PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan ile PKK hareketinin stratijik ittifak anlayışı, gerilla deneyimi, Filistin ve Rojava işgal saldırıları üzerine yapılan röportaj
-Venezuela Devlet Başkanı Maduro, Erdoğan’ın yemin töreni için Türkiye’deydi. Lula sosyal medya üzerinden Erdoğan’ı yeniden seçilmesinden dolayı tebrik etti. Küba’nın Türkiye ile güçlü ve ağırlıklı olarak ekonomik bağları var. Kendini sosyalist ilan eden bu devletlerin hiçbiri Erdoğan’ı Kürt karşıtı politikaları nedeniyle eleştirmiyor. Ekonomik nedenler ve ilişkilerin yanı sıra Türkiye’yi Amerikan karşıtı bir güç olarak değerlendiren sesler de var. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? KCK Güney Amerika’daki hükümetlerden ve toplumsal güçlerden ne bekliyor?
Duran Kalkan: ‘Devletçi sosyalizm’, sosyalizmin temel ilkeleri olan özgürlük, farklılıklara dayalı eşitlik ve paylaşım yerine, devlet çıkarlarını esas alıyor ve ideolojiyi bu çıkarlara kurban ediyor. Sovyetler Birliği de böyle yaptı; ‘sosyalist anavatanı savunma’ adı altında her şeyi Sovyetler Birliği Devleti’nin savunulmasına bağladı; ancak bu anlayış Sovyetler Birliği Devleti’ni koruyamadığı gibi, yıkılmasının da temel nedenlerinden biri oldu. Venezuela ve Küba gibi devletlerin de Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile ilişkilerini bu temelde ele almak gerekir. Biz hareket olarak, ideolojik ilkelerin siyasi çıkarlara bağlanmaması, tersine ideolojinin siyasete yön vermesi gerektiğine inanıyoruz. Yine bir siyasi ve askeri kurumlaşma olan ve sermaye tekellerinin baskı ve sömürücü aracı olarak rol oynayan iktidar ve devlet kurumuyla sosyalizmin temel ilkelerinin inşa edilip geliştirilmesinin mümkün olmadığına inanıyoruz. Bu nedenle, sosyalizmin ilkelerinin devlet yönetimiyle değil de demokratik yönetimle, Karl Marx’ın ifade ettiği “Devlet olmayan devlet” yerine geçen demokratik konfederalizmle inşa edilip geliştirilmesini esas alıyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve AKP-MHP faşist yönetiminin ABD karşıtı olduğu iddiasına gelince, bunu doğrulayacak ciddi bir kanıt sunmak mümkün değildir. Tayyip Erdoğan, ABD yönetiminden izin ve destek alarak AKP’yi kurmuş ve iktidara gelmiştir; bugünkü tek kişi diktatörlüğüne ulaşması da 5 Kasım 2007 tarihli Bush-Erdoğan görüşmesinde yapılan ortak planlama sonucunda gerçekleşmiştir. MHP’yi ise, ABD’de kontrgerilla eğitimi gören Alparslan Türkeş kurmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1952 tarihinden bu yana NATO üyesidir ve başta Kuzey Kore’ye karşı savaş olmak üzere tüm NATO saldırılarına en önde katılmıştır. Türk ordusu, ABD’den sonra NATO’nun en büyük ikinci ordusudur. Türkiye’deki bütün askeri darbeler NATO desteğiyle yapılmıştır. Bugünkü Tayyip Erdoğan yönetimini ortaya çıkartan 12 Eylül 1980 askeri darbesi de bir NATO darbesidir. Haziran 1985’den beri Kürt gerillasına karşı savaşı Türk devleti NATO’nun 5. maddesinin işletilmesi temelinde NATO’ya götürmüş ve bugüne kadar da NATO’dan aktif askeri, ekonomik ve siyasi destek almıştır. Bir yerde Kürt gerillasına ve halkına karşı mevcut soykırım savaşını yürüten NATO’nun kendisidir. En son İsveç’in NATO üyeliği kapsamında bu yönlü yapılan pazarlık ve NATO bünyesinde Kürt gerillasına karşı savaşı koordine etmek üzere oluşturulan “Terörizme Karşı Koordinasyon” örgütlenmesi de bu amaçladır. Böyle bir devletin NATO ve ABD karşıtı olması mümkün müdür?
Son yüzyıl boyunca Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kurdistan’da gerçekleştirdiği soykırım katliamlarını, demografyayı değiştirmek için yürüttüğü çalışmalarını, tarihin en eski halklarından olan Kürt halkının dilini ve kültürünü yasaklayarak hepsini Türkçeleştirme, yani asimile etme faaliyetlerini burada belirtme gereği bile duymuyoruz. İsteyen ve ihtiyaç duyan herkes, son yüzyıllık tarihi inceleyip bugünkü gelişmeleri takip ederek bunları açığa çıkartabilir. Belirtmek istediğimiz, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sadece Kürt karşıtı ve Kürtler üzerinde soykırım uygulayıcısı olmadığıdır; bu devlet yüz yıldır aynı zamanda Ermeni, Asuri-Süryani ve Rum karşıtıdır da ve bu halklara karşı da soykırım uygulamaktadır. Örneğin ABD dahil herkes 24 Nisan 1915 Ermeni soykırımını tartışmakta ve kararlar almaktadır. Sosyalistlerin bu gerçekleri araştırmaması ve bu temelde görüş ve tutum sahibi olmaması elbette doğru ve kabul edilir değildir.
Stratejik müttefikimiz devlet ve kapitalist modernite dışı güçlerdir
Hiçbir devleti stratejik müttefik olarak görmüyoruz. Devletlere yaklaşımımız taktik ilişki düzeyindedir. Stratejik müttefik olarak iktidar ve devlet dışı, kapitalist modernite dışı güçleri görüyoruz ve başta kadınlar, gençler ve emekçiler olmak üzere tüm ezilen ve sömürülen toplumsal kesimlere bu temelde yaklaşıyoruz. Bu genel yaklaşımımız Güney Amerika hükümetleri ve toplumları için de geçerlidir. Güney Amerika hükümetleri faşist soykırımcı TC Devleti’ni desteklemezlerse ve yine başta Kürtler olmak üzere Ermeni, Asuri-Süryani ve Rum halklarının ulusal demokratik mücadelelerine saygı gösterirlerse iyi olur. O zaman TC Devleti güçlü olmaz ve dolayısıyla NATO da güçlü olmaz. Bu da tüm Güney Amerika için iyi ve yararlı olur.
Başta kadınlar, gençler ve emekçi kesimler olmak üzere tüm Güney Amerika toplumsal güçlerine gelince, onlar bizim ideolojik ve stratejik dostumuz ve doğal müttefikimizdirler. Onların sağlayacağı her türlü özgürlükçü ve demokratik gelişme bizim de gelişmemiz ve başarımızdır. Kürt halkının ve kadınlarının başarısı ise, onların başarısı ve gücüdür. Örneğin Kurdistan kadınlarının yükselttiği Jin Jiyan Azadî serhildanı ve devrimi hem Güney Amerika kadınlarının devrimidir ve hem de tüm insanlığın özgürlük devrimidir. Biz halkların ve özgürlük mücadelelerinin kardeşleşmesini bu temelde ele alıyoruz. Önder Apo’nun çıkışında ve Hareket olarak doğup gelişmemizde Küba Devrimi’nin ve Fidel Kastro ile Ernesto Che Guevera’nın düşüncelerinin etkisi çok fazla olmuştur. Özellikle gerillayı anlama ve geliştirmede Che Guevera’nın düşünce ve pratiği bize hep ilham kaynağı oldu. 1968 Gençlik Devrimi’ni kendimize çıkış noktası olarak aldık. Bugün de Güney Amerika halklarının devlet dışı özgürlükçü ve demokratik mücadeleleri ve sağladıkları gelişmeler aynı biçimde bize güç ve heyecan veriyor. Onların da Kürt halkının DAİŞ ve TC faşizmine karşı yürüttükleri mücadeleden etkilendiklerine ve bu anlayış ve mücadeleyi sahiplendiklerine inanıyoruz. Bu temelde Güney Amerika’daki tüm dostlarımıza başarılar diliyoruz.
– Güney Amerika’da barış süreçlerinden öğrendiğiniz ve çıkardığınız dersler var. Barış süreçleriyle birlikte birçok hareket tasfiye edildi. Hareket olarak yaşadığımız deneyimi nasıl değerlendiriyorsunuz? Devletlerle ilişkilerde dikkate alınması gereken nelerdir?
Duran Kalkan: Kuşkusuz pratik duruş ve ayakta kalıp da gelişme sağlayabilmek açısından bu soru çok önemli. Giriştiğimiz deneyim, devletle ilişki ve siyasi çözüm arayışı bizim için çok yeni olan bir girişimdi. Aynı zamanda böyle bir çaba içinde uluslararası komplo saldırısıyla karşılaştık ve de paradigma değişimi yaşadık. Yani iki ayrı paradigma ile bu süreci yürütmek durumunda kaldık. Özellikle değişen yeni paradigmanın pratik tarz ve üslubunu anlama ve uygulamada belli bir zorlanma yaşadık ki, bu durum devletle olan görüşmelerimize de yansıdı. Önder Apo’nun 17 Mart 1993 tarihinde ilan ettiği ilk ateşkesten bu yana yaşadığımız sürecin bazı temel dersleri olarak şunları ifade edebiliriz:
Çözüm arayışlarımıza TC Devleti hep imha saldırısı ile karşılık verdi
Öncelikle devletlerin yalancı ve hilekâr olduklarını, söz konusu süreçlere taktik yaklaşıp hep faydalanmayı ve karşı tarafı tasfiye etmeyi düşündüklerini, kendi güçlerine dayanarak bu tür süreçleri gizli biçimde askeri ve örgütsel hazırlık süreci olarak değerlendirdiklerini çok iyi bilmemiz gerekir. Bu konuda bizler safız ve hep iyi niyetliyiz, karşı tarafı da kendimiz gibi değerlendirebiliyoruz. Tabii bu da çok ciddi ve zarar verici bir yanılgı oluyor. Nitekim 1993 tarihinden bu yana esas olarak TC Devleti’’nin ve arkasındaki NATO-ABD’nin dört kapsamlı saldırısıyla karşılaştık. 17 Mart 1993’te başlattığımız ateşkes sürecine Haziran 1993-Ağustos 1998 arasındaki topyekûn imha saldırısıyla karşılık verdiler. 1 Eylül 1998 tarihinde başlattığımız ateşkes sürecine bizzat ABD tarafından örgütlenip yürütülen 9 Ekim 1998 uluslararası komplo saldırısıyla ve İmralı işkence, tecrit ve soykırım sistemiyle karşılık verdiler. 2 Ağustos 1999 tarihinden itibaren başlattığımız ateşkes sürecine 14 Nisan 2009-2012 arasındaki siyasi soykırım operasyonları ve topyekûn saldırılarıyla karşılık verdiler. 2013 baharından itibaren geliştirdiğimiz “Çözüm süreci” denen ateşkes sürecine ise 24 Temmuz 2015 tarihinden itibaren başlattıkları “Çöktürme eylem planı” saldırısıyla karşılık verdiler. Biz siyasi görüşmeler ve çözüm arayışları için uygun zeminler yaratmaya çalışırken, TC Devleti’nin hep imha saldırısı için gizli plan ve hazırlık yapma durumuyla karşılaştık. Öncelikle bu durumun bilinmesi ve de dikkate alınması gerekiyor.
İkincisi, kuşkusuz ilişki ve görüşme zemini yaratabilmek için çok ciddi çaba harcamamız gerekiyor. Tek yanlı ateşkes ilan edebiliyoruz, olumlu anlamda çok yoğun propaganda yapıyoruz, kısaca güven vermeye çalışıyoruz. Bu süreç bazen uzayabiliyor da. Özellikle kitle tabanımızın aşırı etkilenme durumu yaşanabiliyor. Bu da anlayış kaymasına, duyarsızlığa, tedbirsizliğe, kısaca gaflete yol açabiliyor. Tabii sonuçta karşı taraf bu durumu kendi lehine fazlasıyla değerlendiriyor. Yani söz konusu çalışmaları dikkatli bir biçimde, içeriğini ve üslubunu iyi ayarlayarak yapmak gerekiyor. Devlet gerçeğini ve bizi tasfiye amacını hiçbir zaman unutmamamız gerekiyor.
Üçüncüsü, devletler söz konusu süreçleri bazen çok kısa tutup gerçek niyetini hemen ortaya koyarak saldırıya geçerken, bazen de uzun tutabiliyor. Örneğin süreci başlatıp, ardından gerçek anlamda hiçbir adım atmıyor, sanki adım atacakmış gibi bir beklenti içine sokup böyle bir beklentide tutmak istiyor. Süreç uzadıkça, ikinci konuda belirttiğimiz yanılgı ve gaflet durumu çok daha derinleşebiliyor. Öyle ki ‘bu iş artık tamam’ dercesine yanılgılı bir yaklaşım ortaya çıkabiliyor. Kendi açımızdan hep olumlu bakan, tersi olan olumsuzlukları hiç düşünmeyen, yani tek yanlı bir bakış gelişebiliyor. Yani devletler, devrimci ve demokratik güçleri yumuşatma ve gevşetme diyebileceğimiz bir süreç içine çekmeyi esas alıp bu yönlü bilinçli ve planlı çalışabiliyor. Bunun sonucunda planlı ve hazırlıklı bir saldırı ile de karşılaşınca ciddi zorlanmalar yaşanabiliyor. Bu durumu da önemsemek lazım.
Bu tür ilişki ve görüşmelerin ideolojik, stratejik ve taktik yanlarını doğru ayarlamak lazım. Yeni paradigma temelinde söz konusu ilişki ve görüşmeleri ‘devlet artı demokrasi’ siyasi formülü temelinde ele alıyoruz. Anlaşma düzeyini birbirini karşılıklı kabul etmeye bağlıyoruz. Yani devlet bizim demokrasimizi (demokratik toplum ya da demokratik konfederalizmimizi) kabul ettiği oranda biz de devleti kabul etmeyi öngörüyoruz. Bu temelde devlet ile demokrasinin iç içe, yan yana, ilişki ve mücadele halinde var olmasını sağlamak istiyoruz. Bütün bunlar hem son derece açıklık gerektiriyor ve hem de çok yoğun çaba istiyor. İkna edici bir aydınlatmayı gerekli kılıyor. Çünkü genelde mevcut devletli sistem buna açık değil, fazlasıyla kapalı. Toplum yönetimini hiç kimseyle paylaşmak istemiyorlar. Çok fazla tekçi ve mutlak hakimiyetçidirler. Günümüzde bütün ulus-devletçi sistem böyledir. Soykırımcı olan TC ulus-devleti ise fazlasıyla böyledir. Dolayısıyla görüşme yapma ve siyasi çözüme ulaşma öyle kolay değil. Burada önemli olan bir, esas olarak eğitim ve örgütlemeyle kendi toplumunu yaratmayı ve yönetimini ortaya çıkarmayı esas alma ve bu tür görüşmeleri bu amaç için imkân ve fırsat yaratma da kullanmadır. Yani kendi öz gücünü geliştirmeyi hep esas alacak ve hiçbir zaman unutmayacaksın. İkincisi ise, devletleri bu duruma getirmek çok yönlü ve ciddi bir mücadele sonucunda ancak mümkün olabilir. Bunun için de sistem içinden ve sisteme karşı uzun süreli ve planlı bir çalışma ve mücadele yürütmek gerekir. Devletlerle ilişki ve görüşmelerin kısa sürede, kolayca ve mücadelesiz sonuç vereceğini beklemek çok ciddi bir yanılgı ve de hayaldir. Pratiğimiz bize bunları öğretti ve bu konudaki kendi yanılgılarımızı aşma mücadelesi yürütüyoruz.
– Güney Amerika için gerilla ve öz savunmanın kurtuluş mücadelesindeki rolü önemli. Bunun için Kurdistan’da elde edilen tecrübeler merak ediliyor. HPG’nin Türk ordusuna karşı direnişinin önemi nedir? Gerilla anlayışı için ne gibi yenilikler sunuyor? Öz savunma gücü olarak tanımlanması ne anlama geliyor?
Duran Kalkan: HPG direnişinin önemi iki yönden ortaya çıkıyor. Birincisi, Kürt toplumuna modern askerlik bilimini PKK gerillasının getirmiş olmasıdır. KDP ve YNK peşmergeciliği dahil tüm önceki direnişler geleneksel halk ya da köylü isyancılığını temsil etmektedir. En son ordulaşma çabaları da özünde bu durumu aşmamaktadır. Gerilla ise eğitimini, örgütlenmesini, strateji ve taktiklerini modern askerlik biliminin gereklerine göre oluşturmayı ve yürütmeyi esas almaktadır.
İkincisi, Türk ordusunun gücü ve yapısıyla ilgilidir. Bu ordu, NATO’nun ikinci büyük ordusudur. Bir askeri sistem olan Osmanlı İmparatorluğu’nu devam ettirmektedir. TC Devleti’nin esas kurucusu ve yaşatıcısıdır. Temel yapısı toplumsal ayaklanma ve direnişleri bastırma üzerine şekillenmiştir. NATO’ya girişle birlikte içinde çok güçlü bir kontrgerilla sistemi oluşturulmuştur. Demokratik değil, tamamen tahakkümcüdür. Egemenliği hiç kimseyle paylaşmak istemez. Her türlü itirazı en ağır güç kullanımıyla, kaba kuvvetle bastırmayı esas alır. Dolayısıyla Türk ordusuna karşı çıkmak ve karşısında durmak kolay değildir. PKK’nin yürüttüğü gerilla mücadelesi öncesindeki tüm başkaldırı ve karşı çıkışlar en kısa zamanda yenilmiş ve ezilmişlerdir. Bu tarihi değiştiren tek güç PKK gerillasıdır. Daha önce HRK ve ARGK adlarıyla örgütlenen, paradigma değişimi ardından ise kendini HPG adıyla yeniden yapılandıran gerilla direnişinin anlam ve önemi işte buradan gelmektedir. İlk defa söz konusu Türk ordusunun karşısında yenilmeyen bir askeri güç ortaya çıkmaktadır. Bu biçimde Kürt halkının yenilmez gücü ve iradesi oluşmuş durumdadır.
HPG gerillacılığı fedai çizgiyi daha da derinleştirmeyi esas aldı
HRK ve ARGK adlarıyla geliştirilen gerilla örgütlenmeleri devletçi paradigmaya ve düzenli ordu kurma hedefine bağlı gerilla hareketleriydi. Klasik gerilla teorisi ve pratiğini esas almıştı ve bunları Kurdistan’da kır gerillası olarak geliştirmeyi öngörmüştü. Fakat diğer ülke pratiklerinde görülen gerillacılığı olduğu gibi Kurdistan’da geliştirmek mümkün olmadı. Bu durum coğrafya ya da halktan kaynaklanan bir durum değildi. Zira Kurdistan coğrafyası ve özellikle dağları klasik gerilla sistemini geliştirmek için fazlasıyla uygundu. Yine Kürt halkı ve gençleri gerilla savaşını geliştirecek cesaret ve fedakârlığa fazlasıyla sahipti. Klasik gerilla teori ve pratiğinin Kurdistan’da olduğu gibi uygulanmasını mümkün kılmayan şey, Kurdistan’a dayatılan Türk soykırımcılığının özellikleriydi. Öyle ki dünyada bir benzeri daha bulunmayan bu soykırımcı anlayış ve saldırıya karşı normal bir yurtseverlik, demokratlık ve hatta devrimcilikle karşı durmak mümkün değildi. Kürt özgürlük savaşçılığının tamamen partizan yapıda olması gerekiyordu. Aynı zamanda söz konusu partileşmenin de tamamen fedai çizgisinde oluşması gerekliydi. Tüm diğer ülke pratiklerine benzeyen denemeler sonuç vermedi ve ısrarla yürütülen gerilla çabası Önder Apo ve PKK’yi böyle bir fedai particiliğe ve gerillacılığa ulaştırdı. HRK ve ARGK gerillacılığı böyle fedai bir partizan savaşçılığı biçiminde şekillendi. Paradigma değişimiyle oluşan HPG gerillacılığı da bu fedai çizgiyi daha da derinleştirmeyi esas aldı. Kısaca Kurdistan gerillası özgürlük savaşçılığının ölçülerini yükselterek fedai militanlık düzeyine çıkardı. Kurdistan’da Türk ordusu karşısında yenilmeyen ve Kürt halkının özgürlük iradesini geliştiren gerillacılık böyle ortaya çıktı. Bu nedenle Kürt halkının özgürlük iradesi ve öz savunması olarak tanımlandı.
Kuşkusuz mevcut yapısıyla HPG gerillası Kürt halkının bir öz savunma gücüdür. Kürt halkının özgürlük iradesini temsil etmekte, öz gücüyle oluşmakta ve halka yönelik dış ve iç gerici saldırılara karşı direnip Kürt halkının varlığını ve özgür yaşamını korumaktadır. Fakat HPG’nin mevcut yapısı, Kürt halkının öz savunma gücü olarak henüz yarımdır. Mevcut yapısıyla HPG, esas olarak bir profesyonel gerilla gücüdür ve bu yönüyle öncüdür. Kürt halkının yeterli bir öz savunmaya sahip olabilmesi için sadece profesyonel gerilla gücü yetmez; bu güç öncüdür ve çok gereklidir, halkın öz savunmaya sahip olabilmesi için bu profesyonel fedai gücün varlığı zorunlu ve belirleyicidir. Fakat bununla birlikte geniş halk kitlelerine dayalı yerel gerilla gücünün de oluşturulması gerekir. Öz savunmada profesyonel gerilla öncü, yerel gerilla temel güçtür. Yerel gerilla, adı üzerinde kendi yerel alanındaki özgürlük savaşçılığı demektir ve esas itibariyle günlük yaşamını da örgütleyen insanlardan oluşur. Yani genel olarak söylenen “gece silahlı, gündüz külahlı” durumunu ifade etmektedir. Hem sivil yaşamın örgütlenip sürdürülmesini ve hem de askeri olarak öz savunma savaşçılığının yapılmasını içermektedir. Demokratik modernite paradigmasının öz savunma gücü, böyle iki kuvvetten, halkın silahlandırılmasından oluşmaktadır. Devletlerin düzenli ordusunun yerini, demokratik konfederalizmin profesyonel ve yerel gerilladan oluşan öz savunması almaktadır. Yani Karl Marx’ın “Düzenli ordunun yerine silahlı halkı geçirmek” tanımı bu biçimde hayat bulmaktadır.
– Kobanê sürecinde ABD ile taktiksel bir ittifak yapıldı. Bu ittifakın neden yapıldığı, taktik ve stratejinin ne olduğu konusunda farklı açıklamalar yapıldı. Aradan 10 yıl geçti, şimdi güncel bir değerlendirmeye ihtiyaç var. Bu ittifakın durumu nedir? Ki bu ittifak hala sürdürülüyorsa nedenleri için neler belirtebilirsiniz? Üçüncü yol stratejisi bu bağlamda nasıl değerlendirilmelidir? Suriye sorununun çözümü için ABD ve Rusya’ya yönelik yaklaşım ile aynı zamanda anti-emperyalist perspektif konusunda neler söylenebilir? Anti-emperyalizmi nasıl formüle edebiliriz? Kurdistan’ın dört parçasında anti-emperyalist politikalar nasıl anlaşılmalıdır?
Duran Kalkan: Biz hiçbir devleti stratejik müttefik olarak görmüyoruz. Stratejik müttefiklerimiz ve ideolojik dostlarımız devlet ve iktidar dışı güçlerdir. Dolayısıyla tüm devletler bizim için taktik ilişki ve ittifak gücüdür. Taktik ilişkide de iki devlet ya da iktidar gücünden birinin yanında olmak ve sadece onunla ilişkilenmek diye bir şey olmaz. Yani iktidar ve devlet bloklarından birinin yanında yer tutmak olmaz. Hiçbir devlet stratejik müttefikimiz olmadığı için, birinin yanında ve diğerine karşı durmayız. Hepsiyle taktik ilişki içinde olmayı esas alırız. Bu da iki iktidar bloku karşısında hep üçüncü siyaset olarak var olmamızı ifade eder. Dolayısıyla üçüncü stratejik çizgi diye bir şey yoktur. Bu kavram bize ait değildir. Biz esas olarak buna ‘üçüncü siyasi güç’ diyoruz. Bazıları bunu ‘üçüncü siyasi çizgi’ olarak da ifade ediyorlar. Fakat bütün bunlar ‘üçüncü stratejik çizgi’ anlamına gelmiyor. Çünkü işin içine strateji girerse, o zaman ideoloji de gündeme gelir. Böyle olunca da ‘üçüncü çizgi’ kavramı ortaya çıkar. Oysa hareket olarak biz, böyle üç çizgi veya üçüncü çizgi tanımlaması şimdiye kadar hiç yapmadık ve şimdi de yapmıyoruz. İnsan türü olarak bugünkü dünya yaşamını ‘kapitalist modernite ve demokratik modernite’ olarak karşıt iki güç biçiminde tanımlıyoruz. Tarihi de ‘demokratik uygarlık tarihi ve devletçi ya da merkezi uygarlık tarihi’ olarak iki tarihsel çizgi biçiminde ifade ediyoruz. Burada ‘üçüncü güç’, ‘üçüncü stratejik çizgi’ veya ‘üçüncü çizgi’ diye bir şey yoktur. Önder Abdullah Öcalan’ın savunmalarda ortaya koyduğu teorik tanımlamalar bu bakımdan son derece açık ve nettir.
Önder Abdullah Öcalan ve PKK kadar kapitalist modernite sistemini doğru ve bütünlüklü tanımlayan ve çözümleyen başka bir güç yoktur. Yine kapitalist modernite sistemine karşı alternatif olarak hayata geçirilebilecek demokratik modernite sistemini de tanımlamış olan yoktur. PKK sadece kapitalist sömürüye değil, aynı zamanda endüstriyalizme ve ulus-devletçiliğe de karşıdır, yani onun modernitesine de karşıdır. O halde Önder Apo ve PKK kadar bütünlüklü ve tutarlı bir antikapitalist güç günümüzde bulunmamaktadır. Biz hareket olarak antikapitalist bir gücüz ve emperyalizm karşısındaki duruşumuzu bir yönüyle bu belirliyor. Diğer yandan ise, yüz yıldır sömürgeciliğe ve soykırıma karşı savaşan bir halkın son elli yılını yönlendiren bir varlık ve özgürlük hareketiyiz. Dolayısıyla emperyalizmi ve sömürgeciliği soykırım düzeyinde yaşadığımız için, onları çok iyi bildiğimizi ve tanıdığımızı düşünüyoruz. Antiemperyalist duruşumuzu, bir de sözden öte elli yıllık bu büyük mücadele belirliyor. Bu nedenle, PKK ve KCK’nin antiemperyalist karakteri olup olmadığını sorgulamak pek anlamlı olmuyor.
2014 yılı sonunda DAİŞ çeteciliğine karşı Kobanê’de ortaya çıkan ilişki ve ittifak gerçekten önemli ve sonuç alıcı olmuştur. Bu nedenle, doğru anlamayı ve tanımlamayı gerektirir. Yakın tarihe başvurursak, Hitler faşizmi karşısında Sovyetler Birliği, ABD ve İngiltere arasındaki ittifaka biraz benzetilebilir. Faşist-soykırımcı DAİŞ karşısında da benzer en geniş ittifak ortaya çıkmıştır. Kuşkusuz bu ittifakın ideolojik boyutu yok denecek kadar zayıftır; sadece DAİŞ çeteciliğine karşı olmayı ifade emekte ve karşılıklı çıkarlara dayanmaktadır. Yani bir politik ilişki ve ittifak durumundadır. Koşullar bunu gerektirmiş, daha büyük bir tehlikeye karşı bir çıkar ilişkisi oluşmuştur. ABD ve Koalisyon güçleri ile Rojava Özgürlük Güçleri’nin ilişki ve ittifakı işte bu düzeydedir. Buna yol açan etkenler varlığını sürdürmüş ve bu nedenle de söz konusu ilişki günümüze kadar uzamıştır. Kuşkusuz bu ilişkiyi sürdürürken pratikte hata ve eksikler yaşanmıştır. Bu ilişkiyi doğru ve yeterli anlayamayan ve pratikte de doğru yürütemeyen tutumlar ortaya çıkmıştır. Bu durumu biz de sürekli değerlendiriyor ve tartışıyoruz; var olan hata ve eksikleri bulup düzeltilmesi için eleştiriyoruz.
TC’nin işgal saldırılarını ABD ve Rusya büyük ölçüde destekliyor
Suriye’ye dönük mevcut ABD ve Rusya politikalarını biz de çok ciddi biçimde eleştiriyor ve bunlara karşı mücadele ediyoruz. Bu da esas olarak kendisini TC Devleti’nin Kuzey-Doğu Suriye’ye yönelik işgal saldırıları karşısındaki tutumda ortaya çıkarıyor. Şimdiye kadarki tüm TC saldırılarını ABD ve Rusya çok büyük ölçüde desteklemiş bulunuyor. Peki, bu işgal saldırılarına karşı kimler savaştı? Çok açık ki, başta Kürtler olmak üzere tüm Kuzey-Doğu Suriye halkları savaştı. Söz konusu savaşta binlerce şehit verdiler. Efrîn, Girê Spî ve Serêkaniyê savaşları hatırlardadır. TC işgaline karşı tüm bu direnişler, esas olarak ABD ve Rusya politikalarıyla mücadele idi. Bunun da sosyalist halk güçleri tarafından çok iyi anlaşılması gerekiyor.
Hareket olarak Suriye’nin sorunlarını Suriye’nin iç güçlerinin çözmesinden yanayız ve dış müdahalelere kesinlikle karşıyız. Aynı zamanda Fırat’ın doğusundaki ve batısındaki yönetimleri olduğu gibi yan yana getirip birleştirmeyi de doğru ve gerçekleşebilir bir çözüm olarak da görmüyoruz. Çözümü Suriye’nin demokratikleşmesinde ve halkın demokratik devrimi geliştirmesinde görüyoruz. Milliyet, din, mezhep, cinsiyet, sınıf ve benzeri tüm farklılıkların kendilerini özgürce örgütleyip demokratik özerklik temelinde yönettikleri ve demokratik konfederalizm sistemi içinde birleştikleri bir demokratik değişimin gelişmesi ve gerçekleşmesi gerektiğine inanıyoruz. Kuzey-Doğu Suriye bunun için bir başlangıç, model ve kıvılcımdır. Mao Zedung’un ünlü sözünden yararlanırsak, bir kıvılcım da tüm toplumu ayağa kaldırabilir.
– PKK/KCK olarak demokratik sosyalizmin inşası için yürütülen mücadeleyi küresel mücadele bağlamında nasıl konumlandırıyorsunuz?
Duran Kalkan: 1973 yılından itibaren Kurdistan’da doğup gelişen bir hareket olarak, öncelikle kendimizi iki boyutlu olarak tanımladık. Birisi sosyalist hareket olma, diğeri ise ulusal kurtuluş hareketi olmaktı. Sosyalist ideoloji öncülüğünde Kurdistan ulusal kurtuluş mücadelesini yürütüp Kürt ulus-devlet çözümünü gerçekleştirmek istiyorduk. Bu temelde Marksizm-Leninizm’i çok yönlü incelemeye ve anlamaya çalıştık. Vietnam’dan Küba’ya ve Angola’ya kadar dönemin ulusal kurtuluş hareketlerini inceleyip kendimize örnek aldık. Bu temelde çok yoğun bir ideolojik, siyasi ve askeri mücadele yürüttük. Çok etkili bir eğitim ve örgütlenme faaliyeti içinde olduk. 18 Mayıs 1977 tarihinde Önder Apo’nun yardımcısı olan Haki Karer yoldaşın katledilmesi üzerine bir yandan partileşmeyi geliştirirken, diğer yandan da devrimci intikam görevi olarak silahlı şiddet kullanmaya başladık. Amed Zindanı’ndaki 12 Eylül vahşeti ve 1982 tarihi direnişi ardından dağa çekilip 15 Ağustos 1984 tarihinde TC Devleti’ne karşı gerilla savaşını başlattık. 15 Şubat 1999 uluslararası komplosuna kadar da Önder Apo öncülüğünde 15 yıl kesintisiz bir gerilla savaşı, ulusal kurtuluş savaşı yürüttük. Böyle bir savaş sonunda Kürt sorununa ulus-devletçi bir çözüm geliştirebilmek amacıyla Önder Apo Avrupa’ya çıktı ve Roma’ya kadar ulaştı. Peki bu talebe Avrupa Birliği ve de ABD öncülüğündeki küresel kapitalist sistem neyi dayattı? Çok açık ki İmralı tecrit, işkence ve soykırım sistemini! Kürt sorununa siyasi çözüm bulmak isteyen Önder Apo’ya İmralı işkence ve soykırım yolunu gösterdiler. Bu sonuç 1973 tarihinden itibaren yürüttüğümüz bütün mücadeleyi çok yönlü değerlendirmemizi gerektiriyordu. Önder Apo da İmralı tecrit, işkence ve soykırım sistemi altında bunu yaptı ve bu temelde paradigma değişimini gerçekleştirdi.
Önderlik yeni ideolojimizi demokratik sosyalizm olarak tanımladı
1990 başında Sovyetler Birliği’nin çöküşü ardından, herkes gibi Önder Apo ve Partimiz de bu çöküşün çok yönlü nedenlerini çözümlemeye ve sonuçlar çıkarmaya çalıştı. 1990’lı yıllar boyunca Önder Apo’nun bu temelde geliştirdiği teorik çözümlemeler gerçekten de ön açıcı ve umut yaratıcıydı. Sovyetler Birliği’nin yıkılışı ardından gelişen karamsarlığın ve kötümserliğin aşılmasında ve devrimci cephede moral düzeyin gelişmesinde çok önemli bir rol oynadı. Fakat çöken sadece Sovyetler Birliği devleti değildi. Giderek Sovyetler Birliği’nin varlığına dayanarak gelişen ulusal kurtuluş hareketleri de bir bir kapitalist sistemle çok yönlü ilişkiler kurmaya başladılar. Hareketimizin doğduğu dönemde ilham kaynağı olan Vietnam, bu yeni süreçte hem de en çok çatışma içinde olduğu ABD ile çok yönlü ilişkilere yöneldi. Demek ki zafer kazanmış da olsa söz konusu ulusal kurtuluş mücadeleleri ve ulus-devlet sistemleri çözüm değildi; alternatif sömürüsüz bir düzen ortaya çıkarmıyor, tersine tekrar karşı çıktığı emperyalist sistemle birleşiyordu. O halde çözümsüzlük sadece Kurdistan’da ve PKK pratiğinde yaşanmadı, tüm dünya örnekleri sonuçta çözümsüz kalmıştı. Demek ki ulus-devlet ideolojisi gerçek bir çözüm üretmiyordu. Önder Apo bir de tüm bunları değerlendirdi ve çözümsüzlük üreten ulus-devlet ideolojisinden koparak demokratik ulus ideolojisini geliştirdi. Bunu öngören bir paradigma değişimi yaparak, yaşanan çözümsüzlüğü aşıp çözüm gücünü ortaya çıkarmaya çalıştı. Sosyalizmin devlet yönetimiyle olmayacağını, ancak demokratik yönetimle gerçekleşebileceğini değerlendirdi. Bu çerçevede devlet ve iktidar aracını aşarak, demokratik toplum ve demokratik konfederalizm aracını geliştirdi. Sosyalist devrim ve inşada yaşanan amaç-araç çelişkisini çözüp, aracı amaçla uyumlu hale getirdi. Bu temelde yeni ideolojimizi, ekolojiye ve kadın özgürlüğüne dayalı demokratik sosyalizm olarak tanımladı.
Hareket olarak kendimizi herkesten daha çok sosyalist, yani özgürlükçü, eşitlikçi ve paylaşımcı-komünal olarak görüyoruz. Buradaki eşitliği, kadının erkeğe uyarlanması olarak değil, kadın olarak özgürce var olup, örgütlenip, bu temelde erkekle eşitlenmesi olarak ele alıyoruz. Sosyalist devrimi ve inşayı siyasi iktidarın ele alınması ve bunun ardından gerçekleştirilen bir olay olarak ele almıyoruz; tersine sosyalist devrimi özgür birey ve demokratik komün ideolojisi temelindeki değişim ve gelişme olarak ele alıp, esas olarak bir ideolojik değişim biçiminde tanımlıyoruz. Yine sosyalizmi, yani özgür birey ve demokratik komün yaşamını siyasi iktidar ve devlet olduktan sonra gerçekleşir görmüyoruz; bir bireyden başlamak üzere parti içinde ve giderek toplumda siyasi iktidara dayanmayan bir mücadele içinde yaşanır ve gerçekleşir olarak görüyoruz ve PKK içinde on yıllardır bu temelde sosyalizmi yaşıyoruz da. Örneğin PKK kadrolarının hiçbir özel mülkiyeti yoktur, yaşamları tamamen komünaldir. Herkes gücüne göre ortak çalışmaya katılır ve herkes ihtiyacı olanı kullanır. Yani devlet mülkiyeti toplumsal mülkiyet değildir. Toplumsal ya da komünal mülkiyet, komünal toplulukların sahip olduğu mülkiyettir. Bütün bunları toparlarsak, Apocu teoriyi şimdiye kadarki devrimci-özgürlükçü düşüncenin en üst bir sentezi, PKK pratiğini de sosyalizmin yaşandığı en komünal yaşam olarak değerlendiriyoruz. Bunları sosyalist teori ve pratikteki yeni bir gelişme düzeyi olarak ele alıyor ve bununla küresel düzeyde sosyalist inşanın daha doğru temellerde ve başarıyla gelişip gerçekleşeceğine inanıyoruz. Kısaca komün deyip özel mülkiyeti yaşayanlardan, sosyalizm deyip kapitalist bireyciliği esas alanlardan değiliz. Mümkün olduğu kadar doğru söz söylemeye ve söz-eylem, teori-pratik bütünlüğü yaratmaya ve bunu yaşamaya çalışıyoruz. Bu temelde, başta Türkiye halkları ve devrimci-sosyalist güçleri olmak üzere küresel düzeydeki tüm stratejik müttefiklerimizle dostluk ilişkisi ve ittifakı geliştirmeye ve dünyayı birlikte yaşanır hale getirmeye çaba harcıyoruz.
– Hareket olarak Çin’in jeopolitik bağlamdaki rolünü ve sistem karşıtı hareketler için önemini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Duran Kalkan: Başkan Mao Zedung, “Çin hiçbir zaman bir süper güç olmayacaktır” demişti. Biz bu belirlemeyi önemsiyoruz ve Çin toplumunun da bunu esas alacağına inanıyoruz. Fakat Çin’in çok büyük bir ekonomik ve askeri güç haline geldiğini de görüyoruz. Bu bakımdan Çin’i politik olarak elbette çok önemsiyor ve değerlendirmelerimizde veri olarak alıyoruz. Fakat 1990 öncesi ABD-Sovyet bloklaşması gibi yeni bir ABD-Çin bloklaşmasını hem kendileri ve hem de dünya halkları ve sistem dışı güçleri açısından yararlı görmüyoruz. Öyle bir bloklaşma tüm çelişkileri kendine bağlıyor ve adeta donduruyor. Bu iki güçten birini esas almadan herhangi bir ideolojik, siyasi ve askeri mücadele yürütülemiyor. İki kutuplu değil, çok başlı bir devletçi sistem, ezilen ve sömürülenlerin özgürlük ve demokrasi mücadelesini yürütmek açısından daha çok imkân ve fırsat sunuyor. Mevcut durumda ABD’nin dünyada imparatorluk kurmuş olduğu söylense de biz durumu böyle görmüyoruz. Aslında devletçi sistemde çok başlılık var. ABD yanında AB var, İngiltere var, yine Rusya ve Çin var. Hindistan gibi bazı güçler de büyüyor. Ayrıca sermayenin ulus üstü tekelleşmesi de var. Böylesi çok başlılık, 1990 öncesi iki kutuplu olmaktan daha fazla mücadele imkânı ve fırsatı sunuyor. Çünkü bir devlete dayanmak ve onunla stratejik ittifak yapmak zorunda kalınmıyor. Bir devletle stratejik ittifak yapmak, her şeyi o devletin çıkarlarına göre ele almak oluyor ki, bu da ideoloji üzerinde siyasetin egemenliğini yaratıyor, düşünsel bağımsızlığı ve özgürlüğü önlüyor. Devlet çıkarı ne derse öyle yapmak zorunda kalınıyor. Bu bakımdan devletçi sistemin iki kutuplu olması yerine çok kutuplu olması daha iyidir. Bu açıdan da Çin-ABD kutuplaşmasını istememek, Çin’i buna yöneltmemek gerekir.
Çin’in gelişip güçlenmesine, ABD ve diğer devletler karşısında büyük bir ekonomik, siyasi ve askeri güç haline gelmesine bir şey demiyoruz. Tabii bu yakın zamanda ABD’nin ve NATO’nun dizginlenmesinde de önemli bir rol oynadı. Pasifikte ABD kışkırtmalarını büyük ölçüde boşa çıkarttı. Yine birçok sorunda BM kapsamında da önemli roller oynuyor. Biz de bunu dikkatle değerlendiriyoruz ve önemli görüyoruz. Ne de olsa biz de bir Asya ülkesi ve toplumuyuz. Fakat açıkça belirtmeliyiz ki, bizim Çin ile çok kayda değer bir ilişkimiz yok. Bunda bizim çabamız da az olabilir. Fakat 12 Eylül 1980 darbesi temelinde TC Devleti Çin’le ilişkilerine çok önem verdi ve oradaki Uygur Türkleri sorununu pazarlayarak Çin’in Kürt sorununa katılmasını engelledi. Yani kendisinin Uygur Türklerini desteklememesi karşılığında Çin’in de Kürt halkına destek vermemesini istedi. Çin’in Kürt sorunu ile bu denli ilgisiz kalmasında bu durum da önemli bir rol oynadı. Bunların farkındayız ve aşmak da istiyoruz. Fakat yoğun mücadele içinde olma nedeniyle hızlı hareket edemiyoruz. Umarız ileriki süreçte bütün bunlar aşılır.
– Filistin mücadelesi tüm kıtalarda merkezi bir referans olarak görülüyor. Sahadaki sol hareketler zayıflamış olsa da tüm uluslararası konferanslarda bu konuya yer veriliyor. Yılbaşından bu yana Filistin’de yüzlerce sivil öldürüldü. Filistin’deki duruma bakışınız nedir? Sadece tarihsel olarak değil, çözüm perspektiflerini nasıl görüyorsunuz? Filistin’de kendi kaderini tayin hakkı için verilen mücadeleyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Duran Kalkan: Tarihin derinliklerinden gelen, Ortadoğu’nun ortasında yaşayan ve yüzyıldır soykırım saldırısı altında bulunan bir halk olarak hem tarihten gelen Yahudi trajedisini ve hem de Filistin halkının emperyalizme, siyonizme ve gericiliğe karşı yürüttüğü mücadeleyi daha doğru ve derin anladığımızı düşünüyoruz. Filistin Kurtuluş Hareketi’nin bölgemizde ilham kaynağı olan devrimci rolünü her zaman hatırda tutuyoruz. Bölgemizde Kürt halkıyla kardeşlik yapan en önemli halk Filistin halkı oldu. Filistin Kurtuluş Örgütü içinde yer alan tüm örgütler, 12 Eylül 1980 askeri-faşist darbesi ardından Partimize en önemli destekte bulundular. Bunlar için her zaman teşekkür ediyoruz. Kürt gerillası ilk temel eğitimini Filistin kamplarında aldı. Ben de ilk eğitimini Filistin’de alan biriyim ve aynı zamanda bir Filistin gerillasıyım. Bununla her zaman gurur duyduğumu da birçok kez ifade ettim.
Filistin halkının her zaman yanındayız
Kuşkusuz Filistin halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesi kutsaldır ve özgür-demokratik yaşam hakkı hiçbir zaman tartışma ve pazarlık konusu yapılamaz. Böyle bir durumun psikolojik bakımdan bile etkisinin nasıl olduğunu en iyi Kürtler bilir. Filistin halkının bu temeldeki mücadelesinin biz her zaman yanındayız. Fakat son zamanlarda dinci akımlar orada da geliştiler ve bize göre bu haklı mücadeleye biraz zarar verdiler. Yine tüm sorunlarda olduğu gibi, burada da devletçi çözüm dayatmasını ve örneğin o küçücük toprak parçasını iki devlete bölmeyi, en fazla o halkların zararına görüyoruz. Bizce devlet dışı demokratik konfederalizm çözümü en çok orada gereklidir ve Filistin halkı için de en önemli kurtuluş olur. İsrail’in baskı ve sömürüsüne karşı direnirken, Arap egemenlerinin baskı ve sömürüsü altına girmek iyi bir şey değildir. Böl-çatıştır-yönet politikası bir emperyalist sömürü politikasıdır. Kuşkusuz zordur ve tarihi bir düşmanlık oluşmuştur; fakat yine de tüm halklar ve ezilenler için en iyi çözüm, demokratik özerklik temelindeki demokratik konfederalizmdir. Filistin-İsrail demokratik konfederalizmi, giderek Ortadoğu halklarının demokratik konfederal birliğini doğurabilir ki, bizim için en doğru olan budur. Hareket olarak Demokratik Ortadoğu Konfederasyonunu esas alıyor ve savunuyoruz.
Böyle bir bölgesel gelişmede kuşkusuz Kürtler ve Araplar çok önemli rol oynayacaklardır. Kürt-Arap ilişkilerini bu açıdan çok önemli ve stratejik değerde görüyoruz. Bunun için 1980’lerin başında oluşan Kürt ve Filistin halkları arasındaki ittifakın ve kardeşliğin çekirdek rolü oynayacağına inanıyoruz. Tabi bu demokratik birlikte Yahudi toplumunun da bir yeri olacaktır. Yahudiler de Ortadoğu toplumsal gerçeğinin tarihi bir parçası konumundadırlar. Düşünsel ve ekonomik üretimde yaratıcı ve gelişkindirler. Sosyalist ideolojinin gelişmesinde de önemli bir katkıları olmuştur. Belli bir demokratik deneyimleri de vardır. En geniş ve anlaşılır Yahudi çözümlemesini savunmalarında Önder Abdullah Öcalan yapmıştır. Siyonist etkilerden uzaklaşılır ve demokratik ölçüler esas alınırsa, demokratik Ortadoğu birliğinde Yahudi toplumunun da önemli bir yeri ve katkısı olabilir. Bizce doğru ve çözüm üretici yaklaşım böyledir. Yoksa dar ulus-devletçi yaklaşım ve tekelci duruş, yeni çatışma süreçleri geliştirmekten başka sonuç vermez.
– İsrail’in genel olarak Kürt sorunundaki rolünü ve İsrail rejiminin bölgedeki çeşitli Kürt aktörlerle ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Duran Kalkan: İsrail devletinin kuruluşunu tekil bir olay olarak ele almamak gerekir. Bu bir kapitalist sistem projesidir ve yirminci yüzyıl boyunca pratiğe geçirilmiştir. İsrail devletinden önce, 1923 yılında proto-İsrail olarak İngiltere tarafından Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurdurtulmuştur. Kemalist hareketle İngiltere ve Fransa ittifakı ve Lozan Antlaşması bu temeldedir. Birinci Dünya Savaşı’ndan üç yıl sonra TC’nin kuruluşu gerçekleştirilmiş ve bu temelde kapitalist-emperyalist sistem Ortadoğu’ya egemen olmaya çalışmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan üç yıl sonra da yine İngiltere öncülüğünde İsrail devletinin kuruluşu tamamlanmış, TC ile bölgede yürütülen hegemonya savaşına bu biçimde İsrail de dahil edilmiştir. Bu iki güçle yapılmak istenen şey, Ortadoğu’nun küresel kapitalist hegemonya altına alınmasıdır. Kuşkusuz bu da ırkçı-şoven-soykırımcı bir anlayış ve politika temelinde yapılmak istenmektedir. Bunun temelinde de Ermeni, Asuri-Süryani, Rum ve Kürt soykırımları vardır. Dolayısıyla İsrail devletinin kuruluş amaçlarından biri Kürt halkının bağımsız ve özgür olmasının engellenmesidir. Bu da TC-İsrail ittifakı temelinde yürütülmeye çalışılmıştır. Ne zamanki PKK gelişip güçlenmiş ve Kürtlerin özgürlüğünü dünya siyasetine dayatmışsa, 1990 başında gerçekleşen bu duruma karşı bu sefer de üçüncü bir güç olarak Hewlêr’deki sözde Kürt yönetimi ortaya çıkartılmıştır. Partimize karşı savaş NATO tarafından planlansa da pratikte TC, İsrail ve KDP tarafından yürütülmüştür. İsrail-TC ve İsrail-KDP ilişkilerinin temelinde işte bu gerçeklik vardır.
9 Ekim 1998 tarihinde başlatılan ve Önder Abdullah Öcalan’ın imhasını hedefleyen uluslararası komplo saldırısını ABD, İngiltere ve İsrail devletleri birlikte kararlaştırıp planlamış ve de uygulamaya koymuştur. Önder Apo Rusya’ya gidince, oradan çıkartmak için en önce ve en çok İsrail devleti çalışmıştır. 25 yıllık İmralı işkence, tecrit ve soykırım sisteminin sürdürülmesinde ve Önder Apo’ya bu temelde imha dayatılmasında baş aktörlerden birisi İsrail devletidir. İsrail günümüzde Kurdistan topraklarını satın almak için çalışmakta ve çok fazla para dökmektedir. İsrail ve TC devletleri arasında bazen çelişki ve çatışma varmış gibi gösterilmesi tamamen gerçeği maskelemek ve halkları kandırmak için oynanan bir oyun durumundadır.
Sonuç olarak Kürt sorunu denen sömürgeci-soykırımcı saldırının ortaya çıkartılmasında ve sürdürülmesinde Yahudi sermayesi baş rollerden birini oynamıştır. Bugün de hala çözümün önünün tıkanmasında rolleri sürmektedir. AKP-MHP faşizmine en çok desteği yine bunlar vermektedirler. KDP ile de sıkı ilişkileri bu temelde vardır. Zaten Barzanilerin mason olduklarına ilişkin birçok iddia bulunmaktadır. İsrail devleti, bir yandan küresel sermayenin Kürt varlığına ve özgürlüğüne karşı çıkması, diğer yandan ise Yahudi milliyetçiliğinin Kurdistan’ı kendi toprakları görmesi nedeniyle Kürdistan özgürlük mücadelesine karşıdır ve bu temelde aktif bir politika yürütüp etkin rol oynamaktadır. Ancak tüm çabalara rağmen, şimdiye kadar öngörülen başarı elde edilememiştir. Bundan sonra nelerin olacağını ve bu zihniyet ve siyasette bir değişikliğin yaşanıp yaşanmayacağını önümüzdeki mücadele süreci gösterecektir. Kürtlerde ırkçı bir yaklaşımın ve Yahudi düşmanlığının en küçük bir izi bile yoktur. Yahudiler de Kürt gerçeğini ve özgür yaşam hakkını kabul ederlerse, işte o zaman şimdiye kadarki durum değişebilir.
Halkların kardeşçe bir arada yaşadığı demokratik bir Ortadoğu ve demokratik bir dünya için! Dünya Demokratik Konfederalizmi için!..