Dünya sosyalist hareketlerin çıkış yapabilmek için önemli tartışma ve pratik süreçlerden geçtikleri bilinmektedir. Zaten eşyanın tabiatı gereği bunun böyle olması gerekir. Tabi bu sadece sosyalist öğreti için değil; tüm tarihsel, toplumsal, dinsel, felsefi, siyasal, ideolojik, askeri, bilimsel kısaca akla ne geliyorsa hepsi için geçerlidir.
Bu çerçevede bakıldığında bilimsel sosyalizmin gelişiminde önemli yer teşkil eden tüm tartışma ve atılan adımlarda bunu görmek mümkündür. Materyalist düşünce yapıları, ütopik sosyalist hareketler, sınıf mücadeleleri, devrimler, örgütlenme biçim ve arayışları, sosyalizmin ortak değerleri olarak görülebilecek olan sosyalizm içi düşünce ve eğilimler arasında ne varsa bunların hepsini sosyalist mücadeleler tarihinde neden oldukları yükselmelere, kırılmalara bakmadan ele almak gerekmektedir.1989 sonrasında reel sosyalimin yaşadıkları da bu çerçevede ele alınabilmelidir.
1989 reel sosyalizmin çözülmesi, büyük çoğunlukla tüm sosyalistleri etkilemişti. Bu kapsam dahilinde içlerinde olumlu ya da olumsuz sonuç çıkaranlar olmuştu. Tabi bunlar sosyalizm algısıyla ilgili sonuçlardı.
Reel sosyalizm çözüldüğü süreçte, dünya sosyalist hareketleri kendi içerisinde parçalıydı. Bu konuda farklı değerlendirmeler ve politik tutumlar vardı. SSCB, Çin, Arnavutluk birbirinden farklı görüşler savunuyor, karşılıklı cephelerde yer alıyorlardı. Vietnam, Kore, Küba gibi ülkeler ise uçlaşan bir yaklaşım içerisinde olmasalar da onların da kendilerine göre bir sosyalizm yaklaşımları vardı. Var olan bu genel atmosfer içerisinde genel sosyalist hareketlerin, partilerin tutum ve yaklaşımları bunlara göre, daha çok SSCB ve Çin eksenli olarak gelişmekteydi. Reel sosyalist ülkelerin ve partilerin içerisinde bulundukları bu parçalı tutumu eleştiren yaklaşımlar da vardı. Özellikle 1960’lar sonrasında bu kendini çok daha belirgin bir hale getirmişti.
Bu süreçle birlikte reel sosyalist ülkelerin izledikleri iç ve dış politikalar, daha çok da özgürlüklere dair yaklaşımları eleştiri konusu olmaktaydı. Macaristan ve Çekoslovakya’da yaşanan kitle gösterileri ve bunlar karşısında izlenen politikalar, özelliklede Avrupa’da gençlik üzerinde oldukça olumsuz etkilere yol açmıştı. 1968 Avrupa gençlik hareketlerinin talepleri ve öne çıkardıkları sloganlarda da bu kendini oldukça açığa vuruyordu. Sivil toplum alanlarına ilgi oldukça artmakla birlikte, bireysel özgürlükler daha çok öne çıkarılan konular arasında yer alırken, feminist, çevreci yaklaşımlar da oldukça fazla ilgi çeken, gelişen ve etkili hale gelen eğilimler arasındaydı. Bu hareketler daha çok da gençlik içerisinde etkiliydiler ve bilinen sol, sosyalist yaklaşımlar içinde öne çıkmaktaydılar. 1970’ler sonrasında gelişen gençlik hareketleri, sol, devrimci, sosyalist yaklaşımlar üzerinde de bunlar etkili olmaya başladılar. O süreçte Avrupa’nın farklı ülkelerinde kurulan yeşil, çevreci partilerin katıldıkları seçimlerde almış oldukları oy oranları da bunun bir göstergesiydi. Aynı şekilde feminist hareketlerin yaşadıkları gelişmeler de dikkat çekiciydi.
Reel sosyalizmin çözülüşü
uluslararası alanda etki yarattı
Reel sosyalizm 1989’da çözüldüğünde sol, sosyalist hareketler içerisinde yaşanan hakim tablo böyle bir görünüm vermekteydi. Fakat tüm bu eleştirel yaklaşımlara ve farklı arayışlara rağmen hiç kimse, hatta Sovyetler Birliğini “emperyalist”, “baş düşman”, “baş çelişki” olarak görenler bile, 1989’da deprem etkisi yaratan böyle bir çözülme beklemiyordu. ABD’nin bile böyle bir beklentisinin olduğunu söylemek mümkün değildi. Ama bir kez çözülme başlamıştı. Düşen tuğlalar bir bir duvarların yıkılmasına, reel sosyalist ülkelerde var olan rejimlerin devrilmesine neden oldu. Yaşanan şaşkınlık herkesi etkiledi. Psikolojik etki ise sanıldığından daha fazlaydı. Zaten bunun sonuçları gecikmeden de görülmeye başlandı. Çöken reel sosyalist rejimler yerine en kaba, en dejenere mafyavari kapitalist sistemler inşa edilmeye başlandı. Yaşanan bu çöküntü uluslararası alanda sınıf mücadelelerini ve devrimci hareketleri de etkiledi. Birçok devrimci sosyalist parti dağıldı, geri kalanlarının çoğu da ideolojik, politik savrulmalar içerisine girdi. Devrimci sosyalist mücadelenin etkisi altında olan kitlelerde kırılma yaşandı ve içlerinden tekrar yönlerini kapitalist modernite sistemine çevirenler oldu. Kendilerine sosyalist diyen kişi ve çevreler içinde kapitalistlere taş çıkaran değme tüccarlar, işletmeciler, reklamcılar, spekülatörler, karaborsacılar çıktı. Bir yanda bunlar yaşanırken moral çöküntü içerisine girerek intihar edenler de oldu. Bu yönüyle reel sosyalizmin çözülüşünün etkileri sadece yaşandığı ülkelerle sınırlı kalmadı.
Bunun karşısında ise başta ABD olmak üzere kapitalist modernite güçleri bu düzeyde reel sosyalizmin çözülmesini beklememesine rağmen, süreci lehine çevrime için yaşananları kendi zaferi, başarısı ilan etmekten de geri kalmadı. Kendilerine göre yetmiş yıldır yürüttükleri karşı-devrimci savaşlarını kazanmışlardı ve bunu kesin başarıya götürmek için de ellerinden ne geliyorsa onu yapmak için harekete geçmekten de geri kalmıyorlardı. “İdeolojilerin sonu”, “tarihin sonu” gibi teoriler geliştirmeye başladılar.
Yeni Dünya Düzeni ve
Üçüncü Dünya Savaşı
Asıl burada ‘ideolojilerin sonu, tarihin sonu’ derken, bundan ötesi yok, kazanan kapitalizm oldu algısını hakim kılmak istemekteydiler. Tabi bunu yaparken en büyük ideolojik savaş ve siyaseti yapmaktan ve bu temelde de bir saldırı başlatmaktan geri kalmıyorlardı. En tehlikesi de bu saldırıyı yeni bir dünya sistemi/düzeni oluşturma hamlesine dönüştürme arayışları içerisine girmiş olmalarıydı. Nihayetinde böyle bir hamle içerisine de girdiler. “Yeni Dünya Düzeni” ise bunun adı oldu. Fakat bu konuda asıl tehlike, bunun nasıl gerçek kılınacağıydı. Üçüncü Dünya Savaşı arayışları da bu arayışa bir cevap olarak çıktı. Reel sosyalizmin dünya siyaseti ve hakimiyeti mücadelesinde yarattığı boşluk ancak böyle doldurulabilirdi. Bu temelde dünyaya yeni bir düzen vereceklerdi. İlk hamlenin yaşandığı bölgeler arasında da reel sosyalizmin en etkili olduğu alanlar ve çözülmesiyle birlikte boşluğun en etkili şekilde kendini hissettireceği bölgeler oldu. Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu ise bunlar arasında yerini aldı. Kafkasya, Balkanlar ve Orta Avrupa’ya kadar olan coğrafyada bölgesel içerikli çatışmalar yaşanamaya başlasa da asıl dünya savaşı Ortadoğu’da patlak verdi. Bir ABD provokasyonu olarak bu savaş Irak’ın Kuveyt’e saldırtılması sonucunda başlatıldı. Yoğunluklu olarak da emperyalist medya üzerinden psikolojik savaşa dayalı olarak yürütüldü. Ancak belirledikleri gibi bu savaşı kısa bir sürede sonuca götüremeyeceklerini anlamaktan da geri kalmadılar. Savaşı başlattıkları gibi yürütüme ve sonuca götürmeleri o kadar kolay değildi. Ellerini çabuk tutmaları gerekiyordu. Ancak reel sosyalizmin çözülmesiyle birlikte oluşan boşluğu doldurmaya aday olanlar da vardı. Bu adaylar içerisinde bölgesel düzeyde öne çıkabilecek olan devletlerin varlığı söz konusuydu. Sadece bu da değildi. Savaşın tetikleyeceği bölgesel dinamik güçlerin oluşturacağı potansiyel tehlikeyi de görmüşlerdi. Önceki dünya savaşları içerisinde bunun örnekleri de görülmüştü. Birinci Dünya Savaşı içerisinde Büyük Ekim Devrimi doğmuştu. İkinci Dünya Savaşı içerisinde ise Doğu Avrupa’da Halk Demokrasileri oluşmuş, Uzak Doğu Asya ve Afrika’da Ulusal Kurutuluş Mücadelelerinin fitili ateşlenmişti. Çin, Kore, Vietnam ve Küba devrimleri yaşanmış, 1968 Avrupa Gençlik Hareketi patlak vermişti. Bununla birlikte dünya genelinde yaygın sınıf harekeleri ve savaş karşıtlığı gelişmeye başlamıştı. Üçüncü Dünya Savaşı içerisinde ya da neden olacağı sonuçlara bağlı olarak bunlardan herhangi biriyle ya da birkaçıyla birlikte yüz yüze gelinebilirdi. Bunu düşünmek bile ABD ve birlikte hareket ettiği koalisyon güçlerini korkutmaya yetti. O nedenle Bağdat’a varıp, savaşa son verme yerine geri çekilmeyi kendi çıkarlarına gördüler. Çünkü başlayan bu savaş Irak’la sınırlı kalmayabilirdi. Her ne kadar biten İran-Irak savaşı bu devletleri güçten düşürmüş olsa da İran Ortadoğu’ da müdahil bir güç olarak ortaya çıkabilirdi. Büyüyen bir güç olarak Çin tehlikesi her zaman gündemde tutulmayı gerektirmekteydi. Rusya kendini yeniden toplayarak ABD ve Koalisyon güçlerinin karşısına dikilebilirdi. Her ne kadar NATO üyesi olsa da TC Devleti potansiyel bir tehlike olarak varlığı hesapta tutulabilmeliydi. Bunlar dışında daha başka tehlikeler de söz konusuydu. Bunlar da kapitalist modernite güçlerinin mutlaka hesapta tutmaları gerekenler arasında yer almaktaydı. Bu güçler kapitalist modernite sistem dışı güçlerin varlığıydı. Irak’ta Saddam rejiminin yıkılması halinde oluşacak boşluktan bu güçler çok rahat bir çıkış yapabilirlerdi. Irak çok rahat parçalanarak Ortadoğu’da yeni bir Afganistan haline gelebilirdi. Kürt faktörü ise bunlar içerisinde en çok dikkate alınması gerekendi. PKK Önderlikli yürütülen bir Ulusal Kurtuluş Savaşı vardı. Bu savaş çok rahat Ortadoğu’yu içerisine alacak bir savaş halini alabilirdi. Bu da Üçüncü Dünya Savaşı içerisinde yeni bir Ekim Devrimini olanaklı hale getirebilirdi. Reel sosyalizmin çözülmesini takip eden günlerde Bakur Kurdistan’da ve Türkiye’de yaşananlar da bu konuda ABD ve ortaklarının son derece dikkate alması gereken hususlar arasında yerini almaktaydı.
Kurdistan’da yaşanan
gelişmeler bölgesel düzeyde yaşananlarla karşıt bir
istikamette yol almaktaydı
Doğu Avrupa ülkelerinde reel sosyalist rejimlerin sarsılmaya, art arda yıkılmaya başladığı bir süreçte Kurdistan ve Türkiye’de yaşananlar tamamen zıddı istikamette yol almaktaydı. Romanya’da Çavuşesku yönetimi, Doğu Almanya’da Berlin Duvarı yıkılırken diğerlerinde de benzeri türden bir süreç yaşanırken, Kurdistan’da gerilla mücadelesi çok yaygın bir hal almış, şehir ve kasabalarda serhildanlar yaşanmaya başlamıştı. Bu gerilla ve halk hareketi, birleşik bir mücadele olarak halk savaşının stratejik bir aşamaya doğru evrilmesine işaret ettiği kadar, soykırımcı TC Devleti için de bir yenilgi anlamına gelmekteydi. Sadece bu da değildi, Kurdistan devrimi, Türkiye toplumu tarafından da ilgiyle karşılanmaya başlanmıştı. O süreçte demokrat kimliği ile tanınan gazetecilerin, devrimci kimliği ile tanınan aydınların, yazarların Önder Apo ile yaptığı röportajların Türkiye toplumuna taşırılmasının oldukça önemli etkileri oluyor ve yeni tartışmalara yol açıyordu.
Denilebilir ki, o süreçte Kurdistan’da gelişen özgürlük eğilimi ve düşüncesi, Türkiye toplumunu da birbirine yakınlaştırmaktaydı. Bu, soykırımcı TC Devleti için bir yenilgi anlamına da gelmekteydi. Çünkü Kurdistan’da yürüttüğü özel-kirli savaşla amaçlanan Kurdistan ve Türkiye halklarını karşı karşıya getirme politikasını boşa çıkardığı gibi, Kurdistan özgürlük mücadelesi ile Türkiye demokrasi mücadelesini ortak zeminde buluşturmaktaydı. 1989’dan sonra gelişen ve Türkiye’nin temel gündemleri arasına giren; işçi ve kamu emekçilerinin direniş ve gösterilerinde bunları görmek mümkündü. Bu direnişlerde Kürt ve Türk emekçileri omuz omuza birlikte yürümekteydiler. Sadece bu da değildi. Kurdistan özgürlük gerillası saflarına katılan Türkiyeli genç kadın ve erkek sayısında da ciddi bir yükseliş yaşanmaya başlamıştı.
Tüm bu yaşananların Türkiye’de siyasal ve toplumsal yaşam üzerinde etkisini göstermemesi beklenemezdi. 17 Mayıs 1987’de Türkiye’de yapılan Anayasa değişikliği referandumunda olduğu gibi,1991 seçimlerinin ortaya çıkardığı sonuçlar da bunu göstermekteydi. 12 Eylül askeri faşist cuntası bu referandum ve seçimlerde ciddi bir darbe yedi. Yapılan referandumla siyaset yasaklılara siyaset yapma önünde engeller aşılırken, seçimlerde de ANAP hükümeti iktidar koltuğunu kaybetmişti. Oluşan böyle bir konjonktür içerisinde Kürtler demokratik siyaset alanında etkin bir güç olarak öne çıkma olanaklarına kavuştular.
Reel sosyalizmin çözüldüğü bir süreçte Kurdistan ve Türkiye’de yaşanan tüm bu gelişmeler, uluslararası ve bölgesel düzeyde yaşananlarla karşıt bir istikamette yol almaktaydı. Doğaldır ki, neden olacağı sonuçlar birbirinde farklı olacaktı. Üçüncü Dünya Savaşı‘nın fitili tam da böylesi bir süreçte ateşlenmişti. O nedenle de Üçüncü Dünya Savaşı sadece reel sosyalizmin çözülmesiyle oluşan boşluğun kapitalist modernite güçleri tarafından doldurulması hedefiyle kendisini sınırlandırmamıştı. Ayrıca bölgenin ardından da dünyanın kaderi üzerinde etkide bulunulabilecek devrimci dinamiklerin de önüne geçilmesini hedeflemekteydi. ABD güçlerinin Bağdat yolu üzerinde durmasının ve geri çekilmesinin belki de en temel nedenini bu oluşturmaktaydı.
Dikkat edilirse ABD Irak saldırısını durdurduktan sonra, bölgeden bir geri çekilme yaşamadı. Aksine daha fazla yerleşmenin koşullarını oluşturma hedefiyle hareket etti. Irak hava sahası içerisinde kalan 32. ve 36. Paralel arasında kalan bölgeyi uçuşa yasakladı. Güney Kurdistani güçlere dayalı ama kendi kontrollerinde olan bir bölge oluşturmak için harekete geçti. Bunu takip eden gelişme sürecinde ise yapılan seçimlerle 1992 yılında Güney Kurdistan Parlamentosu’nun oluşumu yönünde yürütülen çalışmalar sonuçlandırıldı. Soykırımcı TC ise bu parlamentonun açılmasına PKK’ye karşı savaş ilan etmesi karşılığında ‘olur’ verdi. Zaten sonrasında da bu doğrultuda atılan adımlar ve soykırımcı TC Devleti’nin Güney Kurdistanlı işbirlikçi güçlerle birlikte -günümüzde de devam etmekte olan- kalıcı Güney Kurdistan işgal saldırıları yaşandı. Bu şekilde ABD kontrolünde, TC Devleti‘nin de fiili askeri varlığıyla desteklenen Güney Kurdistan’da işbirlikçiliğe dayandırılmış bir bölgesel yönetim oluşturulmaya çalışıldı.
O nedenle de ABD’nin Bağdat işgal saldırısını durdurarak Saddam rejiminin bir süre daha ömrünü devam ettirmesine olanak tanıdı. Bu yönüyle stratejik bir yaklaşımın sonucunda Bağdat’taki rejim değişikliğini durdurmuş ve Güney Kurdistan’ı öncelikli olarak dizayn etme arayışına girmişti. Burada PKK’ye yönelik TC ve işbirlikçiliğe dayalı saldırılarla da PKK’nin önüne geçilerek, Üçüncü Dünya Savaşı‘yla oluşturulmak istenen Yeni Dünya Düzeni’nin önünde en temel devrimci dinamik güçlerin de bir tehlike olmaktan çıkarılması sağlanmış olacaktı. Bir başka ifadeyle de ABD böylece bir taşla birkaç kuş vurma olanağına kavuşmuş olacaktı. 1992 yılı Güney Kurdistan işgal saldırıları ile 9 Ekim 1998 uluslararası komplo arası dönem ağırlıklı olarak bu doğrultuda PKK’yi zayıflatarak güçten düşürmeye yönelik saldırılarla geçti.
1990’lı yıllara girişle birlikte PKK o güne kadarki mücadele tarihinde özgürlüğe en yakın bir gelişme içerisinde bulunmaktaydı. Kır ve şehir arasındaki diyalektik birlik sağlandığı gibi, soykırımcı TC Devleti de Kurdistan’da alan boşaltma hazırlıkları içerisine girmişti. Kurdistan’da öne çıkan; dirilişin tamamlandığı, sıranın kurtuluşa geldiği sloganıydı. Gerilla ordulaşması büyümüş ve toplumun her kesiminden gerillaya katılımlar kitlesel olarak başlamıştı. Kurdistan’da özgürlük gerillası karşısında o zamana kadar yürütülen NATO destekli klasik özel savaş taktikleri iflas etmişti. Bunun karşısında soykırımcı TC Devleti’nin yapacaklarının sınırları daralmıştı. Devlet içerisinde eski klasik bastırmacı yöntemde ısrar edenler olduğu kadar, bu yöntemlerle Kürt sorununa çözüm bulanamayacağına dair görüşler de gelişmekteydi. Bu doğrultuda PKK ile diyalog arayışları içerisine girenler de olmuştu. Ancak var olan farklı görüş sahipleri arasında bir çatışmanın yaşandığı da gözle görülür bir hal almıştı. PKK ile diyaloğun yollarını açmak isteyenler olduğu gibi, bunların önünü kesmek için karşı ataklarda bulunanlar olmuştu. Tam da böylesi bir süreçte Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Maliye Bakanı Adnan Kahveci, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in de içerisinde olduğu devlet kademelerinde önemli görevler almış olanların da bulunduğu kişilere yönelik suikast ve şaibeli ölümler sürecin daha farklı bir yöne doğru evrilmesine neden oldu. Süleyman Demirel, Tansu Çiller, Doğan Güreş ve Mehmet Ağar dörtlü mafya-çete- devlet blok örgütlenmesi böylesi bir sürecin ürünü olarak ortaya çıktı ve faili belli cinayetlerin, işkencelerin, kitlesel tutuklamaların, köy boşaltmaların günlük sırdan olaylar haline getirilerek sıradanlaştırıldığı bir döneme girildi. NATO desteğiyle ordunun yeniden düzenlenmesi devreye konuldu. Tam da böylesi bir süreçte 6 Mayıs 1996 günü Şam’da Önder Apo’ya karşı bombalı bir suikast gerçekleştirildi. Bunu takip eden yıllarda da bilinen 9 Ekim 1998 Uluslararası Komplosu gündeme getirildi.
Önder Apo’nun sosyalizm
değerlendirmesinin diğer
değerlendirmelerden farkı
Reel sosyalizmin çözülmesi sonrasında Kurdistan ve Türkiye’de yaşanan özgürlük ve demokratikleşme lehine yaşanan devrimci demokratik hamlenin bu şekilde önüne geçilmeye çalışıldı. Ve Önder Apo’nun 15 Şubat 1999 günü rehin alınmasıyla birlikte reel sosyalizmin çözülmesi sonrasında reel sosyalist ülkelerde ve uluslararası alanda sosyalist, devrimci, demokratik ve özgürlükçü güçlerin yaşadıklarının bir benzerinin Kurdistan ve Türkiye’de yaşanmasının önü açılmaya çalışıldı. Zafer, başarı, devrimci toplumsal kabarış ve yükselişin yerini; düşüşe, alçalışa bırakması sağlanmak istendi. Fakat bu da beklenildiği bir sonuç yaratmadı. Aksine uluslararası komplocu güçleri de şaşkına uğratan; Kurdistan toplumunda derin bir öfke patlamasına neden oldu. Buna rağmen uluslararası alanda Kurdistan’da sosyalizm ve devrim aleyhine bir moral etkenin öne çıkacağı yönündeki beklentiler içerisine girilmekten de geri kalınmadı. Daha çok da klasik pozitivist sosyolojinin etkisi altında olanlarda bu görüldü. Ancak bunun böyle olmadığının anlaşılması gecikmedi.
Tabii bunun da nedenleri vardı. Bunların başında Önder Apo’nun sosyalizm düşüncesi ve reel sosyalizme dair yaptığı değerlendirmeler ve ona göre ideolojik ve siyasal bir bakış açısı gelmekteydi. Önder Apo’nun sosyalizm değerlendirmesi yapılan diğer sosyalizm değerlendirmelerinden çok farklıydı. Ve bu farklılığa göre de reel sosyalizmin çözülmesini ele alarak bir tutum belirlemişti. Buna göre reel sosyalizmin çözülmesi, sosyalizmin yenilgisi değildi. O nedenle kaybeden de sosyalizm değildi. Reel sosyalizmin çözülmesi, sosyalizme mal edilen sorunların asıl sahiplerine, kapitalist moderniteye dönmesi anlamına gelmekteydi. Bu da sosyalizm için bir rahatlama anlamına geliyordu. Onun içindir ki, Önder Apo o güne kadar sosyalizmin hamallığını yaptığı kapitalizme ait yükleri bir kenara atarak sosyalizmin rahatlamasının da önünü açmış olmaktaydı. Devletçi, iktidarcı yaklaşımı reddetti. Devrimin devletleşme olmadığının anlaşıldığını, ne kadar iktidar dışı, devlet dışı olunur ve örgütlenilirse ancak o kadar devrimin yaşanabileceğini açıkça ilan etti. Kaba sınıf bakış açısını reddederek, ekolojik, demokratik, kadın özgürlükçü paradigmayı esas alan bir dünya görüşü geliştirdi. Reel sosyalimin çözülmesi sonrasında sloganlaşan ‘‘Sosyalizmde ısrar insan olmakta ısrardır’’ belirlemesini tekrar başlığa taşıdı.
Önder Apo, aslında bu gibi değerlendirmeleri reel sosyalizm çözülmeden önce yapmış ve somut eleştirilerini dile getirmekten geri kalmamıştı. Bu görüşlerini makaleler ve çözümlemelerinde kapsamlı olarak ele almış ve bunlar farklı dergilerde, kitaplarda yayınlanmıştı. O nedenle de yabancısı olunmayan görüşlerdi.
Önder Apo için her zaman
kapitalizme karşı mücadele esastı
Önder Apo daha 1973 baharında ilk ideolojik grup olarak çıkışını yaptığı andan itibaren sosyalizm değerlendirmelerinde ilkesel olana sıkı sıkıya bağlı kalırken, biçimsel olana takılıp kalmamayı esas alan bir yaklaşım içerisinde olmuştu. O nedenle de o süreçte sosyalizm içi farklılık olarak görülen ve karşı kutuplaşmalara yol açan yaklaşımlara itibar etmemiş ve arasına bir mesafe koymayı da bilmişti. Reel sosyalist pratiklere karşı eleştirileri de vardı. Ama bu, hiçbir zaman sosyalizme karşı cepheden bir yaklaşım içerisine girmesine ve kapitalizmle arasına konulması gereken keskin mesafenin aşılmasına neden olmamıştı. Her zaman kapitalizme karşı mücadeleyi önceleyen bir yaklaşımı öne çıkarmış ve bunun etrafında hareket edilmesini öngörmüştü. Temel olarak ülkenin ve halkın sorunlarını esas almış ve bunların çözümü doğrultusunda mücadelenin örgütlenmesine çalışmıştı. Eğer bunların gerekleri yerine getirilirse, asıl hedefe de ancak o zaman ulaşılacağını savunmuştu. Bunun dışında bir eğilim ve yaklaşımın asıl hedeften uzaklaşmaya yol açacağını belirterek, bu tür yaklaşım içerisinde olanları eleştirmekten geri kalmamıştı. Ve asıl doğru olanın da sosyalizm için mücadele etmek olduğunu belirterek; temel ölçünün ne olması gerektiğini belirtmişti. Sosyalizm pratiklerini değerlendirirken de bir karşıtlaştırma içerisine girmeden; eleştirdiği kadar, savunmayı da bilmişti. Hiçbir zaman katı inkarcı bir yaklaşım içerisinde olmadığı gibi, her zaman savunulması gerekenler konusunda bir tereddüt göstermemişti.
Reel sosyalimin çözülmesini de bu bakış açısıyla ele alarak bir yaklaşım belirlemişti. Reel sosyalizmin çözülüşünü ‘dünyanın, tarihin, ideolojilerin sonu’ olarak görmemişti. Bu çözülmeden asıl zarar görenin kapitalizm, asıl karlı çıkanın da sosyalizm olacağını savunmuştu. Dolayısıyla, bu düşünce ve inançla, sosyalizm mücadelesinde herhangi bir ikircikli tutum içerisine girmeden ısrarlı yürüyüşünü sürdürmüştü. Reel sosyalizmin çözülmesinden sonra da Kurdistan özgürlük ve demokrasi mücadelesinin, devriminin kesintisiz bir şekilde, hatta ivme kaydederek yükselmesi bunun bir göstergesi olmuştu. 9 Ekim 1998 uluslararası komplosu sonrasında da bu istikametteki yürüyüşüne ısrarlı bir şekilde devam etmesini bilmişti. Rehine olarak çıkarıldığı mahkemelere sunduğu savunmalarda “Derinden farkındayım ki, şahsımda iyi bir anti-kapitalist yargılanıyor ve yargılıyor. Yargılanma doğaldır ki hukuku katbekat aşmaktadır’’(1) ifadesiyle bunu herkese ilan etmekten geri kalmamıştı.
Önder Apo mahkemelere sunduğu savunmalarda güçlü tarih çözümlemelerinde bulunmuş, o güne kadar olduğundan farklı bir bakış açısı geliştirmişti. Sosyalizme dair görüşleri de bunlar arasında yer almaktaydı. Önder Apo sosyalizmi, insanlığın toplumsallaşması süreciyle bağlarını kurarak ele alıyordu. Tarih içerisinde toplumsallığın sınıflı devletçi uygarlık güçlerine karşı yürütülen tüm direnişleri de bu mücadelenin bir parçası olarak görmek gerektiğine dikkat çekiyordu. Günümüzdeki sosyalizm mücadelelerini de bu temele bağlı kalarak ele almanın önemine vurgu yapıyordu. Buradan hareketle de devlet, iktidar ve devrim arasındaki ilişkileri yeniden analize tabi tutarak devrimleri bir iktidar sorunu olarak görmediğini, devrimlerin ancak iktidar ve devlet dışı toplum örgütlenmeleri temeli üzerinden yükselebileceğini önemle dile getiriyordu. Asıl olarak da reel sosyalizmin yanılgısının tam da bu noktada yaşandığının üzerinde duruyordu.
Reel sosyalimin çözülmesinden sonra, o güne kadar sosyalizm adına taşınan kapitalizme ait sorunlar, yeniden asıl sahiplerine döndü. Özgürlükler sorununun sınıflı devletçi uygarlık sisteminin bir sorunu olduğu gerçeği açığa çıktı. Bunun sağlanabilmesi ve özgürlüklerin korunmasının; komünal demokratik toplum özelliklerin savunulması ile mümkün olduğu netlik kazandı. Bunun yolunun ise; asıl kaybedişin yaşandığı kadın özgürlüğüne, doğa ile uyumlu ve dengeli bir yaşama dönüşle, emeğin özgürleşmesiyle mümkün olacağı gözler önüne serildi. Bir başka ifadeyle de reel sosyalist bakış açısına göre; genel sorunlara bağlı olarak çözüleceği var sayılan tüm bu sorunların çözümü öncelenmeden, sosyalizm mücadelesinde zafere ulaşmanın mümkün olmayacağı açığa çıktı.
Bunun anlamı ise reel sosyalizmle, kapitalizme bağlanılan prangalardan kurtulmaktı. Reel sosyalizmin çözülmesi sosyalizm açısından böyle bir anlam ifade etmişti. Bu anlamda kazanan sosyalizm olmuştu. O nedenle de kapitalizm devraldığı sorunlarla daha güçlenen olma yerine, zayıflayan bir hale geldi. Başlattığı Üçüncü Dünya Savaşı ile hedeflediği “Yeni Dünya Düzeni”, otuz yılı aşkın bir süredir yaşanan tam bir dünya düzensizliği haline geldi. Böyle bir atmosfer içerisinde de ayaklarındaki prangalardan kurtulan sosyalizm mücadelesi o zamana kadarki statik haliyle yaşadığı zayıflamadan kendini kurtararak, kendi hakikati üzerinden bir yükselme dönemi içerisine girdi. Bunu sağlayan ise Önder Apo tarafından geliştirilen yeni paradigmasal bakış açısı ve bu temel de yükselen Kurdistan özgürlük devrimi oldu. Bakur Kurdistan’da devlet ve iktidarı reddeden demokratik ulus inşa mücadelesi ve bu temelde bir yükseliş kaydeden Rojava Devrimi ile Rojhilat Kurdistan’da yaşanmakta olan Jin-Jiyan Azadî Devrimi ise bunun en somut örnekleri olarak tarihe geçti.
Kurdistan’da yükselen
özgürlük devrim
Reel Sosyalizmin çözülmesi genel olarak dünya sosyalist hareketleri üzerinde moral açıdan olumsuz bir etki yaratmıştı. Tam da öylesi bir süreçte Kurdistan’da yükselişe geçen özgürlük devrimi, sosyalizm rüzgarlarının esmeye devam ettiğinin habercisi ve umutların korunmasında motive edici rol oynamaktaydı. Adeta bu yükselişle tüm dünya insanlığına devrimci dalgalanmaların yeniden yükseleceğinin müjdesini veriyordu. Dünya sosyalist hareketlerinin tarihinde de benzeri süreçler yaşanmıştı. 1848 Avrupa devrimlerinin bastırılmasının ardından 1871’de Paris’te iki ay gibi süre ayakta kalmayı başarmış olsa da komün doğmuştu. Onu takip eden yıllarda da Avrupa’dan, Amerika’ya varıncaya kadar uluslararası alanda işçi, emekçi hareketleri büyük bir gelişme kaydetmişti. 20. yy’ın başlarından itibaren de bu gelişmeler dünyada fırtına etkisi yaratmıştı. Reel sosyalizmin çözülüşü de her ne kadar sosyalist hareketler üzerinde moral düşürücü etkiler yaratsa da bu şekilde kalıcı bir etkiye dönüşmeyerek, yerini devrim, sosyalizm fırtınalarının eseceği umutlarının korunduğu bir ortama bırakmıştı. Kurdistan’da yükselen özgürlük devrimi de bunun en somut bir kanıtı olmaktaydı. Sadece bu da değildi. Kurdistan devriminin yükselişe geçişi, uluslararası alanda etkisini değişik biçimlerde göstermeye başlamıştı. Gözlerin Kurdistan’a çevrilmesi, uluslararası alanda yeniden arayışların yaşanmaya başladığını göstermekteydi. Kuşkusuz bunun sonuçları da olacaktı.
Bu sonuçlar tam da uluslararası komplocu güçlerin Kurdistan’da yükselen ve oradan tüm dünyaya ışık olan özgürlük devrimini boğmak için harekete geçtiği bir süreçte kendini çok somut olarak göstermişti. Uluslararası komplocu güçler, Önder Apo’yu rehine alarak; Kurdistan özgürlük devriminin tüm dünyaya ışık olmasının önünü almak isterken, güçlü bir direnişle karşılaşmıştı. Başta Avrupa ülkelerinde olmak üzere dünyanın bir çok yerinde Kürt ateşi dünyayı aydınlatan bir meşaleye dönüşmüştü. Bu uluslararası güçlerin yaşayacakları büyük tehlikenin habercisiydi. Her ne kadar uluslararası komployu derinleştirerek kendilerine göre farklı yollardan sonuçlar almak için harekete geçmiş olsalar da tehlikenin büyüklüğünü görmüşlerdi. O nedenle uluslararası komplonun ardından ön gördükleri tehlikenin önünü almak için, hazırladıkları diğer planlarını Ortadoğu’da hızlı bir şekilde uygulamaya koydular. 11 Eylül 2001 tarihinde İkiz Kule Provokasyonu ile yaktıkları işaret fişeğinin ardından önce Afganistan onu takiben de Saddam Hüseyin rejimini devirmek amacıyla yarım bıraktıkları Irak müdahalesini tamamlamak için harekete geçtiler. Ancak bu müdahaleler istedikleri sonuçları elde etmenin aksine, daha farklı sonuçlarla karşılaşmalarına neden oldu. Bu süreçte Rusya sanıldığının aksine daha erken bir toparlanma işine girdi. Bölgede Çin etkisini hissettirmeye başladı. İran, Irak’ta oluşan boşluğu kendi lehine çevirmek için arayışlar içerisine girdi. Yaşanan böylesi bir süreçte PKK, Önder Apo’nun rehine olarak alınmasının ardından yaşadığı geri çekilme sürecini başarıyla tamamlayarak; dıştan dayatılan KDP destekli ihanetçi provokasyonu tasfiye ederek 1 Haziran 2004’te yeni bir gerila hamle sürecini başlattı. İşler uluslararası komplocu güçlerinin, umduklarının, istediklerinin aksine bir gelişme seyri izlemeye başladı. Kurdistan’da özgürlük devrimi 1 Haziran Hamlesi ile yeni bir boyut daha kazandı. Bununla birlikte, 2010 yılında Tunus’da başlayan Arap Baharı yeniden alevlendirilen Üçüncü Dünya Savaşı ateşinin tersinden savrulmasına neden oldu. Bölge gericiliğine ve diktatöryal sistemlerine karşı Tunus ve Mısır’da halk ayaklanmaları yaşandı ve iktidarlar devrildi. Bunun karşısında ABD ve koalisyon güçleri karşı bir saldırı başlatmaktan geri kalmadı. DAİŞ, El Kaide gibi provokasyon çete örgütleri ve soykırımcı TC gibi devletleri de kullanarak Libya ve Suriye müdahalelerinde bulunarak aleyhlerine dönüşen havayı lehlerine çevrime saldırılarını devreye koydular. Böylece bir anda Ortadoğu ve Kuzey Afrika Üçüncü Dünya Savaşı ateşinin yükseltildiği alanlar haline getirildi.
Sömürgeci devletlerin anti Kürt ittifakı
İçerisine girilen böylesi bir süreçte Kurdistan özgürlük devrimi yeni bir hamlesel süreç daha başlattı. Devrimci Halk Savaşında Dördüncü Stratejik Aşama adıyla böylesi bir süreçte Bakur Kurdistan’da gerilla ve serhildana dayalı olarak özgürlük devriminin geliştirilmesi hedeflenirken, 19 Temmuz 2012 Rojava Devrimi gerçekleşti. Arap Baharını tersine çevirerek, kendi hamlesi haline getirmek isteyen küresel sermaye güçleri böylece hesapladıklarının tersine olan bir tabloyla karşılaşmış oldular. Tam da o zamana kadar engellemeye ve önünü almaya çalıştıkları Kurdistan özgürlük devrimini karşılarında buldular. Ortadoğu’da başlatarak tüm dünyaya hakim kılacakları “Yeni Dünya Düzeni” hayallerinin gerçekleşeceğini düşündükleri bir süreçte böyle bir tabloyla karşılaşmaları, sadece onlar için değil, soykırımcı TC başta olmak üzere diğer sömürgeci devletler ve DAİŞ, El Kaide gibi provokasyon çete yapılanmaları için de bir yıkım etkisi yarattı, kurdukları hayalleri darmadağın etti. Bakur Kurdistan’da gerilla ve serhildan büyük bir atılım yapmıştı. Rojhilat Kurdistan’da gerilla hareketi halk için bir çekim merkezi haline gelmişti. Rojava’da özgürlük devrimi yaşanmıştı. Sömürgeci devletlerin anti Kürt ittifakı sonuçsuz kalmıştı.
Elbette bunun etkisi Kurdistan’la da sınırlı kalmayacaktı. Kurdistan’da yükselen devrimin etkisi sadece Kurdistan’ı değil, Ortadoğu’yu ve oradan da tüm dünyayı etkisi altına alarak bir anda tüm gözlerin Kurdistan özgürlük devrimine çevrilmesine neden olacaktı. Üçüncü Dünya Savaşı içerisinde böylece yeni bir dünya devrimi daha doğmuştu. Bu reel sosyalizmin çözülüşü sonrasında yanmaya devam eden Kurdistan özgürlük devrimi ateşinin tüm dünyayı etkisi altına alması demekti. O nedenle de etkisi buna denk olacaktı. Rojava Devrimi, bir özgür kadın devrimi olarak kabul gördü. Soykırımcı TC Devleti ve onun güdümündeki DAİŞ, El Kiade gibi çete yapılanmalarının Rojava Kurdistan’da bozguna uğratılması tüm dünya insanlığının başarısı olarak kabul edilerek sahiplenildi. “Dünya Kobanê Günü”, “Dünya Rojava Günü” olarak sahiplenilen ortak bir değere dönüştürüldü.
Bunlar reel sosyalizmin çözülmesi sonrasında, dünya sosyalist hareketlerinin morali üzerinde oluşan olumsuz etkilenmenin dağılması ve yerini yükselen moral değerlere bırakması anlamına geldi. Bir nevi 1848 Avrupa devrimlerinin bastırılması sonrasında yükselen emek ve işçi hareketlerinin, 1889’da İkinci Enternasyonal’in İkinci Konferansında Amerika Chicago işçilerinin 1886 yılının 1 Mayıs’ındaki eylemlerini ortak evrensel bir gün olarak karşılayıp kutlama kararlarına benzer bir etki yarattı. Bunlarla da sınırlı kalmayarak, üzerine yeni moral değerler eklemeye devam etti. Günümüzde Önder Apo’yu sahiplenen ortak konferansların, etkinliklerin, gösterilerin düzenlenmesi, kapitalist moderniteye karşı toplantıların ve protestoların yapılması ve bu şekilde giderek çoğalan ortak sosyalist değerler etrafında bir araya gelinmekte olması da bunun bir göstergesi olarak tarihe geçti.
1- (Abdullah Öcalan, Kapitalist Uygarlık-Maskesiz Tanrılar ve Çıplak Krallar Çağı kitabından)