İnsanlık tarihinde en büyük kötülüklerin kaynağı olan tahakküm, savaşla yeni kötülükler doğurdu. Bilinç, üretim araçları, ekonomi ve tahakküm anlayışı savaşın biçimini ve kullanılan silahları da değiştirdi. Geçmişte aklın ve tartışmanın güç getiremediği durumlarda baş vurulan son çözüm yöntemi olan savaşlar, insanın özüne yabancılaşmasıyla yıkıcı bir hal aldı. İnsanın insana tahakküm düzeyinin artmasıyla savaşın kapsamı ve şiddeti de katlanarak büyüdü. Bunlar sadece ölümle, katliamlarla sınırlı kalmayıp vahşetin tüm biçimlerini bağrında taşıdı. İnsanlık tarihinin en karanlık uygulamaları olan kölelik, esaret ve sömürgeciliği de beraberinde doğurdu. Kartaca, Roma gibi şehirleri yakıp yıktı. Ego, çıkar ve şiddetle beslenen bu zihniyetin bedelini ise sürekli halk ödedi.
İnsanlığın başına bela edilen bu savaşlar arasında Haçlı Seferleri gibi yüz yıldan fazla süren, 1337-1453 yılları arasında İngiltere ve Fransa arasında Yüzyıl Yıl Savaşları olarak tanımlanan, yine 1618-1648 yılları arasında gerçekleşen Otuz Yıl Savaşları, 20. yüzyılın başından itibaren paylaşım savaşı adı da verilen birinci ve ikinci dünya savaşları en yıkıcı olan savaşlar arasında yer alıyor.
Bugün kapitalist sistemin merkezi rolünü oynayan Avrupa sömürgecilik emellerine bağlı olarak en şiddetli savaşların yaşandığı mekanlardan oldu.
Rêber Apo bu durumu şöyle ifade ediyor: “Avrupa son dört yüz yılında tarihteki savaş̧ların toplamından daha fazla savaş̧ yaşamıştır. Savaşların tüm tipleri yaşanmış̧tır. Dinsel, etnik, ekonomik, ticari, askeri, sivil, ulusal, sınıfsal, ideolojik, cinsiyetçi, siyasal, devletsel, toplumsal, sistemsel, bloksal, dünyasal vb savaş türlerinin denenmeyeni nerdeyse kalmamış̧tır. Hepsinde de rekorlar kırılmış̧tır. Ölümleriyle, acılarıyla, maddi kayıplarıyla!”
Avrupa’da yaşanan sanayideki gelişim ve ulus-devlet yapılanmasıyla birlikte savaşlar da değişime uğradı. Deniz, hava ve demiryolu ulaşımı, iletişimde yaşanan gelişmelerle savaşlar kitlesel düzeyde yürütülmeye başlandı. Yine zorunlu askerlik kitlesel gücünü koruma amacıyla uygulandı. Endüstriyel üretim ile askeri gücün bütünleşmesi, silah endüstrisinde büyük değişim yarattı. Orduların profesyonelleşmesi amaçlanarak, deniz, kara ve hava birlikleriyle topyekün savaş konsepti esas alındı.
İktidarların kanlı maskesi
Savaşın toplum karşıtlığına vurgu yapan Rêber Apo, “Toplum komünalliğine bağlı olunsaydı, ne savaş̧ ve iktidar ne de sömürü ve istismar yaş̧anan boyutlara gelirdi. Atom bombasının patlatılmasını hangi toplumsallıkla izah edebiliriz?” diyor. Bu gerçeğe bağlı olarak savaş, iktidarların en kanlı, en bencil toplum karşıtı ve ahlak dışı faaliyeti olarak tanımlanabilir. Faşist ve baskıcı rejimlerin en çok suç işlediği bir alan olan savaş, iktidarların suçlarını, beceriksizliklerini gizledikleri kanlı bir örtü, maske olarak da kullanıldı. Ülkeyi koruma ve yurtseverlik saikleriyle sürdürüldü. Bu nedenle ulus devletlerin resmi okullarında “tarih” adına en çok öğretilmeye çalışılan kanlı geçmiş olarak karşımıza çıkıyor. Faşist rejimlerce ırkçılığın, militarizmin yeniden üretildiği, aşılandığı bir araç olarak kullanılıyor. İktidarın devamı için uygulanan sömürü, vahşet ve katliamlar kutsanarak yeni nesillerin buna öykünmesi amaçlanıyor. Oysa en çok öldüren sınıflı toplumu desteklemiş olmasına rağmen din de insanların öldürülmesine karşıdır. Dünyadaki insanların çoğu herhangi bir dine mensup olmalarına rağmen askerler gibi bu savaşın içinde yer almaktan kurtulamıyor, öldürüyor ve ölüyorlar.
20. yüzyılın sonunda tarih sayfalarında kaldığı düşünülen savaşlar, ne yazık ki bu çağda da tekrarlanarak yaşanıyor. Geride bıraktığımız bu yüz yılın çeyrek sürecinde de DAİŞ gibi bir barbarlıkla birlikte, çok sayıda çatışmalara, savaşlara tanık olduk. Dünya güçleri bizzat yönlendirdikleri bu daimi savaş halini “Üçüncü Dünya Savaşı” olarak tanımlamaktan kaçınsa da yüzyılın başından itibaren üretilen yeni savaşlar, çatışmalar, krizlerle hızla buna evrildi. Çağın başında meydana gelen 11 Eylül olayları ardından gerçekleşen Amerika’nın Irak işgali, Suriye ve Rojava’da süren savaş, Libya, Ukrayna, Sudan ve son olarak 7 Ekim 2023’te fitili yeniden ateşlenen İsrail-Filistin Savaşı buna bağlı olarak gelişti.
Sözünü ettiğimiz bu savaşlar dünyada, Ortadoğu’da ve özellikle Kurdistan’da, dağlarımızda, mahallelerimizde, evimizde sürüyor. Savaşın henüz sarılmamış yaralarına yenileri ekleniyor. Her saldırı acıya acı katıyor. Kimyasal silahlarla katledilen, sokakta kurşunlanan yoldaşlarımız, evde, camide, arabada SİHA’larla hedef alınan sevdiklerimiz, çocuklar, kadınlar, yaşlılar… Hergün benzer yeni yeni katliamlara tanık oluyoruz. Savaşın ulaştığı yıkımın vahşetini, acısını film izler gibi canlı yayınlardan izliyoruz.
Bilim ve teknoloji savaşın hizmetinde
Bilim ve teknoloji geliştikçe savaşın acısı ve yıkımı katlanıyor. Tüm teknolojik gelişmeler, bilim ve savaşlar iktidarı kalıcılaştırmak, egemenliğin dozunu artırmak amacıyla kullanılıyor. Rêber Apo, bilimin bu savaşlardaki rolünü şu sözlerle vurguluyor: “Savaş̧ların jenosit boyutlarına ulaşmasında, dizginlenemeyen kâr hırsları ve tahrip edilen ekolojide sosyal bilim ve kurumlarının payı temel önceliğe sahiptir. Sosyal bilim ve kurumları tarihin hiçbir dönemindekiyle kıyaslanmaz biçimde siyasal iktidar ve savaş̧ın hizmetinde olup esas sorumlu konumundadır. Siyasal iktidarı ve savaşları durduramamak, sınırsız kâr hırsına set çekememek sosyal bilim ve kurumlarının sadece iflasını değil, insanlığa karş̧ı ihanetini kanıtlamaktadır.”
Bu gerçeğe bağlı olarak bilim ve teknolojik gelişmenin zirve yaptığı 21. yüzyılda “en modern” savaşları yaşıyoruz. Toplum ve halk olarak artık ok, tüfek gibi ilkel silahlarla değil, teknolojinin en gelişmiş ürünü olan çoklu, toplumsal katliamlar yapabilen kitle imha silahlarıyla öldürülüyoruz. Bu silahlarla uzun vadeli felaketler yaşanmakta ve yaşattığı acılar ise kat be kat artmaktadır. Bizi öldürmekle kalmayıp, birkaç saniyede anılarımızı, değer verdiğimiz, bizi biz kılan her şeyi, sevdiklerimizi, evimizi, ülkemizi yaşanmaz hale getirip tüm geçmişimizi yok edebiliyor. Bombaların kâğıt kartonlar gibi yok ettiği koca kentlerde, köylerde, kasabalarda yaşayan insanların sevdikleriyle geçirdikleri bir ömür, unutulmayan anılar, derin bir bellek, tarihsel bir kültür var. Üstelik tarihe ve kuşaklara uzanan bir geçmiş var.
Savaşlarda kullanılan nükleer silahlar bu felaketiin başında geliyor. Muhtemelen 20. yüzyılda atom bombasını kullanan egemen güçlerin bugünkü teknik gelişmelerle hazırladıkları, “ülkeyi savunma” propagandasıyla “uygun zamanda” ve “misilleme” amaçlı kullanmayı bekledikleri nice silahlar, gerçekleştirmeyi planladıkları “sürpriz” felaketler de var. Bu silahların yaratacağı yıkım ve ölümler elbette en ilkel hali olan atom bombasının ilk denemelerini kat be kat aşacak nitelikte.
Kitle imha silahları, genellikle nükleer kimyasal veya biyolajik tabanlı silahlar olmaktadır. Bu tür silahlar kullanıldığında, büyük ölçekli yıkımlara ve insan sağlığına ciddi zararlar vermektedir. Nükleer silahlar radyoaktif ve geniş alanlarda yıkıcı etkilere yol açmaktadır. Kimyasal silahlar zehirli maddeler içerir ve solunum yoluyla veya temas yoluyla ciddi sağlık sorunlarına neden olur. Kimyasal silahların kullanıldığı coğrafyada tüm canlılar aynı şekilde etkilenir ve yaşamları risk altına girer.
Savaşın kazananı yok
“İnsan” terimi canlıların üst bir türünü tanımlamak için kullanılmasına rağmen günümüzdeki eylemlerinin çoğu buna denk düşmüyor. İnsan, icatları ve icraatlarıyla ekosistemi en çok bozan, tüketen, yok eden canlı türü olmaktadır. Yani savaş dışında da insan, tüm bencilliği ve müsrifliğiyle doğayı hoyratça tüketen, yıkan, kirleten, ekosistemi bozan bir canlı olarak sürekli bir savaş halindedir. Kendisini doğanın efendisi gören anlayışıyla bu yıkımın tüm hallerini kendinde hak görüyor ve normalleştiriyor. Doğayı “vahşi” olarak tanımlayarak savaşın en büyüğünü doğaya karşı yürütüyor. Bir dünya savaşından söz edilecekse, savunmasız doğaya karşı aralıksız saldırılarla sürdürülen bu savaştan daha kapsamlı ve şiddetlisi olamaz. Dünyanın her yerinde ve insanın bulunduğu her yerde bilim, teknoloji, iktidarların teşviki ve desteğiyle yürütülen bu savaştaki yıkım alarm veriyor. Kapitalist güçlerin eliyle dünya, tarihteki Pirus Zaferi gibi yıkımı çok, kazananı olmayan bir savaşa sürükleniyor.
Savaşlar egemenler için rant, sömürü ve talan alanı, buna karşı koyan halklar için ise özgürlük, yurt, adalettir. Sömürü emelli her savaş yoksul halkın daha fazla yoksullaşmasını, imhayı, yok etmeyi, tüketimi, zor ve zorbalığı, çoğrafyanın kirlenmesini ve çüremiyi getirir. Rêber Apo, “Ahlâki açıdan zorunlu demokratik savunma dışında savaş-ordu reddedilmesi gereken kurumlardır” diyor. İktidarların rant ve sömürü amacıyla yürütülen savaşlar her yönüyle ekoloji ve toplum karşıtıdır. Her savaş doğaya karşıdır. Her savaş doğayı incitir, yıkar, kirletir. Savaş insanda, duyguda, doğada yarattığı tüm tahribatlarla bir eko-kırımdır. Gılgamış’ın savaşında kestiği ağaçlarda olduğu gibi, bugün yürütülen tüm savaşlarda da doğa şiddetten en büyük payı alıyor. Bu emellerine başka gerekçeler bulsalar da bu savaşların temel nedeninin kapitalist sistemin içinde bulunduğu kriz, su, enerji ve petrol rezervleri olduğu biliniyor. Çıkarları için bu savaşı başlatanlar da bunu itiraf etmekten çekinmiyor.
ABD, 1939 ile 1945 arasında Roosevelt yönetiminde savaş sonrası yılların planlandığı üst düzey toplantılarda, İkinci Dünya Savaşı’ndan karlı çıkılması amacıyla ABD’nin hakim olması gereken bölgeler için “Muhteşem Bölge” denilen alanlar tasarlandı. ABD’li üst düzey bir danışman Muhteşem Bölge’yi, “Ortadoğu’nun enerjisini kontrol edebilirsek, dünyayı kontrol edebiliriz” biçiminde tanımlayarak emellerini açıkça ortaya koymuştu. Amerika bugün de Ortadoğu’daki savaşları bu amaçla sürdürüyor.
Ortadoğu’da ABD ve kapitalist güçlerin öncülüğünü yaptığı bu savaşlar büyük felaketlere yol açtı. Bu savaşların her biri yarattığı sonuçlarla insan için olduğu kadar doğadaki tüm varlıklar için de bir felaketti. Fakat insan merkezli anlayışlar nedeniyle savaşla ilgili haber ve bilançolarda bunun verilerine rastlayamıyoruz. Savaş sonucunda hayatını kaybeden insanlar ve insana ait mal varlıklarına dair veriler açıklanırken, doğada yitirilenleri öğrenmemiz mümkün olmuyor. Bir savaşta katledilen hayvanlar, ağaçlar, kirletilen hava, dereler, denizler, yok edilen ekosistemler ya da ekosisteme verilen kısa ve uzun vadeli zararlar, bombardımanlardaki silah ve patlamaların atmosfere bıraktığı kimyasal maddeler vb konulara yönelik şu ana kadar paylaşılan ciddi bir veri yok. Bu bir tahribat olarak görülmediği için genelde araştırmaya gerek duyulmuyor, buna dair verilerin yokluğu yadırganmıyor. Ya da ancak insanla ilgili bir durum ya da zarar söz konusu olduğunda bu verilere rastlayabiliyoruz. Oysa ki savaş doğa için en büyük tehdittir ve doğada yitirdiklerimiz tüm değerlerdir ve bunlar geleceğimizden eksilendir.
İnsanın yarattığı cehennem
Devlet iktidarının faşizan, toplum karşıtı yıkıcı yüzünü en net haliyle yansıttığı savaşlarda tüm değerler düşman görüldüğü için doğaya yönelik de özel savaş politikaları devreye konuluyor. Savaşta dağ taş her şey, yer altı ve yer üstündeki tüm varlıklar topyekün hedef alınıyor. Savaşta yok edilmeyenler de sonrasındaki işgalde ekonomik talan için hedefleniyor. Bu zihniyetin bir sonucu olarak uygulanan ekolojik kırım dünyanın geleceğini etkileyen en kapsamlı saldırı olmasına rağmen suç olarak görülmüyor. Kapitalist sistemde nesneleştirilen tüm özneler gibi, doğa da nesneleştirilerek amaca ulaşmak için her şey mübah görülüyor. İnsana karşı savaşı en acımasız yöntemlerle yürüten insan, bunu en savunmasız konumdaki doğaya karşı daha şiddetli biçimde sürdürüyor. Karşılaştığımız bu savaş hallerinin, kutsal kitaplarda yer alan cehennem tasvirlerinden eksik kalır yanı yok. Ekolojik yıkımın uzun vadeli sonuçlarına yönelik gelecek tarifleri de adeta sözü edilen o cehennemi anlatıyor. Bu dünyada, yanıbaşımızda yaşananan bu cehennemin ateşi kapitalist sistem ve buna bağlı iktidarlar eliyle yakılıyor.
Günümüzdeki savaşlar canlı yayınlarda televizyon stüdyolarında şiddet şovlarıyla izletiliyor. Bir filme hazırlanır gibi savaş senaryoları hazırlanıyor. Kameralar önünde en normal haliyle anlatılarak uygulamaya konuluyor. Korku filmlerine taş çıkartan bu cehennem filmlerinde aktörden, senaryoya, yönetmenden figürana kadar her şey baş yapımcılar ABD ve NATO tarafından anında hazılanıyor. Fırkateynler, savaş filoları kısa sürede kıtaları aşıp “yardıma koşarak” limanlarda demirleniyor. Memur maaşındaki zamda sentleri hesaplayan iktidarlar, savaş söz konusu olduğunda devlet hazinesini ardına kadar açıyor.
Zamana yayılmış katliamlar
Tüm iktidarların çıkarları söz konusu olduğunda anında seferber oldukları savaş duyguda yarattığı düşmanlık hissi, öfkesi, şiddeti, silahı, ateşi ve etkisiyle doğanın güzelliklerini çalıyor. Doğaya büyük zararlar verilerek üretilen silahlar, kullanıldıkları esnada ve sonrasında da yarattıkları yıkım ve doğaya bıraktıkları kansorejen maddelerle uzun vadeli ve çok boyutlu ekolojik tahribatlara yol açıyor. Ayrıca bombardımanlarda havaya karışan kimyasal maddeler, yıkılan binaların yıkıntıları, atıklar ve asbest de insan yaşamını tehdit ediyor. Ekosistem dengesi hiçe sayılarak, ekolojik felaketi tetikleyen tüm yöntemler pervasızca kullanılıyor. Doğanın da bir sınırı olduğu, bu yıkımın ekolojik bedeli olduğu düşünülyor. Savaşlarda yok edilen her nesne de bıraktığı atıklarla doğada yeni tahribatlar ve ekolojik sorunlara yol açıyor. Savaşın kansorejen etkileri bilinmesine rağmen gözle gözlemlenemediği için sorgulanmıyor.
Savaşlarda kullanılan silahların ölümcül etkisi ve uzun vadeli, zamana yayılmış katliamlarına ilişkin Japonya’da kullanılan atom bombası ve Güney Kurdistan’da Kürtlere yönelik Enfal soykırımında kullanılan kimyasal silahlar örnek verilebilir. Sonuçlarını bariz olarak 1987 ve 1988 yıllarında gerçekleşen Halepçe ve Enfal katliamları, 1945’te atom bombasının atıldığı Hiroşima, Nagazaki ve 1986’da Çernobil nükleer santral patlamasıyla görmüş olsak da bugün kullanılması halinde bu felaketleri kat be kat aşacak sayıda etkili kimyasal silahlar, atom bombası ve nükleer santraller var.
Hiroşima, Nagazaki, Vietnam, Güney Kurdistan ve Irak’ta yaşanan kanser vakaları, sakat doğumlar, genetik mutasyon vb sonuçlar bunu fazlasıyla kanıtlıyor. Atom bombası sonucunda harabeye dönen Hiroşima ve Nagazaki kentlerinde yaklaşık 400 bin kişi yaşamını yitirdi. Atom bombası atıldıktan iki hafta sonra da 60 bin kişi yaşamını yitirdi ve bu sayı diğer günlerde artarak devam etti. Radyasyonun etkisinin uzun yıllar devam etmesi nedeniyle sonrasında da binlerce kişi öldü veya sakat kaldı. Nükleer katliamın insanlar üzerindeki psikolojik etkileri ise halen sürüyor.
Güney Kurdistan’da Kürtlere yönelik katliamlar dizisi olarak gerçekleşen “Enfal” Avrupa ülkelerinin Irak’a sattığı kimyasal silahlarla yapıldı. Irak mahkemelerinde 2003 yılında bu katliamlara ilişkin yapılan yargılamalarda açıklanan belgelere göre, bu süreçte çoğunluğu kimyasal silahlarla olmak üzere toplam 182 bin Kürt öldürüldü. Katliamlarda insanlarla birlikte doğadaki bitki ve kuş çeşitlerinden, evcil hayvanlara kadar çok sayıda canlı yok oldu. Kimyasal silahların onbinlerce yaralı ve sağlık üzerinde devam eden fiziki ve psikolojik etkileriyle birlikte halen katliamlarda öldürülenlere ait toplu mezarlarlar bulunuyor.
ABD’nin Irak’taki saldırılarda kullandığı kimyasal silahlar da çok sayıda ölüme yol açtı. Uluslararası Çevre Araştırmaları ve Halk Sağ̆lığ̆ı Dergisi’nde yayınlanan habere göre, ABD’nin 2004 yılında bombaladığı Irak’ın Felluce kentindeki bebek ölümü, kanser ve lösemi vakalarındaki artış, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarından sağ kurtulanlarda görülen bu tip vakaların sayısını aştı. Tüm kanserlerin 4 kat, 14 yaşından küçük çocuklardaki kanser vakalarının ise 12 kat arttığı açıklandı.
Çernobil’e ilişkin yayınlanan bazı veriler ise şöyle: Belarus, Çernobil’deki patlama sonrası 485 köy ve yerleşim yerini kaybetti, 70 yerleşim yeri toprağa gömüldü. Patlama sonrası Belarus’ta demografik yapıyı etkileyecek düzeyde nüfus azalması yaşandı. Radyasyondan en çok etkilenen Gomel ve Mogilev bölgelerinde ölüm oranı doğum oranını % 20 aştı. Kaza sonucu ülke topraklarının %23’ü radyoaktif maddelerle kaplandı. Ukrayna topraklarının %4,8, Rusya topraklarının %0,5’i kirlendi. 18 milyon hektar tarım arazisinde kirlilik gözlendi. Bu toprakların 2.400 hektarında tarım yapılamıyor. Ormanlarla kaplı Belarus’ta tüm orman arazileri ve nehir kenarındaki sulak arazilerin %26’sı radyoaktif bölgenin içinde bulunduğu için kullanılamıyor. Radyasyon etkisi nedeniyle kanser, zeka geriliği, genetik mutasyon, nöroloji bozukluk vakalarında artış yaşandı.
Çernobil’deki bu veriler herhangi bir ülkede kaza sonucu yaşanacak bir nükleer patlamada tekrar edebilir. Bu sonuçların sadece bir santralki arızadan kaynaklı olduğu düşünüldüğünde, bir savaşta nükleer silahların planlı olarak kullanılması durumunda yol açacağı felaket daha büyük olacaktır.
Egemen güçlerin kar hırsı politikaları savaşı körüklüyor. Nükleer silahlanma son yıllarda hızla artarak, uzayın silahlanması, “yıldız savaşları” düzeyinde ilerliyor. Şu ana kadar stoklanan nükleer silahlar dünyadaki yaşamı birkaç dakika içinde noktalayacak kapasitede. Bu savaşların gerçekleşmesi halinde yeryüzündeki tüm canlılar ve ekosistemin dengesi tümden yok olabilir.
ABD Vietnam’da doğayı hedef aldı
Ekolojik yıkım savaş planlarının bir parçası olarak bilinçli biçimde uygulandığı gibi, bunun daha şiddetli olması için özel yöntemler de kullanılıyor. Amerika’nın 1965 yılında “komünist tehlikeyi bertaraf etme” bahanesiyle başlattığı Vietnam Savaşı’nda uygulananlar bunun en somut örneğini oluşturuyor. 8 yıl süren ve 1969 yılında 550 binden fazla askerin yer aldığı bu savaşta Amerikalılar insanlar kadar ağaçları da katletti. Vietnam ormanları aralıksız olarak B-52 bombardıman uçaklarıyla bombalandı. Ayrıca ağaçları tümden yok etmek için kimyasal silahlar kullanıldı. Bununla yetinmeyen ABD yönetimi tarım alanlarını da hedef aldı. ABD Baş̧kanı Kennedy, bu savaşta bitki örtüsü ve gıda ürünlerini yok etmek amacıyla kimyasal silah kullanılması için de talimat verdi. Times’ta yayınlanan, 29 bilim insanının kınama amaçlı yaptığı açıklamada, pirinç ve diğer gıda ürünleri olgunlaşmadan bu kimyasal silahın uygulanması halinde ürünün % 60 ile 90’ını yok ettiği belirtildi. Bu silahlar sadece doğada değil, insan sağlığı, gen yapısı, fetüsler üzerinde de kalıcı etkide bulundu. Döllenmiş yumurtanın yaşam hakkını dahi yok eden bu savaş suçuna karşı dünya devletleri sessiz kaldı. Üstelik bu vahşeti yeterli bulmayan ABD, daha çok insan öldürebilmek amacıyla Vietnamlıların bombardımanlardan korunmak için koşması ve sığınaklar yapmasını da suç saymıştı.
Tarım alanındaki kimyasal savaş sürekli devam etti. Kimyasal tarım ürünleri, kimyasal savaşın bir uzantısı olarak ortaya çıktı. İkinci Dünya Savaşı ardından 1950’li yıllardan itibaren kapitalist sistem tarafından “yeşil devrim” adıyla geliştirilen genetiği değiştirilmiş hibrit tohum ve kimyasal tarım ilaçları binlerce yıllık doğal tarım kültürünü yok etti. Kapitalist sistemin tekelleştirme amacıyla geliştirdiği bu tarım yöntemi, doğaya karşı gerçekleştirilen en büyük saldırılardan birini oluşturuyor. Esasta geleneksel tarıma yönelik karşı devrim olan bu uygulamalarla üreticiler firmalara bağımlı hale getirildi. Ekosistemin dengesini bozan bu yöntemler, ekosisteme, doğal tarıma ve insana karşı verilen bir savaşa dönüştü. Bu uygulamalar sonucunda 1984 yılında Hindistan’ın Bhopal kentinde 3 bin kişi Amerikan Union Carbi böcek ilacı tesislerinin atıkları nedeniyle yaşamını yitirdi. Sonrasında devam eden etkileriyle toplam 30 bin kişi bu atıklar nedeniyle hayatını kaybetti veya sakat kaldı. Günümüzde kullanımı yaygınlaşan bu kimyasal tarım ilaçları ve GDO’lu ürünler ekosistemin dengesini bozmaya devam ederken, başta kanser olmak üzere insan bedeninde yol açtığı etkilerle bir kitle imha silahı rolü oynuyor. Bu etkiler bilimsel olarak kanıtlanmış olmasına rağmen dünyanın her yerinde yaygın olarak kullanılıyor.
Uzun sömürgecilik geçmişine sahip Avrupa ülkeleri, bugün bunu ekonomik talan projeleriyle yürütüyor. Sömürgeciliği askeri güçle değil, rant politikalarıyla uygulayan Avrupa ülkeleri eski sömürge ülkelerine gönderdikleri maden ve petrol şirketleriyle doğayı talan ediyor, çöplerini ihrac ederek kirletiyor, ürünlerin fabrikalarını bu ülkelerde inşa edip ucuz iş gücünden yararlanıyor ve fabrika atıklarıyla kontrolsüzce doğayı kirletiyorlar.
Aynı zihniyetle en yıkıcı icraatları olan savaşı ve silahları da ihraç ediyorlar. 75 yıldır devam eden İsrail-Filistin sorununda olduğu gibi çıkarları için çelişkileri sürekli sıcak tutarak gerekli gördüklerinde düğmeye basarak yeni savaş cepheleri açabiliyorlar. Kapitalist güçler için her savaş ekonomik sömürü ve rant projeleri olduğu kadar, savaşın taraflarıyla yapacakları yeni silah anlaşmaları anlamını taşıyor. En “modern” silahları üreten şirketlere sahip savaş baronları olarak kan aktıkça kazanıyor, kazanmak için kan akıtıyor, çelişkileri körüklüyor ve katliamları, yıkımları destekliyorlar.
Bu nedenle en büyük bütçe savaşlara ayrılıyor. Son yıllarda Amerika, Avrupa ülkeleri, İsrail ve Türkiye de dahil olmak üzere tüm ülkelerin savaşa ayırdıkları bütçeler rekor düzeyde arttı. Sistem güçleri savaşları meşru kılmak için aynı yalanı tekrarlayarak, artırdıkları savaş bütçesini “savunma” ve “ülkeyi koruma” için yaptıklarını iddia ediyorlar. Her zaman olduğu gibi militarist politikalar nedeniyle toplumun büyük bir kesimi bu sözlere inanıyor. Ülkelerin bütçeleri belirlenirken ekolojik krize yönelik tedbirler ve toplumun en önemli sorunları olan sağlık, eğitim, altyapı ve kamu hizmetleri ise en çok ihmal edilenler arasında yer alıyor. Peki, savaşa ayrılan bütçe ile neler yapılabilir? Bu soruya ekolojik çerçevede en genel haliyle verilecek yanıt olarak, ekolojik kriz bugünkü düzeye ulaşmazdı diyebiliriz. Dünya ülkelerinde her yıl trilyonlarca dolar ayrılan askeri bütçenin sadece küçük bir kısmı dahi ekolojik projeler, ekolojik tahribatların giderilmesi, ormanlar, ekolojik yaşam alanları ve ekolojik eğitim için kullanılmış olsa bugün ekolojik felaket olarak dile getirilen sorunlardan söz etmiyor olabilirdik.
Kurdistan’ın doğasına da düşman
Yukarda sözünü ettiğimiz kırım politikaları NATO destekli şiddetli savaşın sürdüğü ülkemiz Kurdistan’da da her yönüyle uygulanıyor. Dört sömürgeye paylaştırılan Kurdistan’da savaş ve ekolojik kırım en yıkıcı haliyle sürekli paralel yürütüldü. Türkiye, rant politikaları ve Kürt halkına karşı sürdürdüğü savaş uğruna yok ettiği ormanlar, inşa ettiği barajlar, kuruttuğu dereler, bitirdiği tarımcılık gibi uygulamalarla eko-kırım suçlarını hızla boyutlandıran ülkeler arasında.
Bu politikaların sonucu olarak savaşın ekoloji üzerindeki tahribatlarına Kurdistan’da yaşayan her birey anlık olarak maruz kalıyor. Bu savaşta sadece devlet eliyle “faili meçhul” olarak kaybedilen sevdiklerini değil, yaşamın bir parçası olan soluduğu havayı, içtiği suyu, altında serinlediği ağacı, geçimini sağladığı tarlasını, ormanı, ektiği tohumu, hayvanını otlattığı merayı teker teker kaybediyor. Hayatın en temel ihtiyacı olan su da, toprak da gaspediliyor.
Kurdistan’daki savaşta ekolojik kırım iki yönlü işliyor. Savaşın başladığı ilk günden itibaren Kurdistan coğrafyası aralıksız olarak bombardımanlarla tahrip edildi ve savaş stratejisi doğrultusunda inşa edilen barajlar, yakılan ormanlarla birlikte “güvenlik” gerekçesi adı altında şiddetlenen çok yönlü ekolojik yıkım var. Buna ek olarak Kürt halkına karşı yürütülen bu savaşın finanse edilmesi için Kurdistan doğası şirketlere ve dünya ülkelerine de ihale edilerek her türlü yıkıma izin veriliyor. Özellikle son yıllarda hızla artan bu uygulamalarla Kurdistan arazisi bir kez daha işgal ediliyor. Faşist Türk devleti bu rant projeleriyle Kurdistan’ı abluka altına alıyor. Derinleşen işgal ve talanla Kurdistan coğrafyasını parçalayıp bütünlüğünü bozuyor. Kurdistan doğasının toprağı, suyu, petrolü, madeni, ormanı, merası, rüzgarı ve güneşine kadar, kısaca dağ taş her şeyi bu savaşı finanse etmek için hükümete yakın suç çeteleri şirketler ile uluslararası şirketlere peşkeş çekiliyor. Bu yıkım ve talan Kurdistan’ın tüm bölgelerinde bir toplum kırım ve ekolojik kırım olarak uygulanıyor.
Efrîn, Girê Spî ve Serêkaniyê işgali ardından Türk devletinin ilk yaptığı işlerden biri Rojava’nın en seçkin ürünleri olan zeytin, zeytinyağı ve buğdayı talan edip Türkiye’ye taşımak oldu. Efrîn’nin talan edilen ürünleri halen bu işgale onay veren Avrupa pazarında “Afrin” etiketiyle satılarak geliri Kurdistan’daki savaşa akıtılıyor. Efrîn’de başta zeytin ve nar ağaçları olmak üzere ağaç katliamı aralıksız olarak devam ediyor. Bu talan uygulamalarının yanı sıra Rojava’da her yıl binlerce hektarlık buğday hasat öncesi henüz toplanmadan sınırdaki Türk askerleri tarafından yakılıyor.
Kuzey Kurdistan’da devlet eliyle ormanlar sistematik olarak yakılıp kesiliyor. Son iki yılda Türk devletinin KDP desteğiyle Güney Kurdistan’da sürdürdüğü işgal saldırılarında 2022 yılında Behdinan’da 4 milyon ağaç katledildi. Halen işgalci Türk ordusuna yeni üst alanlarının açılması, yollar yapılması amacıyla sürekli ağaç kesiliyor. Yine Gabar ve Cûdî’de 4 yıldır aralıksız olarak devam eden bu talanda milyonlarca ağaç devlet eliyle kesilerek, coğrafya çölleştirildi. Orman kesiminin yapıldığı alanlar sonrasında da maden şirketlerine ihale edildi. Kurdistan’da orman yangınları ve ağaç kesimi daha çok karakol ve kalekol yapımının olduğu alanlarda gerçekleşti. Kurdistan’da kurulan 100’e yakın baraj ile birlikte son yıllarda hız verilen GES, HES ve petrol arama rant projeleri Kurdistan’ın tüm bölgelerinde hızla devreye konuldu. En verimli tarım arazileri, meralar, köy ve yerleşim yerlerinin işgal edildiği rant projeleriyle Kurdistan’da yoksulluk, göç, demografya değişimi, insansızlaştırma amaçlanıyor.
Her gün faşist Türk devletinin gerillaya karşı aralıksız olarak kullandığı kimyasal silahlar, savaş uçakları ve SİHA’larla yaptığı bombardımanlar, top atışları da doğada gözle görülür yıkımla birlikte uzun vadeli kalıcı tahribatlara yol açıyor. Suya, havaya, toprağa salınan kimyasal silah ve bombardımanlardaki maddelerin doğa ve insan sağlığı üzerinde yarattığı ciddi zararlar var. Güney Kurdistan’da son yıllarda buna bağlı olarak kanser vakaları artmasına rağmen KDP bu işgal saldırıları ve doğa katliamında Türk devletiyle ortak çalıştığı için verileri gizliyor.
Rojhilat’ta da İran devletinin Kurdistan coğrafyasında savaşa paralel olarak uyguladığı ekolojik kırım şiddetleniyor. Son yıllarda inşa edilen barajlar nedeniyle Urmiye Gölü ile birlikte çok sayıda akarsu kurudu. Buna bağlı olarak tarım alanı ciddi zarar gördü. Ayrıca Rojhilat’ta devletin askeri kurumlarının desteğiyle ormanlar planlı ve sistematik olarak kesiliyor. 2023 yılında asırlık meşe ağaçlarının da olduğu binlerce ağaç katledildi.
Bununla birlikte Rojhilat ve Güney Kurdistan’daki ormanlar ve tarım alanları son yıllarda çekirge istilasına uğruyor. Rengi, biçimi ve beslenme tarzıyla doğal bir yapıda olmayan bu çekirgeler, normalin üzerinde üreyerek kendilerine karşı kullanılan ilaçlara da direnç gösteriyor. Çekirge istilası nedeniyle Vietnam’da olduğu gibi ekilen ürünlerin birçoğu olgunlaşmadan yok oluyor.
Ekolojik kırım bir suçtur
Savaşla birlikte boyutlanan ekolojik tahribat tüm ihlalleri kapsayan bir alan olarak, insan hakları, hayvan hakları ve tüm canlı haklarına etkide bulunuyor. Bu nedenle temel bir mücadele alanı olarak görülmesi önem taşıyor. Doğayı savunanlar olarak insanın yarattığı tahribatlar karşısında doğanın haklarını koruma sorumluluğumuz var. Bu nedenle doğanın haklarını savunan yasaların çıkarılması için de mücadele edilmeli. İnsanlık suçu kavramı ve uygulaması ile birlikte mutlaka ekolojik suç kavramı da olmalı. İnsan haklarına sahip çıktığımız kadar doğanın haklarına sahip çıkmak ilkesel bir yaklaşım olup, yaşam hakkıyla ilişkili ve bunu besleyen bir tutumdur. Ekolojik mücadele örgütlü ve çok daha geniş bir perspektifle yürütülerek, çevreci, hümanist yaklaşımları aşmalı. İktidarların tüm dünyaya ve evrene uzanan bu ekolojik saldırılarıları buna karşı topyekün bir mücadele yürütülmesini gerekli kılıyor.
Bütün kötülükleri barındıran savaş, insanın özündeki bozulma ve doğaya yabancılaşmasının üst aşamasını ifade ediyor. Rêber Apo, bu gerçeği, “Binlerce yıl süren toplum içi çelişkilerin kaynağında doğ̆al çevreye yabancılaş̧manın yattığı, ne kadar iç toplumsal çelişkiler derinleşmiş ve savaşlar gelişmişse o kadar doğaya ters düşüldüğü gittikçe artan bilimsel bir netlikle ortaya çıkmaktadır” biçiminde dile getiriyor. Bu yabancılaşma derinleştikçe ekolojiye ve insana yönelik şiddet daha da artıyor. Dünya ülkeleri arasında şiddetli savaş durumunun yaşanmadığı hallerde de doğaya karşı her cepheden gelişen saldırılar var. Her geçen gün derinleşen, yaşamdaki etkileri daha görünür olan bu sorun ancak toplumsal, kitlesel ekolojik mücadele ile çözümlenebilir. Bu büyük sorunun sadece yasal önlemler ya da gönüllü, iyi niyetli, aktiviteler, kısa vadeli tepkiler ve iktidarların yayınladıkları ortak deklarasyonlarla çözümlenmesi mümkün değil. Bu çözümün gelişmesi için insan özündeki kirliliğin, doğasından uzaklaşmanın da giderilmesi önemli. Bunun için özde, zihinde yaşanan bu kirlenme ve tahribatı da doğru ortaya koymak ve çözüm bulmak gerekiyor. Ekolojik bilinçte derinleşme, doğayla, özümüzle buluşma savaşa karşı mücadele için de güçlü bir zemin sunar. Dolayısıyla savaşa karşıt olmak, yurtsever olmak, sosyalist olmak, insan haklarını savunmak ekolojik mücadeleyle yakından ilişkilidir. Asıl yurtseverlik bu iktidarların çıkarlarına hizmet etmek değil, doğayı ve toplumsal değerleri, toprağı, suyu, havayı korumak, devletin talanı ve işgaline karşı savunmaktır. Ancak savaş karşıtı, doğayla dost bir yaşamla rant ve gasp uğruna çıkarılan bu şiddet durdurulabilir. Böylece iktidarların halk çocuklarını savaşa göndererek kendi çıkarlarına kurban etmeleri, doğayı talan etmeleri engellenebilir.
Bu nedenle savaşa karşı bilinçli, örgütlü ve sürekli bir mücadelenin verilmesi önem taşıyor. Ekoloji mücadelesi mutlaka savaş karşıtılığını da içermeli. Günümüzde kapitalist sistem ve buna bağlı iktidarların kendi çıkarları için sürekli savaş halini sürdürmek istedikleri bir dönemde ekolojik kırımın önüne geçmek öncelikle savaşa karşı çıkmakla mümkün. Ekoloji, günümüzde tüm mücadelelerin kesiştiği bir alan haline geldi. Bu nedenle savaş karşıtlığı ekoloji hareketlerinin temel ilkelerinden biri olmalı. En büyük felaketleri doğuran savaşı es geçen bir ekoloji hareketinin samimi, radikal bir mücadele yürütmesi mümkün değil.
İnsanın insanla barışması doğayla barışmasını, doğanın savunulmasını da beraberinde getirecek. Fakat savaşı durdurmak için barış talebinin daha güçlü dile getirilmesi gerekiyor. Bilim insanı Albert Einstein, “Savaş için hiç direnmeden verdiğimiz kurbanları, barış için vermeye hazır olmalıyız” diyor. Dolayısıyla savaşacak ordular yerine, barış için mücadele edecek, bunun kararlılığını gösterecek kitlesel hareketler de geliştirilebilir. Geleceğimizi savaşa susamış bu iktidarlara teslim etmeye mecbur değiliz. Savaş borazanlığının yapıldığı bugünlerde savaşa karşı durmak, demokratik, özgür ve eşit bir yaşam için mücadele etmek hayati önem taşıyor. Onurlu bir barış mücadelesi, insana yakışan ve topluma, doğaya, gelecek nesillere kazandıracak olandır. Yurtseverlik, egemenlerin militarist hedeflerinin bir piyonu olarak savaşmak değil, insana, doğaya karşı sürdürülen bu zulme dur deyip barışı savunmaktır. Barış, doğanın ve herkesin güzelliğinden, refahından pay alacağı en kutsal nimettir.