin soykırım ve sömürgecilik temelinde güncellendiği yeni dönemini inşa etmek istiyor. Ancak şimdiden söyleyelim, bu plan çok risklidir. Önder Apo uyarmıştı, tekrar etmek görevimizdir. Türkiye’nin Suriye bataklığına çekilmek istendiğini, bunun Türkiye açısından bir komplo olduğunu vurgulamıştı. Ne olacağını yaşayacak ve göreceğiz.
Yüksek yoğunlukta bir savaş gerçekliğinin içindeyiz. Halk Savunma Güçleri, komutası ve savaşçı yapısı Apocu ruh ve kararlılıkla 2022 yılının bu ilk yarısında savaşta inisiyatifi elinde tutan konumdadır. Bilançolar, görüntüleriyle birlikte yayınlanıyor. Bu anlamda Devrimci Halk Savaşı’nın gerilla cephesinde ciddi bir yetersizlik yoktur. Tam tersine insan iradesinin, yeteneklerinin, zekasının ayaklandığı muhteşem bir gerillacılık Zap vadisinden doğuş yapmıştır. Belki eleştirilecekse duygusal tutumlarla zamanında geri çekilme yapmayan, gerillacılıkta alan tutma gerçekliğine gerçekçi yaklaşmayan, düşmana öfke ve kinini ortaya çıkarırken kendisini korumayan duruşlar eleştirilebilir. Bunun dışında örgütlenmiş ve eyleme geçmiş hakikatin kendisi olan Önderlikle yoldaş olmanın en kararlı duruşunu görüyoruz. Kahraman şehitlerimizi saygı ve minnetle bir kez daha anıyoruz. Parti olarak yoldaşlarımıza bağlılığımızı pratiğimizde temsil edeceğimizi belirtiyoruz. Halkımızı, her yerde Devrimci Halk Savaşı temelinde örgütlenmeye ve savaşın sonucunu belirlemeye çağırıyoruz.