Daha bu yılın başından beri 2023 yılının zorlu bir yol olacağı belliydi. 2023 yılı içerisinde ise temmuz ayının ayrı bir önemi vardı. Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923 yılında yapılmıştı. Faşist Türk devleti buna atfen geliştirdiği çöktürme planını bu yıl içerisinde nihai sonuca erdirerek Kurdistan Özgürlük Devrimi’ni tamamen tasfiye etmeyi hedefliyordu. Bu ay içerisinde öne çıkan 14 Temmuz ruhuyla faşist Türk devletinin bu planları alt üst oldu. Zap, Avaşîn ve Metîna’da gelişen büyük gerilla direnişi bu hesabı büyük oranda bozdu. Aynı zamanda 19 Temmuz 2012 yılında gerçekleşen Rojava Devrimi’nin de yıl dönümünü karşılamış olduk. Tüm bu gerçeklikler temelinde içinde bulunduğumuz bu önemli yılın temel özelliklerini de kapsayacak tarzda Rojava Devrimi şahsında Kurdistan Özgürlük Devrimi’nin geliştirdiği sanat anlayışını değerlendirmeye ihtiyaç vardır.
Devrim ve sanat ilişkisinin ele alınabilmesi için öncelikle devrim tanımına tekrar dönüp bakmamız gerekmektedir. Son savunmalarla birlikte Önder Apo devrim olayını yeniden tanımlayarak devrimin gerçek anlamını ve işlevselliğini ortaya koydu. Önder Apo’nun getirdiği tanıma göre “Devrimler toplumu yeniden yaratma eylemleri olarak yorumlanamaz. Aksi halde pozitivist tanrıcılıktan kurtulamazlar. Devrimler toplumu aşırı sermaye ve iktidar yükünden arındırdıkları oranda toplumsal devrim olarak tanımlanabilirler.” Önder Apo’nun bu derinlikli tanımı temelinde Kurdistan Özgürlük Devrimi’ne ve onun yol açtığı Rojava Devrimi’ne bakmaya ihtiyaç vardır.
Doğal ve toplumsal varlığın bütünsel gelişimi ve ilişkileri bağlamında birinci, ikinci ve üçüncü doğa tanımları anlamlı katkı sunarlar. Birinci doğa; fiziksel doğanın tüm bileşen ve gelişim süreçlerini kapsamaktadır. İkinci doğa; toplumsal gelişmenin kendisini, yani insanın toplumsallaşmasıyla birlikte gelişen sürecini ifade etmektedir. Bu sürecin içerisinde devlet ve iktidar aygıtlarının geliştiği merkezi sınıflı uygarlığın kendisi de vardır. Tarihin bu aşamasında kadının erkek ile insanın insanla ve insanın doğayla yaşadığı büyük çelişki ve çatışma günümüze değin sürüp gelmiş ve onarılması güç bir felaketin eşiğine gelip dayanmıştır. Devlet ve iktidar aklı sayesinde şu an birinci doğa ile ikinci doğa arasında aynı zamanda ikinci doğanın kendi arasında yoğun ve büyük bir çatışma ve savaşı söz konusudur. Bu çatışma ve savaşın sonunda ya insanlık büyük bir yok oluşu yaşayacak ya da Demokratik Modernitenin öncü güçlerinin önderliğinde birinci ve ikinci doğanın sentezinden üçüncü doğa zaferini ilan ederek toplumun gerçek özü olan ahlaki ve politik niteliklerine yeniden kavuşarak özgürlük hakikatini gerçekleştirecektir.
Ana savaş Demokratik Uygarlık ile Merkezi Devletçi Uygarlık arasında yaşanmaktadır
Bu pencereden bakıldığında Kurdistan Özgürlük Devrimi’nin ve onun yol açtığı Rojava Devrimi’nin salt Kürt ulusunun sıradan bir devrimi ile sınırlandırılamayacağı görülecektir. Bu devrimin yerel ve ulusal nitelikleri kadar evrensel, hatta tarihsel ve toplumsal nitelikleri vardır. Devrimsel savaş ve mücadele Kurdistan toplumu ve coğrafyasında gerçekleşse de özünde savaş ve mücadele doğal toplum değerlerini temsil eden Demokratik Uygarlık ile Merkezi Devletçi Uygarlık arasındadır. Günümüze doğru geldiğimizde bu savaş ve mücadelenin Demokratik Modernite ve Kapitalist Modernite güçleri arasında yaşandığı görülecektir. Günlük olarak yürütülen devrim mücadelesinin bu kadar derin bir anlamı vardır. Burada Demokratik Uygarlık değerleri ana köktür, insanlığın toplumsallaşmasıyla birlikte başlayan sürece kadar uzanır ve toplumsal hakikatin kendisini temsil eder. Eğreti gibi duran, yapay ve toplumsal doğanın ahlaki ve politik niteliklerine ters olan Merkezi devletçi uygarlıktır. Gaspçı, talancı, yalancı, saptırıcı ve tahakküm altına alıcı karakteriyle günümüzde olduğu gibi tüm zamanlarda insanlığın baş belasıdır.
Dolayısıyla ana savaş ve mücadele Demokratik Uygarlık ile Merkezi Devletçi Uygarlık arasında yaşanmaktadır. Merkezi Devletçi Uygarlık, karakteri gereği sürekli toplumun ahlaki ve politik niteliklerini ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Bunun için sınıf, devlet, iktidar, sermaye ve askeri güç alanlarında toplumun üzerine karabasan gibi çökmüş durumdadır. Devrimler; devlet ve iktidar aygıtlarının toplumun ahlaki ve politik niteliklerini ortadan kaldırma saldırılarına karşı ortaya çıkar ve anlam bulurlar. Demokratik Uygarlık, toplumun kendisini ifade ederken Merkezi Devletçi Uygarlık ise toplumun başına çöreklenmiş iktidar, sermaye ve askeri gücü tekelleştirmiş bir avuç eliti ifade etmektedir.
Bu anlayış günümüz Kurdistan gerçekliğinde faşist, soykırımcı, katliamcı AKP-MHP iktidarı olarak karşımızda durmaktadır. Onun karşısında ise Demokratik Modernitenin çağımız temsilciliğini yapan Kurdistan Özgürlük Devrimi ve onun yol açtığı Rojava Devrimi durmaktadır. Bir yandan Sargonlar, Nemrutlar, Firavunlar, Hitlerlerden beslenen faşist Erdoğan zihniyeti öte yandan bunun karşısında doğal toplumun ve kutsal ananın biricik evladı, maskesiz tanrılardan kutsal ateşi çalıp insanlığı aydınlattığı için Prometeus gibi İmralı kayalıklarına zincirlenen Önder Apo ve onun fedailer topluluğu… Çok açık ve çarpıcı olan bu savaş ve mücadelenin devrimsel düzeyde zihniyet ve vicdan alanında derinleşerek sürdürüldüğü görülmektedir.
Bu gerçeklikler temelinde sanatı ele alıp değerlendirmek durumundayız. Önder Apo “Devrim en yüce sanat, devrimci ise en büyük sanatkârdır” der ve bunu tamamlar mahiyette sanata ilişkin şu yorumu yapar: “Sanatsız toplum, çıplak ve ilkel vücut gibidir; daha da ötesi, ruhun ve fiziğin doğru zihniyet yapısından kopukluğunu ifade eder. Doğru zihniyet programın ekonomik, sosyal ve siyasal kurumlaşmasını belirlerken, ortaya konulan hedefler sanat ve onun hedefleriyle örtüşmedikçe sakat, çıplak ve çirkin kalmaya mahkûmdur. Sanatsız toplum düşünülemez. Sanat, sanıldığının aksine seçkinlerden çok halkın mitoloji, din ve felsefeye verdiği yanıtın dili olarak anlaşılmalıdır.”
Devrimci zihniyet, devrimci sanatın ruh, duygu ve anlam derinliğini de belirler
Devrim ile sanat arasında doğrudan bir ilişki vardır. Devrimsel süreçler her zaman için sanatın önünü açar. Devrim süreçleri aynı zamanda toplumsal kaosların yaşandığı sürece denk gelir. Bu nedenle özgürlük anlayışı temelinde yaşamın ve geleceğin yeniden inşa süreçleridir. Bu süreçlerde gerici sistemler temelinden sarsılırlar. Sarsılma zihniyet devrimlerinin gelişmesiyle başlar. Zihniyet devrimi geliştirilen zorlu ve meşakkatli mücadelelerle pratik ifadeye kavuşur. Devrim süreçlerinin yarattığı yeni zihniyet, ruh ve duygu dünyası bir patlama yaşar. Devrimci sanat bu zeminde boy verir. Devrimci zihniyet, ruh ve duygu düzeyinin derinliği, devrimci sanatın ruh, duygu ve anlam derinliğini de belirler. Devrimin güçlü niteliği, güçlü sanatsal eserlere de yansır. Devrimin zihniyet ve anlam zayıflığı aynı zamanda o sanatın zenginliğini ve anlamını da daraltır.
Bu bağlamda ele alınıp değerlendirilebilecek yığınla devrimsel süreç vardır. İnsanın yerleşik yaşama geçiş sürecinin başlangıcını bir düşünelim. Göbeklitepe olarak adlandırılan ama Kürtlerin “Girê Mirada” olarak adlandırdığı tarihin ilk inanç merkezine baktığımızda muaazam bir gelişmenin olduğunu görürüz. İnsanlığın ilk kez tanık olduğu bu inanç merkezinde inanç ve sanat iç içedir. Birbirinden ayrışmamıştır. Düşünsel olduğu kadar sanatsal anlamda da büyük bir patlamayı ifade eder. Bu düşünsel ve sanatsal gelişme tarım ve köy toplumu devrimine yol açar.
Yazılı tarih öncesi Tel Xelef kültürü olarak ifade edilen toplumsal gelişme sürecinde toplumsal yaşamın maddi ve manevi tüm ihtiyaçlarını karşılayabilecek gelişmelerin yanı başında sanatta da muazzam bir gelişme yaşanır. Önder Apo bu dönemi şöyle tanımlar: “MÖ 6000-4000 yıllarında bulunan keşifler sürecinde devlet yoktu ve neredeyse 1600-1900’lü yıllara kadar bu aşılamadı. Bu süreçte yapılan bilimsel ve sanatsal çıkışlar da bireysel düzeydeydi. Devlet bu çıkışın sonuçlarını gasp etmeye yöneldi.” Buradan çıkarılacak temel sonuç insanlığın yerleşik yaşama geçmesinin büyük bir tarım ve köy devrimi olduğu ve peşi sıra bilimsel ve sanatsal alanla yaratılan gelişme düzeyinin 16. yüz yıla kadar aşılamadığı gerçeğidir. Yani 5600 yıl boyunca yaratılan değerlerin geliştirilmesi, zenginleştirilip çeşitlendirilmesi sürecidir.
Devlet ve iktidar aygıtlarının ortaya çıkmasıyla birlikte sanat alanında da iki ayrı koldan bir süreç gelişmiştir. Devlet ve iktidar aygıtları kendi çıkarları temelinde bir sanat anlayışını geliştirmişlerdir. Toplumun emeğinin gaspı üzerinden elde ettikleri imkanları kendi sanat anlayışlarını geliştirme temelinde sürdürüp günümüze kadar derinleştirerek geliştirmişlerdir. Bunun karşısında toplumun kendi sanat anlayışı vardır. Gerçek sanat; toplumun bağrından çıkan, toplumun duygu, düşünce, hayal ve ütopyalarını işleyen gerçek sanatçıların eliyle yaratılan sanattır. Toplumun geliştirdiği sanat, devletin geliştirdiği sanatın karşısındadır. Çünkü sanıldığı ve empoze edildiği gibi devlet ve iktidar aygıtı toplumun çıkarları için var olmazlar. Toplumun asli çıkarları ve ihtiyaçlarını baltalamak, darbelemek ve ortadan kaldırmak için toplumun başına bela olurlar. Bu nedenle bütün tarihsel süreçlerde toplumun gerçek sanat anlayışının gelişmesini darbelemek için sürekli engeller oluşturarak saldırı halinde olurlar. Toplumun sanatını yasaklar ve kendi anlayışı temelde geliştirdikleri sanatın gelişimi için sınırsız imtiyazlar sağlarlar.
Devlet kendi zihniyetini topluma sanat yoluyla zorla kabulettirmeye çalışır
İçinden geçtiğimiz yüz yıla çok bariz ve çarpıcı bir örnek oluşturduğu için Gomidas Vartabed örneğine bakmalıyız. Gomidas Vardabed 20. yüz yılın başlarında etkili çalışmalar yürütmüş Ermeni bir sanatçı ve müzikologdur. 1899 yılında Berlin Humboldt Üniversitesi müzik bölümünden mezun olduktan sonra buradan edindiği bilgiyi Mezopotamya topraklarında pratikleştirmek için Osmanlıların egemenliği
altında olan Mezopotamya ve Kürdistan topraklarına gelir. Temel ilgi alanı müziktir. Bir eşeğin sırtında başta kırsal alanlar olmak üzere toplum içerisinde dolaşır. Kırsal alandaki bu gezilerde 3000 civarında Ermeni halk şarkısının yanında Kürtçe, Farsça ve Türkçe gibi değişik dillerden de binlerce şarkı derler ve notaya geçirerek çok geniş bir koleksiyon oluşturur. Bunu yaparken sadece Ermeni müziğine değil diğer ulusal ve kültürel toplulukların da şarkılarının toplar ve notaya dönüştürür. Henüz kayıt cihazları gelişmemiştir. Halkların ve toplumların müziği ve şarkılarının kaybolmaması için derleyip notayla kayıt altına almak çok anlamlı bir çalışmayı ifade etmektedir. Bu yaklaşım Demokratik Ulus paradigmasıyla birebir örtüşen bir yaklaşımı ifade eder. Gel gör ki o dönemde İttihat ve Terakki’de somutluk kazanan kültürel soykırımca zihniyeti derinden hissedememektedir. 24 Nisan 1915 tarihinde Ermeni soykırımının başlangıcında tutuklanan 235 Ermeni öncü, aydın, yazar ve sanatçısının içinde tutuklanır. Masum olduğunu, bir yanlış anlaşılma sonucunda tutuklandığını ve bırakılacağını sanır. Oysaki İttihat ve Terakki zihniyetinin uygulayıcıları insanların masum olup olmadığıyla ilgili değildir. Onlar fiziki soykırımlarla birlikte kültürel soykırım sürecini de devreye koymak istemektedir. Uluslararası baskıların etkisiyle Gomidas bırakılır ama uğradığı ağır hakaret ve işkenceler sonucu psikolojik olarak çökmüştür. Artık yaşamını yitirdiği 1935 yılına kadar yani 18 yıl boyunda bir daha hiç piyano çalmaz, beste yapmaz, şarkı söylemez ve hatta hiç konuşmaz.
Ama aynı zihniyet hemen akabinde kendi devlet anlayışı temelinde kültür ve sanat alanında özellikle de müzik ve tiyatro alanında Darülbedayi (Güzellikler Evi) ve Darülelhan (Nağmelerin Evi) gibi devlete bağlı okul niteliği taşıyan adımları atmıştır. Katliamcı ve soykırımcı zihniyet Darülelhan kurumu aracılığıyla Gomidas’ın halklar ve toplumlar için yürüttüğü çalışmalarını devlet zihniyetiyle ve tersten yürütmüştür. Bu kurumda yetişen kadrolar eliyle gruplar oluşturarak dört büyük ve kapsamlı derleme gezisi yapılmış, Avrupa’da yaşanan teknik gelişmenin etkisiyle yanlarına dönemin kayıt cihazlarını da alarak toplumun içerisinde şarkıları derleyip notaya dökerek kendilerine mal etme vicdansızlığı içerisine girebilmişlerdir. Toplumsal değerleri gasp ederek kendine mal etme, bu değerlerin asıl sahiplerini de fiziki ve kültürel soykırımlarla yok etme saldırıları günümüze kadar süregelmiştir. Sanata dair Türk devletinin ilk kurumlaşmaları olan Darülbedayi ve Darülelhan ile başlayan süreç günümüze kadar 40’ın üzerinde ve büyük maddi imkanlarla önü açılan devlet konservatuarı gibi kurumlaşmalara dönüşmüştür. Toplumsal değerlerin gaspı ve toplumun gerçek emeğiyle oluşan imkanların üzerinden inşa edilen, mimari açıdan bu devasa yapılar içerisinde, devlet kendi zihniyetini topluma sanat yoluyla kabul ettirebilmek için on binlerce kadro ve devlet sanatçısını geliştirirken, Amed gibi bir yerde Kürtlerin açtığı Cigerxwin Kültür ve Sanat Akademisi ve Aram Tigran Konservatuarı gibi başlangıç adımlarını ifade eden yapılara bile tahammül etmeyerek kayyumlar yoluyla ortadan kaldırabilmiştir.
Gerçek sanatçılar eserleri ve emekleriyle toplumun ruh ve duygu dünyasını ilmik ilmik örerler
Açık ki bütün tarihsel süreçlerde olduğu gibi karşı devrimci güçler, kendileri aleyhine en ufak bir gelişmeye tahammül etmeyerek muazzam imha ve yok etme saldırıları içerisine girebilmektedir. Kendi zihniyet ve anlayışlarını kurumlaştırma ve geliştirme adına sınırsız imkân ve olanakların kapılarını sonuna kadar açabilmektedirler. Ağır baskı ve imha saldırıları altında Demokratik Uygarlık sanatını ifade eden toplumsal sanat iki biçimde şekillenir. Birincisi; bu tür ağır baskı ve imha koşullarında toplumsal sanat gerektiği gibi gelişme imkanını bulamaz. Sınırlandırılmış olmaktan kaynaklı kadük kalır. Gelişebilmenin bütün imkanları elinden alınmıştır. Toplumsal sanat, sanatın gerçek niteliğini ifade ettiği için bir bütün olarak yok olmamaktadır ve yok edilmesi de mümkün değildir. Toplumsal sanatın yok edilmesi, toplumun yok edilmesi anlamına gelir ki o zaman da sanatın kendisinden bahsedemeyiz. Bu nedenle yok edilemeyen ama sınırlandırılan, gelişmesi engellenen ve zayıflatılan bir toplumsal sanattan bahsedilebilir. İkincisi; böylesi bir ortamda toplumsal sanatın varlığını ve özgürlüğünü sağlayabilmesi için direnişçi ve savaşçı karakteri de öne çıkar. Gerçek sanatçılar toplum için var olurlar. Eserleri ve emekleriyle toplumun ruh ve duygu dünyasını ilmik ilmik örerek, imgeleri ve estetik duruşlarıyla toplumun anlam deryası ve dünyasına katkı sunarlar. Toplumsal hakikatin boynuna kölelik tasması takmak isteyen devlet ve iktidar yapıları, çeşitli yöntemlerle kendi safına çekemediği sanatçıları ölümlerden ölüm beğenmeye zorlama, zindanlara tıkma, sürgünlere yollama, derisini yüzme, ateşlerde yakma, darağaçlarında sallandırma gibi yöntemleri kullanmaktan da asla geri durmaz. Ama buna rağmen sanatın devrimci, direnişçi ve savaşçı karakteri varlığını korumayı sürdürür ve özgürlüğünü sağlamaya yönelir.
Dağ dorukları, devrimin olduğu kadar devrimci sanatında ana mekanı ve temel kaynağı pozisyonundadır
Günümüzde Kurdistan özgür devrimiyle birlikte rahatlıkla Tev-Çand’ın bu devrimci, direnişçi ve savaşçı sanatın temsilini yaptığını belirtebiliriz. Tev-Çand esas itibariyle devrimci, direnişçi ve savaşçı sanatı, devlet ve iktidar yapılarıyla birlikte sömürgeci, soykırımcı ve imhacı zihniyetin kolayca erişemeyeceğini dağ doruklarında örgütlemekte ve yeniden inşa etmektedir. Dağ dorukları, devrimin olduğu kadar devrimci sanatında ana mekanı ve temel kaynağı pozisyonundadır. Tev-Çand, sanat yoluyla toplumun ve halkların en büyük öz savunmasını gerçekleştirmektedir. Varlığını koruyamayan sanat, özgürlüğünü de sağlayamaz. Tersinden ele alırsak özgürlüğünü sağlama adına savaşmayan sanat da varlığını koruyamaz. Bu olgular birbirine çok güçlü diyalektik bağlarla bağlıdır. Dağlar, devrimci sanatın ana meskeni ve merkeziyken Tev-Çand ise Munzur gözeleri gibi bu dağın bağrından toplumun içine doğru süzülen, topluma ruh, can, enerji ve estetik ölçüler kazandıran abı hayat suyu gibidir. Tabi oda içindeki ideolojik protein, mineral ve enerjiyi Önderlik gerçeğinden ve Kurdistan Özgürlük Devrimi’nden almaktadır. Dağların özgürlük damarından bal kıvamında süzülen toplumun kılcal damarlarına kadar hücum eden bu özgürlükçü ve devrimci sanat, Kurdistan toplumundan başlamak üzere bütün toplumsal ilişkileri değiştirmekte, özüne uygun yaşanılır hale getirmeyi esas almaktadır.
Ali Doğan Yıldırım, Delil Doğan, Haci Musa, Hozan Sefkan, Hozan Mizgin ve daha nice devrimci sanatçı bu uğurda büyük mücadeleler vererek yaşamlarını ortaya koydular. Yaşam ve duruşlarıyla bizlere yol gösterdiler. Bu gelenek ilk adımlardan sonra büyüyerek gelişti. Nicel gelişme nitel patlamayla ileriye doğru sıçrarken giderek bu devrimci sanatçılardan oluşan şehitler ordusu gerçekliği açığa çıktı. Bir okula ve anlamlı bir sanat akademisine dönüştü. Hozan Serhed, sazı, sözü ve melodisiyle bu sanat akademisinin parlayan yıldızı oldu. Halil Dağ, onun sinemadaki gözü ve dili oldu. Yekta Herekol ve Hêvî, akademinin en seçkin oyuncularına ve öğreticilerine dönüştü.
Doğal olarak Kurdistan, Ortadoğu ve Dünya’da ciddi bir ağırlığı ve etkisi olan Kurdistan Özgürlük Devrimi, 2012 yılı 19 Temmuzuyla birlikte Rojava Devrimi’nin gelişmesine de neden oldu. Bu noktada devrim tanımını yeniden ele alırsak Önder Apo, bizlere devrimlerin anda gerçekleştirildiğini, büyük ve uzun soluklu mücadelelerin sonundaki süreçlere, yani çok sonraki süreçlere devrimlerin ertelenemeyeceğini ve yaşamın her alanında günün devrimci görevleri mesafesinde anın içinde oluşabileceğini bizlere gösterdi. Bu bilinçle Rojava’da gerçekleşen devrimi ele aldığımızda Demokratik Uygarlık ve Demokratik Modernite paradigmasının somutlaşmış ifadesi olması bakımından çok büyük ve önemli bir deneyimi ifade etmektedir. Rojava Devrimi olarak ifade edilen gerçeklik sadece 19 Temmuz 2012’de başlayan bir gelişme olarak ifade edilemez. Onun öncesi vardır. Devrim önce zihniyette başlamış giderek Rojava özgülünde pratik bir hal almıştır ve halen tüm hızı ve yoğunluğuyla devam etmektedir.
Bu noktada dönüp 1789 Fransa Devrimi’ne bakabiliriz. Bu devrim de 14 Temmuz’da Fransa halkının Bastille zindanını basmasıyla patlak verdi. Ama bu devrimsel süreç pratik olarak gelişmeden çok önceleri Descartes, Montesquie, Voltaire, J. J. Rousseau, Diderot, hatta Jonh Lock gibi kişilerin yürüttüğü zihniyet çalışmalarının etkisiyle kendi koşulları içerisinde zaten bir zihniyet devrimi gerçekleşmişti. Yukarda ismini zikrettiğimiz birçok kişiliğin yanı sıra rönesans, reformasyon ve aydınlanma çağının yarattığı zihniyet devriminin etkisi ve zemini olmazsa Fransa devriminden bahis etmek de mümkün olmazdı. Günümüzde de Önder Apo ve Kurdistan Özgürlük Devrimi öncülüğünde gelişen büyük zihniyet devrimi olmasaydı 19 Temmuz 2012’de gerçekleştiği gibi bir Rojava devriminden de bahsedemezdik. Nasıl ki Fransa devrimi Viktor Hugo, Charles Dickens ve daha birçok sanatçının gelişmesine neden olmuş ve onlara ilham kaynağı olmuşsa, günümüzde de Kurdistan Özgürlük Devrimi ve Rojava Devrimi de benzer bir anlam, hatta daha büyük ve sonuçları yüz yılları etkileyebilecek bir derinliğe ve anlama sahiptir. Yürek ve anlam gözüyle bakabilenler bunu çok rahatlıkla görebilir.
Peki bu anlamda tehlikeler yok mudur? Elbette çok büyük tehlikeler de vardır. Nasıl ki 1789 Fransa Devrimi’nden sonra devrimin yarattığı değerleri gasp etmek isteyen eğilim Robespierre ve Babeuf gibi devrim öncülerini yutarak karşı devrimci hamleyi hâkim kılmaya yöneldiyse, bu durum karşı devrimci güçler tarafından Kurdistan Özgürlük Devrimi ve Rojava Devrimi’ne karşı da çok yoğun ve tarihin tecrübelerinden dersler çıkarılarak uygulanmaya çalışılacaktır. Devrimin etkisiyle Kurdistan’da ve özellikle Rojava’da sanat anlamında da büyük gelişmeler yaşanmaktadır. Burada gelişim gösteren sanatsal anlayış ve çizginin ana özelliklerine bakmakta fayda vardır.
Burkaların, siyah çarşafların ardında saklanan ve özel evlerde hapsedilen kadın yaşamla buluşmakta
- Öncelikle Demokratik Ulus paradigmasıyla tüm ulusların, halkların, toplumların, kültürlerin ve inançların özgürce ve tüm renkliliğiyle, farklılık içerisinde birlik esprisi temelinde birlikte yaşamasının zemini oluşturulmuştur. Son iki yüz yıldır ulus-devlet yapılarının nefessiz bıraktığı, tüm renkleri bir potada, bir etnisite veya ulusta erittiği, devletçi ve iktidarcı yapıların ağır baskı ve tahakkümü altında asimilasyon ve kültürel soykırıma uğratılan halkların ve toplumların sanatının önü açılmıştır. Bu durum bile başlı başına büyük sanatsal devrimlere yol açacak bir gelişmeyi ifade etmektedir. Kürtlerle birlikte giderek Arap, Asuri, Süryani, Keldanilerin de kültürü ve sanatı gelişmeye başlamaktadır. Kuzey ve Doğu Suriye Arap halkının son yaptığı “Hurron Ena” klibi iyi örnek teşkil etmektedir. Devrim, sağlam ve doğru temellerde geliştirilirse büyük gelişmelere yol açmakla birlikte Ortadoğu ve dünyayı da büyük oranda etkileyecektir.
- Bu coğrafyada büyük bir kadın devrimi yaşanmaktadır. Toplumsal ilişkilerde bütün sömürü biçimlerinin ana kaynağında ve merkezinde yer alan kadın köleliğine karşı özgürleşme yolunda büyük bir devrimi ifade etmektedir. Ortadoğu’da burkaların, siyah çarşafların ardında saklanan ve özel evlerde hapsedilen kadın yeniden yaşamla buluşmakta, özne olmanın ötesinde yaşamın ve mücadelenin öncüsü konumuna gelmektedir. Devrimin bu özelliği dünyada da bir yeniliği ifade etmektedir. Kadının bu özgürleşme serüveni sanatın da önünü alabildiğine açmaktadır. Ne Ortadoğu’da olduğu gibi kadını perdelerin ardına ve evlere kapatan, yaşamdan koparan, erkeğin sınırsız tasarrufuna açan, mülküne dönüştüren anlayışı ne de özgürlük adı altında Avrupa ve Amerika gibi Batı ve Kuzey coğrafyalarında kadını devlet, iktidar ve sermaye tekellerinin sınırsız ve biricik metasına dönüştüren ahlaksız tutumu bu devrimin çizgisi değildir. Bu devrim kadının gerçek anlamda özgürleşmesiyle ilgilenmektedir. Bu da devrimci sanatın önünü muazzam düzeyde açmaktadır. Öyle ki kadının özgürleşme düzeyi dünya toplumlarının da ilgisini yoğun olarak çekmektedir. Dünyanın farklı uluslarından kadın sanatçılar gelip Rojava’da sanatsal çalışmalar yürütmektedir. Kadın gerçekliğinde yaşanan bu devrimsel gelişmeyi çarpıtarak işleyen çevreler de olmaktadır. Ama buna rağmen yakalanan özgürlük düzeyi ve onun sanata yansıma gerçeğinin önüne geçilememektedir.
Sanat toplumun içinden çıkar ve topluma döner
- Sanatın metalaşması ve endüstrileşmesine karşı büyük bir bilinçlenme açığa çıkmaktadır. Tüm toplumsal ilişkilerin para ve maddiyatla ölçüldüğü zeminlerde doğru sanat anlayışı gelişmez. Para, maddiyat ve sınırsız biriktirilen sermayenin belirlediği toplumsal ilişkilerde toplum gibi sanat da hapis edilmiş ve zincirlenmiştir. Tekellere ve çıkar odaklarına hizmet ettiği oranda değerli görülür. Toplumun ruhsal ve manevi ihtiyaçlarına cevap olması temel kıstas olarak ele alınmaz. Elbette bu durum Kurdistan Özgürlük Devrimi’yle birlikte gelişen sanat anlayışında yoktur. Burada sanat, toplumun uyuşturulması, uyutulması, toplumsal duyarlılıklardan uzaklaştırılması için kullanılmaz. Aksine sanat, daha fazla toplumsal duyarlılığın ve reflekslerin gelişmesine yol açar. Toplumun ulaşamayacağı, yanaşamayacağı starlar, ilahlar ve jönler yaratılmaz. Sanat toplumla iç içedir. Toplumun içindedir. Toplumun içinden çıkar ve topluma döner. Toplum kabul edip benimsedikçe sanatın ürettiği eserler ölümsüzleşir ve gerçek manada toplumsallaşır. Toplumun ruhsal ve manevi ihtiyaçlarına gerçek anlamda cevap olur.
- Bizler rahatlıkla yaşanan süreci Kurdistan özgülünde yaşanan Büyük Ortadoğu Rönesans’ı olarak tanımlayabiliriz. Yaşanan toplumsal devrimin anlamsal derinliği karşısında rönesans tanımlaması bile yetersiz kalabilir. Bilindiği gibi rönesans etimolojik olarak yeniden doğuşu ifade etmektedir. Ortadoğu Rönesans’ı Grek uygarlığında açığa çıkan bilim, aydınlanma ve sanat düzeyinin 15-16. yüz yıl İtalya’sında yeniden canlanmasına benzemez. Devlet ve iktidar yapıları tarafından zapturapt altına alınan ve köleliğe mahkum edilen tarihsel toplumun %98’lik geçmişinin, hafızasının, varlığının, enerjisinin ve sanatsal düzeyinin yeniden özgürleşmesi, görkemli doğuşunu gerçekleştirmesi olarak da tanımlamak mümkündür.
Önder Apo’dan yapacağımız uzun alıntıyla bu gerçekliği ne kadar çarpıcı bir biçimde ortaya koyduğuna bir bakalım: “Çok sevilmiş bir toprağın nadasa terk edilmesi de bazen gereklidir. Çürümüş bir ağacın yerine yenisini dikmek gerekir. Çok kullanılan, eskir. Çöldeki patlamayla zaten başka değer üretecek toprak kalmamıştır. Uygarlığın tüm verileri ortaya çıkmış, toprağın emilecek tüm gücünü emmişlerdir. Ana ihtiyarlamıştır, süt veremez durumdadır. Yeni bir aşılanmayla, kocayla ürüne geçecek durumda değildir. Üretilebilecek bütün çocukları üretmiş, bol besinin sütüyle beslemiştir ve artık tekrar toprağına dönmenin vaktindedir. İnsanlık ailesi için ne gerekliyse bu ana bu topraklar üretmiş ve dünyanın dört yanına başarıyla savurmuşlardır. Adem ile Havva’nın Habil’i ve Kabil’i olarak, çoban ve çiftçi olmuşlardır. Nuh’un dört oğlu olmuşlar, dört yöne ve dört ırka dağılıp yeryüzünü uygarlığa açmışlar; tarım bitkisini, evcil hayvanları, köyü, kenti, sınıfı, devleti, tanrıyı, tüm zanaatları, kutsal kitap ve peygamberleri, edebiyatı ve sanatları, müziği, mimariyi, silahı, yolu, velhasıl insanlık adına ne gerekliyse hepsini yaratmışlar, beslemişler ve her tarafa armağan etmişlerdir. Bütün bunlar yorar. Ortadoğu, doğurgan ana kültür, insanlık beşiği artık perde gerisine, belki de mezarına, kim bilir belki de renkli ve canlı yeniden bir uygarlık olarak doğuş yapmak için çekilecek, uyuyacak ve yeniden uyanacak, Rönesans’ını geçmişine layık gerçekleştirecektir. Bütün bu gerekçeler, gerileme ve çürümenin tüm suçunu İslamiyet’e yükleyemeyeceğimizi gösterir. Ama yine de İslami biçim altında toplumlar yenik ve çürümeye terk edilmiş gibidir. Hoyratça çiğnenmekte, onuruyla oynanmakta ve şaşkınlıktan şaşkınlığa girmektedirler. Mitoloji yaratan ulu rahipler, din yaratan yüce peygamberler, imparatorluk kuran büyük Sargon’lar, tarihin tanıdığı tüm tanrıçalar, ilk destanı yaratanlar, şiiri yazanlar, müziğe en derin uyumunu verenler, sonuna kadar gaddarlık yapanlar, en büyük vicdanlılar hep bu topraklarda, bu kültürde ortaya çıktılar, yaşadılar, öldüler, yeniden ve yeniden doğdular. Hem de daha güçlü, daha zengin, çok renkli, çok sesli olarak. Uygarlık neden yeniden çimlenmesin?”
Tüm bu gerçeklikler ışığında Kürdistan Özgürlük Devrimi’nde ve Rojava Devrimi’nde gerçekleşen zihniyet devrimini tamamlar tarzda bir sanatsal gelişmeden bahsedebilir miyiz? Bu konuda ciddi sorunların yaşandığını hemen belirtelim. Ana başlıklar şeklinde bu sorunların neden oluştuğuna kimi vurgular yapmak mümkündür.
Yaratılan eserler sanatın aynasıdır
Nasıl ki Demokratik Modernitenin Akademiyasız gelişemeyeceğini vurguluyorsak Devrimci Kültür ve Sanatın da Akademiyasız gelişemeyeceğini belirtelim. Bireysel, grupsal, komünal ve kurumsal çalışmalar bir yere kadar rol oynar. Fakat köklü kültürel ve sanatsal devrimlerden bahsedeceksek, bu ancak kültür ve sanat akademilerinin gelişmesiyle mümkün olabilir. Akademiyasız sanat sorunlu sanattır. Öncelikle bu akademiler Kapitalist Modernitenin bilim, felsefe ve sanat üzerinde oluşturduğu hegemonyayı karmayı hedeflemelidir. Bu hegemonya kırılmadan yaşanan birçok sorunu aşmak mümkün olmayacaktır. Özerk ve demokratik bir kurumlaşma kadar kendi programlarını, kadrolarını kendileri oluştururlar. Gönüllü öğretmen ve öğrencilik burada esas olandır. Başlangıçta öğrenmenin öğrenci, öğrencinin öğretmen olduğu dağdaki çobandan kentteki profesöre kadar toplumun tüm kesimlerini geliştirmeyi esas alan eğitimler önem arz eder. Bu akademiler sadece teorik derslerle sınırlı olamazlar. Teorinin ya da kuramın yaşamla bağları güçlüdür ve doğrudandır. Bu kültür ve sanat akademileri sade ve gönüllü kuruluşlardır. Dağ başlarından tutalım mahalle ve sokak aralarına kadar rahatlıkla uzanabilecek esneklik ve kabiliyetinin olması etkili sonuçlar doğurur. İktidarın azametini kanıtlamaya ve kabul ettirmeye çalışan büyük ve devasa binalar temel koşul olarak aranmaz. Platon’un Akademia adını verdiği okulu Atina şehrinin karşısındaki zeytinlik tepesindedir ve derslerini zeytin ağaçları altında vermektedir. İşe önce ihtişamlı binaları oluşturmayla başlamaya kalkışmak hataların en büyüğü olur. Kısacası devrimci sanat veya Demokratik Modernitenin sanatı akademiyasız gelişmez.
Yaratılan eserler sanatın aynasıdır. Sanat potansiyel ve ruh olarak vardır ama ancak kendisini eserlerle görünür kılar. Bir sanat anlayışı ve duruşunun ne kadar güçlü ve etkileyici olduğunu eserine bakarak anlarız. Çoğu zaman üretim kavramıyla da ifade ettiğimiz eser oluşturma konusu esastır. Açığa çıkan sanatsal eserler gerçek anlamda yaşanan zihniyet devrimini ne kadar yansıtabilmektedir? Devrim süreciyle birlikte gelişen yeni yaşam, yeni kişilik, yeni ilişkiler düzeyini ne oranda işleyebilmekte ve yaşanan büyük toplumsal değişim dönüşümü estetik ölçülerle ne kadar görünür ve hissedilir kılabilmektedir? Elbette önemli denemeler olmakla birlikte bu konuda yoğun ve derin bir yüzeysellikten bahsetmek mümkündür. Son süreçte yapılan korkunç savaş koşullarında bile olsa Zap, Avaşin ve Metina gibi mevzilerde gerillanın savaşırken aynı zamanda kısa metraj türü filmler yapması, PKK Destanı, Kobanê Filmi, Dema Şitil Mezin Dibe fibi, kimi müzikal çalışmalar, diğer halklarla birlikte yapılan ortak ve kapsamlı çalışmalar, yapılan kimi müzik ve görselleri ve daha birçok örnek yoğun olarak sanat çevreleri tarafından ele alınarak değerlendirilmek durumundadır. Sanatsal eserlerde imge
gücü ve anlam gücü ne düzeydedir? Eserlerin yaratılış süreçlerinde yaratıcı sanatçı konu edindiği gerçekliği ne düzeyde hissetmektedir? İçinde derin hissedişlerin olmadığı eserlerin toplumu etkileme düzeyi olur mu? gibi sorular önemlidir ve muhakkak anlamlı ve estetik cevapları bulunmak zorundadır. Öte yandan neredeyse dünyayı sarsacak anlamsal derinlikte bir devrimden bahsediyorken ve onun toplumda yarattığı muazzam değişimi ve dönüşümü ifade ediyorken hala birçok sanatsal eserde klasik, geleneksel, yaşanan değişim dönüşümü göremeyen ve derin bir yüzeyselliği yaşayan ele alışları da görmekteyiz.
Sonuç itibariyle Kürdistan Özgürlük Devrimi ve Rojava Devrimi’nden hareketle devrim ve sanat ilişkisini ele alan, irdeleyen değerlendirmelere ihtiyaç vardır. Derin ve kapsamlı değerlendirmeler her zaman için ön açıcı olur. Devrimci teori, kuram ve değerlendirmelerden yoksun sanat anlayışının gelişme şansı olmaz. Pratikte el yordamıyla yürütülen günübirlik çalışmalara dönüşür. Devlet ve iktidar yapılarının örgütlülük düzeyi düşünüldüğünde teori, kuram ve değerlendirmelerden yoksun devrimci sanat, bu yapıların ölümcül darbeleri karşısında içe büzülerek, parçalı ve etkisiz hale gelir. O halde kapsamlı, anlamlı derinlikli ve sürekli ön açıcı değerlendirmelere ihtiyaç vardır. Bu konuda iddialı olan her kesin bir adım öne çıkması duruşu ve çabasıyla bunu göstermesi gerekir. Gelişme ve devrimler anda gerçekleştiğine göre anın gereklerine göre kendini örgütleyerek devrimin ete kemiğe bürünmesini sağlamak hepimizin görevidir.