Şiyar Amed
Genelde kapitalizmin, özelde 3. Dünya Savaşı’nın en büyük saldırı hedefi toplumsal kültürdür. Buna karşılık Önder Apo toplumsal kültürü esas alan yeni paradigmayı geliştirmiştir. Paradigmamız tamamen öz savunmaya dayalı olarak özgür birey ve demokratik komün yaşamını esas almaktadır. Bu bir ahlaki-ideolojik ilkedir. Kültürel soykırım sistemine karşı toplumsal özgürlük ilkesidir. Diğer her şey ancak bu ilkeye bağlı gelişebilir. İdeolojimizin temelleri bu şekilde sağlamlaştırılmıştır.
Önder Apo’nun dünya devrim deneyimlerinden çıkardığı en önemli sonuç özgürlüğün devlet eliyle sağlanamayacağıdır. Devlet odaklı demokrasi karşıtlığı yeni paradigmanın özünü oluşturmaktadır. Bunun tarihsel temelleri kapsamlı açıklanmış ve felsefesi oluşturulmuştur. Diğer her bilgi bu süzgeçten geçirildiğinde kolektif bilincimiz ve ortak ruh oluşur. Önderlik çizgisine bağlı olanlar, amacında net olanlar gözünü-kulağını başka yere dikmez.
Bir savaşta niçin savaştığını bilmeyenlerin yenilmeye mahkûm olduğu söylenir. Kültür-sanat alanı için aynı olgu geçerlidir. Çünkü her şey amaca göre şekillenir. Önder Apo, “eğer amacınız güneş kadar netse başarmamak için sebep yok” der.
Başarının sırrı, amaç netliği ve amaca bağlılıktır
Kültür devrimini geliştirmekten sorumlu olan bir alanda amacını bilmeden çalışmak tüm sorunların kaynağıdır. Amaca göre olmayan her şey sadece özel savaşın malzemesi haline gelir. Özgürlük amacına sonsuz bağlılıkla gerilla saflarında açığa çıkan fedai ruha hepimiz, her şeyimizi borçluyuz. Bu fedai çizgiyi kendimize ölçü yaparak yurtseverleşmek, devrimcileşmek ve bu temelde çözüm üretmek gerekiyor. Onlar bencilliğe-bireyciliğe, mülkiyetçiliğe, yakınmacılığa, gerekçeciliğe ve aynı zamanda işbirlikçiliğe-ihanete tarihi bir darbe vurdular. Orada direnen Önderlik çizgisiydi. Açık ve net olarak görüyoruz ki bu çizgi tüm dünyada kapitalizme karşı çözümün yolunu gösteriyor. Kültür-sanat alanına niye göstermesin ki?
Dünya kapitalist sistemi son birkaç yıldır topluma karşı tarihin en kapsamlı saldırılarını yöneltmektedir. Savaşlar bu saldırının en kaba ve en acımasız görünen yüzüdür. Fakat saldırıların boyutu kültürel anlamda çok daha geniş ve derindir. 2019 sonundan beri korona virüs denilen biyolojik saldırıyla toplumsal çaresizlik duygusunun küresel düzeyde planlı ve sistematik şekilde geliştirildiği görüldü. Buna sanal medya eliyle yapılan saldırılar da eklenebilir.
Saldırıların şekli ve içeriği ne olursa olsun hepsine karşı en büyük savunma toplumsal kültürün korunmasından geçer. Toplumsal kültür öz savunma başta olmak üzere inanç sistemiyle, ana dille, gelenekle-folklorik değerlerle ve sanatla korunur. Aleviliğin, Yarsaniliğin, Êzidîliğin tüm soykırım saldırılarına karşı ayakta kalabilmesi içsel inanç sistemlerinin taşıdığı toplumsal karakter sayesinde olmuştur. Toplumsal kültürü zayıflayan inanç ve hareketler ise kaybetmiş, neticede ya iktidarla birleşmiş ve erimiş ya da yok olup gitmiştir.
İnanç sisteminden dil ve edebiyata, mimariden ekonomiye, aile içi ilişkilerden komşuluk ilişkilerine, üslup-hitabetten davranış biçimine, yeme içme alışkanlıklarından giyim-kuşama dek yaşamın her alanında kendimize ait olanı savunmalıyız. Paradigmayla köklü temelde değişen bakış açımıza ve toplumsal kültürümüze uygun olanı geliştirmeliyiz. Ancak bunu yaparken başkasını ötekileştirmeyen bütünleyici bir dil kullanmalıyız. Zıtlıklara dayalı keskin ayrımlar yaptığımızda toplumsal parçalanmanın önüne geçemeyiz. Özellikle de inanç alanında çok kapsayıcı olmak gerekiyor. Dar grupçu yaklaşımlarda olduğu gibi mezhepçi yaklaşımlar, mezhepler içinde de kendini merkez yapan yaklaşımlar, iktidarın oyunlarına açık hale gelinmesine yol açar.
Kendi rengimizi kaybetmeden bütünleyici bir dil geliştirmeye ihtiyaç vardır. İnanç alanına kesinlikle araçsal temelde yaklaşılamaz. İktidarcı her yaklaşım çatışmacıdır ve toplumsal kültüre darbedir. Ortadoğu savaşlarında mezhep çatışmalarının yıkıcı sonuçları açıkça görülmektedir. O halde kendi alternatifimizi demokratik modernite zihniyetiyle demokratik ulus projesi temelinde ete-kemiğe büründürmek zorundayız.
Ulus-devlet etkileriyle şekillenen her inanç örgütlenmesi, sistem içinde kalmaya mahkumdur. Bu etkileri sınırlı da olsa yaşayan hiçbir düşünce ve inanç kategorisi, demokratikleşmeye ihtiyacının olmadığını iddia edecek durumda değildir. Dinsel inanç Ortadoğu halkları açısından günümüzde bile kültürün en belirleyici öğesi durumundadır. Bu alanda yaşanacak demokratikleşme tüm toplumsal ve siyasal yaşamın yönünü tayin edecek kadar derinlikli etkide bulunur. Bu temelde kurulan kültür ve inanç akademileri demokratik bilincin gelişmesine önayak olabilir ve bütünleyici, birleştirici rol oynayabilir.
Sanat alanı da demokratik kültürün gelişmesinde en az akademik çalışmalar kadar rol oynayabilir. Bunu ifade ederken sanatın basit bir araç olarak ele alınmayacağını da belirtmek gerekiyor. Kaldı ki birçok kültür ve inanç sistemi sanatla iç içedir. Bu temelde kültür-sanat alanının demokratik zihniyet konusunda ne denli derinleştiği sorgulanmalıdır. Dar-tutucu, mülkleştirici, liberal, bencil yaklaşımlar demokratik bilincin zayıflığını göstermektedir. Bunlar toplumsal kültürü kemiren kapitalizm hastalıklarıdır. Yapılan toplantı ve tartışmalarda da açığa çıkmıştır ki kültür-sanat alanının toplumsal kültür karşısında büyük sorumluluğu vardır ve bu kültürün güçlenmesinden de zayıflamasından da sorumludur.
Büyük deneyim ve birikimlerimiz kadar yaşadığımız süreç de sorumluluklarımızı artırmış ve başarılı olmamız için gerekli motivasyonu sağlamıştır. Bu temelde halen başarı önünde engel olan sorunlarımızı gözden geçirirken öncelikle toplumsal kültürün gücünü göz önüne getirerek, her değerlendirmemizde bunu temel kıstas yapmalıyız.
Sanatın yeşerdiği toprak toplumsal kültürdür
Toplum ve kültür tanımı arasında varoluşsal temelde sıkı bir bağ vardır. Kültür en geniş anlamda toplumun maddi ve manevi değerlerinin toplamıdır. Birey tek başına kültürel herhangi bir değer üretemez. Günümüzde bu konuda ileri sürülen tersi iddialar tamamen liberalizmin çarpıtmalarından kaynaklanmaktadır. Özellikle sanat alanında bireyin oynadığı rol ileri sürülerek toplum inkarcılığı için sahte teoriler üretilmektedir.
Sanat yaratımlarının bireysel çaba ve yetenek gerektirdiği bilinmektedir. Buna dayanarak geliştirilen suiistimaller sadece sanatın endüstri alanı haline getirilmesinde değil bencilliğin meşrulaştırılıp savunulmasında da çok ileri düzeydedir.
Sanatta bireyin rolü vardır ancak bu bireyin dayandığı toplumsal hakikat bir yana itildiğinde geriye bir ticaret ve endüstri makinası olan “sanat(çı)” çıkmaktadır. Sanat bir ruh ve zihniyet işidir; dolayısıyla maddi yaşama nasıl yaklaşılması gerektiğini de belirler.
Kültürün sanat daha çok maneviyatla ilgili olmakla beraber maddi yaşamın yönünü de tayin eder. Yaşam açısından bu kadar belirleyici olan sanat alanına ne denli bilinçli yaklaştığımız ve eylemlerimizin sonuçlarını bu temelde ne kadar sorguladığımız tartışmalı bir konudur. Örneğin her televizyon kanalında birkaç tane sanat programı olduğu halde hiçbirinde içe dönük sanat eleştirisi yapılmaması bize bir gerçeği göstermektedir: Eleştirmekten çekiniyoruz çünkü özeleştiri yapmıyoruz! Özeleştiriden uzaklaşmanın sonuçları yeterince görülmüştür. Özeleştiride derinleşmeden yürütülen tartışmalar, alınan kararlar hep havada kalır. Bir de biraz hassas bir alan haline getirilmiş. Bu da yanlıştır. Eleştirinin en çok olması gereken alanların başında sanat alanı geliyor. Çünkü toplumu her şeyden daha çok etkiliyor. Yine sanatın toplumsal, tarihsel, felsefi temelleri yeterince tartışılmamaktadır. Sadece kimi dergi ve makalelerde kısmi eleştirilere rastlanmaktadır ancak bunlar da ya sürekli değildir ya da somut değildir. Somutluk ülkeyle, ülkede ise süreçle kurulan bağ oranında sağlanabilir.
Sanatın çağları aşan özelliği vardır. Evet bu doğrudur. O halde bizi tüm çağlardan ve gelecekten koparmak, yeryüzünden silmek isteyen soykırım sistemine, tam da sanatın yenilmez özelliğiyle karşı çıkmak için kesinlikle mücadele somutunu yakalamak gerekir. Çağları aşmak demek mücadeleden kopmak değildir. Devrimci halk savaşı yürütüyoruz. Çeşitli stratejik aşamalar yaşıyoruz. Onun içinde de güncel gelişmeler ve değişimler söz konusu oluyor. Bunlara göre olmayan yaklaşımlar aşırı soyut kalmaya, süreçten kopuk kalmaya yol açıyor ve mücadeleye güç katmıyor. Bunun dışında da olunabilir, böyle de sanat yapılabilir diyenlerin bu mücadeleyle bağı yoktur demektir. Öyle değilsek o halde özeleştiri yapmak, yapılan özeleştirilere sahip çıkmak ve somut duruma, sürece göre pratikleştirmek gerekir.
Eleştiri-özeleştiriyle kendini yeniden var eden ve gelişme diyalektiğini bunun üzerine kuran bir toplumsal mücadelenin sanat alanının bundan kaçması, devrimden kaçış olarak yorumlanabilir. Sadece sonuçlardan hareketle değerlendirmiyoruz. Baştan itibaren, bu alana henüz adım atılırken bilinmektedir ki, sanat alanı bir devrim alanıdır. Sanatı devrimci karakteriyle ele almayan her yaklaşım karşı-devrim potansiyelini çok güçlü taşımaktadır. Bu durum sadece düşman saldırılarıyla ilgili değildir, sanatın toplumsal kültürle çok canlı olan bağları nedeniyle böyledir.
“İnsan toplumsal bir varlıktır” sözü klişe haline getirilip sonra da buna ters bir yaşam sürdürülemez. Toplumsal kültüre en çok düşmanlık yapan ve bireyciliği şahlandıran akımlar bile teorik olarak insanın sosyal-toplumsal bir varlık olduğunu inkâr edememektedir.
Genelde kültür özelde sanat, tarihsel-toplumsal yaratımlardır. En bariz şekilde bireysel çabayla üretilen değerler bile bireysel değildir, sadece bireye ait değildir, çünkü insanın kendisi toplumsaldır, en azından onun dayandığı bir insanlık birikimi vardır. Bundan saptığı zaman insan devleti de iktidarı da icat etmiş, bencillik-bireycilik ve bu temelde de egemenlik savaşları gelişmiş ve yayılmıştır. Tüm bunlar insanın özüne dair tanımları değiştirememiş olsa da o toplumsallık işlevli olmadığında, ona gereken değer verilmediğinde inkar edilmesi ve yerine bireyci-bencil bir anlayışın geçirilmesi hiç de zor olmamaktadır.
Toplumsal kültür, birikim ve deneyim inkâr edilirse aşırı egoların sürüklediği kapitalist modernitenin sularında kulaç atan bir emek hırsızı olmanın ötesine geçilemez.
Tarihsel toplum çözümlemesi yapmak yerine, sanat ve sanatkarın yeri sadece bireye dayalı olarak tarif edildiğinde sapmalar kaçınılmaz olur. “Biz zaten sanatın toplum için olduğunu biliyoruz” deyip geçebiliriz ama o zaman yaşanan bunca bencillik neden diye sormak gerekiyor. Demek ki bildiklerimizin tarihsel-toplumsal temelinin sağlam olması, bunun teorik sistematiği ve felsefi anlamının farkına varılması ve bir yaklaşıma dönüştürülmesi gerekiyor. Yaşadığımız sorunlara başka türlü anlam verilmesi ve köklü çözümler üretilmesi mümkün değildir.
Bu temelde demokratik modernitenin sanatı nasıl olmalıdır diye sorduğumuzda ilk cevabımız toplumsal kültüre bağlı olmasıdır. Bununla birlikte demokratik toplum inşasına öncülük yapan, direnişçi, özgürlükçü, farklılıklar temelinde eşitlikçi, demokratik ve ahlaki karakterde olması sanatın etik-estetik karakterini belirler.
Bugüne dek sergilenen pratik, sanat alanındaki farkımızı belirgin şekilde ortaya çıkarmıştır. Çok değerli çabalarla, büyük emeklerle bu fark yaratılmıştır. Olumlu örnekler çoktur. Bu farkı yaratan devrimci sanatçılar yaşamlarını özgürlük ahlakı ve ilkelerine göre oluşturmuş ve bu temelde mücadeleyi esas almışlardı. Halen bu değerlere sahip çıkan ve çoğaltmaya-büyütmeye, çağın en ileri seviyelerine taşımaya çalışan bir kültür-sanat mücadelesi verilmektedir. Bunlar inkâr edilemez. Bu mücadelede sonuç alıcı olmak için, çok kısa da olsa, esas alınması gereken yaşam tarzından bahsedebiliriz.
Sanatçı özgürlük ahlakına göre yaşayan insandır
“Büyük yaşamayanlar sanat üretemezler!” (Önder Apo)
Toplumsal ahlakın diğer adı özgürlük ahlakıdır. Toplumsal irade ve vicdandır. Kapitalizmde herhangi bir ahlaktan bahsetmek mümkün değildir. Tek geçerli kanun kâr olduğundan geriye kalan her şey ona hizmet ettiği oranda kabul görmüştür.
Günümüzde ahlak adı altında topluma dayatılan değerler toplumun öz değerleri olmaktan çıkmış, ulus-devlet ve küresel kapitalizmin iktidar aracıyla çizdiği sınırlarla belirlenmiştir. Öte yandan geleneksel toplumun iktidar eliyle şekillendirilmiş katı dinsel dayatmaları da özgür demokratik toplum gelişimini sekteye uğratmaktadır.
Toplumun öz değerlerini ve temel ahlaki niteliğini canlandırmak hem dinin iktidar elinden kurtarılıp demokratikleştirilmesini hem de sanat yoluyla ruhlardaki kir ve pasın temizlenmesini gerektirir. Özgürlük ahlakı budur. Zihniyet devriminin yolu bu şekilde döşenmiştir. Buna göre de demokratik ulusun kültür ve sanatı tanımlanmıştır.
Demokratik ulus ilkesine göre “herkes hem kendi toplumsallığını yaşamak hem de evrensel olmak zorundadır!” Ulus-devletçi mantıkta esneklik yoktur. Yeniliğe, renkliliğe kapalıdır. Ancak iktidar uğruna geleneği feda etmekten çekinmez. Özgürlükçü toplumsal ahlakın esas aldığı mücadele çizgisi kültür-sanat mücadelesinin doğrultusunu da belirlemektedir. Bunun için ulus-devlet kalıplarını kırmaya, duygu ve zihniyetle başlar; milliyetçi, cinsiyetçi, aileci, maddiyatçı ölçülerle savaşı derinleştirerek özgür birey ve demokratik toplum gerçekliğini inşa eder ve öz savunmayla korur. Özgürlük sanatı da budur.
Sanatın karşı karşıya olduğu en büyük tehlike iktidar alanı dışında soluk aldırılmayarak özünden boşaltılması ve toplum karşıtlığı temelinde kullanılmasıdır. İktidar kendini merkez yapar ve her alanda olduğu gibi sanat alanında da kendi inisiyatifi dışındaki gelişmelere fırsat vermez. Her şeyi kendine uydurmaya çalışır. Kafa karışıklığı yaratarak toplumu şaşkına çevirir. Böylece toplumu önemsiz şeyler etrafında oyalar. Algı ve ilgileri yönlendirir. Toplum, kendisine ait olmayanı kendisininmiş gibi sahiplenmeye başlar. Sanal “ihtiyaçlar” üretilerek tüketim ve gösteri toplumu oluşturulur. Böylece sanat adına vahşi bir maddi yarış alır başını giderken toplumun öz sanatı dejenere edilir, ölüm masasına yatırılır. Bunun farkında olmayan sanat çevreleri ölünün yıkanması için su taşır. Ancak musalla taşında yatanın kendi ruhu olduğunu anlayana dek iş işten geçer. Sanatın ve sanat ruhunun ölümü fiziki bir son olsa toplumu bu kadar olumsuz etkilemezdi, ama söz konusu olan bir negatif dönüşümdür ve toplumun tümüne topluca eroin vermek gibi düşünsel-duyusal felce yol açan tehlikeli bir sonucu doğurur. Toplumsal düşünce ve duyguların felç edilmesi, yerine sahtesinin inşa edilmesi gibi bir süreç söz konusudur.
Toplum-kırım karşısında tutarlı bir sanat duruşunun nasıl olması gerektiği de böylece ortaya çıkıyor: Toplum için eğitici-öğretici olmalı, direngen kılmalı, ruh ve can vermelidir. Bunun için eleştirel olmalı ve her daim eleştiriye açık olmalıdır.
Bu anlamda son dönemlerde en fazla sorun teşkil eden husus nedir denilirse açıkça liberalizmden kaynağını alan “bireycilik-bencillik” demek gerekiyor. Bunu yeterince kavramadan ve kapsamlı bir ideolojik mücadeleyle aşmadan, çok güçlü çıkışlar beklenemez. Bu konu çok zorlayıcı olduğu halde maalesef kendini ikna etme azdır. Bu nedenle de ideolojik mücadeleyi gerekli görmeyen eğilimler çok ciddi düzeyde sanat alanını daraltmış; dünyada pek az örgüte nasip olmuş olanaklara rağmen parçalı ve dağınık hale gelmesine yol açmıştır.
Örnek alacağımız büyük değerler vardır. Şehit Mizgin yoldaşın ideolojik tavır ve tutumları sadece gerilla sahasında değil en başta sanat alanında olmuştur. Şimdi ise ‘mücadele olanaklarından yararlanacağız ama onun çizgisini değil kendimizi esas alacağız!’ Bunu yapanlar açısından açık bir tutarsızlık söz konusudur. Önderlik bu yaklaşımın kendi değerlerinin çalınması olarak ele almıştır. Yurtsever, devrimci, demokrat sanatkarlar arasında kolay kolay gelişmemesi gerekiyor ama çeşitli etkilenmelerle, çeşitli şekillerde ortaya çıkan bireyci-bencil anlayışlar sanatın hiç de hak etmediği noktada durmasına yol açmaktadır. Sorunu hep başka yerlerde arayanlar bugüne dek yanılmış ve en küçük bir çözüm üretememişlerdir. Başka sorunlar yok değildir ancak diğer tüm sorunlar bununla bağlantılı olarak çözülebilir.
Sanatı ideolojik temelde ele almayan her yaklaşım değerleri tüketmektir
Hiç düşünsel yoğunluk geliştirilmesin, zihniyete yüklenilmesin, eğitim yapılmasın, değişim-dönüşüm sadece yapısallıklarda, şekli ve maddi hususlarda veya salt pratik yapmada aransın o zaman çağın sanat anlayışına ulaşmak yerine sadece sermayeden tüketilir. Sanatı ideolojik temelde ele almayan her yaklaşımın sonu budur; değerleri de kendini de tüketir!
Liberalizmin çağrısı ideolojiden koparıyor. Önderlik liberalizmin insanı aptallaştırdığını söylüyor. O halde neyi niçin savunduğumuzu ve sonuçlarını derinlikli anlamak, bilmek ve bu temelde çözümü ideolojik mücadelede aramak zorundayız. İdeolojik mücadele vermeden sadece pratik işlere yönelerek sonuç alacağını sanan anlayışın yol açtığı sonuçlar liberalizmi adeta normalleştirmiş, onun bireyci-bencil anlayışları kendini sonuna dek dayatır hale gelmiştir. Kişinin sadece kendi konumunu, yaşam tarzını, bireysel ihtiyaçlarını esas alarak fikir, teori, ilke belirlemeye kalkması kadar kötü bir şey olamaz. Bu kadar pragmatizm insanı iki yüzlü, hatta çok yüzlü olmaya götürür. Sanatta, yenilik tartışmalarında bu durum çok fazla görülüyor.
Nerede bireyci-bencil anlayışlar gelişmişse orada öz kültürden kopma ve yenilik adına “tanımsız” konumlara düşme yaşanabilmektedir. Oysa Önder Apo kültür devrimini “ÖZE DÖNÜŞ DEVRİMİ” olarak tanımlamıştır. Bunun tersi yaklaşımlar ya dar-tutucu olmakta ya da yabancılaşmayı derinleştirecek kadar sapmaktadır.
Konu kapsamlı da olsa “yenilik” daha çok yeni nesil açısından yoğunluklu tartışılmaktadır. Öz kültürden uzaklaşan, şekilci ve taklitçi olan eğilimler belli oranda etkili olsa da genelde yeni nesil arasında da bu durum eleştiri konusu olmakta; köklerden kopmadan “değişim ve süreklilik” diyalektiğiyle yenilik arayışına cevap olmaya çalışan eğilim daha fazla ağırlık kazanmaktadır. Bu da olumlu bir durumdur ve daha fazla geliştirilmesi gerekiyor. Eğitimle, tartışmayla, eleştiriyle ve daha çok da pratik örnek oluşturmayla yenilik arayışına doğru yön verilebilir. Bu tür örnekler de az değildir ve daha da geliştirilebilir.
Bulunduğu zemin neresi olursa olsun, ne kadar üretir ve tanınırsa tanınsın hep daha ilerisini düşünen, kendine sınır koymayan, kendini kaybetmeyen, bencil-bireyci davranmayan, bu nedenle halk arasında sevilen, saygınlığını koruyan örnekler vardır. Onlar sayesinde halen devrimci sanat çizgisi korunmaktadır ve her türlü saygıyı hak etmektedirler. Ancak bu öncülük misyonu mutlak değildir; tamama ermiş, olmuş-bitmiş değildir. Mutlak doğru veya yanlış tarzında yaklaşımlar ne sanat sosyolojisinde ne de genelde kabul görebilir. Hatta en iyi durumda olanlar bile bunu günümüzün sanat sorunlarına cevap olacak kadar ilerletemeyince eleştirilerin odağında yer almaları da kaçınılmaz olmaktadır. Bu tür eleştirilere rağmen bir sanatçının seviliyor olması, her şeyden önce toplumsal kültüre bağlılığıyla ilgilidir.
Sanatçının gücü toplumsal kültürden kaynaklandığı halde bunu hiçe sayan bireyci yaklaşımlar en güçlü toplantı, konferans zeminleri dahil sanat üzerine yapılan tüm tartışma ve kararlaşmaları boşa çıkarıyor. Örneğin “alanın karakteri bireysel yetenekler nedeniyle biraz bireyselliğe, biraz da popülerliğe açıktır; sanatçının da hassas bir ruhu vardır, dolayısıyla biraz bireyci-bencil olması hoş görülmelidir” diyerek eleştirileri tam anlamıyla sulandıran tutumlarla karşılaşılıyor. Bu yaklaşımlar sanata ve sanatçıya gerçekten hakaret anlamına gelir. Çünkü sanatçının ruh ve duygu dünyası büyüktür, güçlüdür, bu nedenle sanatçıdır ve bu nedenle de toplum tarafından sevilmektedir.
Bencil insan sadece sanat alanında değil nerede olursa olsun, ne iş yaparsa yapsın toplum tarafından sevilmez. Gerillanın halkımızca bu kadar çok sevilmesinin en önemli nedenlerinden biri bencil ve bireyci olmamasıdır.
Bireycilik, kapitalizmin yarattığı sahte bir dindir; içi boş-teneke bir inançtır. Putçuluk veya fanatizm de denilebilir. Anti toplumcudur. En değersiz durumu en büyük değer olarak görmeye yol açmaktadır. Ruhunu satıp bedenini ve küçük hayallerini gerçekleştiren küçük insan profili böyle yaratılmaktadır. Sanat böylesi bir toplumsal düşüşe dur deme hareketidir, dolayısıyla bireyci-bencil duruşları kabul etmez. Nietzsche’nin deyişiyle bu kaos ortamında “İnsan, bir an önce kargaşasını, kendine anlam veren bir düzene çevirmezse, yıldız doğurtmazsa, karanlığında yok olacaktır.” Yıldız doğurtacak insan metaforuyla Nietzsche Zerdüşt kültürüne göndermede bulunulmaktadır. Bu da tarihsel-toplumsal kültürümüzün özünde bulunmaktadır. Toplumsal ahlak ve iradenin en üst düzey temsili için böylesine büyük avantajlarımız vardır.
Dünyanın en kadim toplumsallığına dayanmak yerine “Batı” taklitçiliğine yönelen oryantalist eğilimler yüzünden Ortadoğu’da halen sanat büyük çıkışını yapabilmiş değildir. Oysa 50 yıllık PKK direnişiyle yaratılan değerler yeri-göğü Nietzsche’nin bahsettiği yıldızla doldurmuş durumdadır.
Demokratik modernitenin sanatsal ifadesine yönelmek yerine halen Kürt, Türk, Arap, Fars ve diğer bölge halklarının sanatında “Batı”ya yönelişin olması bizim bu değerleri yeterince tanıtmamamız ve özellikle de sanatını-edebiyatını güçlü geliştirmemiş olmamızla ilgilidir. Tarihsel-toplumsal başka sebepler de vardır kuşkusuz. Ancak maddi dünyanın yarattığı kafa karışıklıkları en çok sorgulanması gereken durumdur. İnsanlık yönünü Doğuya dönerken Doğunun ise Batıya meyletmesi çok manidardır ve hangi kafa karışıklıklarından kaynaklandığının derin sorgulanması gerekiyor.
Sanata kurulan maddiyat tuzağı ve örgütsüzlük gerçeği
Kapitalizmin aldatıcı ölçülerine, bin türlü detayla kuşatılmış ve kamufle edilmiş sahte sanat anlayışına prim veren ve bu temelde kafa karışıklığıyla kendi ufkunu daraltan, umudunu karartan, çareyi kapitalist sistemle uzlaşmakta arayan eğilimler neredeyse her parçada ve her ülkede ortaya çıkıyor. Her türlü sanatın sonunda sistemle uzlaşmayı öğütleyen, çözümü orada arayan anlayış kendini tamamen maddiyatçılığa mahkûm etmiş olduğundan alternatif olması mümkün değildir. Maddiyatçı anlayışlar kendiliğinden değil küresel kapitalizmin planlı çabalarıyla oluşturulmuştur. Önder Apo son savunmasında konformizm ve neo-konformizmden bahsederken bu gerçekliğe dikkat çekmektedir.
Bu tanımlardan biri modernite sosyolojisinde konformizmin en uysal kişiliği haline getirilen kadın kimliği için ifade edilmiştir. Diğerinde ise, finans kapitalin hegemon güç haline gelmesiyle aynı döneme denk gelen 1970-1990 arası yıllarda Margaret Thatcher, Ronald Reagan ve Mihail Gorbaçov neo-konformizminin Fransa ve Rusya’nın 2 yüz yıllık büyük devrim miraslarının tasfiyesini ifade ettiğini belirtmiştir. Yani “uymacılık” olarak tanımlanan “konformizm” neo-liberalizm ile eş anlamlı olmakta, bin türlü kılıfla, kapitalist dünyanın gidişatına uymayı salık vermektedir.
Çağın ve toplumun gerçekliğini göz ardı etmemek, dolayısıyla somutu yakalayabilmek önemlidir ama devrimci duruş “gerçekliği” gözetirken ona boyun eğmez, teslim olmaz. Bazı tutumlarda açıkça görülmektedir ki gerçekçi olmak adına özgürlük düşleri bir yana bırakılmaktadır.
Gerekçesi ne olursa olsun maddiyatçılığın ve mülkiyetçiliğin her türlüsü devrim değerlerini tüketmek anlamına gelmektedir. 50 yıllık mücadele birikimlerinin yerle yeksan edilmesi anlamını taşıyan maddiyatçı-mülkiyetçi anlayışa tavır almadan sanat alanında istenen çıkış yapılamaz. Bir de sonuç alıcılık açısından bu tavrın örgütlü geliştirilmesi gerekir.
Kurumsal olsun bireysel olsun tüm girişimlerin maddi dünyaya meydan okuyabilmesi için kesinlikle örgütlü ve bilinçli geliştirilmesi gerekiyor.
Sanatsal alanda kurumsal çabalara büyük değer vermek gerekiyor. Bireysel ve grup çabaları bir yana itilemez ancak özgür sanat alanlarını geliştirecek akademiler başta olmak üzere çeşitli kurumsal örgütlenmelere hiç eğilmeyip bireysel projeler için aşırı çabalamak daralmaya yol açıyor. Akademi düzeni gelişmeyince sadece sanatsal yeterlilik değil alanın kendi kadrosunu yetiştirme durumu da ortaya çıkmıyor. Kendi kadrosunu yaratmayan sanat kurumlarında çok ciddi yanılgı vardır. Demek ki eğitim yapmıyor, örgütlemiyor, işin kolayına kaçıyor. Hazırı bekleme temel anlayış haline gelmiş. Kimisi ise hiçbir kuruma katkı sunmuyor, ilgi bile duymuyor, sadece prestijinden ve olanaklarından yararlanıyor. Bu adil bir durum değildir. Kurumları sahiplenmeyen, uğrama gereği bile duymayan, eğitimlerine ve çalışmalarına katılmayan ama buna rağmen kendini kurumdan sayan yaklaşımlar ciddi bir aşınmaya işaret etmektedir. Bu gidişatın düzeltilmesi gerektiği açıktır. Her şey sadece kurumsal yapı altında geliştirilebilir demek her zaman ve her durumda geçerli değildir ama kurumu önemsememek de kabul edilemez. Bireysel çalışmalara önem verelim derken örgütlü çalışmalar geri plana düşürülmemelidir. Bu konularda işlevselliği esas almak ve örgütlü davranmak kaydıyla ikisini iç içe geliştirmek ön açıcı olabilir. İşin örgütlenme kısmıyla gerektiği gibi ilgilenilirse bir yerine bin eser, bir ilişki yerine binlerce ilişki yaratılır.
Bir film yapmak önemlidir ama yüz-ikiyüz kişiyle yılda bir film belki yapabiliriz, bunu aşacak bir durumumuz yoktur. Karşımızdaki güçlerin her biri en az kırk-elli bin kişiyle çalışıyor ve neredeyse her güne birkaç film düşecek kadar fabrika gibi üretiyor. O halde sadece kendini esas almamak, üretimde bulunacak her kesimi örgütlemek, birlikte hareket etmek, onlarla birlikte yapmak daha önemli oluyor.
Bir müzik, bir resim yapmak çok önemli ama onun eğitim sistemi de olursa binlerce gencin eğitimini sağlayabilir. Sınırlı bazı uygulamalar bile bunun ne kadar değerli bir çalışma olduğunu göstermiştir. Örneğin Koma Berxwedan direniş tarihimizde ulusal diriliş sürecinin hem sanat şahikası hem de yiğitlik efsanesidir. Bu mirasa sahip çıkılması ve yenilenmesi yönündeki tartışma ve girişimler anlamlıdır.
Tiyatroyu yenebilecek herhangi bir egemen güç yeryüzünde yoktur ama halen gerektiği gibi desteklemekten uzaktayız. Böyle olunca var olanı da eleştirmek neredeyse imkânsız hale geliyor. Oysa günceli ne kadar yakaladığı ve geleceğimize ne kadar etkide bulunduğu hep sorgulanmalıdır. Bunun bir niyet meselesi olmadığını belirtmeye gerek yok. İşler ne kadar örgütlü ve süreçlere uygun yürütülürse o kadar sonuç alınır. Kürdistan’da başka türlü nefes bile alınamayacağı yeterince kanıtlanmıştır. O halde akademiler başta olmak üzere örgütlü çalışmaların daha güçlü temellerde geliştirilmesi gerekir.
Metalaşmaya karşı sanat akademileri ve örgütlü çalışmalar esas alınmalıdır
Metalaşmaya karşı akademiler sanatın hem derinleştirildiği hem de değerinin yükseltildiği alanlar olmaktadır. Eğitici yanı tartışmasızdır. Bu durumda sanat akademilerini yaygınlaştırmak sanat alanının sorunlarının çözümü için vazgeçilmez olarak görülmeli ve maddi olanakların bu alana seferber edilmesi bir “masraf” olarak ele alınmamalıdır. Bireysel çaba ve inisiyatiflerin de örgütlü tarzda desteklenmesi, iktidar baskıları karşısında sanat ve sanatkara sahip çıkılması gerekir.
Sanat kurumları ve sanatkarın her durumda maddiyatçılık tuzağına karşı mücadele ederek kendine yol açması bir ilke olmalıdır. Bunun için öz güven gerekiyor. Sanat ve sanatkarın toplumsal kültür zeminine ve tarihsel birikime dayanması öz güvenin daha sağlıklı temellerde gelişmesini sağlayabilir.
Bireyci yaklaşımlar sorgulanırken her sorunu sanatçıya yüklemek, örgütsel ve yapısal sorunları görmezden gelmek de tıkanma sebeplerindendir. Kurumsal ve örgütsel sorumlulukları olanların da sorunları kendi bünyesinde aramak yerine başka yere havale etmesi, anti-demokratik, bastırmacı ya da yakınmacı konumda kalması zerre kadar çözümleyici olmadığı gibi yeni bazı maddiyatçı, kolaycı anlayış ve tarzların gelişmesine yol açmıştır.
Doğru bir örgütlenme ve anlayış geliştirilmeyince sanat alanında en son olarak, tüm manevi değerlerimizin inkârı anlamına gelen korkunç bir olay olan işçi-patron tarzıyla karşılaşılmıştır. Maaşla iş yapma alışkanlığı nerede, nasıl içimize bulaştıysa sorgulanması gerekiyor ve buna karşı keskin bir ideolojik ve örgütsel mücadele verilmesi gerekiyor. Bu konuda tartışma aşamaları geçilmiş, şimdi net olarak tutum alma ve düzeltme sürecine girilmiştir.
Sanat komünleri ve kolektiflerini örgütlemek yerine, maaş sistemini benimsemek kapitalizme teslim olmaktır. Bu farkı halen ideolojik düzeyde net anlamayanlar sanatın “patronlarını” ve “işçilerini” oluşturmakta, sadece yasal durumlar için oluşturulan şirket tarzını tüm sanat çalışmalarına taşımak suretiyle alanı tasfiyeyle yüz yüze bırakmaktadır. Sanatın maaşla bu tarzda ilişkilendirilmesi sanatı endüstri aracı haline getirmektir, metalaştırmaktır. Bu anlamda kültür-sanat başta olmak üzere propaganda ve eğitim çalışmalarının daha bilinçli, örgütlü ve işlevsel olacak tarzda komünler etrafında örgütlenmesi en değerli ahlaki çabadır ve sonuç alıcı olacak kadar ısrar edilmesi dışında hiçbir seçenekten bahsedilemez.
“İhtiyaçların karşılanma biçimi kapitalist yolla olmak zorunda değildir” biçiminde bir sözü kullanmak bile inancımızdan şüpheye düşmek gibi bir nedene dayanıyor. Kapitalizm toplum için bir seçenek olamaz ki bu tür tartışmalar yapalım! Ya da “biraz ondan biraz bundan olsun da iş yürüsün denilemez.” Bunların yol açacağı sınıflaşma ve maddiyatçı karakter hesaba katılmak zorundadır. Öyle olacaksa bunca mücadele bedeli niçin veriliyor? Hiç bunları sorgulamadan, işin ucu nereye gidiyor diye bakmadan rastgele, ilkesiz, pragmatik şekilde tartışma yapılamaz. Bu eğilimi tasfiyeci bir eğilim olarak görmeyip normalleştiren yaklaşımlara karşı ideolojik bir savaş açılmıştır. Bunun herkes tarafından bilinmesi ve anlaşılması, en çok da halkımızın bu temelde kurumlarına sahip çıkması gerekiyor.
Kendini başka alanlarla kıyaslayıp “oralarda da maaş var” diyerek bunu meşrulaştırma girişimleri de vardır ancak hiç tereddütsüz mahkûm edilmiş bir anlayıştır. Çünkü kültür, sanat, basın, siyaset, toplum veya askeri alan olsun nerede bu maaşlı işçi-patron sistemi varsa hepsi çizgi dışıdır. Buna karşı yurtseverliğin fedai özüne geri dönülmesi ve demokratik komünal sistemin inşa edilmesi net olarak hedeflenmiştir. Bu doğrultu yeni belirlenmemiştir. Sadece yanlışların normalleştirilmesine karşı yeniden bir kararlaşma sağlanmış ve bu temelde mücadele iddiası pekiştirilmiştir.
Komün, toplumun ortak ruh ve düşünce kazandığı ahlaki ve ideolojik örgütlenme birimidir
Maddiyatçılığı temel ayırt edici ideolojik fark olarak ele almak ve bu şekilde ciddiyetle mücadele etmek gerekiyor. Çünkü amaçlanan yaşam tarzına dair sistemli düşünceler ve değer yargılarının toplamı ideoloji oluyor. İdeoloji dışında herhangi bir yaşam tarzından bahsedilemez. O halde ekonomik yaşam ilkemizin de, benimsediğimiz ideolojiyle uygun olması gerekir. Sistemin içinde yaşıyoruz ve buna mecburuz, onun maddi yöntemlerini uygulamak zorundayız denilemez. O zaman nerede kaldı “sistem içinde ama sisteme karşı mücadele” anlayışı!
Sosyalizmin temel ilkesi “yeteneğine göre katılım, ihtiyacına göre paylaşımdır.” Bu ilkeyi her yerde işletmekle mükellefiz. Kürt dostu Murray Bookchin bu ilkenin ihtiyaçlar boyutuyla daha cömerdini “Yararlanma Hakkı” biçiminde formüle etmiştir. Farklılıkları gözeten demokratik bir toplumda bunun bir anlamı vardır elbette. Yani kapitalizme mahkmum olmadığımızı anlatmak istemektedir. Kaldı ki komün kaba anlamda sadece maddi ihtiyaçların karşılandığı bir araç değildir. Komün, toplumun ortak ruh ve düşünce kazandığı ahlaki örgütlenme birimidir. Yani komün ideolojik bir birimdir. Buna mukabil meclis politik bir birimdir.
Sanat alanında bu ilkeler geçerli olmayacaksa o sanatın toplumla, toplumsal kültürle nasıl bir alakası olabilir ki? Soruna ilkesel yaklaşan sanatçılar, çözümü sistem içinde arayan herkesin en başta kendi sanatına ihanet ettiğini belirtmişlerdir. Haksız değillerdir. O halde toplumsal değerlerimize ve hayallerimize göre yaşamayı bilmek ve bunun için yaptığımız yanlışlardan dönmek zorundayız. Bunda ısrar edenlerin anlayışıyla da savaşa tutuşmayı değerlere ve çizgiye sahip çıkmanın bir gereği olarak ele almalıyız.
Özgür ve kolektif emeğin üretkenliğinden doğacak sonuç topluma her türlü “cömertliği” sonuna dek sunabilecekken kapitalist mantığın dar, bencil masasındaki kırıntılara tenezzül eden anlayışlara prim verilmemelidir. Bu konulara kafa yormak yerine işin kolayına kaçılmakta ve maaşlı sistemin ne olduğu bile sorgulanmamaktadır.
Komünal sistem, maaşlı sistem ile kıyaslandığında hangisinin ihtiyaçları hakkaniyet ölçüleriyle karşılayacağı açıktır. Maaş sistemi adil olmadığı gibi beraberinde bürokrasi doğurmaktadır. Örneğin maaşı olmayanlar her an ekonomik risklerle karşılaşırken maaşla iş yapanlar çalışsın çalışmasın, verimli olsun olmasın maaşını garantilemiştir! Bir memur gibi katılmaktadır. Sorumluluk duyup özgür emeğiyle katılma yoktur. Zamanla birbirinin statüsünü savunan bürokratik bir kasta dönüşmesi kaçınılmazdır. Verimli olmayan bu emek türü toplumsal yabancılaşmanın da temelidir. Daha birçok sebep ileri sürülebilir ancak çok net olan bir husus vardır ki o da farklı alanlarla kıyaslanamayacak düzeyde ideolojik çalışmaların, özellikle de sanatın maaşlı sistemle yapılamayacağıdır. Maddiyatçılığından işbirlikçiliğine, milliyetçiliğinden cinsiyetçiliğine, taklitçiliğinden biçimine dek her şey kapitalizm kokar.
Milliyetçiliğe tavır almayan, adını bile koymaktan imtina eden, cinsiyetçilikle mücadele etmeyen her yaklaşım Kürdistan’da işbirlikçiliği-ihaneti derinleştiriyor. Bu çizgi günümüzde halkın maddi değerlerini kendi iktidarı için sonuna dek kullandığı gibi sanatçıları da maddi olanaklarla çekmeye çalışıyor ve bunu açıkça geliştirip savunuyor. Ancak buna tenezzül edenlerin sanatçılığı kısa sürede sorgulanır hale geliyor. Ortaya çıkan örneklerin çoğu TRT 6 uzantısı olmaktan öteye geçmemiştir. Kapitalist modernite ölçülerinin taklidi had safhada geliştirilirken neo-liberalizmin ileri sürdüğü “herkes liberalizmi yaşayacak, Türk Türk olarak, Kürt Kürt olarak, kimse bundan kaçamayacak!” iddiasını doğrularcasına ölçüsüz, şekilsiz, özden yoksun bir kültür-sanat alanı açılmış bulunmaktadır. İleri derecede kokuşmuş cinsiyetçiliğin konuşturulduğu bu maddi zemin küresel güçlerin desteğiyle genişletilerek özgür Kürde karşı kullanılmaktadır.
Sanat doğası gereği kapitalizme karşıdır. Sanat demek özgür yaşamın yolunu açmak demektir. Kapitalizmin İngiliz dilindeki bir anlamı da “ölüm” ve “ölüm cezası”dır. Aslında doğru bir tanımlamadır. Kapitalizme yani ölüme bu kadar ilgi duyulmasının ve kültür-sanat alanına bile sokulmasının sebebi sorgulandığında ilk karşılaşılan olgu toplumsal kültürden uzaklaşmadır. Bu anlamda kültürel mücadelenin öze dönüş mücadelesi olarak tanımlanması aydınlatıcı olmaktadır.
Kopuş gerekiyor, kapitalizmden kopuş! Sorunu başka yerde aramaya gerek yok.
Kapitalizmle hiç alakasının olmaması gereken alanların başında sanat geliyor. Ancak sanata dair her şey toplumsal temelde değil de birey eliyle yaratılıyormuş gibi bir algıyla kapitalizmin emrinde kullanılmak istenmektedir.
Kapitalist merkezlerde verilen sanat tarihi ve felsefesi derslerinde bireyin duygusu her şeyin belirleyicisi olarak sunulmakta ve eleştiri yerine kof bir övgü tarzıyla adeta yarış alanı haline getirilmektedir. Sanatın öncelikle duygu işi olduğu reddedilemez fakat sanatın sadece bireyin estetik duygusundan türediği belirtilip geri kalan her şey önemsiz hale getirilip basitçe geçilemez. Bu yaklaşım, estetik anlayışı insanın bireysel duygularına indirgeyen yanlış anlayıştan kaynaklanmaktadır. Neticede estetiği psikolojik bir durumla izah etmeye kalkmak toplumsal ahlakın reddi anlamına gelir.
Sanat hem başkaldırı hem de yeniden inşadır
Sanatın kaynağı toplumsal ahlaktır. Güzellik, iyilik, doğruluk ölçülerini belirleyen olgu toplumsal ahlak olduğuna göre inanç sistemlerine ve yaşam tarzlarına bakmak gerekir.
Kendinden menkul bir estetik anlayış olamaz. Estetiği toplumdan koparan anlayışın yaptığı işe kesinlikle sanat denilemez. Yani sanat doğası gereği toplumsaldır. Bu anlamda sanatın kapitalizmle, liberalizmle ve bireycilikle hiçbir bağı olamaz. Bunların sanatı kullanmasından bahsedilebilir ancak buna artık sanat denilemez. Sanat ile egemenlik sistemleri aynı düzlemde buluşamaz. Buluşursa ancak kendini inkâr ve ihanet temelinde olabilir. Sanatın maddiyatla ve mülkiyetçilikle de bağı olamaz. Mülkiyetçi anlayışa dayalı olarak sanat yapılamaz; buna ancak sanat tüccarlığı denilebilir. Sanat, yaşama kasteden egemenlik düzenlerine karşı başkaldırıdır. Sanat ölüme karşı yaşamı, maddiyata karşı maneviyatı temsil eder.
Sanatın devlet ve iktidar karşısında ahlaki bir duruş olduğu belirtilebilir. Sadece iktidar değil demokratik bir yönetim karşısında bile sanatın belli bir mesafesi vardır, olmak zorundadır. Çünkü sanatın eleştirel ve özgür olması ancak kendisini ideolojik olarak inşa etmesiyle mümkündür. Yönetim olgusuna endeksli olduğunda o yönetimin yanlışlarına da ortak olur. Oysa sanat yanlışların ortağı olmamalı; eleştirel olmalı, düzeltici olmalı, doğruya çekici olmalıdır. Sanat bu anlamda dayandığı ideolojik ölçüler dışında sınır tanımaz.
Eleştiri tarzının yapıcı olması gerekir. Her türlü negatif yaklaşım paradigma dışıdır. Burada paradigmamızın inşa edici dolayısıyla pozitif eleştiri yönünü hatırlatmak gerekir. Eğer sadece negatif eleştiri esas alınırsa bu durumda alternatif olma iddiası havada kalır. Theodor Adorno ve arkadaşları sanatın hep toplumu rahatsız etmesi, olumsuzlukları göstermesi gerektiğini ileri sürmüşler, eleştirel kuramlarını bu temelde geliştirmişlerdir. Ancak bu tarzla alternatif oluşturmak mümkün olmamıştır. Trajedileri de buradadır.
Sanat, toplumun reflekslerini öldürmemeli aksine hep diri tutmalıdır. Sadece rahatlamaya yol açan bir anlayış eğlence sektörünün işidir sanatın değil. Ancak sanatın sadece karşı çıkma rolü de olamaz, aynı zamanda inşa edicidir yapıcıdır.
Sanatın iktidarlar elinde bir özel savaş aracı olarak kullanıldığı bilinmektedir. Bazen diplomaside etkili bir araç haline getirilirken bazen savaşın bir parçası olarak değerlendirilir. 2022 Rus-Ukrayna savaşında bu gerçekler küresel düzeyde açığa çıktı. Sanatın evrensel karakterde olduğu iddialarını bir yana bırakan küresel düzen, milliyetçiliği en uç düzeyde hortlatarak ilgili-ilgisiz her sanatkarı hedef haline getirdi. Rusya hükümetine ambargo uygularken sanat ve edebiyatını da bu kapsama aldılar. Rus kökenli her sanat-edebiyat eserine ve sanatkarına her yerde tavır alan, dışlamaya kalkan bir duruş ortaya çıktı. Devletler, şirketler, üniversiteler Rus sanatı ve edebiyatı adına ne varsa hepsine düşman muamelesi yapmaya kalktı ki bunları daha düne kadar insanlığın büyük mirası sayıyorlardı. Kimisi toplumsal tepki nedeniyle tavrını geri çektiyse de sanat alanına tamamen iktidar çıkarlarına göre yaklaşıldığı bir kez daha küresel düzeyde gözler önüne serildi. Buna karşı Rus-Ukrayna sanatçıları ortak sanat etkinlikleri düzenleyerek anlamlı bir cevap verdiler. Yine farklı ülkelerden sanatçıların tavırları oldu ve dünya genelinde yankı buldu.
Bu tutum Önder Apo’nun özgürlüğü için de geliştirilebilir. Tutuklu sanatçılara gösterilen ilgide de ortaya çıktı ki sanat dünyası duyarlıdır ancak Kürdistan ve Önder Apo için daha kapsamlı örgütlenmesi gerekiyor. Her zaman birinci gündemimiz Önder Apo’nun özgürlüğü olmalı ve özgürlük zamanı kampanyasını tüm dünyaya daha etkili şekilde taşırmalıyız.
Tüm sanatçılardan mücadelemiz için duyarlı yaklaşmalarını, dahası bunu yurtseverliğin-demokratlığın en başta gelen bir görevi olarak benimsemelerini isterken öte yandan baskı gören sanatçıları yalnız bırakmamalıyız. Tutuklu sanatçı Nudem için gösterilen uluslararası dayanışma örneğinde olduğu gibi spesifik kampanyalardan genel kampanyalara birçok etkinlik düzenlenebilir.
Dışlayıcı, ezici, yok edici yaklaşım korona virüs bahanesiyle en fazla Türkiye’de faşizm eliyle sanatkarlara karşı işletildi. Koşullar kullanılarak faşizme biat etmeyen sanatkârlar adeta bitirilme noktasına getirildi. Yüzlerce intihar vakası yaşandı. Tehdit edilenler, tutuklananlar oldu.Halen direnen kesime karşı Rusya ambargosundan çok daha sıkı bir düşmanlık uygulanmaktadır.
Kürt dili, edebiyatı ve sanatı söz konusu olunca düşmanlık daha bariz ve şiddetli düzeyde, kültürel soykırım şeklinde sistematik olarak uygulanmaktadır. Buna karşı mücadele eden sanat çalışması hem genel direnişe güç vermekte hem de toplumun aydınlanmasında, moral-motivasyon kazanmasında öncü rol oynamaktadır.
Sanat alanında büyük çıkışlara ihtiyaç vardır
Binlerce yıllık kültürel birikime sahip olan Kürt halkının kültürel soykırım kıskacına alınması ve bu temelde köklerinden koparılması süreci kapitalist modernitenin ulus-devlet canavarı eliyle başlamıştır. Son iki yüzyıla dek Kürt halkı kültürel olarak sadece bölgenin değil tüm insanlık aleminin besleyicisi durumundaydı. Soykırım buna büyük bir darbe vurmuş. Ancak son 50 yıllık PKK direnişi bu baş aşağı gidişatı tersine çevirmiştir. Adı ve dili bile reddedilen, hatta kendini inkâr eden bir halktan demokratik modernitenin dünya çapında öncülüğünü yapan direnişçi bir halk gerçekliğine ulaşılması Önderlik hakikatini ve onun açığa çıkardığı toplumsal kültürün gücünü göstermektedir.
Ali Doğan Yıldırım’la başlayan kültür-sanat-edebiyat çalışmalarımız ölümsüz şehitlerimiz Sefkan, Mizgin, Ali, Sarya, Argeş, Serhat, Şilan, Halil, Yekta, Delila, Dağıstan, Zerdeşt, Zanin, Welat, Feride (Arjin), Mazdek, Şoreş, Sait Üçlü, İrfan Güler, Bawer Colemerg ve Bawer Botan yoldaşların öncülüğünde bugünlere gelmiştir.
Ayrıca 2020 yılında ölüm orucunda şehitler kervanına katılan Grup Yorum üyeleri Hêlîn Bölek ve İbrahim Gökçek’i de burada saygı ve minnetle anıyoruz. Tek talepleri sanatlarını özgürce yapabilmekti. Faşist rejime karşı sonuna dek kararlı bir direniş sergilediler. Her devrimcinin şehadetiyle bize bıraktığı bir miras vardır. Bu her şeyden önce bir direniş mirasıdır. Anılarını sanat alanından dağ doruklarına dek her yerde sahiplenmek boynumuzun borcudur.
Direniş içinde şekillenmiş kültür-sanat çalışmalarımız şehitlerin canı-kanı pahasına gelişmiştir. Bugünümüzü ve yarınımızı belirleyen en büyük hakikat şehitlerdir. Şehitlerimizi sanat alanında daha doğru ve yetkince yansıtabilmek de en hassas yaklaşılması gereken konuların başında geliyor.
Sanat alanındaki birikim yanında şehitler öncülüğünde gelişen Kürdistan direnişinin tüm insanlık nezdinde kazandığı büyük prestij sayesinde şimdi çok daha büyük çalışmaları yapabilme koşullarımız oluşturmuştur. Bu büyük değerlerimizi temsil etme iddiasını her daim koruyan Tev-Çand ve Kevana Zêrin öncülüğü ve örgütlülüğü ne kadar derinleştirilir ve yaygınlaştırılırsa kültür ve sanatın o denli gelişip serpileceğinden kuşku yoktur. Bugüne dek yapılan çalışmalar örgütlü olmanın önemini yeterince ortaya koymuştur. Ancak daha güçlüsünü, daha iyisini yapmamanın sebebini de kendimizde aramalıyız.
Müzikte, tiyatroda, resimde, sinemada, govend ve diğer çalışmalarda istenilen düzeye gelmemenin sebebi hep dışarıda aranırsa herhangi bir değişim yapmak hele ki hasretle beklenen büyük çıkışları gerçekleştirmek mümkün olamaz. Örneğin düzen içerisinde 30 yıldır sinema eğitimi veren hocalar “sinema yapımında gerillacılığı esas almalıyız” diyorlar. Yani bir yönüyle, en az imkanla en büyük sonuçların elde edilmesinden bahsediyorlar. Bizim tarzımız baştan beri zaten gerilla tarzı olmasına rağmen neden yüzlerce detay için dışarıdan yüzlerce eleman tutuyoruz? Bir filmin her şeyini yapacak durumda olmasak bile her detay için ayrı bir eleman temini ne kadar gerçekçidir? Neden her şeyi kendimizle başlatıp kendimizle bitiren tarzı aşmıyoruz? Ufkumuz neden daralmış? Halbuki çok daha kapsamlı çalışmaları yürütebilecek ulusal ve uluslararası düzeyde prodüksiyonları geliştirme olanaklarımız vardır.
Kürt müziği arşivi için tarihi önemde çalışmalar yapıldı. Benzer arşiv çalışmalarına ne kadar önem veriyoruz ve destekliyoruz? Ayrıca halkımız arşiv çalışmasına amatör düzeyde de olsa katılmalıdır. Her evde kayıt altına alınması gereken kültürel değerler vardır. Bunları kayıt altına alıp kültür merkezlerimize ulaştırmak bir yurtseverlik görevi olarak görülmelidir.
Arşiv çalışmalarının sistemli halde geliştirilmesi kadar uluslararası güvenceye alınması için kurumsal ve hukuki çalışmalar da mutlaka yapılmalıdır. Bu anlamda çeşitli enstitü ve akademilerle ilişkilerin ne durumda olduğu gözden geçirmeli, ulusal ve uluslararası planda ortaklık sağlayabilmelidir.
Dijital platformların ne kadar etkili kullanıldığı sorulduğunda herhalde en son ilgi duyulan ve bu nedenle de birçok karmaşık durumla birlikte sürdürülmeye çalışılan bir alan olduğu söylenebilir. Daha profesyonel yaklaşılması gereken bir alandır. Kişisel rant alanına dönüşmemesi için tüm örgütsel ve yasal tedbirler de alınmalıdır. Tüm kurumsal çalışmalar için bu durum geçerlidir. Devletlerin basın, kültür ve sanat kurumlarına saldırılarını da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Ancak mesele bundan daha ötededir. Uluslararası mekanizmaların yasal ve fiili tüm yöntemlerle işletmek ve bu platformlara girmek gerekir. Böyle olmayınca sömürgeci güçler uluslararası alanda kültür ve sanatımızı kendine mal edebiliyor. Bununla birlikte alternatif platformlar da oluşturabilmeliyiz.
Birçok alanda çalışmaların yeterince desteklenmediği yönünde yakınmalar gelişiyor. Yakınmak yerine müzik kanalını geliştirmek için neler yapılıyor? Ne kadar sahipleniliyor? Sürekli olanak yetersizliği gündeme geliyor ama çözüm üretilmiyorsa önce dönüp kendimize bakmalıyız. En başta da klibi yayınlanan sanatçılar ve gruplar sahiplenmelidir. Bunun mekanizmalarını oluşturmak mümkündür. Bundan daha önemlisi bu kanalın müzik üzerinden hem otantik kültürün tanıtım ve teşvikini sağlaması hem de eğitim ve örgütlenme rolünü oynamasıdır. Eğer amaç bu temelde net olursa çözüm araçları da geliştirilir, anlayış gücüyle bu işlerin üstüne gidilerek istenen hedeflere ulaşılabilir. Diğeri sadece katkı meselesidir ve bunu da sağlamak zor değildir. Fakat anlayış ve sahip çıkma güçlü gelişmezse ne kadar çok maddi imkân sağlansa da fayda sağlamaz.
Anlayış gücü engin olmayan sanat çalışmaları, hiçbir sorunu kendi başına çözemez. Sanat çizgimiz hakkında ne kadar eğitim ve tartışma yapıyoruz ve ne kadar ortaklaşabiliyoruz? Tempomuz nasıldır? Halkla ilişkimiz nasıldır? Toplum eğitimine, örgütlenmesine ve eylemine ne kadar katılıyoruz? Daha da önemlisi, soykırım saldırılarına karşı devrimci halk savaşı pratiğine nasıl ve ne kadar katılıyoruz? Dostluk ilişkilerini ve ortak sanatsal projeleri ne kadar önemsiyor ve geliştiriyoruz? Bunların hepsine en güçlü şekilde yanıt verebilecek tecrübe ve olanaklara sahibiz.
Bilinç, eylem ve sanatımızla Ortadoğu Rönesans’ına öncülük yapan bir hareket olduğumuz biliniyor. Ancak dar, popülist ve egoist yaklaşımlar başta olmak üzere kapitalist modernite hastalıkları, rolümüzü yetkince oynamamız önünde en büyük engel durumundadır.
Yapılan işler küçümsenemez fakat bununla kendimizi sınırlandıramayız. Sovyetler Birliğinin bir Kızıl Ordu Koro deneyiminin olduğu biliniyor. 2. Dünya Savaşı’nın sürdüğü 1939-45 yılları arasında tüm cephelerde 5 bine yakın konser vererek direnişe katılmıştır. Bu bir ruh işidir. Bizdeki fedakârlık örnekleri de az değildir ancak bu değerler daha derin ve yaygın hale getirilebilir.
Sanat kurumlarımızın çabasıyla gerilla direnişine önemli destekler sunulmuştur. Özellikle Avrupa’da mücadelemizin ilk örgütlenmesinde kültür-sanat çalışmaları öncülük yapmıştır. Yurtsever halkımız da Avrupa, Rusya gibi hemen hemen tüm yurtdışı alanlarında kültürünü korumayı bilmiştir. Bu yönüyle örnek bir duruş ortaya çıkmıştır. Kendine ait gördüğü her değeri korumayı bilen ve geliştiren bir gerçeklik vardır. Fakat yurtseverliği ve toplumsal ilişkileri zayıflayan kesimler sistem yaşamına kapılabilmektedirler. Bu yönüyle en zor zeminde bulunuluyor ve ülkeyle çok güçlü bir duygu ve düşünce bağı olmadan ayakta kalmak mümkün olmuyor. Benzer durum kurum ve değerlerin korunmasında da görülüyor.
Aidiyet duygusunda zayıflama olduğunda değerler sahiplenilmez ve kaybedilir. Bazı konuları sadece yurtseverlik duygusunu sorgulamakla çözemeyebiliriz fakat sahiplenme duygusunu çok güçlü geliştirdiği için bunun dışında da değerlendiremeyiz. Örneğin Almanya’da bir sanat akademimiz vardı. Oraya neden sahip çıkılamadığını halkımız da merak ediyor. Oysa vaktiyle çok emek verildi. Diyelim ki neticede başarısız olduğu düşünüldü ve kapatıldı ama öyle mi kalmalıydı? Bunlar tartışılabilir ama o akademinin kapanmasının üzerinden on yıldan fazla zaman geçmesine rağmen neden halen ihtiyaca yanıt verebilecek akademilerimiz yoktur? Onlarca merkezde sanat akademisi kurabilmeliyken bunun önündeki engelleri aşmak yerine yakınmak hiçbir şeye çare olmamaktadır. Kimse önümüze hazır koymaz. Bunun mücadelesini vermek zorundayız. Başka türlü sonuç alınamaz.
Bu konuda durumumuz biraz da Med TV kanalının kurulduğu döneme benziyor. Önderliğin müdahalesi olmasa belki de kurulamayacaktı. Gerekçe olarak maddi olanaklar ileri sürülecekti. Benzer sorunlar nasıl aşıldıysa bugün karşılaşılan sorunlar da Önderlik tarzıyla mücadele edilerek aşılmak zorundadır. Ayrıca halkımız nasıl Kürt kültür derneklerine sahip çıkıyorsa sanat akademileri başta olmak üzere her türden sanat kurumlaşması için de gereken desteği sunmaktan kaçınmayacaktır.
Sanat alanının kendi olanaklarını yaratma gibi bir kapasitesi de vardır. Yeter ki somut hedeflerimiz ortaya konulsun ve bunun mücadelesi verilsin o zaman aşılmayacak sorun kalmayacaktır. Bu durum tüm parçalar için geçerlidir. Bugüne dek hiçbir şey hazır elde edilmemiştir. Bundan sonra da her şey emekle, mücadeleyle kazanılacaktır.
Bir sanat veya edebiyat eserinin ortaya çıkarılması kolay değildir. Verilen emeklerin karşılığını bulması için çok kapsamlı projelere ihtiyaç vardır. Bu konudaki sınırlandırıcı ve önemsemeyen yaklaşımlara tavır alınmalıdır. Önderlik tarzının nasıl ön açıcı ve geliştirici, hamleci olduğu biliniyor. Bu tarzın takipçisi olmak büyük bir mücadele gerekçesidir.
Sanat özgür yaşamın hakikatidir
Ortadoğu aydınlanmasında sanat ve edebiyatın rolü belirleyici olacaktır. Ancak kapsamlı bir örgütlenmeyle bu öncülük rolü hakkıyla yerine getirilebilir.
Kültür-sanatın halkları buluşturan ve birleştiren bir ruhu vardır. Ne zindanlar ne de idamlar bu kültürle baş edebilir.
Dersim’den Hewraman’a, Amed’den Silêmaniye’ye dek her yer sanatla birbirine bağlanıyor. İran’ın en doğusundaki Xorasan kendini en fazla sanat yoluyla Kürdistan’a tanıttı ve Kürdistan’ın kültürel parçası haline geldi. Tüm parçalarda ve yurtdışı sahalarındaki kültür-sanat çalışmalarında birbirini tamamlayan bir anlayış geliştirilirse hem birlik ruhu derinleşir hem de muazzam açılım alanlarına ulaşılır.
Enternasyonal çalışmalar sanat alanında da büyük bir potansiyele sahiptir. Kuşkusuz sanat sınır tanımaz, dünyanın her yerinde ortaklaşma sağlanabilir. Bunu reddetmeden yönümüzü ana kaynağa, ülkeye ve onu çevreleyen kültür deryasına dönmemiz gerekiyor. Bu anlamda Ortadoğu ve Doğu alanlarıyla daha sıkı ilişkilenmek, onun sanatsal-kültürel değerleriyle buluşmak, ortaklaşmak için çok özel çalışmalar planlanabilir.
İran’a, Afganistan’a, Kafkaslara, Hindistan’a, Çin’e, Vietnam’a uzanan bir kültürel paylaşımın doğuracağı sonuçların demokratik halklar konfederasyonunun zemini olacağı düşünülürse hem kaynak olarak esas alma hem de bu alanlarla daha fazla paylaşım içinde olmanın ne denli gerekli olduğu görülür.
Mücadeleyle bağını kurmadan da sanat yapılacağını düşünenler tıpkı KDP başta olmak üzere mücadelemizin rantını yiyenlere benziyorlar. PKK mücadelesi olmadan nefes bile alamazlar. Gerçek budur. Binlerce fedainin canıyla yarattığı üzerinden rant elde etmek ne demektir bu da biliniyor. Buna rağmen bazı yanılgılar yaşanıyor.
Nasıl ki siyasette “silahlar gömülse de siyaset yapsak” yaklaşımı varsa sanatta da benzer anlayışlara tanık olunuyor. Bu tür arayışların gerçeklikle hiçbir alakası yoktur. Öyle bir dünyada yaşamıyoruz. Hem savaş süreklidir, savaşsız bir gün, bir an bile yoktur hem de bu savaş herkesin savaşıdır, sadece gerillanın değil. Kimi şarkı sözlerinde bile filan güç gelecek halkı kurtaracak yaklaşımının olduğu görülüyor. Bu da toplumun öz savunma bilincini zayıflatıyor. Savaşa katılımını olumsuz etkiliyor. Sonuç, savaş dışı kalmadır!
Evet aydınlanma bir kültür, sanat, edebiyat işidir. Bilinç ve duygu işidir. Bunlar kalıcı sonuçlar doğurur fakat bunun da var olmasının tek garantisi öz savunma savaşıdır. Bunun tersi anlayışlar liberalizm ve ulus-devlet propagandasından kaynaklanıyor. İşte, tüm dünyada her türlü silah ve savaş araç-gereci devletlerin elinde olacak, toplum bir taşla bile kendisini savunamayacak! Bu soykırımcı, egemenlikçi, çarpık zihniyetin etkisine girenler kendi savunmasını başkasına bırakma gafletini yaşar ve bunun anlamının farkında bile olmazlar.
Bir toprağı ekeceksin ama toprak sana ait değil, ekmene fırsat verilmiyor. O toprağı özgürleştirmeden ve korumadan ne ekersen ek sömürgeciliğin ayakları altında çiğnenip gider. Fakat toprağı almışsın, koruyorsun ama bakımını yapmamışsın, bir şey ekmemişsin, öylece kalmış, o zaman kuruması kaçınılmazdır. İşin içine maaşı koydun mu kiraya vermişsin demektir, artık sana ait bir değer değildir. “Öz” kavramına uymayan her şey çoraklaştırır o toprağı. Ruhun kuruması neyse aynısıdır yani intihardır. Sanat özgür yaşamın hakikatidir, dolayısıyla intihar çizgisine karşıdır. İntiharlara son verir.
Nerede dar-milliyetçi, bireyci, bencil, elit ve cinsiyetçi yaklaşım varsa orada sanat ölür. Halkımız arasında “Sanat Sinê’de doğar, Silêmaniye’de büyür, Hewlêr’de ölür!” sözü boşuna söylenmemiştir. Katıksız bir iktidar ve erkek egemen kültür bu sonuca yol açmaktadır. Başûr’ê Kurdistan’da toplumsal damar tamamen yok edilmek istenmektedir. Buna karşı hem Hewlêr hem de etki sahasında olan Duhok ve diğer kentlerde bağımsız var olmaya çalışan ve direnen sanat alanları bulunmaktadır. Bunların da desteklenmesi demokratik ulusal mücadelenin gereğidir.
Sanatın cinsiyetçilikten arındırılması sağlanmalıdır
Sanat iktidar eliyle veya erkek egemen kültürüyle değil özgür kadın ve özgür erkeklerin eşit yaşadığı toplumun kültürü, ruhu ve aklıyla doğmuştur. Jineoloji bilimiyle her geçen gün bu gerçekliğin tarihi daha fazla açığa çıkarılmaktadır. Jineoloji sadece tarihi gerçekliği açığa çıkarmıyor aynı zamanda doğru yaşam ve buna bağlı olarak doğru sanat nedir sorularına da yanıt oluşturuyor. O halde “sanata jineolojik bakış nasıl olmalıdır?” sorusunu hem kişisel olarak kendimize sormalı hem de akademik zeminlerde araştırmalı, tartışmalıyız. En büyük manevi ve sanatsal çıkışın bu şekilde sağlanacağına dair sezgilerimiz güçlüdür ve tarihsel bilincimiz de bunu söylemektedir. Bu sayede, özgürlük ahlakı ve bilincinde derinleşme sağlanabilir.
Teorik, zihinsel ve pratik boyutlarıyla doğru ve sürekli bir cins mücadelesi verdiğimizde ruhumuzun temizlendiğini, arındığımızı ve adeta kanatlandığımızı hissediyoruz. Sanat işi de bir nevi kanatlanmak değil midir? O halde sanatın hakikatleri dillendirme düzeyinin sürekli cins mücadelesinden geçtiğini belirtebiliriz. Sanatın kendisinin de cinsiyetçilikten arındırılması bu şekilde sağlanabilir.
Görsel alanlarda cinsiyetçilik daha fazla göze batmaktadır. Kürdistan’da farklı televizyon ve sanat platformları vardır ve cinsiyetçilik buralarda aşırı derecededir. Diyaloga açık olanlarla irtibat kurup eğitici, kavratıcı olmak gerekiyor. Gerektiğinde eleştirilir gerektiğinde teşhiri yapılabilir. Bir sanat-kritik programı olsa, bu tür değerlendirmeler orada daha kapsamlı, somut örnekler üzerinden yapılabilir ve böyle bir program tüm Kürdistan için akademi rolünü oynayabilir.
Cins mücadelesi her şeyden önce erkek egemen zihniyetinin sorgulanması demektir. Erkek egemen akıl donmuş bir akıldır. Özgürlük ruhunu öldürdüğü halde türlü kurnazlıklarla kendini özgür göstermeye çalışır. Bu nedenle yaptığı sanata mutlaka cinsiyetçi öğeler içerilmiştir. Cins mücadelesi verilmeden sanat yapılamaz ve yapılan da yaşatılamaz.
En büyük maneviyata ve en anlamlı estetik yaklaşıma ancak kadın özgürlük çizgisinde cins mücadelesini derinleştirmek sayesinde ulaşılabilir. Özgür kadın rengini taşıyan toplum eski toplum değildir. Bilinç ve örgütlülük düzeyi demokratik modernite çağının özelliklerini yansıtmaktadır. Önder Apo Demokratik Modernite paradigmasıyla tüm direnenlerin birliğini sağlayacak zihniyeti ve sistemi tanımlamıştır. Önderlik bilinci ve paradigmasını dünya halklarına taşıdığımız oranda Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü yakınlaştırabiliriz.
50. Önderliksel mücadele yılının zaferine kültür-sanat alanından en etkili şekilde yanıt vermek bu alandaki herkesin en başta gelen görevidir. Paradigmanın ve mücadelenin sanatsal ifadesi her alanda kültürel zaferler yaratabilir. Söz ve davranış, öz ve biçim buna göre olmalıdır. 50. yıl aynı zamanda yanlışlardan kurtulma, kendimizi düzeltme yılı olmalıdır. Bu temelde bir kararlaşma ve planlamayla soykırım sistemine karşı kültür-sanat savaşı verilebilir.
Kapitalist sömürü düzenine ve sömürgeci faşizme karşı mücadelede kültür ve sanat alanına rolünü yetkince oynatmanın yol ve yöntemlerini her alanda tartışmak kadar konferans kararlarını takip edip uygulamak da pratik bir yaklaşım olmaktadır. Hep tartışmak ama gereğini yapmamak, kararlar alıp hayata geçirmemek dönemi geride kalmıştır. Yaşadığımız süreç her alanda sonuç alma, kazanma sürecidir. Sanat taştaki enerjiyi bile açığa çıkarır, insan ve toplumdakini mi çıkaramayacak? Devrimci sanatın oluşturucu enerjisine ve yaratıcı ruhuna güvenelim. Bin yıl önce şair Kudsi Meşhedi’nin dediği gibi “Güneşin bakışı gibi, evrene bir bakış bize yeter!”