Kürdistan ve Anadolu topraklarını gezen ya da bu toprakların tarihini, tanıklık ettiği yaşanmışlıkları okuyan, bilen, dinleyen, görsel basın-yayın organlarında ya da beyaz perdeye yansıyan boyutlarıyla izleyen, kısacası bir nebze de ilgili olan herkes bilir. Öyle ki, yaşanmış olan bu tarihsellikler her şeyi en yalın ve gerçek haliyle anlatırlar. O nedenle de bu gerçeklikler, üzeri her ne kadar örtülerek gizlenmeye, görünmezden gelinmeye, olmamış kabul edilip yok sayılmaya çalışılsa da bu asla mümkün olmamaktadır. Mutlaka bir yerlerden çıkıp “beni yok etmeniz, yaşanmamış saymanız mümkün değil”, “buna asla müsaade etmem” diye haykırabilmektedir.
Boydan boya Kürdistan ve Anadolu toprakları incelediğinde, böyle bir hakikatle karşılaşılmaktadır. Bir yere gidildiğinde orada karşılaşılan yasaklı bölgeler, bir dağın yamaçlarında ya da vadinin kenarlarındaki hafif yükseltili yerlerde, ucu görülen dikili taşların olduğu toprakların altında kalan; adları açıkça telaffuz edilmekten korkulan genel bir tabirle de “çokluk mezarları” olarak adlandırılan mezarlıklar, kemik parçalarının, ok ve mızrak uçların ya da kurşunların, top güllelerinin, kalıntılarının birbirlerine karıştığı bölgelerde yaşayanlara; dedelerinin, ninelerinin aktardıklarından arta kalanlar hep böyle bir gerçeği haykırmaktadır.
TC Devleti’nin hakikati
Saklanmaya, unutturulmaya, tarihsel belge ve kanıtları yok sayılmaya çalışılan böyle bir gerçeklik Kürdistan ve Anadolu topraklarının ortak paylaştıkları bir hakikatleri olmuştur. Bu toprakların altı adeta soykırımcı TC Devleti ve bakiyesini devraldığı Osmanlı Devleti tarafından katledilen halklardan, inanç ve kültürlerden insanların cesetleri ile doldurulmuştur. Türkmenler, Ermeniler, Asuri-Süryani-Keldani toplulukları, Anadolu Grekleri, Çerkezler, Kürtler, Aleviler hep bu katliamların mağdurları olmuşlardır.
Katliamcı, soykırımcı TC Devleti’nin ve bakiyesini devraldığı Osmanlı Devleti’nin halklara, inanç ve kültür topluluklarına yönelik katliamları sadece Kürdistan ve Anadolu coğrafyasıyla da sınırlı kalmamıştır. Arap ve Balkan halklarının üzerinde yaşadığı topraklarda belki de daha fazlasını yaşatmışlardır. Arap ve Balkan halklarının bilincinde, tarihinde çok kötü ve derin izler bırakan bu katliamlar hala anlatılmaya, kitaplara ve filmlere konu olmaya devam etmektedirler.
Böyle bir hakikate rağmen TC Devleti hem bugün yaptığı katliamları, soykırımları ve işlediği insanlık suçlarını ve savaşları, hem de bakiyesini devraldığı Osmanlı’nın yaptıklarını gizlemeye çalışmaktadır. Sadece bununla da sınırlı kalmayarak, sanki bunların hiçbiri olmamış gibi davranmaya, aksine sürekli olarak gittikleri yere hep kan, gözyaşı, yağma, talan, harap edilmiş yerleşkeler, tecavüze uğramış, katledilmiş insan cesetleri bırakan kendileri değilmiş gibi hareket etmektedir. Hatta bu hakikatlerini gizleyerek, her gittikleri yere iyilik götüren, saygıyla karşılanan, sevgiyle anılan olarak göstermekten geri kalmamaktadır. Bunun yaşanmış sayısız örnekleri bulunmaktadır. Türkiye’de yazılmış tanıtım ve tarih kitaplarına, siyasetçilerinin yaptıkları propagandalara, verdikleri demeçlere bakıldığında bu çok net bir şekilde görülecektir.
Sömürgeci hegemon güçler hep böyle yapmamaktadırlar. Tarihi kendi istedikleri gibi, çıkarları neyi gerektiriyorsa ve bilinçlere nasıl yerleştirmek istiyorlarsa öyle yazmakta ve anlatmaktadırlar. Birçok şeyi olmamış, yaşanmamış gibi gösterdikleri gibi, yine aynı şekilde, olmamış, yaşanmamış olanları da olmuş ve yaşanmış olarak göstermektedirler veya yaşanmış olanları flulaştırarak belirsiz kılmaktan ve üzerine her türlü spekülasyonda bulunmaktan geri kalmamaktadırlar. Fakat bunu ancak bir yere kadar yapabilmektedirler; hakikatler üstü örtülmeye çalışıldıkları yerlerden baş gösterip haykırana kadar sürdürülebilmektedir. Sonrasında ise “yalancının mumu yatsıya kadar yanar” misali bunun ötesine geçememektedir.
25 Mayıs 2020 tarihinde Amerika’nın Minneapolis kentinde George Floyd’un polis tarafından katledilmesiyle başlayan “Kara Salı ve 8.46” etiketleriyle tarihe geçen ve dünyada büyük tepki eylemlerinin yaşanmasına neden olan siyahi öfkenin patlamasında bu gerçeklik kendini çok net bir şekilde göstermişti. Bir anda eğitim kurumlarında, okullarda, kitaplarda anlatılanların, hikayelerin, beyaz perdeye yansıtılanların birçoğunun yalan ve yanlış olduğu ortaya çıkıvermiştir. Yüzlerce yıl “kahraman”, “kaşif”, “büyük insan” vb olarak bilinenlerin, öyle gösterilenlerin aslının böyle olmadığı, birer cani, katliamcı, hırsız, talancı, bir köle tüccarı, kafa tası avcısı olduğu anlaşılmıştır. Şehirlerin en işlek yerlerini, bulvarlarını, meydanlarını süsleyen, önlerine çelenkler konularak, saygı duruşu yapılan bu barbarların heykelleri, büstleri yıkılarak, yerle bir edilmiş, parçalanmış ve denizlerin, nehirlerin dibini boylamıştır.
Kürdistan ve Anadolu coğrafyasında böyle bir akıbetle karşılaşacak birçok heykel ve büstün olduğu aşikardır. Kürdistan halkını, Anadolu topraklarında yaşayan bu topraklara rengini veren, zenginleştiren halkları, kültürleri yok eden, soykırımdan geçiren, böyle birçok caninin heykelleri, büstleri meydanlarda, bulvarlarda, şehirlerin en işlek yerlerinde boy vermeye, adları; okullara, caddelere, parklara verilmeye devam etmektedir. Bunlar “Türk büyükleri”, “kahramanları” olarak kabul ettirilmeye, hafızalara öyle kazınmaya çalışılırken; hakikatlerine dair herhangi bir şeyin söylenmesi yasalarca ceza gerektiren “suçlar” olarak kabul edilmekte ve bu tarz bir muameleye tabi tutulmaktadır.
Bugün yaşananların tarih olmasına bile fırsat tanımadan katillerin, canilerin, faşistlerin heykelleri, büstleri dikilmeye; adları caddelere, sokaklara, meydanlara, parklara, okullara verilmeye devam etmektedir. Öyle ki, herkesin gördüğü, bildiği, duyduğu, okuduğu hakikatlerin bile söylenmesi, resmedilmesi, eleştiri ve değerlendirme konusu yapılması suç olarak sayılmakta, buna rağmen yapanlar da zindanlara alınarak ya da daha farklı “cezalar verilerek” susturulmaya çalışılmaktadır. Mahkemelerce açılan sayısız dosya ile mağdur edilen on binlerce insan, çıkarılan onca yasa da bunun en somut birer belgesi olarak kayıtlara geçmiş bulunmaktadır.
Maraş, zindan ve Roboski katliamları
19-25 Aralık 1978’de yaşanan Maraş, 19 Aralık 2000’de yaşanan zindan ve yine 28 Aralık 2011’de Roboski katliamları da bunlar arasında yerini almaktadır. Maraş Katliamı’nın asıl sorumluları yargı önüne çıkarılmadığı gibi, göstermelik yargılananlar arasında yer alan Ökkeş Kenger (Ki, bu zat sonradan adını Ökkeş Şendiler olarak değiştirmiştir.) sonradan taltif edilerek meclise gönderilmiştir. Zindan katliamının sorumlusu dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ve Ceza ve tevkif evleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun “Devlet Üstün Hizmet Madalyası” ile ödüllendirilmişlerdir. Roboski Katliamı’nda kullanılan savaş uçaklarının komutanı zamanın başbakanı AKP Genel Başkanı Erdoğan tarafından tebrik edilerek ödüllendirilmiştir. Bu katliamlar karşısında söz söylemek, eleştiride bulunmak, katile, caniye “sen busun” demek suç olarak kabul edildiği gibi, bunu söyleyenler ağır hapis cezalarına çarptırılmıştır.
Egemenlerin, sömürgecilerin, hegemonların tarihi hep bu şekilde yazılmış ve yalanlar üzerine kurulmuş; yazılmaya ve kurulmaya da devam etmektedir. Ne zaman ki aslanların tarihini avcılar değil de, aslanların kendileri yazacak, o güne kadar da bu böyle devam edecektir. Şimdi aslanların kendi tarihlerini yazmasının tam zamanıdır. Avcılara bırakmadan kendi tarihlerini yazmalılar; ki tarihte kendi tarihini yazanlar çok çıkmıştır. Devrimciler, sosyalistler, gerçek anlamda demokratlar, hem de büyük bedeller ödeyerek bunu yapmaktadırlar, Bunu en başarılı bir şekilde çeyrek asırdır İmralı’da mutlak bir rehine olarak ağırlaştırılmış tecrit altında tutulan Önder Apo ve dağda Özgürlük Gerillası ve kahraman şehitlerimiz bedeller ödeyerek bu tarihi yazmaktadırlar.
Tabii bu yolda onurlu bir yürüyüşün sahibi olan Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı gibi yürüyenler de vardır. Onlarda soykırımcı TC Devleti’nin Kürdistan Özgürlük Gerillası’na karşı işlediği savaş ve insanlık suçu karşısında sessiz kalmamışlardır. Gerekli olanı yaparak; aydın olmanın, demokrat olmanın onurunu yaşamış ve korumuşlardır. Bunu yaparken de karşılaşacakları, ödeyecekleri bedelleri önceden görerek bu yola girmişlerdir. Alındıkları zindanlarda, uğradıkları tahkikatlar, hakaretler, şoven ve faşist hakaretler, kampanyalar karşısında direnerek bunun onurunu yaşayarak, yerine getirmişlerdir.
Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı gibi aydın onurunu temsil edenler bu tavırları ile Kürdistan Özgürlük Gerillasına, halkına karşı işlenen insanlık ve savaş suçlarına karşı hakikati temsil ederlerken, aynı zamanda işlenen savaş ve insanlık suçlarının tarihe doğru kaydedilmesinde aktif rol sahibi haline gelenler arasındaki o saygın yerlerini almışlardır. Soykırımcı TC Devleti istediği kadar aydın ve demokrat olmanın onurunu yaşayarak temsil edenleri zindanlara alarak korkutmaya, yıldırmaya, böylece bu yaptıkları üzerinden başkalarına gözdağı vermeye çalışsın bunda başarılı olamayacaktır. Ne yaparlarsa yapsınlar, işledikleri savaş ve insanlık suçlarını gizleyemeyecekleri gibi, Kürdistan Özgürlük Gerillası tarafından deşifre edilmekten, insanlığın, tarihin önünde savaş suçlarıyla yargılanarak, altında kalmaktan kendilerini kurtaramayacaklardır. Aksine bu yaptıklarıyla, işledikleri insanlık ve savaş suçlarının daha kalın ve derin harflerle bir daha silinmemecesine yazılmasının önüne geçemeyeceklerdir.
Kürdistan Özgürlük Hareketi, Kürdistan Özgürlük Gerillası kendi tarihini şimdiye kadar yazdığı gibi bundan sonra da yazmaya devam edecek; aydın olmanın, demokrat olmanın, yurtsever olmanın, sosyalist olmanın onurunu yaşayan; kararlılık ve cesaretinden hiçbir şekilde taviz vermeyenlere de güç vermeye devam edecektir.
Maraş, zindan ve Roboski katliamlarının yeni bir yıl dönümünde bu hakikat kendini çok yalın bir şekilde ortaya koyarken, aynı zamanda bundan sonra da nasıl bir yaklaşım içerisinde olunması gerektiğine işaret etmektedir. Onun içindir ki, aydın olmanın, demokrat olmanın, yurtsever olmanın, sosyalist olmanın onurunu korumayı, temsil etmeyi sadece işlenmiş savaş ve insanlık suçları karşısında takınılacak olan tutumla sınırlı tutmamak ve bütünlüklü bir yaklaşım içerisinde de olmak gerekmektedir. Bugün sosyalist, devrimci, demokrat, aydın, yurtsever olmanın en temel ve asli görevlerinin başında yer alan da bu hakikat olmaktadır. Maraş, zindan, Roboski katliamları, öz savunma geliştirmenin önemini her seferinde bizlere tekrar hatırlatmaktadır.
Öz güce dayalı öz savunma
Maraş Katliamı yaşandığında devrimciler ve halk büyük imkansızlıklara rağmen; irade ve cesaretleriyle, kendilerini savunmak için ellerinde ne varsa onunla kendilerini savunmasını bilmişlerdir. Bunu yaparken de bu katliamın asıl sorumlusu olan soykırımcı TC Devleti’nin ne askerinden ne de polisinden her hangi bir beklenti içerisine girmeden öz güçlerine dayanarak; öz savunmalarını yapmışlardır. Eğer bunu yapmamış olsalardı, Maraş’ta katledilenlerin sayısı, var olanın belki iki ya da üç katına çıkmış olacak ve Maraş’ta hiçbir Kürt Alevi’si bırakılmayacaktı. O zaman da asıl olarak belirlenen; Maraş’ı Kürt Alevi’lerin olmadığı/yaşamadığı bir kent haline getirme hedefine amacına ulaşmış olacaklardı. İçerisine girilen bu meşru, öz savunma sayesindedir ki devrimciler ve halk bunu engelledikleri gibi, katliamcı faşist güçlere darbe vurmayı başarmışlardır. Böyle bir katliamın olacağından haberleri ve hazırlıkları olmamasına rağmen bunu sağlamışlardır. Maraş’ın dağ köylerinden çeşitli vaatlerle kandırılarak getirilen, çevre illerden ve Anadolu’nun değişik kentlerinden taşınan kontra ve faşist güçlerin, devletin askeri ve polisinin kontrolü ve desteği altında süren saldırılara rağmen böyle bir öz savunma geliştirilebilinmiştir.
19-25 Aralık 1978’de Maraş’ta yaşanan katliama karşı kahramanca bir direnişin yaşandığı hiçbir şekilde göz ardı edilmemelidir. Bundan doğru ve gerekli sonuçlar çıkarmak gerekir. Öz güce dayalı öz savunma gerçekliği bilinmez ve bunun gerekleri yerine getirilmezse, yapılan ve yapılmak istenen katliamların, soykırım saldırıların önü alınamaz. Bunlar yapılmazsa o zaman soykırımcı ve sömürgeci faşist güçlerin yapmak istediklerini kolaylaştırmış oluruz. Bu da yakılan ağıtları hiçbir şekilde hafifletmeye yetmeyecektir.
Unutulmamalı ki, soykırımcı TC Devleti halkımıza, halklara ve tüm insanlığa yaşattığı katliamları, acıları kendi lehine dönüştürmek için, yaptıklarını bir gözdağı vermek için kullanmakta ve bunu çok açık bir şekilde tehdit unsuru haline getirmekte tereddüt etmemektedir. Her zaman halkımızın, halkların ve insanlığın yaşadığı acıları, döktüğü ağıtları, kendisi için hep bir övünç ve üstünlük sağlama aracı olarak kullanmaktan ve yaptıklarıyla da “eğer istediğimi yapmaz, dayattığım ölçüleri kabul etmezseniz, size yaptıklarımdan daha beterini yaparım” diyerek tehdit etmektedir. Bugüne kadar dört parça Kürdistan’da yürüttüğü soykırım saldırılarıyla, işlediği insanlık ve savaş suçlarıyla, Avrupa ve Türkiye kentlerinde DAİŞ eliyle yaptığı katliamlarla bunu hep yapmış ve yapmaya da devam etmek isteyecektir. Öyleyse buna karşı yapılması gereken de yine onun anlayacağı dilden ona cevabını vermek ve öz savunmayı geliştirmek olacaktır. Saldırı yapıldığında ise güçsüz, çaresiz birinin içerisine düştüğü ve bundan kurtulmak için de çözüm ve çareyi dışardan, başkasından bekleyen değil de öz güce dayalı öz savunmayı esas alarak karşılık vermek gerekecektir.
PKK hiçbir zaman soykırımcı TC Devleti’nin saldırılarını, katliamlarını cevapsız bırakmadığı gibi, misliyle hesabını sormasını bilmiştir. PKK’nin tarihi ve PKK ile yeni bir tarih yaşayan Kürdistan halk gerçekliği bunun bir kanıtıdır. Yapılması gereken PKK hakikatinden gerekli dersleri çıkararak, Önder Apo’nun öğretisini esas alarak onun yolunda yürümesini bilmeyi başarmaktır. Maraş Katliamı ve ona karşı gösterilen direnişte bunu gerekli kılmaktadır. Asıl olması gereken de tüm bunlardan çıkarılacak olan sonuçlar ışığında sömürgeci-faşist TC Devleti’nin katliam ve saldırılarına her zaman meşru savunmayla karşılık vermeye kendini hazır halde tutmaktır. Öyle bir karşılık verilmelidir ki, soykırımcı TC Devleti buna bir daha kalkışmaya, halkımıza yeni Maraş Katliamı yaşatmaya cesaret edememelidir.
Zindan şehitlerinin hesabı onları mücadelede yaşatarak sorulur
Zindan katliamları karşısında izlenecek olan yol ve sergilenecek tutum da buna denk düşebilmelidir. Unutulmamalıdır ki, soykırımcı TC Devleti devrimci tutsakları elinde her zaman bir rehine olarak tutma ve halka karşı kullanma arayışı ve çabası içerisinde olmuştur ve bundan da vazgeçmeyecektir. Bu politikasında başarılı olabilmek için de akla gelebilecek olan her türlü işkence yöntemini kullanarak; teslimiyeti dayatmıştır. Diyarbakır zindanlarında bunu yapmıştır. Mazlumların, Ferhatların, Kemallerin, Hayrilerin direnişleri de soykırımcı TC Devleti’nin zindan politikasına/işkencelerine karşı verilen en anlamlı bir cevaptır. Ancak verilen bu cevap zindan direnişleriyle sınırlı kalmamıştır. Dağlara, zindan dışındaki tüm alanlara taşırılmıştır. Dağda gerilla, şehirlerde halk örgütlü mücadelesiyle, direnişiyle işkenceci, faşist katillerden hesap sormasını bilmiştir.
19 Aralık 2000 yılında zindanlarda yaşanan katliamın hesabının sorulması da ancak bu şekilde mümkün olacaktır. Kuşkusuz bunun da her zaman olanağı vardır. Yeter ki, doğru olan yolu izleyerek, bizleri başarıya ulaştıracak olan yöntemleri geliştirelim ve bunların sahibi haline gelmesini bilelim, örgüt ve mücadeleyi büyüterek şehitlere laik olalım. Zindan direniş şehitlerinin bizlerden bekledikleri de devrimci yoldaşları olarak, ideallerini, ütopyalarını gerçek kılmaktır.
Soykırımcı TC Devleti tarafından savaş uçakları kullanılarak 28 Aralık 2011 gecesi çoğu çocuk 34 kişinin katledildiği Roboski Katliamı’na verilecek olan yanıt da ancak bu şekilde olur. Aslında Roboski Katliamı duyulduğunda Kürdistan halkı bir bütün olarak, akın akın Roboski’ye akarak, soykırımcı TC Devleti’ne en anlamlı karşılığı vermiştir. O gün yüzbinlerce insan Kürdistan’ın her tarafından Roboski’ye giderek yapılan katliam karşısında sessiz kalmayacaklarını sloganlarıyla haykırmışlar, katliamı gizlemek, çarpıtarak olduğundan farklı göstermek isteyen TC Devleti’nin yalanlarının önüne geçerek, gerçek yüzlerini tüm dünya insanlığına göstermişlerdir ve hala göstermeye de devam etmektedirler. Roboski katliamında yakınlarını kaybeden ailelerin, yurtsever Kürdistan halkının ve dostlarının, hümaniter demokratik kesim ve çevrelerin, devrimci, sosyalist güçlerin Roboski Katliamı unutturmamak ve hafızalardaki o canlı yerini korumak için üzerlerine düşen görev ve sorumluklarındaki ısrarı koruyan kararlı tutumları da bundan farklı bir sonucun yaşanmasına asla müsaade etmemektedir.
Bu yönleriyle Roboski katliamı karşısında gösterilen bu yurtsever, devrimci, demokratik sosyalist tutum ve sahiplenme aslında soykırımcı TC Devleti’ne, onun katliamlarına karşı nasıl bir tutum ve karşı koyuşun gösterilmesi gerektiği yönünde esas alınması gereken bir örnek olma özelliğine sahiptir. Onun içindir ki, soykırımcı TC Devleti Roboski Katliamı’nı unutturmak, hafızalardaki canlılığın yitirilmesini sağlamak ve akıllardan çıkmayan o görüntüleri yok etmek için elinden gelen her şeyi yapmaktan geri kalmamaktadır. Görevlendirdiği kimi kişi ve çevrelere “hafıza odası” adıyla Kürdistan’dan, Diyarbakır’dan başlayarak yapmaya çalıştıkları özel-psikolojik savaş saldırılarıyla, Kürdistan’da işlenen savaş ve insanlık suçlarının üstünü örtme, gerçek faillerini saklamak için katliamların, cinayetlerin üzerini karartma ve bulanıklaştırma çabaları da bunun en somut göstergeleri arasında yerini almıştır.
Ancak TC Devleti tarafından görevlendirilmiş olan bu özel psikolojik savaş uzmanlarının Diyarbakır’ı pilot bölge olarak yapmak istedikleri kara, gri propagandaya ne yurtsever Kürdistan halkı ne devrimci, demokratik güçler müsaade etmiştir. Aksine gösterilen devrimci tutum ve tavır ile özel psikolojik savaş saldırısı; sahiplerinin elinde patlayan bir bomba etkisi yaratmıştır. Onun içindir ki, Kürdistan’da katliamlara karşı olmak Roboski Katliamı karşısında yurtsever Kürdistan halkının, dostlarının, sosyalist, devrimci, demokratik güçlerin, hümaniter çevre ve kişilerin gösterdikleri tutumun sahibi haline gelmek olarak gerçek anlamını bulmuştur.
Katliamcılardan hesabı ancak halklar sorar
Tarihi soykırımlarla, katliamlarla dolu olan TC Devleti’ne verilecek olan en anlamlı yanıt, katledilenlerin yanında durmaktır. En büyük insani, sosyalist, devrimci, yurtsever ve demokratik tutum ancak bu şekilde sergilenmiş olacaktır. Bunun dışında bir başka tutumun katliamlar karşısında sonuç alması mümkün değildir. Soykırım saldırılarının, katliamlarının, cinayetlerin asıl faali olan TC Devleti’nden bu suçları işlettiği kişileri yargı önüne çıkarmasını beklemek, ondan öyle bir talepte bulunmanın hiçbir karşılığı ve anlamı bulunmamaktadır.
Tarihte birçok defa görülmüştür. Soykırımcı, katliamcı insanlık düşmanı sömürgeci, faşist diktatörlükler kendilerini aklamak, toplumun gözünü boyamak ve tepkilerini hafifletmek için kimi zaman piyonlarını, maşalarını kurban etmekten geri kalmamışlardır. TC’nin de birçok defa bunu yaptığına tanık olunmuştur. Fakat bunun bir aldatmaca ve zaman kazanmak için yapılan bir manevra olduğu gerçeğini de hiçbir zaman gizleyememiştir. Bir komedi sahnesine dönüşen göstermelik mahkemelerde yapılan o sahte yargılamalar ve oralarda alınan kararlar ve bunun toplum üzerinde yarattığı intibalar da bunun yaşanan en somut örneği olmaktadır.
Onun için soykırımların, katliamların, cinayetlerin; gerçek faillerinin soykırıma, katliamlara uğrayanların, katledilenlerin asıl sahiplerince hesabının sorulması dışında gerçek adaletin tecelli etmesi mümkün değildir. Bunun dışında izlenecek bir yol yoktur.
TC Devleti’nin gerillaya karşı kimyasal silah kullandığı ispatlanmıştır
Kürdistan’da her gün insanlık suçları işlenmektedir. Kimyasal ve taktik nükleer silahlar kullanılmaktadır. Bunlar uluslararası hukuka göre savaş ve insanlık suçudur ve bu suçu işleyenlerin de uluslararası mahkemeler tarafından yargılanması temel bir ilke olarak kabul edilmektedir. Soykırımcı TC Devleti bu suçu tüm dünyanın gözleri önünde işlemeye devam etmektedir ve bunun karşısında alınan bu kararlarda imzası olanlar; kör, sağır ve dilsizi oynamaktadırlar. Oysa Irak’ta Saddam Hüseyin rejimine karşı başını ABD’nin çektiği uluslararası “Koalisyon Güçleri” müdahale gerekçesi olarak “Kimyasal Silah”ların varlığını iddia etmişlerdi. Suriye’de de buna benzer iddiaları defalarca dile getirdiklerine hatta bunları gerekçe olarak gösterip askeri harekatların düzenlendiğine tanık olunmuştu. Oysa soykırımcı TC Devleti’nin Kürdistan Özgürlük Gerillası’na, halkına karşı kimyasal ve taktik nükleer silahları, bombaları kullandığı bir iddia olmaktan da öte ispatlanmış bir gerçekliktir. Bizzat eski Genel Kurmay Başkanı ve şimdi TC Devleti’nin Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar tarafından meclis kürsüsünde itiraf edilmesine rağmen bu konudaki sessizlik devam etmektedir. Yine sömürgeci, faşist, soykırımcı AKP-MHP özel savaş rejimi tarafından her gün kendi suçlarını aklayan yasalar çıkarılmaktadır. Buna göre de yaptıkları her şey, işledikleri insanlık ve savaş suçları birer suç olmaktan çıkarılmakta ve bu işlenen suçlara karşı çıkmak, eleştirmek ağır cezalarla karşılığını bulan suçlar olarak kabul edilmektedir. Böylesi bir gerçeklikle karşı karşıya bulunulmaktadır. Bir tarafta bunlar yaşanırken; AKP-MHP faşist kliğinden adaletin yerini getirmesini, suçluları, katilleri, faillerini yargı önüne çıkarmasını ve onlardan hesap sormasını beklemek; kendini kandırmaktan, toplumun biriken öfkesinin yanlış yola kanalize edilmesinden, savaş ve insanlık suçu işleyenleri cesaretlendirerek, suçlarına yenilerini eklemelerinin önünü açmaktan öte bir anlam ifade etmemektedir.
Bugüne kadar böyle olmuştur. Küresel sermaye güçleri ve onların temel kurumları, örgütleri haline gelmiş olan Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi ve Parlamentosu, kendilerini işkenceye, insanlığa karşı işlenen suçları “yargılayan”, “adalet dağıtan” vb olarak adlandıran kurumlar, örgütler, komiteler mahkemeler; sahibi olduklarını iddia ettikleri rolün gereklerini yerine getirmemektedirler. Aksine işlenen insanlık suçlarını ‘görmezden gelen, hatta daha da ileri giderek yaratılan gerekçelere sığınılarak aklayanlar’ olarak kabul edilir bir hale gelmişlerdir. Soykırımcı TC Devleti’nin mahkemeleri ve karar mercileri insanlık ve savaş suçlarının işlenmesini karar altına alan, onaylayan ve bunlara “yasal” kisve kazandıran kurumlar olarak rol oynamaktalar.
Tüm bunlar da gerçek adaletin nasıl tecelli edeceğinin, asıl suçluların kimler tarafından yargılanacağının bir göstergesi olmaktadır. Maraş, zindan ve Roboski katliamlarının yeni bir yıl dönümüne girerken, yaşanan bu katliamların sorumlarından gereken hesabın sorulması ve yaşanacak olan olası katliamların önüne geçilmesi de ancak bunların gereklerinin yerine getirilmesi ile olanaklı bir hale gelecektir.