Türkiye’de devletin aldığı biçim, toplumsallığın içerisine çekildiği düzey ve bunun Kurdistan toplumsallığı üzerindeki etkilerini öne çıkan yönleriyle değerlendirmek günümüzde giderek daha fazla önem kazanmış bulunuyor. Sosyo-psikolojik olarak yapılacak olan çözümlemeler, kişi, grup ve toplum davranışlarına verilmeye çalışılan anlamlar da bunu gerekli kılıyor. Öyle ki, kişi, grup ve toplum davranışlarına kaba sınıf tahliline dayanarak yapılan çözümlemeler ve ona göre oluşan düşünceler yeterince çözüm üretemez hale gelmiştir.
Devlet ve toplum arasındaki keskin olan uygarlıksal çelişki varlığını koruyor. Sömürgecilik ve sömürge ülke halkı arasındaki çelişki de aynı düzeyde karşıt kutuplar olarak stabil haldedir. Böyle bir zıtlık içerisinde devlet; toplumu, sömürgecilikte; sömürgeyi ya da sömürge ülke halkını bertaraf edilmesi gereken bir tehlike olarak görmeye devam ediyor. Hatta var olan bu realite kafalarda düşünce karışıklıklarına, yaşamda da savrulmalara varan sonuçlar ortaya çıkarabiliyor.
Neden böyle oluyor? İşte tam bu noktada sorulan bu soruya verilecek olan cevap önem kazanıyor. Çünkü, devlet ve toplum arasındaki uygarlıksal çelişki neolitik sonrasından bugüne dek beş binyılı aşkın bir süredir devam ediyor ve bir çırpıda yok olması da hiçbir şekilde olanaklı görünmüyor. Aynı şekilde sömürgecilik ve sömürgeler arasındaki çelişki hem tarihsellik hem de şiddeti itibariyle buna olanak tanımıyor. Bununla birlikte devlet ve sömürgecilik kendisine karşıt oluşturan toplum ve sömürgelere karşı özel politikalar geliştirerek, kendisi için birer tehlike olmaktan çıkarma çabalarından da vazgeçmiyor. Tarihselliği içerisinde farklı biçimler altında da olsa beş binyılı aşkın bir süredir bu böyle devam ediyor. Toplumu köleleştirme, sömürge ülke halkını katliamdan geçirme, yerinden yurdundan göçertme, asimilasyona tabi tutma gibi politikalar da bu yönelimler arasında yerini alıyor.
Kurdistan halkına dayatılan ulus-devlet Türklüğü
Unutulmamalı ki, kölelik ve sömürgecilik ortak bir noktada buluştukları gibi; devlet ve sömürge siyaseti birbirlerinin besleyicileri/tamamlayıcıları olma gibi bir özellik taşır. O nedenle bunları aynılaştırmak mümkün olmadığı gibi, birbirleriyle olan bağlantılarını kopartmak da olanaklı görünmüyor. Bir başka ifadeyle, devletleşen halk topluluklarında maddeleşen sömürü, sömürgeciliğin ön adımı olma gibi; ardarda gelişi anlatıyor. Bugün hem Türkiye hem de Kurdistan halkına karşı soykırımcı, sömürgeci faşist TC Devleti’nin geliştirdiği politikaları bu gerçeklikten ayrı olarak ele almamak gerekiyor.
Türk devleti bugün Türkiye toplumuna karşı her yönüyle faşist politikalar yürütüyor. Aynı şekilde Kurdistan halkına karşı da bu karakterini koruyarak soykırımcı, sömürgeci siyaset güdüyor. Ve bunlar da birbirini tamamlayan öğeler olarak Türk devletinin temel karakterini oluşturuyor. Türk devletinin Türkiye ve Kurdistan halklarına karşı yürüttüğü savaşın adı ise bu temelde kendini özel savaş olarak somutlaştırıyor. Özel savaş rejimi ise soykırımcı, sömürgeci, faşist Türk devletinin Türkiye ve Kurdistan halklarına karşı yürüttüğü özel savaşın kavuşturulduğu sistemin/düzenin kendisi oluyor. Bu yönleriyle Türkiye ve Kurdistan halklarına karşı yürütülen özel-kirli savaşı birbirinden ayrı olarak düşünmemek gerekiyor. TC’nin devlet olarak kendini ilan ettiği 1923 yılından bu yana da onun bu temel özelliği varlığını koruyor.
Onun içindir ki, TC Devleti Kurdistan halkına karşı olduğu kadar, kendini örgütlü siyasal bir güç olarak örgütlediği Anadolu coğrafyasında yaşayan tüm kültürlere, kimliklere ve dini inançlara karşı da katliamcı, soykırımcı ve asimilasyoncu bir özellik taşıyor. Bir başka ifadeyle Anadolu halkları, kimlik, kültür ve inanç toplukları için de böyle bir anlam ifade ediyor. Bu yönleriyle, onlar için de fiziki ve kültürel soykırımcıdır. Anadolu coğrafyasında yaşayan Greklere (Rumlara), Ermenilere, Yahudilere, Lazlara, Türkmenlere, Alevilere, Çerkezlere varıncaya kadar, ulus-devlet Türklüğünü oluşturma önünde engel olarak gördüğü kim varsa, onlara karşı yürüttüğü politikalar tamamen böyle bir gerçekliği anlatmaktadır. Grekleri, Ermenileri, Yahudileri komplo, entrika, katliam, tehdit, sürgün gibi faşist yöntemlerle varlıklarına el koyarak, Anadolu coğrafyasından adeta ‘silmişlerdir.’ İstisnai olarak geride kalanlar ise birer cemaat olarak anılmaktan öteye geçememişlerdir. Lazlar Karadeniz’in birkaç kasabasında dil ve kültürel olarak varlığını sürdürebilir bir düzeye indirgenerek büyük oranda asimile edilmişlerdir. Türkmenler de aynı şekilde hem Türkleştirilmek hem de inançlarından uzaklaştırılarak Sünni-Hanifi mezhebine dahil edilmek istenilmiştir. Alevi inancında ısrar edenler de Kurdistan ve Anadolu coğrafyasının sınır hattını oluşturan Koçgiri Alevi katliamından başlayarak özel politikalarla hem inanç değiştirmeye hem de sistem içileşmeye zorlanmıştır. Çerkezler Anadolu, Kurdistan ve Arap coğrafyasına dağıtılarak param parça edilmişlerdir. Ve tüm bu faşist yönelimler sonucunda da Anadolu coğrafyasında ulus-devlet Türklüğünü inşa etmişlerdir.
TC Devleti’nin Anadolu coğrafyasıyla sınır olan Kurdistan coğrafyasında izlediği politika da bu politikanın bir devamı olma gibi bir özellik taşımaktadır. Nasıl Anadolu coğrafyası ulus-devlet Türklüğünün inşa alanı olarak görülmüşse, Kurdistan da inşa edilen bu ulus-devlet Türklüğünün yayılma alanı haline getirilmek istenilmiştir. Bu temelde de 1925 Genç-Palu-Hani (Şeyh Sait direnişi olarak adlandırılan) direnişinin bastırılmasının ardından günümüze kadar sistematik bir şekilde Kurdistan, ulus-devlet Türklüğünün temel yayılma alanı olarak görülmüştür. Bu temelde Bakur Kurdistan’da fiziki soykırımı hedefleyen katliamlara dayalı olarak bölge yeniden işgal altına alınmıştır. Her katliam sonrasında ise, geri kalanlar mecburi iskanlara tabi tutulmuştur. Katliamların yapıldığı bölgeler ise, yerleşime kapalı ‘yasak bölgeler’ olarak ilan edilmiştir. Bir yandan bunlar yaşanırken, Balkanlardan, Kafkasya’dan getirilen ve kökeni “Türklüğe” dayandırılan Müslüman inancına sahip olan göçmenler yerleştirilerek Kurdistan’ın demografyası değiştirilmeye çalışılmıştır. Yaşanan bu askeri işgal ve Kurdistan’ı Kürtsüzleştirme politikasının ardından da Bakur Kurdistan ilhak edilmiş, TC Devlet sınırları içerisinde devlet şekillenmesinin/kurumsallaştırılmasının bir uzantısı haline getirilmiştir. Bunu takip eden yıllardaysa daha çok da 1950’li yıllarla yağma ve talana dayalı ekonomik sömürgecilikle birlikte kültürel soykırım kıskacı pekiştirilerek tarihten silinmekle karşı karşıya getirilmiştir. 1970’lere kadar da bu böyle devam etmiştir. Önder Apo’nun tarihsel çıkışı ile birlikte fiziki ve kültürel soykırıma karşı; varlığı koruma ve özgürlüğe ulaşmayı amaç edinen direnişin başlatılmasıyla içerisine sürüklenilen bu tarihsel gidişata, devrimci bir müdahaleyle dur denilmiştir. Ancak başlayan bu mücadeleye rağmen, soykırımcı, sömürgeci, faşist TC Devleti Kurdistan’ı ulus-devlet Türklüğünün temel yayılma ve sınırlarını genişletme alanı olarak görmekten de vazgeçmemiştir. Belirlediği bu amaca ulaşmak için de kendisi için özel savaş stratejini esas almıştır.
Türkçülüğü hakim düşünce ve siyaset haline getirmek
Kurdistan’da özel savaşa dayalı bu stratejik yönelimle birlikte, Anadolu coğrafyasında da özel savaş stratejisi gereği geliştirilen politikaların uygulamaya konulmasından geri kalınmamıştır. Bu çerçevede Kurdistan’da olduğu gibi, Anadolu’nun da muhtelif bölgelerine Balkanlardan ve Kafkasya’dan getirilen kökeni Türklüğe dayandırılan İslam inancına mensup göçmenler yerleştirilmeye başlanılmıştır. Önceki katliamlardan ve göçertmelerden arta kalan Grek, Ermeni, Yaluhudi topluklarına yönelik özel, ırkçı faşist yönelimler içerisine girilmiştir. Türk olmayan topluluklara hakareti içeren, hor gören, aşağılayan, küçümseyen politikalar devreye konulmuştur. “Varlık Vergisi” gibi çıkarılan faşist, soykırımcı yasalarla hem varlıklarına el konulmuş hem de yetişkin erkekler doğrudan köle olarak çalışma kamplara alınmışlar; madenlerde, ağır işlerde ve yaşam koşullarında ölesiye çalıştırılmışlar; hastalık, bakımsızlık, uğradıkları hakaret ve baskı altında yaşamlarını kaybetmişlerdir. Sadece bununla da kalınmayarak öncesinde geliştirilen “Güneş Dil Teorisi”, “Türk Tarih Tezi” gibi ırkçı, faşist ideolojiler, bu soykırımcı politikaların zemini oluşturularak, ulus-devlet Türklüğü dışında olanlar hor görülerek “köle”, “hizmetçi” muamelesine tabi tutulmaya başlamışlardır.
Bu temelde ırkçı, faşist ideolojik şekillenme altında ulus-devlet Türkçülüğü hakim düşünce ve siyaset haline getirilerek; toplumsal, kültürel bir şekilleniş inşasına yönelinmiştir. Daha çokta bu politikayı, Anadolu’da yaşayan farklı kimlik, kültür, dil ve inançlara sahip olanların yoğun olduğu; devlet, iktidar karşıtlığının/muhalifliğinin öne çıktığı coğrafyalarda/bölgelerde uygulamaya koymuşlardır. İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarda da uygulamaya konan bu politikaya siyasal ve ideolojik bir boyut kazandırma temelinde; ırkçı, faşist ideolojik şekillenişe sahip ve o temelde devlet tarafından oluşturulan partiler, örgütler dahil edilmiştir. Bir başka ifadeyle belirlenmiş olan hedef bölge ve topluluklar; İç Ege’den Anadolu bozkırına, Toroslardan Karadeniz dağlarına varıncaya kadar, bu faşist özel savaş teşkilatlarının kontrolü altına bırakılmışlardır. “Ziraatı ve hayvancılığı destekleme, geliştirme” adı altında yoksul köylüyü devlete bağlayan; “kredi”, “tohumluk”, “mazot”, “yakıt” gibi sübvanse edici olan devlet imkânlarının kullanılmasından da geri kalınmamıştır. Denilebilir ki, bu bölgeler ulus-devlet Türklüğünün geliştirildiği pilot bölgeler haline getirilmişlerdir.
Ancak 1960’ların ikinci yarsından sonra Türkiye toplumsallığında ibrenin devrimci, demokratik gelişmelerden yana kayması ile Ulus-devlet Türklüğünün aksi istikamette yol almaya doğru gidişi, devlet tarafından doğrudan yapılan müdahalelere neden olmuştur. Din istismarcılığı ve milliyetçilik temelinde daha çok da taşra kentlerinden Türkiye’nin büyük kentlerine çalışmak ve okumak için giden gençler örgütlenerek; sosyalist, devrimci demokratik devrimci öğrenci gençlik hareketlerine, işçi ve köylü direnişlerine saldırtılmaya başlanılmıştır. Bu şekilde, birer özel savaş taktiği olarak uygulamaya konan bu yönelimlerle ulus-devlet Türklüğü için pilot bölge olarak seçilen kentlerde bile; kendileri için görülmeye başlayan ‘tehlikelerin’ önünü alınmaya çalışılmıştır. Bu konuda Alpaslan Türkeş, Fethullah Gülen gibi özel eğitimli tescilli CİA ajanlarına da önemli roller verilmiştir. Sivil alanda din istismarcısı, ırkçı faşist örgütlenmeler daha çok bu ve benzeri kişilikler aracılığıyla örgütlendirilmeye başlanmıştır. “Komünizme karşı Mücadele Dernekleri”, sonradan adı “Milliyetçi Hareket Partisi” olarak değiştirilecek olan “Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi” ve Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu gibilerin yer aldığı R. Tayip Erdoğan gibilerinin de çıraklık yaptığı “Yeniden Milli Mücadele Hareketi” gibi din istismarcısı, ırkçı faşist örgütlenmeler böylesi bir dönemde örgütlendirilmişlerdir. Sosyalist, devrimci, demokratik gençlik hareketlerine, işçi köylü direnişlerine karşı örgütlenilen ve saldırıya geçirilen bu faşist paramiliter güçlerle amaçlarına ulaşamayınca da 12 Mart 1971’de doğrudan ordu devreye girmiştir. İlan edilen sıkıyönetimle birlikte de saldırılar doğrudan ordu tarafından yürütülmeye başlamıştır. Ordu içerisindeki NATO’cu generaller tarafından düzenlenen bir kontrgerilla ve özel savaş harekatı olan bu darbeyle de asıl olarak Türkiye toplumsallığının sosyalist, devrimci, demokrasiden yana çevrilen yönü kesilmeye çalışılmıştır. Bunu sağlayabilmek için de sosyalistler, devrimciler, demokratlar, işçiler, emekçiler, Kürtler, Aleviler doğrudan saldırı hedefi haline getirilmişlerdir. Dönemin devrimci gençlik hareketinin önderleri kadroları, girilen çatışmalarda, darağaçlarında, işkence tezgahlarında katledilirken, yüzlercesi de ağır hapis cezalarına çarptırılarak zindanlara alınmışlardır. Buna rağmen 12 Mart askeri faşist darbesini gerçekleştiren NATO’cu generaller hedefine ulaşamadıkları gibi “rüzgar eken fırtına biçer” öz deyişini doğrularcasına bir tabloyla karşılaştılar.
Kurdistan ve Türkiye halklarına dayatılan karşı-devrimin iflası
12 Mart 1971 askeri faşist darbesinin ardından daha iki yıl geçmeden Türkiyeli ve Kurdistanlı devrimciler kendilerini toparlamak ve yeniden örgütlenmek için harekete geçtiler. Türkiye ve Kurdistan kentlerinde, kasaba ve köylerinde örgütlenme çalışmalarını başlattılar. Başta üniversiteler olmak üzere devrimci gençlik hareketleri büyük bir atılım içerisine girdiği gibi, etki alanlarını da genişleterek orta öğrenim gençliğini de bünyesine kattı. İşçiler ve kamu çalışanları olmak üzere farklı kesimlerden oluşan emekçiler dernekler ve sendikalar altında geniş bir örgütlenme içerisine girdiler. Değişik isimler altında dernekler kurulmaya başlandı. Sokak gösterileri, mitingler, protesto yürüyüşleri; çığ gibi büyüyerek, yaygın bir hal aldı. Bu şekilde hızlı bir şekilde devrimci toplumsal kabarış yaşanırken, soykırımcı, sömürgeci, faşist TC Devleti de boş durmadı ve harekete geçti. Sivil faşist paramiliter güçlerini harekete geçirdi. Silahlandırdığı ve koruma altına aldığı bu kontra güçler eliyle neredeyse hemen hemen her gün saldırılarda bulundu. Bu saldırılarda toplumun her kesimi; aydını, demokratı, parti yöneticisi, sendikacısı, gazetecisi, öğretim görevlisi, edebiyatçısı, yazarı, öğrencisi, emekçisi hatta devletinin savcısı ve emniyet müdürüne varıncaya kadar kim belirlenmişse, doğrudan saldırı hedefi haline getirildi. Gerek tek tek kişilere yönelik gerekse de toplu olarak yapılan bu saldırılarda, işlenen cinayet ve katliamlarda yüzlerce insan katledildi. Dernekler, sendikalar, sokaklar, gösteriler, evler, kahvehaneler, toplu ulaşım araçları, okullarına giden öğrenciler üzerine otomatik silahlarla kurşunlar yağdırıldı, bombalar atıldı. Kurulan ‘Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde sosyalistler, devrimciler, demokratlar, aydınlar hakkında ağır hapis ceza istemli davalar açıldı. Emniyet Müdürlüğü şemsiyesi altında kurulan Özel Hareket güçleri harekete geçirildi. Polis karakolları, emniyet müdürlükleri birer işkence merkezi olarak daha fazla rol sahibi kılındılar.
Tüm bu saldırılarla yapılmak istenen ise bir özel savaş taktiği olarak; örgütlendirilmiş olan kontra faşist paramiliter çeteler ile devreye girmiş olan özel savaş kurum ve özel hareket güçleri eliyle topluma korku salarak, yıldırmaktı. Yükselen devrimci toplumsal dalgayı bastırmaktı. Böylece Türkiye ve Kurdistan’da tam bir teslimiyet ortamı yaratmaktı. Ancak bunda başarılı olamadılar. O nedenle 12 Mart 1971 ‘de olduğu gibi, askeri-faşist bir darbe hazırlığı içerisine girdiler. Öncesinde de birer özel savaş harekatı olan kontrgerilla operasyonları/provokasyonları bahane edilerek, sıkıyönetim ilanında bulundular. Aslında ilan edilen bu sıkıyönetimlerle önlerinde engel olarak gördükleri ne varsa onların aşılmasını sağlamaya çalıştılar. Bir başka ifadeyle de ‘yol temizliğinde’ bulundular. Yapılan bu hazırlıklar sonucunda da 12 Eylül 1980 Askeri faşist darbesini yaptılar.
Aslında 12 Eylül faşist darbesiyle yapılmak istenen 12 Mart 1971’de yaptıklarını sandıkları, ama başaramadıklarını sonradan anladıkları yarım kalmış olan ‘işlerini’ tamamlamaktı. Sosyalizmden, devrimden, demokrasiden yana çevrilen toplumun yüzünü, yeniden; din istismarına ve ırkçılığa dayanan faşist bir ideolojiyle bezendirilmiş olan ulus-devlet Türklüğüne çevirmekti. O nedenle de 12 Eylül bu yönüyle topluma karşı yapılan bir karşı-devrim ve ilan edilmiş bir özel savaş anlamına geldi. Bu karşı-devrimle birlikte toplumun yeniden biçimlendirilerek, ‘kültürel’ bir şekilleniş içerisine alınması hedeflendi. 12 Eylül faşizmine karşı güçlü bir karşı koyuşun yaşanmamış olması ise, NATO’cu generalleri belirledikleri hedeflere ulaşma konusunda umutlandırdı. Bu temelde de fazla zamana bırakmadan yapmış oldukları planlamaları uygulamaya koydular. Hedeflerinde yine öncelikler arasında toplumun yeniden şekillendirilmesi vardı. Toplumu depolitize etme, sistem dışı toplumsal örgütlenmelere imkân tanımama, gösteri, örgütlenme ve düşünme beyanında bulunmanın önünün alınması, her yönüyle ideolojik hegemonyanın kurulması ise öncelikli yapılması gerekenler olarak belirlendi. İdeolojik ve siyasal olarak toplum üzerinde kurulan hakimiyetle birlikte, toplum üretim dışına çıkarılarak her yönüyle kapitalist pazarın bir nesnesi haline getirilmesi hedeflenirken; eğitim müfredatları da din istismarcılığına ve Türkçü faşist tarih anlayışına oturtularak yeni nesillerin şekillendirilmesi öngörüldü. Böylece toplumun politikadan uzaklaştırılarak bir sürü haline getirilmesi amacıyla hareket edildi. Bununla da asıl olarak, Türkiye toplumuna karşı yapılan karşı-devrim tamamlanmak istenildi. Kurdistan’da ise Apocu Hareket tarafından kesintiye uğratılan ulusal imha politikası tüm hızıyla devreye konularak, Kurdistan’ın ulus-devlet Türklüğünün yayılma alanı haline getirilme süreci tamamlanacaktı.
12 Eylül faşizmi Türkiye toplumuna yönelik öngördüğü bu politikaları uygulamada belirli bir adım atmış olsa da, Kurdistan’da aynı sonucu elde edemedi. Diyarbakır Zindan Direnişi ve PKK’nin gerilla hazırlık çalışmalarını tamamlayarak ülkenin muhtelif bölgelerine öncü birimlerini yerleştirerek silahlı propaganda sürecini başlatmış olması soykırımcı, sömürgeci, faşist TC Devleti’nin Kurdistan’da önüne koyduğu hedeflere ulaşmasını engelledi. Sadece bununla da sınırlı kalmadı; Kurdistan toplumsallığında savaş içerisinde direnerek, dirilen halk gerçekliğinde somutlaşan yeni bir süreci başlattı. Bu Kurdistan toplumsallığında yeni bir kültürel ve psikolojik şekillenişin hakim ulusal bir özellik halini almaya başlaması ve böylece sömürge bir halk olmaktan çıkılarak, özgürlüğe doğru yürüyen bir halk konumuna gelinmiş olmaktaydı.
Bu yönüyle Kurdistan ve Türkiye toplumsallığında 1970-1980 arasında olduğu gibi; sosyalizm, devrim, demokrasi paydasında yeniden buluşma koşullarına -ciddi zorlanmalarla karşı karşıya olunsa da- kavuşulmuş olmaktaydı. PKK direnişinin 1980’lerinin ikinci yarısından itibaren kaydettiği gelişmeler bunu yeterince imkân sunmaktaydı. Ancak bunun karşısında soykırımcı, sömürgeci, faşist TC Devleti, Türkiye toplumsallığına dayattığı karşı-devrimde ısrarını korudu. Hatta bu ısrarını devreye koyduğu özel-kirli savaş taktikleriyle daha da tırmandırdı. Topumun sistem dışı örgütlenmesinin önü alınırken, sosyalistlere, devrimcilere, demokratlara, aydınlara, işçilere emekçilere karşı faşist terörünü boyutlandırmaktan geri kalmadı. Toplumu çürüterek çökertme burada öne çıkarılan politikalar arasında yer aldı. Bunu da daha çok kapitalist sömürü çarkı içerisinde ‘tüketici’ , ‘gösteri’ toplumu yaratarak, “Üç S” ye uyuşturucuyu da ekleyerek düşüncesi ve gücü boşaltılmış bir gençlik oluşturarak yapmaya çalıştı. Tabii bunlar yapılırken; kolay yoldan “köşeyi dönme” felsefesi beyinlere şırınga edildi ve krediyle yaşamaya alıştırılan geleceği ipotek altına alınmış “borçlu bir toplum” inşa edilmek istenildi. Kurdistan’da yürütülen özel kirli savaşın etkin kullanılan araçlarından olan, dincilik ve milliyetçilik toplumun başına bulaşıcı bir hastalık olarak musallat edildi. Bu hastalıkların yaygın kılınmasında, daha çok bilinçli bir şekilde seçilerek Kurdistan’da savaş bölgelerine gönderilerek ölümlerine neden olunan askerlerin cenazelerinin kullanılması önemli bir rol oynadı. Yapılan sözde cenaze törenleri; özellikle de ulus-devlet Türklüğünün öne çıkarılarak hakim kılınmaya çalışıldığı bölgelerde; ırkçılığın, mezhepçiliğin, Kürt düşmanlığının kışkırtıldığı linç gösterilerine dönüştürüldü. Kurdistan’da da özel-kirli savaş, ipinden boşaltılmışçasına yürütülen topyekun soykırım saldırılarına dönüştürüldü. Bununla da yetinilmeyerek; direniş içerisinde dirilen Kürt toplumsallığına
karşı tam bir kırım politikası devreye konuldu. ‘Dağa gideceklerine’, ‘gerilla olacaklarına uyuşturucu kullansınlar’,’ fuhuş yapsınlar’, mafya bozuntusu ‘sokak çetelerine katılsınlar’ denilerek; yurtseverliğiyle, direnişçiliğiyle tanınan Kürt şehirleri, kasabaları bizzat devlet tarafından birer bataklığa dönüştürülmeye çalışıldı. Kurdistan yurtseverliğinin gelişkin olduğu, gerillanın doğrudan etkisi ve güvencesi altında olan bölgeler, köyler boşaltılarak Kürtsüzleştirilmek istendi. Kürt doğal ekonomisinin ayrılmaz bir parçası olan hayvancılık, ziraat öldürülerek, Kurdistan toplumu üretim dışına itilerek; toplumsallığından uzaklaştırılacağı birer asimilasyon ve yabancılaşma merkezleri olan Türkiye metropolleri ve kentlerine göç etmek ve oralarda yaşamak zorunda bırakıldı ve buralarda kullanılacak ucuz iş gücü deposu haline getirildi. Bunun bir sonucu olarak milyonlarca Kürt yerinden yurdundan edilerek, ırkçı faşist saldırıların doğrudan hedefi haline getirilecekleri Türkiye kentlerinde barınmaya mahkum edildi.
TC Devleti kendi toplumsallığını yeniden inşa etmek istiyor
Gerek Türkiye gerekse de Kurdistan halklarına karşı geliştirilen özel kirli savaş politikalarıyla -daha çok da bu saldırlar içerisinde- öne çıkarılan psikolojik savaşla; özünde Kurdistan ve Türkiye halkları birbirine düşman haline getirilerek, yüzyıla yayılacak olan kanlı bir sürecin önü açılmaya çalışıldı. Soykırımcı, sömürgeci, faşist TC Devleti’nin hedefinde, içerisine gireceği ikinci yüzyılın da böyle bir özel kirli savaş oyununa başvurarak, varlığını güvence altına almak vardı. Bugün, Türkiye ve Kurdistan’da devreye konulanları da bu temel politikadan ayrı olarak düşünmek, ele almak mümkün değildir. Tabii bunu belirtirken, dünle bugünü aynılaştırarak, ‘aralarında fark olmadığı’ gibi bir algı da oluşmamalıdır.
Kuşkusuz dünle bugün arasında fark vardır. Gerek Kurdistan Özgürlük Devrimi ve Türkiye toplumsallığı gerekse de soykırımcı, sömürgeci, faşist TC Devleti açısından bunu söylemek mümkündür. Bu noktada karşımıza çıkan ise şu olmaktadır. Kurdistan halkı artık sömürgeci esaret altında yaşamak istemiyor. Ulusal, demokratik haklarına sahip olarak kendi toplumsallığını Demokratik Uluslaşma temelinde yeniden inşa etmek istiyor. Bunu ideolojik, siyasal, toplumsal olarak temsil etme gücüne, kültürel birikimine, kazanımlarına, ve kararlılığına da ulaşmış bulunuyor. TC Devlet sınırları içerisinde kalan haritada Kurdistan coğrafyasının farklı bir renkle temsili buluyor olması da bunun somut bir göstergesidir. Bunun karşısında soykırımcı, sömürgeci, faşist TC Devleti’nin Kurdistan’ı kontrol altında tutma gücü ve kapasitesi kalmamıştır. Tamamıyla Kurdistan halkına karşıt bir konumlanış içerisindedir. Kurdistan’daki varlığını ancak ‘imha ve soykırımla” sağlamayı hedefleyen bir politikayla hareket ettiği gibi, KDP gibi işbirlikçi, ihanet örgütlenmesi ile doğrudan MİT kontrolünde olan Hizbulkontra gibi, suç, çete yapılanmalarına dayanarak korumaya çalışmaktadır.
Soykırımcı, sömürgeci, faşist TC Devleti’nin Anadolu coğrafyasındaki konumlanışı ise; Kurdistan’dakinden farklıdır, parçalıdır. Bu yönüyle, yekpare bir görünüm vermekten uzaktır. Akdeniz, Ege ve Marmara denizi kıyıları ile Kürt nüfusunun önemli bir yekun oluşturduğu kentlerde sol ve demokratik düşünceye yakın olanlar çoğunluğu oluştururken; İç Ege, Anadolu bozkırı ve Karadeniz’e doğru olan coğrafyada din istismarına ve ırkçı faşist düşünceye dayalı bizzat devlet tarafından örgütlendirilen kontrgerillanın yer altı ve yer üstü unsurlarının kontrolünün olduğu görülmektedir. Aslında Anadolu coğrafyasının verdiği bu görüntü 1960‘lı yıllar öncesiyle çelişmektedir. Çünkü 1960’lara kadar kentler, ulus-devlet Türklüğünün başat hale getirilmeye çalıştığı, oradan da kıra hakimiyetin esas alındığı bir pozisyonda tutulmaktaydı. Buralardan ulus-devlet Türklüğü; kırlara -daha çok da Anadolu’nun içlerine taşırılmak ve Kurdistan’da etki gücü arttırılmak isteniyordu. 1960’lardan sonra şehirlerin bu görüntüsü değişmeye başladı. Böyle bir değişikliğin yaşanmasında ise, kentlere -daha çok da metropollere- dayalı, oradaki sınıfsal çelişki ve aydınlanmayı esas alan; sosyalist, devrimci ve demokratik özellik taşıyan düşünce yapılanmaları ve örgütlenmeler önemli bir rol oynamıştı. Ancak bu aydınlanmacı, sosyalist düşünce yapılanmaları ve örgütlenmeleri şehirlerdeki etki düzeylerini kırlara yeterince taşıyamadılar. Daha çok da objektif bir görüntü olarak; şehirli, kendilerinin adeta kır-kent arasındaki çelişkinin bir tarafı haline getirdiler. Kırlarda oluşan bu boşluk da devlet tarafından, özel savaş örgütlenmeleriyle dolduruldu.
Böylece devlet ya da onun siyasal alandaki görüntüsü olan hükümetler için “zayıf karın” olan, karşıt söylemlerin, politikaların etkili olduğu Anadolu kırları, devlet kontrolünün, hakimiyetin en güçlü olduğu bölgeler haline getirildi. Gelinen aşamada ise; soykırımcı, sömürgeci, faşist TC Devleti Anadolu’nun içlerindeki hakimiyet ve kontrolünü daha güçlü hale getirirken, şehir toplumsallığı üzerinde kaybettiği gücü yeniden ele geçirmek istemektedir. Özellikle 14-28 Mayıs 2023 seçimlerinden sonra öncelik vereceği politikalardan birinin de bu olacağı, 2024 yılının ilk aylarında yapılacak olan yerel seçimleri de de bu amaç doğrultusunda kullanacağı anlaşılmaktadır.
TC Devleti şehir toplumsallığı üzerindeki gücünü yeniden ele geçirmek istiyor
Bu yönleriyle 1950’ler sonrasının Anadolu ve Kurdistan’ıyla günümüzün Anadolu ve Kurdistan’ı arasında ciddi farklılıklar söz konusudur. O nedenle de soykırımcı, sömürgeci, faşist TC Devleti’nin Türkiye ve Kurdistan politikaları, değişen koşullara göre, eklenen yeni öğelerle varlığını korumaya devam etmektedir. Ona göre de Türkiye ve Kurdistan halklarına karşı taktik yönelimler içerisine girilerek, yöntemlere başvurulur bir hale gelinmiştir. Hedefte Kurdistan Özgürlük Devrimini ve Türkiye’deki sosyalist, devrimci, demokratik muhalefeti boğmak vardır. Bu hedefine ulaşabilmek için de Kurdistan ve Türkiye halklarına karşı imha amaçlı, topyekun özel-kirli savaş saldırılarını her zamankinden daha da yoğunlaştırmaktadır. Hedefinde ise; Demokratik Ulus İnşası yolunda, ‘sömürge toplum’ olma zincirlerini parçalayan Kurdistan halkını; devlet ve iktidar dışına çıkmış olan toplumsallığından uzaklaştırarak, yeniden egemenlik altına alarak; ulus-devlet Türkü haline getirmek vardır. Bu doğrultuda; Kurdistan Özgürlük Gerillasına, toplumuna, demokratik siyaset, ideolojik; kültür-sanat, basın-yayın kurumlarına karşı; imha ve tasfiye saldırılarının dozajını artırmaktadır. MİT’in Kurdistan masası haline gelen Barzani ailesinin partisi KDP ile yine MİT’in çete örgütlenmesi olan Hizbulkontra’yı kullanarak Kurdistan’da bir iç savaşı çıkarma hazırlıklarında bulunmaktadır. Sadece bununla da yetinmeyerek işbirlikçi-ihanetçi KDP’ye dayalı Başur Kurdistan’daki işgal alanlarını genişletmeye çalışmakta ve Rojava Devrimi’ne karşı yürüttüğü; askeri, siyasi ilhakı, ekonomik talanı çeteleri ile uluslararası kirli ilişkilerini de devreye koyarak tam bir işgal harekatına dönüştürmek istemektedir. İran devleti ile kirli pazarlıklar yaparak her yönüyle Kurdistan devrimini çembere alarak her yönüyle kendisi için bir tehlike olmaktan çıkarmaya çalışmaktadır. Bununla birlikte de Türkiye’nin en dinamik ve diri öğeleri olan; sosyalist, devrimci, demokratik güçleri tamamen izole etmek istemektedir. Eğer bunu başarırsa o zaman; Kurdistan ve Türkiye halklarının ortaklaşmasının önüne geçebileceğini, din istismarına ve ırkçı faşist ideolojiyi dayalı kendi ‘toplumunu’ oluşturabileceğini ve buna dayalı olarak da yüzyıla yayılacak olan özel-kirli savaşın; maddi, ruhsal ve psikolojik zemininin yaratılabileceği düşüncesiyle hareket etmektedir.
Bu hedeflerine ulaşabilmek için de propagandanın her türlüsünü kullanarak çok etkili bir şekilde özel-psikolojik savaş yöntemlerine başvurmaktadır. Öyle ki, önünde ona karşı duracak, direnecek ve onu yenilgiye uğratacak hiçbir güç bırakmak istememektedir. Bunubaşarabilmek için de DAİŞ’in, Irak’ta, Suriye’de yaptığı gibi sanki önünde durulamazmış gibi; tam bir korku, yılgınlık, çaresizlik atmosferi oluşturmaya çalışmaktadır. Bununla da asıl olarak halka ‘ya ülkeyi terk et ya da teslim ol’ dayatmasında bulunmaktadır. Bunun dışında hiç bir yol bırakmamak içinde tüm güç ve imkânlarını kullanmaktan geri kalmamaktadır. Soykırımcı, sömürgeci, faşist TC Devleti’nin bugün Türkiye ve Kurdistan’da yapmak istediği tam da bu olmaktadır. Oysa Rojava ve Kuzey Doğu Suriye’de YPG-YPJ, Şengal’de YBŞ ve YJŞ, DAİŞ’in hiç de kendini göstermek istediği gibi, ‘yenilmez’ olmadığını tüm dünya insanlığına görkemli direnişi ve zaferiyle göstermekten geri kalmamıştır. Aynı şekilde bunu Türkiye’de ve Kurdistan’da başarmanın yol ve imkânları vardır. Kurdistan’da bugünlerde 41. yıldönümü içerisinde olduğumuz 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişinde somutlaştığı gibi, zindanlarda direnen devrimci tutsaklar, dağda Özgürlük Gerillası ve şehirlerde, kasabalarda, köylerde halk bunu defalarca ispatlamıştır. Bunlardan da doğru sonuçlar çıkarmak gerekmektedir. Ki, bunun her zamankinden daha fazla koşulları da vardır. Yeter ki, bu konuda geçmişte yaşananlardan güçlü dersler çıkarıldığı gibi, bugün mücadelemizin ortaya çıkardığı kazanımların bilincinde olunsun.
Sömürgeciliğin, faşizmin katliamları, işkenceleri karşısında, ağır baskı koşullarında, örgütlülükleri dağıtılmış ya da zayıflatılmış toplulukların çareyi yaşadıkları, alanları, mekanları terk etmekte bulduklarına çokça tanık olunmuştur. Bu da sözkonusu toplumların pasif bir konuma düşerek kendilerine dayatılanlara, esarete, baskıya boyun eğdikleri anlamına gelir. Yine sömürgecilik ve faşizmin bu katliamları, işkenceleri ve baskıları karşısında toplulukların, kitlelerin içerisine girdikleri pasif tutumdan büyük güç ve cesaret alarak; toplumu biçimlendirmek istedikleri ve bunu hep bir tehdit unsuru olarak kullandıkları görülmüştür.
Türkiye ve Kurdistan’da bunun örneklerine birçok kez rastlanılmıştır. Fazla geniş bir alana ve tarihe yaymadan yakın zaman içerisinde Türkiye ve Kurdistan’da bunlar yaşanmıştır. Bu konuda 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi hemen öncesinde ve sonrasında Kurdistan ve Türkiye kentlerinde yaşananlar birer örnek oluşturmaktadır.
Bu konuda 12 Eylül 1980 öncesinde Kurdistan ve Türkiye arasında kalan sınır kentleri ile iç bölgelerinde yaşanan kitlesel sömürgeci ve faşist katliamlar sonrasında; Malatya, Maraş, Sivas, Çorum gibi illerde yaşanan kitlesel katliamlar ve yaşananlardan gerekli sonuçların çıkarılması mümkündür. Yapılan bu ve benzeri katliamlarla o kentlerin demografileriyle oynanmıştır. Bu kentlerde yaşayan Aleviler ve Kürtler göçe zorlanmışlardır. Maraş’ta olduğu gibi bizzat devlet tarafından yurt dışına, özellikle de Avrupa’ya çıkışın yolu sonuna kadar açılmış, teşvik edilmiş hatta bu göç trafiği yönetilmiştir. Bu kentlerde yapılan katliamların ardından yaşatılan göçlerin bıraktığı boşluklar da dışardan getirilen Türk ve Sünni-Hanifi mezhebinden olanlarla doldurulmuştur. Böylece bu kentler, Kürtlere ve Alevilere dair hiçbir iz’in bırakılmadığı, devletin kontrolünde ve kendini güvende hissedeceği, devrim güçlerinin önüne çekilen barikatlar/bölgeler haline getirilmişlerdir. 12 Eylül 1980 Askeri faşist darbesinden dsonra da daha çok örgütlülükleri dağılan, zayıflayan sosyalist, devrimci, demokratik güçler de Türkiye’de benzeri bir süreci yaşamışlardır. Yaşanan yoğun tutuklamalar, işkenceler ve katletmeler karşısında binlercesi çareyi yurt dışına çıkmakta bulmuşlardır. Bunun o günün koşullarında ele alınarak, tartışılacak yönleri olabilir. Ancak günümüz koşullarıyla aynılaştırmanın da o kadar doğru olmayacağı açıktır. O günün koşulları ile şimdi arasında dünyalar kadar fark vardır. Çünkü, o günkü koşullarda toplum baskı ve zor ile cendere altına alınarak sindirilmiş ve korku atmosferi içerisine alınmıştır. Türkiye sosyalist, devrimci, demokratik hareketleri, örgütleri ciddi darbeler yemiş ve direniş potansiyelleri önemli oranda zayıflatılmıştır. Ülke içerisinde de geri çekilme hazırlıkları nerdeyse ‘yok’ düzeydedir. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinden önce başlayan ve sonrasında da yoğunlaştırılarak içlerinde öncü kadrolarının önemli bir kesiminin olduğu binlerce devrimci tutsak alınmış, onlarcası da katledilmiştir.
Bugün öz savunma yaparak düşmanı yenmenin olanakları çok daha zengindir
Bugüki koşullar 12 Eylül 1980 sürecinden farklıdır. Özgürlük Gerillası Kurdistan dağlarında korudukları mevzileriyle bir güvence oluşturmaktadır. 15 Ağustos 1984’de başlayan büyük gerilla hamlesi askeri, siyasal ve toplumsal anlamda büyük kazanımlar ortaya çıkarmıştır. Bunun bir sonucu olarak da Kurdistan dağlarında, şehirlerinde, Türkiye metropollerinde siyasal ve toplumsal olarak; soykırımcı, sömürgeci, faşist TC Devleti karşısında önemli direniş mevzilerine sahip hale gelinmiştir. Devrimci bir bilinç, örgütlülük ve eylem çizgisi toplumun bilincinde yer edinmiştir. Bunun hem topluma hem de onu oluşturan bireylere kazandırdıkları olmuştur. Bu kazanımlardan hareketle toplum ve bireyin nasıl örgütlülüğünü koruyabileceğinin, hareket edebileceğinin, kendini savunabileceğinin bilinci, tecrübesi, refleksi gelişmiştir. Önemli olan da bunun bilinciyle toplumun iç örgütlülüğüne, öz gücü ve imkânlarına dayanarak, koşullara göre öz savunmasını yaparak direnilebileceği ve düşmanı darbeleyerek yenebileceğinin farkında olunarak hareket edebilmesinin sağlanmasıdır.
TC Devleti de bunu bilmektedir. O nedenle de kendisine karşı yaşanacak olası bir direnişin önüne geçmek için toplum ile sosyalist, devrimci, demokratik ve sistem karşıtı olan güçler üzerinde baskı oluşturarak bir panik ve korku atmosferi oluşturmak istemektedir. Hatta oluşturmaya çalıştıkları böyle atmosferden ‘çıkabilmenin’ sözde imkânlar sunmaktan, yurt dışına -daha çok da Avrupa’ya- çıkmanın yolunu göstermekte, bunun önünü açmaktadır. Bir yandan bunu yaparken diğer taraftan da gerek yurt içerisinde gerekse de yurt dışında olanlar üzerinde ‘peşindeyiz’ diyerek, herkesi sosyalist, devrimci, demokratik, özgürlükçü mücadeleden uzak tutmaya çalışmaktadır. Hatta uzak tutmayı aşarak, her hangi bir bağlarının olduğunun hissedilmesi halinde başlarına ‘nelerin’ gelebileceği tehditlerini savurmaktan da geri kalmamaktadır. Tamamıyla toplumu her yönüyle bir kuşatma altında tutarak, bilinçleriyle oynamak ve yönlendirmek istemektedir. Bunu yaparken de korkunun sadece o an kişinin kendisini korumakla sınırlı kalmayacağını, oradan teslimiyete ve ihanete giden yolun da araladığının bilinciyle hareket etmektedir. Bu anlamda stratejik yaklaşmaktadır.
Her kim olursa olsun böylesi bir süreçte, bunun bilinciyle bir duruşun sahibi olarak; hareket edilebilmelidir. ‘Düşman nasıl boşa çıkartılır’, ‘mevziler nasıl korunur’, ‘toplum nasıl direniş içerisine çekilir ve bir çekim merkezi haline gelinir’, ‘korku atmosferi nasıl dağıtılır’ gibi hususlar üzerinde yoğunlaşarak bedeller ödeme pahasına da olsa, her hangi bir çağrı olmadan ya da istenmeden bunun bilinciyle; yöntem ve çözüm arayışları içerisine girilerek görev ve sorumluk üstlenilmelidir. Yurt içinde olduğu gibi, dışında da mücadele edilir, destek verilir. Bunlar vaz geçilmemesi ve üzerinde ısrarlı durulması önemli ve olması gerekenlerdir. Ülkede kazanılacak olan devrimin, demokrasinin, özgürlüğün olmazsa olmazlarındandır. Bunun da bilinciyle hareket edilmesi önemlidir. Düşman da bunun farkındadır. O nedenle de yurt içerisinde olduğu kadar, yurt dışında da saldırmakta ve bunu stratejik bir tutum olarak görmektedir. Paris’te görüldüğü gibi, katliamlar yapmaktadır. Uluslararası ilişkilerine dayanarak, tavizler vererek yurt dışında özgürlük mücadelemizin önünü almak için, ‘yasaklar konulmasını’, ‘kendilerinin desteklenmesi’ hatta ‘doğrudan birlikte hareket etmelerini’ istemektedir. Zaten, 14-28 Mayıs 2023 seçimleri sonrasında oluşturulan özel savaş kabinesinin ilk açıklamaları da bu yönde olmuştur. Son yapılan NATO toplantısında bunu çok açık bir şekilde dile getirmiştir.
Burada önemli olan düşmanın tüm bunları yaparken, ne kadar zorlandığının, çözümsüz kaldığının doğru anlaşılmasıdır. Eğer bu doğru görülürse, düşmanın bu yaklaşımları karşısında geri çekilen değil, daha fazla üzerine giderek onu çökerten bir konuma gelinebilir. Bu da her şeyden önce düşmanın oyunlarına, provokasyonlarına gelmeden son derece bilinçli ve yöntemli olarak; mücadelenin kazanımlarının geliştirerek, fazlalaştırarak korunabileceğinin bilinciyle hareket edilmesini, çok daha fazla sokaklarda, meydanlarda olmayı, daha cesur ve kararlı hareket etmeyi gerekli kılmaktadır. Bunun koşulları da vardır.
Soykırımcı, sömürgeci, faşist TC Devleti’nin Kurdistan ve Türkiye halklarına karşı yürüttüğü özel kirli savaşı boşa çıkartarak yenilgiye uğratılmasının yolu da böyle bir mücadeleden geçmektedir. Bunun gerekleri yerine getirildiğinde de hakim kılınmaya çalışılan ulus-devlet Türklüğünün önüne geçilerek özgür ve demokratik bir ülkede; Kurdistan’da yaşamak olanaklı bir hale gelebilir, Kurdistan ve Türkiye halklarına karşı dayatılan tüm özel savaş yönelimleri ile saldırılan boşa çıkarılabilir. Bunların gerekleri yerine getirildiğinde Soykırımcı, sömürgeci, faşist TC Devleti’nin oluşturduğu korku duvarı parçalanır ve bunun koşulları ve imkânları bugün her zamankinden daha fazladır.