Önder Apo, “PKK’yi bütünüyle yaşamak demek onun savaşını anlamak demektir. Bu savaşımın yürütülüş biçimine, cesaretine, moraline ve ahlakına ulaşmak demektir” diyordu. Önder Apo’nun bu belirlemesi son derece önemlidir. Çünkü hem oldukça derin bir teorik, felsefik anlama sahiptir hem de bizler için gerçekten bir destur niteliğindedir. Halklar varlıkları söz konusu olduğunda savaştan kaçamaz, özgürlüklerini ve onurlarını korumak için savaşmak zorundadırlar. Zaten Kürtlere başka bir yol bırakılmamıştı. Önder Apo’nun belirtiği gibi savaşmak, özgürlükten ve kurtuluştan önce bir varoluş yöntemiydi. Soykırımcı-sömürgeci Türk devleti Kürtleri tarihten silme ve yok etme kararındaydı. Bunun için Kürtlere savaşmaktan başka bir yol bırakılmamıştı. PKK hareketi ve Kürt halkı Önder Apo şahsında bu savaşı geliştirerek yeniden bir toplumsallığı yaratarak baş aşağı gidişe dur dedi.
İnsanlık tarihinde 14 bini aşan savaşların yaşandığı belirtilmektedir. Bu savaşlar için kuşkusuz genel anlamda haklı-haksız, ilerici-gerici gibi bir tanımlamaya ve değerlendirmeye girmeyeceğiz. Savaşların biçimlerini değerlendirmenin yeri de burası değildir. Bizi ilgilendiren, esas almamız gereken kendi savaşımızdır. Kendi savaşımız derken de işte sıradan bir Kürt halk savaşı deyip geçmemek gerekir. Zira kendine ait olmayan, kendisi için düşünemeyen, sorgulamayan ve yaşamayan bir toplumun hangi savaşından bahsedilebilir, böyle bir toplum neyin savaşını verebilir ki. PKK, topluma adeta serumla taze bir ruh kazandırmıştı. Zira siyasi ve kültürel soykırımın etkisi henüz çok tazeydi. Soykırımcı-sömürgeci Türk devleti 20. yüzyıl isyanlarını çok zalimane biçimde bastırdıktan sonra Kurdistan üzerinden buldozer gibi geçti. Çöktürme, Şark Islahat Planı ve yine önüne kattığı her şeyi yutan, çiğneyen ve yok eden “Sel Hareketi” sonucunda Kürt halkında artık yaşam emareleri bile neredeyse tam olarak kırıldı, kalmadı. İradesi parçalanıp darmadağın edildi. Ardından Kürtlere yönelik yürürlükteki tenkil, entegrasyon, asimilasyon ve soykırım politikalarıyla toplum adeta iğdiş edilmiş, kendine yabancılaştırılmıştı. Böyle bir toplumda tekrar ve bir kez daha direniş ruhunu yaratmak, örgütlemek ve ayağa kaldırmak ne kadar mümkün olabilirdi? İmkânsızı başarmak herhalde bu olmalıydı. Önder Apo ve PKK’nin yaptığı buydu.
İdeolojik mücadele savaşların en büyüğü ve en anlamlısıdır
Önder Apo, “savaşın en büyüğü anlamaktır” dedi. Müthiş bir zihniyet savaşı, mücadelesi olacak ki zihniyette bir değişim-dönüşüm, bir devrim mümkün olabilsin. Yoksa Kürt insanında ve toplumunda anlam gücü nasıl gelişecekti. İşte Önder Apo bunun içindir ki tüm zamanını, emek ve enerjisini buna verdi. Çünkü başarmanın sırrı burada saklıydı. Zihinsel açılım ve devrim işin olmazsa olmazıydı. En büyük savaş bu alanda yani zihniyet dünyamızda verilecekti. Yaşam böyle kazanılacak, gerçek savaşa böyle girilecekti.
Bundan dolayıdır ki Önder Apo yaşam savaşının önemini şöyle dile getirmektedir: “Savaş silahı eline alıp birkaç kurşun sıkmak değil. En büyük savaş verdiğimiz yaşam savaşıdır. Düşmanın hizmetinde olan yaşama karşı verdiğimiz savaştır. Paramparça bir kişilikle kimse savaş veremez. En büyük hastalık budur. Bu delileşme hastalığıdır. Bundan kurtulmak ancak savaşarak olur”. Görülüyor ki Kurdistan ve Kürt halkı için savaş aslında bir tercih değil bir zorunluluk olmuştur. Yoksa yok edilme aşamasına gelmiş bir halkın başka türlü yaşama şansı yoktur. Önder Apo bunu ilk gören, keşfeden ve müthiş çözümleyendir. ‘Sömürge Kurdistan’ kavramını ilk kullandığında beyninde ve yüreğinde bir titremeye neden olmuş ve daha sonra baygınlık geçirmiştir. Bir de şu var; Kurdistan’ın ve Kürtlüğün ölüm fermanının verildiği bir dönemde, Kurdistan ve Kürtlük adına yaprağın dahi kımıldamadığı bir zamanda bırakalım savaşmayı, savaştan söz etmek bile büyük bir iştir, gerçekten cesaret gerektirirdi. Bunun hikayesi yarım asırlıktır. Önder Apo’nun ‘Sömürge Kurdistan’ kavramını ortaya atarak ve mücadelesine giriştikten sonra bunun ne denli etkili olduğunu daha sonraki gelişmeler göstermiştir. Hepsi ifadesini gerçek anlamda Önder Apo’nun biyografisinde bulmaktadır.
Savaş; çeşitlilik içeren, kapsamlı, fazla anlam yüklü bir kavram olmaktadır. Herhalde savaşların en büyüğü ve en anlamlısı ideolojiktir. İdeolojik savaş anlam parçalanmasını ortadan kaldırmakta ve tek vücut bir mücadeleyi esas almaktadır. Kuşkusuz taraflar arasında başka çeşit güç denemeleri de savaşlara yol açmıştır. Ekonomik, ticari, siyasi, askeri savaşlar. Kurdistan üzerinde ise uygulanan topyekun bir yok etme savaşıdır. Soykırımcı-sömürgeci Türk devleti Kurdistan Devrimcilerine karşı daha ilk başta maddi ve teknik üstünlüğe sahip olduğu için kısa süreli bir savaş taktiği ile sonuç aSabri OKlmak istemiştir. Bizim buna karşı savaş stratejimiz ise uzun süreli halk savaşı olmuştur. Düşmanı yıpratmak, süreç içerisinde dengeleri zorlayıp siyasi ve psikolojik üstünlük sağlamak, yine askeri ve toplumsal eylem gücümüzü artırarak zafere ulaşma stratejisidir. Soykırımcı-sömürgeci Türk devletiyle uzun yıllar bu temelde savaş içinde olduğumuz bilinmektedir.
Tüm savaşlarda şöyle bir tehlike vardır; savaş çok fazla sürdüğünde, uzun yıllara yayıldığında bazılarında inançsızlık, sağa savrulma, reformizim gibi çizgi kayması gibi eğilimler gelişir. Radikal çizgi devrimciliğini salt fedailik biçiminde yorumlayıp savaşa dar bir bakış açısıyla yaklaşanlar ise ‘ya hep ya hiç’ noktasına gelip stratejik zafer kazanmada zorlanırlar. Şüphesiz PKK’nin ideolojisi güçlüdür. Yarım asırlık mücadelemizde ‘ya hep ya hiç’ değil de ortaya çıkan sağ eğilim, reformizim sonuçta ihanet olmuştur. Direnişimiz konusunda zafere yeterince kilitlenemeyen militanlar için Önder Apo şunu demektedir: “Ben sizden kahramanca direnerek ölmeyi değil, kahramanca direnerek zafer kazanmanızı istiyorum” diyordu. PKK’de direniş ve fedailik ruhu gerçekten muazzamdır. Hatta öyledir ki dünyada benzeri yok gibidir. Fakat bu muazzam fedailik ve eşsiz direniş ruhuna denk düşen büyük askeri ve siyasi zaferleri mutlaka kazanmak ve daha da büyük zaferlere ulaşmak şarttır.
Mücadeleye başlarken savaş stratejimizin uzun süreli halk savaşı olduğunu belirtmiştik. Değişen konjöktür, dünya, düşman ve mücadele gerçekliği artık uzun süreli halk savaşını klasik biçimde savunma, denge ve saldırı aşamaları olarak değil de devrimci halk savaşı biçiminde anlamak daha doğrudur. Dolayısıyla bizim şimdi vermekte olduğumuz savaş; Devrimci Halk Savaşı olmaktadır.
İnsanlık tarihinde, günümüze dek 14 bini aşkın savaşların olduğunu belirtmiştik. Yakın tarihte sadece iki dünya savaşında 88 milyon insanın öldüğü belirtilmektedir. 20. yüzyıl savaşlarında ise toplam 250 milyon insan hayatını kaybetmiştir. Peki, bu kadar can kaybı, yıkım ve tüm yaşanmışlıkların sonunda ortaya çıkan ne olmuştur?
Birinci Dünya Savaşı’nın insanlık tarihinde çığır açan nitelikte yeni gelişmelere yol açtığı kesindir. Bu süreçte sosyalizm hayali ve amacıyla büyük iddia ve kararlılıkla gerçekleşen Ekim Devrimi kuşkusuz muhteşemdir. Ancak bunun daha sonra reel sosyalizme evrilmesi ve bir biçimde tasfiye olması ayrı bir tartışma ve değerlendirme konusudur. Burada mühim olan Ekim Devrimi’yle birlikte dünyanın üçte birinde sosyalizm amaçlı gerçekleşmiş olan devrimlerdir. Birçok ulus devletler de bu dönemde ortaya çıkmıştır. Özetle Birinci Dünya Savaşı’nın böyle tarihi ve önemli sonuçları olmuştur.
İkinci Dünya Savaşı ise hızla militarizmle iktidar olan Alman faşizminin Japon ve İtalyan faşizmiyle yaptığı ittifak sonucu başlamıştır. Özü itibarıyla sömürge pazarlarından pay kapma savaşıdır. Bu savaşın insanlığa faturası çok büyük olsa da faşizm yenilmiş, Sovyetlerin öncülüğünde dünyada sosyalizme duyulan ilgi ve heyecan daha da artmıştır. Dünyanın her tarafında o zamanki literatürle çığ gibi gelişen ve yükselen ulusal kurtuluş hareketleri olmuştur. Bu devrimlerin bugün katı ulus devletler biçiminde şekillenmiş olması da ayrı bir tartışma ve değerlendirme konusu olmaktadır. Demek istediğimiz şudur; iki dünya savaşının insanlık ve toplumlar üzerinde yarattığı ideolojik, siyasi, sosyal ve askeri etkiler gerçekten büyük olmuştur.
Savaş bir bütündür ve ideolojik ahlaki siyasi hayatın kendisidir
Şimdi bir de Üçüncü Dünya Savaşından söz etmekteyiz. Üçüncü Dünya Savaşı’nın birinci ve ikinci dünya savaşlarından farklı olarak nasıl ve ne gibi gelişmelere yol açacağını anlamak zor değildir. Bir kere Üçüncü Dünya Savaşı birinci ve ikinci dünya savaşlarında olduğu gibi topyekun gelişen ve kısa sürede bitecek ya da sonuçlanacak olan bir savaş olmamaktadır. Merkezi Ortadoğu olan bir savaştır. Kurdistan belki de bu savaşın merkezi olan Ortadoğu’nun da merkezi olmaktadır. Savaş şüphesiz her türlü açık askeri güç ve teknikle verilirken, bunun yanında bir de ideolojik, kültürel yani sanat, müzik, sinema dediğimiz yumuşak güç ile de verilmektedir. Birinci ve ikinci dünya savaşının kapitalist-emperyalist güçlerin kendi aralarındaki güç denemesi ve pazar paylaşım savaşı biçiminde olmuştur. Üçüncü Dünya Savaşı ise esasen demokratik modernite güçleriyle kapitalist modernite güçleri arasında gelişmektedir. Bu savaş öyle kısa erimli bir savaş olacağına benzememektedir. En az 20-30 yıl sürebilir denilen Üçüncü Dünya Savaşı’nın mutlak demokratik modernitenin galebe çalmasıyla gelişeceği ve sonuçlanacağı kesindir. Bu tamamen yüzyılın ideolojik, siyasi, felsefik, ekolojik, demokratik, kadın özgürlükçü paradigmasının savaş ve strateji kuramcısı ve taktik belirleyeni olan Önder Apo’nun paradigmasal zaferi olacaktır. Üçüncü Dünya Savaşı’nın bu temelde önemli ve tarihi gelişmelere yol açacağı kesindir. Bunu kapitalist moderniteye karşı verilen günümüz mücadelesinde görmek rahatlıkla mümkündür. Günümüz mücadelesi dediğimiz aslında demokratik modernite paradigmamızın savaş stratejisi olan Devrimci Halk Savaşı olmaktadır.
Apocu militanda ideolojik manevi moral donanımın önemi
Önder Apo’nun “savaş insan eyleminin en amansızıdır, büyük ciddiyet ister” dediğini biliyoruz. Ama önce şunu belirtmek gerekir; savaşa kesinlikle tek taraflı ve dar bir perspektifle yaklaşamayız. Yani savaşı sadece sıcak çatışma olarak görüp, silahı eline almakla değerlendirmek tümden yanlıştır. PKK kadro ve militanlarının bunu çok iyi bilmesi gerekir. Yoksa biz bir tarafta her gün, her yerde ve her daim topyekun Devrimci Halk Savaşı derken öbür yanda bilmeyerek ve istemeyerek de olsa kendimizi savaş dışı bir konuma düşürmekten kurtaramayız. Savaşı, her şeyden önce bir yaşam gerekçesi, yani yaşam için olmazsa olmaz kabilinde bir zorunluluk olarak görmek durumundayız. Bunun için Kemal Pir yoldaş boşu boşuna “biz yaşamı uğruna ölecek kadar seviyoruz” dememişti. Daha önce de belirttik; bizim için savaş bir tercih değil zorunluluk olarak gelişmiştir. O halde bu bilinçle ve ciddiyetle yaklaşmak ve anlamak durumundayız. Bunu böyle anlamak demek kurtuluşun savaşla mümkün olacağına inanmak demektir. İnanmak ise gereklerini ibadet edercesine kusursuz ve tam olarak yerine getirmeyi gerektirir. Bunu kuşkusuz sadece gerilla için, sıcak çatışma alanlarındaki yoldaşlar için belirtmiyoruz. Onlar zaten 24 saat nefes nefese bir savaş içerisindedirler. Ama işte biz savaşı sadece bu yoldaşlarla ve sadece bu sıcak çatışma alanlarıyla sınırlı görmeyeceğiz. Savaş bir bütündür; ideolojik, ahlaki, siyasi hayatın ta kendisi olmaktadır. Gerçek bu ise o halde PKK’li ve PAJK’lı her kadro ve militan kendisini buna göre değerlendirmelidir. Yaşadıkları mekân, yaptıkları görev ve iş neresi ve ne olursa olsun kendilerini her şeyden önce bir savaşçı olarak bilmek, tanımak, buna göre rol ve misyonlarını yerine getirmek ve mutlaka başarmak zorundadırlar.
Demek ki savaşı doğru anlamak ve doğru yaklaşmak gerekmektedir. Bunun içindir ki Önder Apo savaşın amansızlığı ve gösterilmesi gereken ciddiyeti üzerinde hep durmuş ve anlatmıştır. Hepimiz, kendimizi bu savaşın içinde görüp konumlandıracağız. Bu konularda asla, en küçük bir yanılgıya düşmeyeceğiz. Madem ortada bir savaş var, hem de yüzyılın Devrimci Halk Savaşı biçiminde süren bir savaştır; o zaman bunu gerçekten derinliğine anlamak ve cevap olmak bizim için yaşamsaldır. Yani nereden ve hangi açıdan bakarsak bakalım bizler bu savaşın içinde olan, savaşın bizzat özneleriyiz. Hareket ve halk olarak tüm yaşam ve geleceğimiz bu savaşın başarı ve zafer kazanma düzeyine bağlıdır; ve başka bir seçenek yoktur. Savaşmaya ve savaşarak zafer kazanmaya mahkumuz.
Soruna böyle yaklaşmaz, görev ve sorumluluklarımızı buna göre görmez ve değerlendirmezsek yanılırız. Sadece yanılmak da değil aynı zamanda büyük kaybederiz. Bu nedenle sıklıkla belirtildiği gibi savaşı dar bir perspektifle elde silah olanlarla sınırlandırmamak gerektiğini hep belirtiyoruz. Adeta bir tüzük maddesi gibi algılamak gerekir; PKK’li ve PAJK’lı her kadro ve militan her şeyden önce birer asker, savaşçı olarak kendilerini tanımak ve tanımlamak durumundadır; bunun aksi yanlıştır ve yalandır. Üzerinde yaşadığımız ve mücadele verdiğimiz yer ve mekân neresi olursa olsun bu böyledir. Demek ki askerlik bir ruhtur, iradedir. Hepsinden önemlisi bunu derinden anlamak ve tüm benliğimize olanca gücümüzle yedirmektir. Ancak o zaman yaşamda, ruhta ve zihniyette savaşın ve zaferin gerçek kazanılanları ve Önder Apo’nun tam da istediği gerçek kadro ve militanları olabiliriz.
Önder Apo’nun eline belki de hiç silah bile almadığını çok iyi bilmekteyiz. Ama yine çok iyi bilmekteyiz ki bu savaşın fikrini, ruhunu ve bedenini oluşturan Önder Apo’dur. Savaşın teorisini, strateji ve taktiğini oluşturmak kadar komutan ve savaşçısını da bizzat Önder Apo eğitmiş ve hazırlamıştır. Savaş bilinci, ruh ve cesaret kazandıran, moral ve motivasyon yaratan yine Önder Apo’dur. Sadece parti gücünü ve parti yapısını değil halkı, toplumu ve dostları buna hazırlayan da Önder Apo olmuştur. Yoksa bu savaş nasıl gelişirdi. Daha doğrusu böyle bir savaşa kim cesaret edebilirdi. O zaman gerçek komutan, savaşın dahisi, büyük savaşçı kimdir diye sorulursa tereddütsüz Önder Apo olduğu kesindir. PKK’nin kendisi böyledir. Savaşan halk gerçekliğine böyle ulaşılmıştır.
Belirtiğimiz gibi ne hiçbir kadro ve militan kendisini savaşın dışında görmeli ne de hiç kimse savaşı salt gerilla alanlarıyla sınırlı değerlendirmeli ve böyle bir yanlışa düşmelidir. Önder Apo’nun komuta kişiliğini bunun için örnek olarak verdik. Şimdi halk ve Hareket olarak tüm zamanlarımızın en yaman savaşını vermekteyiz. Bunun adı halen tüm yetmezliklerimize rağmen elbette Devrimci Halk Savaşı olmaktadır. Devrimci Halk Savaşı, kır-kent, silah-siyaset, toplum-birey, genç-kadın diyalektiğiyle gelişen herkesin içinde yer aldığı bir savaştır. Her zaman ve tüm mücadele alanlarında olduğu gibi bu savaşta büyük ve belirleyici olan görev ve sorumluluk öncü kadro ve komutanındır. Bu nedenle en başta öncü kadro ve komutan sürecin ruhunu anlamalı ve sürece ruhunu da katarak gelişmelere cevap olmalıdır. Ruh derken kast ettiğimiz kuşkusuz ideolojik, manevi, moral donanım olmaktadır. Enerjinin akışkanlığı kadar zorluk ve engel tanımadan sürekli hedefe koşmak Apocu militanlığın ve sürecin ruhu gereğidir. Ortak ruh, ortak bakış açısı, ortak tartışma ve değerlendirme, ortak irade ve motivasyon kazandıran elbette Apocu ideoloji ve paradigmadır. Apocu kadro ve militanlar bunun içindir ki birbirlerinden çok uzak, farklı alanlarda da olsalar olay ve olguları rahatlıkla aynı perspektifle değerlendirip aynı sonuçlara ulaşabilmektedir. Bu, müthiş bir avantajdır. Aynı zamanda Apocu ideolojinin ne kadar derin ve etkili olduğunu göstermektedir. Geriye gerçekten kişinin taşıdığı sorumluluk anlayışı, sahip olduğu ve içselleştirdiği ahlaki ölçüler kalmaktadır.
Sıcak çatışma alanları dışındaki arkadaşların gerilla ile empati yapması önemlidir
Empati önemlidir, tam bir manevi, ahlaki ölçü kazandırır. Sıcak çatışma alanlarında olmayan arkadaşların Müslümanın günde beş kez namaz kılması ve Allah’ını hatırlaması gibi sık sık savaş alanlarındaki gerilla ile empati yapmaz ve unutulursa bu tehlikeli bir durumdur. Bu aynı zamanda görev ve sorumluluklarını yerine getirmemek olur. Önder Apo dışarıda olsaydı gelişmeler karşısında şimdi nasıl bir tutum ortaya koyar, ne düşünür, ne yapardı diye düşünmeyen bir kadro yetmezdir. Yetersiz yoldaşlığı aşmak için çaba göstermemektir. Önder Apo’nun yaşadığı koşulları empati kurarak yaşamayan kadro yetmezliğin de ötesinde bir durum yaşıyor demektir. Bunlar sorumluluk hatırlatan, insanı ciddiye çeken manevi, ahlaki ölçülerdir; ama çok önemlidir. Unutmak ne kadar ihanetse, anı anına sürekli hatırlayarak yaşamak da devrimci bir duruştur. Medya ve basınımızda gün yoktur ki benzeri olmayan fedai direniş haberleri, şehadetler verilmesin. Düşmanın gerillaya karşı binlerce kez kullandığı kimyasal silah haberleri verilmektedir. Medya Savunma Alanları için sadece bir gün içerisinde 300 kez hatta 400 kez yapılan hava, top ve havan saldırılarından bahsedilmektedir. Tünellerde aylardır gün yüzü görmeyen, banyo yapma imkânı olmayan gerilla direnişleri vardır. İnsanüstü bir iradeyle direnilmektedir. Bunlar PKK ve PAJK’ın fedai Apocu militanlarıdır.
Bir de mücadele ihtiyacından hareketle görev gereği Medya Savunma Alanları dışında görev yapan, mücadele eden yoldaşlar vardır. İster yurtdışında ister metropollerde ister mücadelenin başka alanlarında olsun verilen her mücadele, yapılan her çalışma şüphesiz değerlidir, gerilla savaşı kadar anlamlıdır. Biri olmadan öbürünün olmayacağı, mücadele alanlarının birbirleriyle olan ilişki diyalektiği bilinmektedir. Hepsi birbirlerini tamamlayıp güçlendirerek mücadele gelişmektedir. Ancak yaşam mekânı ve koşulların insan düşüncesi üzerinde etki yaptığı bir gerçektir. Şüphesiz bu her koşul altında herkes için aynı düzeyde geçerli değildir. Ama ideolojik ve iradi duruş zayıf olursa yaşam ve ilişkilerde aşınma gelişirse etkisinin daha fazla olacağı kesindir. Yaşam ve ölçülerdeki aşınma beraberinde ideolojik kayma ve bir takım saplantılara da yol açabilecektir. Nasıl yaşarsan öyle düşünürsün belirlemesi bu açıdan doğrudur. Tarihte bilge insanların zaman zaman dünyevi, maddiyat ve nimetlerden uzaklaşıp inzivaya çekildikleri, yoğunlaştıkları, ruhsal ve manevi dünyalarını büyüttükleri bilinmektedir. Kendisiyle mücadele etmeyen, disipline etme sorunu yaşayan, zaaflarını ve yetersizliklerini kendini büyütmenin ve yeterli hale getirmenin gerekçesi yapmayan her zaman zorlanır. Bilge insanların bile kendilerini disipline ve terbiye etmeleri için inzivaya çekilerek yoğunlaşmaları bundandır. İnsanın tüm canlılar içerisinde en zaaflı varlık olduğu söylenir. Tüm kötülüklerinden ve zaaflarından arınmış insan ise en güçlü varlıktır. Kolaycılığa, rehavete ve bol imkân sunan yaşam tarzına tenezzül etmeyenler kesinlikle büyük nefs savaşını vermişlerdir. İdeolojik düşünmüş, amaçlarına uygun bir yaşamı tercih etmişlerdir. Hz. Muhammed insanın nefs savaşını yani iç zihniyet savaşını “cihad-ı ekber (büyük savaş)’ olarak tanımlamıştır. Bazıları da kendilerini korumak için tedbir almak adına bol imkânlı yaşam koşullarından kaçınırlar. Objektif olarak böyle tedbirler geliştirerek kendilerini korumayı düşünürler. Önemli olan doğru yerde durmak, doğru mücadele geliştirmek ve bunun amansız savaşçısı olmaktır. Eğer kişi gerçekten tutarlı ve dönüştüren bir mücadele sahibiyse büyük gelişmelere yol açacağı kesindir.
Önder Apo çözümlemelerinde şunu demektedir: “Sizin bu rahatınız beni rahatsız etmektedir. Nasıl bu kadar rahat olabilirsiniz”. Halkı yok edilmeye çalışılan ve kültürel soykırım kıskacında olan bir insan, onuru ayaklar altına alınmış, dili ve kimliği yok sayılan bir insan, doğası her gün talan edilen ve tecavüzlere maruz kalan bir insan gerçekten nasıl rahat olabilir. Elbette zihniyet, bilinç ve sorumluluk duygusuyla ilgilidir. Halbuki bir devrimci her zaman ruhsal gerilim yaşamalıdır. Günde kendisine kırk soru sorup cevap arayışında olmalıdır. Bu, müthiş bir duyarlılıktır.
Sonsuz bir emek ve çaba, inanılmaz düzeyde bir refleks örgütlendirilmesi ve yoğunlaşma demektir. Mücadeleyi, düşmanı, devrimi ve savaşı böyle ciddiye alacaksın. Önder Apo’nun 24 saat nasıl dolu yaşadığını bilmekteyiz. Her anı bir yenilik, her nefes alışverişi bir yoğunlaşmadır. Bırakalım Türkiye ve Ortadoğu’nun siyasi ve askeri dengelerini dünya siyaset dengelerini etkileyen ve zorlayan düzeyde gelişen Kurdistan’daki savaş böyle hazırlanmış ve buna cesaret edilmiştir. Bunun içindir ki Önder Apo bu durumu şöyle ifade etmektedir: “Kendimi sadece dönem dönem yeniden yaratırken değil, günümüze doğru neredeyse her an yeniden yaratmaya çalışırken, bu gerçeklikten ve onun hakikat olarak ifadesinden hareket ettim. Böylelikle kendimi özgür olarak toplumsallaştırdım, demokratik ulus kılarak (Kürt) somutlaştırdım, demokratik modernite olarak tüm insanlığa, mazlum Ortadoğu halklarına ve bireylerine sundum.”
Legal alanında çalışan arkadaşlar sürecin ruhunu temsil edeceklerdir
Savaş dışında kendisine başka bir seçenek bırakılmayan Kürt halkının gerilla mücadelesine, sıcak savaş alanlarına doğru ve sağlıklı bir yaklaşımı şarttır. Bizim için her çalışma alanı bir gerilla mevzisi anlamındadır. Bu ciddiyetle yaklaşmak gerekmektedir. Demokratik legal alanında çalışan arkadaşlar kendilerini gerilla mevzisindeymiş gibi görmelidir. Savaşın ve sürecin ruhunu, çalışma alanına bilinçli, yaratıcı, örgütlü biçimde uyarlayacak, uygulayacak, temsil edeceklerdir. İmkânlar ne kadar bol ve sınırsız olursa olsun savaş tünellerindeki gerillayı anımsayarak yaşamalıdır. Bu aynı zamanda elbette ahlaki, vicdani bir yaklaşım olmaktadır. İşin ciddiyet ve disiplini de buradan gelmektedir. Ciddiyet işinde başarılı olmak, bunun için doğru zamanda, doğru yerde konuşmak, kazandıran ve büyüten tarz ve üslup ne ise bunda ısrar etmek gerekir ve bunun gereklilikleri yerine getirilmelidir. Sürekli eleştiren, olumsuz ve yetersiz olan, her şeyi kendi dışında başka nedenlerde arayan, hangi zamana nasıl bir başarı sığdırabilirim diye yoğunlaşmayan, imkânları ve gücü daha fazlasını başarmaya yettiği halde az olanla yetinen ve rehavete giren kesinlikle Devrimci Halk Savaşı esprisinden ve sürecin ruhundan kopmuş demektir. İşte ideolojik düşünmek, sürecin ruhunu yaşamak, gerillanın fedai direnişi ve her gün verdiğimiz şehitler karşısında duyarlı olmak ve empati yapmak burada önem kazanmaktadır. Bir de gerillaya yaklaşım konusunda bazı yanlışlıklar vardır. Şüphesiz her arkadaş gerillada olmak ister. Zira bu hem bir hak hem de bir görevdir. Gerilla yaşamının kutsallığı ve tüm mücadelemiz için belirleyici önemde olduğu gerçektir. Yanlış olan duygusal yaklaşımlardır. Kaldığı çalışma alanını ve işini küçümseyen, gerillada olmadığı için kendisini ve işini önemsiz gören anlayışlar doğru değildir. Elbette her an yönümüzü dağlara vermeye hazır olacağız. Ama bunun kadar yaptığımız görev ne ise başarıyı esas alarak yükleneceğiz. Diğer bir anlayış ise sanki başkaları savaşır, gerilla olur, kendisi bunun dışında bir görev, rol ve misyona sahiptir. Böyle olmaz. Gerillaya hazır olmayan yarım devrimcidir. Gerillaya hazır olmak da yetmez. Baştan beri tekrarlayarak belirtiğimiz gibi gerilla hassasiyeti, gerilla refleksi, gerilla duruşu ve kişiliği olacak. Her iki anlayışın da mücadeleye zarar verdiğini bilmek gerekir. İdeolojik bir yaklaşımla herkes kendi görev ve sorumluluklarını yerine getirir ve müthiş yoğunlaşarak mücadele içinde yer alırsa büyük zaferlerin sahibi olacağı kesindir. Demokratik legal siyaset alanında kendini korumak ve başarılı olmak başka türlü mümkün değildir.
Aslında bu konularda zengin mücadele tarihimizde çıkarmamız gereken büyük dersler ve sonuçlar vardır. Demokratik Özerklik ilanı zamanında yaşananlar hayli öğreticidir. Amed’in Sur ilçesinde Özerklik Direnişi sürerken aynı günlerde Yenişehir’de bazı çalıştay ve toplantıların yapıldığını çok iyi hatırlamaktayız. Gündemlerimiz bu kadar birbirinden kopuk hatta objektif olarak bu kadar birbirine karşıt olmamalıydı. Oysa Sur’da direnenler de, çalıştay yapanlar da PKK ve PAJK’ın kadroları ve sempatizanlarıydı. Gündemlerin ayrı olması elbette süreci ve gelişmeleri farklı okumak yani farklı değerlendirmek anlamındadır. Bu durum büyük zarar vermiştir. Aynı yetmezlik bu defa zihniyet kaymasından olmasa da en azından örgütsüzlükten kaynaklı halen de sürmektedir. Toplumun gündemini doğru belirlemek, toplumsal refleksleri doğru geliştirmek ve örgütlemek zayıftır. Bu Önder Apo’nun içinde bulunduğu koşullar karşısında da böyledir. Gerilla cenazelerini adeta doğrayarak kemiklerinin torbalar içinde ailelerine verilmesi karşısında da böyledir. Halbuki Kurdistan’da günde kırk kez serhildan yapmanın gerekçeleri vardır. Savaş sadece dağlarla, tünellerle sınırlı olmadığına göre legal demokratik siyaset kadrosunun görev ve sorumluluklarına daha büyük bir ciddiyetle yaklaşması, kendi alanında başarılabilecek ne varsa azami düzeyde başararak rolünü oynaması tarihsel bir zorunluluktur. Yaşanan süreci ve gelişmeleri herkes değerlendirmektedir. Aydınların, akademisyenlerin de bir değerlendirme tarzı ve amacı vardır. Ama bizim değerlendirmelerimiz doğru karar ve planlara ulaşmak içindir. Siyaset ve diplomasi çalışmasını yürüten arkadaşlar da basın ve kültürde olan arkadaşlar da gelişmelere böyle bir perspektif ve sorumluluk bilinciyle yaklaşmak durumundadır.
Diplomasi en büyük gücünü ideoloji ve paradigmadan alır
Kendini savaşta görmeyenin, savaşın diplomasisini güçlü ve başarılı biçimde yapması düşünülemez. Gece-gündüz demeden her daim yoğunlaşmak durumundadır. Önder Apo buna “düşünürken yürümek, yürürken düşünmek” dedi. Diplomasi için ileriyi gören sanat denilmektedir. Savaş öncesi hazırlık olduğu kadar var olan kazanımları korumak ve daha fazlasını kazanmak diplomasinin işidir. Zor bir iştir. Ama mümkün olanı başarmak zaten her zaman olması gerekendir. Diplomasi, en büyük gücünü ideoloji ve paradigmadan alır. Herkesten ve tüm çalışmalardan çok diplomasi çalışması ideolojik yürütülmelidir. Kuşkusuz politik esneklik, yaratıcı yöntemler geliştirmek başarı için şarttır. Ama bütün bunlara yön ve doğrultu verecek olan yine ideolojidir. Bununla birlikte kendisini savaşın tam ortasında görmeyen, bunu hissetmeyen, buna göre yoğunlaşmayan elbette görevlerine olağanüstü bir ciddiyetle yaklaşamaz ve tabi ki başaramaz da. Bazen bir söz söylemek, bir tutum belirlemek en müthiş bir eylemden daha anlamlıdır. Söz ve tutum gücünü ideolojiden, mücadelenin yükselen değerlerinden ve kazanımlarından aldıkça sonuç alacaktır.
Sorun kuşkusuz niyetlerimizden bağımsızdır. Savaş alanlarındaki medya mensubu arkadaşların nasıl bir yoğunlaşma içinde oldukları, görevlerini nasıl nefes nefese koşuşturarak yaptıklarını görüyoruz. Zorluklar insanı düşündürtür, sorunlara çözüm bulmaya zorlar, yaratıcılık geliştirir. En ufak bir imkâna ve değere mutlaka hak ettiği gibi yaklaşım göstermeyi öğretir. Bundandır ki basın-medyada çalışan her arkadaş elbette kendisini diken üstünde hissetmekte, her daim bir gerilla mevzisindeymiş gibi görmektedir. İnsanın sorumluluk duygusu, durumlar karşısında gösterilen refleks ve duyarlılıklar, yine işini ciddiyetle ele alması buna göre olmalıdır. Böyle olursa ancak basın ve medyamız tarihi rolünü oynayacaktır. İdeolojik mücadeleden tutalım halkı eğitmek, toplumsal bellek ve duyarlılık yaratmak, propaganda ve ajitasyonu güçlü yürütmek, düşmanı her düzeyde teşhir edip zorlamak ve psikolojik üstünlük sağlamak gerekir. Medyanın rolü belirgindir. Toplumun öfkesini eyleme dönüştürmede medya çok önemlidir. Bu alanın kadro ve çalışanları bunun için bir an bile olsa sürecin ruhundan kopuk, savaş gerçekliği dışında yaşamaları durumunda büyük zarar vereceklerini bilerek kendilerini örgütlemelidirler. Yaratıcı programlarla halkı bilinçlendirip topluma cesaret verebilir, düşmanın savaş suçunu dünya kamuoyuyla paylaşarak, gündemler oluşturarak teşhir edebilir. Savaş bölgesinde insan nasıl diken üstünde ve en küçük bir imkânı değerlendirmeye kalkıyorsa basın ve medyamız da bu ciddiyetle görev ve sorumluluklarına yüklenmeli ve Devrimci Karargah biçiminde çalışmalarını yürütmelidir.
Önder Apo “kültür bir toplumun tüm geçmişi ve gerçekliğidir” demiştir. Aynı şekilde “Kürtler müzikle direnmektedir” dedi. Aborjinler için de şarkılarla ölülerini dirilttiği, ata-ana ruhlarının bu biçimde canlandırıldığı söylenmektedir. Önder Apo’nun “kültür hareketlerini geleneğin başkaldırısı olarak nitelemek yerinde olur” demesi bundandır. Okuyarak üretmek, yapmak ayrı bir şeydir, dokunarak, yaşayarak, görerek ve içinde olarak üretmek ve yapmak ayrı bir şeydir. Bu perspektifle yapılan her sanat ve kültür çalışması gerçekten Önder Apo’nun belirttiği gibi taştan dahi su fışkırtır. Kültür çalışmalarında popülizmden uzak halkın içinde ve halkın özlemlerini dile getiren her çalışma mücadelenin değirmenine su taşıyacaktır. Kültür çalışması liberalizm ve kapitalist modernitenin yarattığı bireye karşı eserleri ve ürettikleriyle devrimimizin yarattığı bireyin gelişmesine katkıda bulunmalıdır. 90’lı yıllarda ozanların gerilla ortamında bulunmaları, oradaki yaşamı ve gerçeği eserleri ve ürettikleriyle topluma yansıtması büyük bir moral ve heyecana neden olmuştur. Bugün de devrimimizin kahramanlıklarını, fedailiklerini, toplumun yeniden inşasını, paradigmamızı ve felsefesini çeşitli sanat ve kültür etkinlikleriyle halka ulaştırmalı ve halkta duyarlılık yaratarak mücadelenin yaşamın her alanına girmesine hizmet etmelidir. Kültür çalışmalarını yürüten militanlar ve sempatizanlar tiyatro, müzik, sinema, vb her bir çalışmayı bir savaş mevzisi gibi görerek işini ciddiyet ve hassasiyetle yürütmelidirler. Önder Apo Kürt toplumunu ‘kültürel soykırım altındaki toplum’ olarak nitelendirmiş ve şöyle demektedir: “Kültürel soykırım fiziki imhaya göre daha sancılı ve uzun sürece yayılmış bir soykırım türüdür. Yarattığı sonuçlar fiziki soykırımdan daha felaketlidir; bir halk veya herhangi bir topluluk için yaşamda karşılaşabileceği en büyük felaket niteliğindedir.” Her kültür çalışanı bunun bilincinde hareket etmeli ve toplumun kılcal damarlarına ulaşarak bu mücadelenin müthiş bir yürütücüsü olmalıdır.
Bugünkü savaş şartlarında nasıl ki soykırımcı-sömürgeci Türk devleti bize karşı başarılı olmak ve Kürt soykırımını sonuca ulaştırmak için ittifaklar peşinde koşuyorsa bizim de bölgedeki ve dünyadaki halklarla ittifak içinde olmamız gerekmektedir. Önder Apo ittifaklar konusunda şunu demektedir “Her devrim bir ittifaktır. Devrimlerde saf güçler değil iki dünya karşı karşıya gelir. Devrimlerin ideolojisinde evrensel toplumun gelişimi özetlenmiştir. Karşıdevrim ideolojisinde de aynı kural geçerlidir; karşı güçlerin evrensel deneyiminin özetiyle hareket ederler. Politik gerçeklikte ittifaklar daha somuttur. Politikanın güncelliği ittifakları daha çok görünür kılar.” Görülüyor ki bu ittifakları geliştirecek ve öncülük yapacak olanlar daha çok sıcak savaş ortamında olmayan kadrolar ve halkımız olmaktadır. Bölge halklarıyla ittifaklar oluşturmak, onları devrimin safhasına çekmek, aynı zamanda dünya halklarında da duyarlılık yaratmakta önemli bir çalışma olmaktadır. Bölgesel ve uluslararası alanda oluşacak dayanışma ve ittifaklar soykırımcı-sömürgeci Türk devletini daha fazla teşhir edecek ve hareket alanını daraltacaktır. Günümüzde bu bilinçle yapılacak her çalışma ve atılacak her adım elzemdir. Bunun bilinciyle hareket eden kadrolar, halkların devrimci öncüleriyle aralarında ittifak oluşturmaları ve halkları harekete geçirmeleri büyük gelişmelere vesile olacaktır.
Sonuç olarak; mücadelenin topyekun olduğunu bilerek ve bundan hareketle her kadro, militan ve sempatizan nerede ve hangi çalışmada olursa olsun görev ve sorumluluklarına sahip çıkarak özgürlük mücadelesinin sonuca gitmesine katkı sunacaktır. Tabi bunun gereklerini bilmek ve ona göre hareket etmek gerekir. Önder Apo “öz gerçekliğin üzerine yürümeye cesaret etmek başka bir şey, nasıl yürüneceğini bilmek ise daha başka bir şeydi” demektedir. Bunun için sadece mücadelenin içinde olmak yetmez nasıl yapılacağı, hareket edileceği ve yürütüleceğini de bilmek gerekir. Çok yoğun askeri ve politik bir savaş içinde olmalıyız. Bunun için de ideolojik ve ahlaki olarak kendimizi her yönden güçlendirmeli ve Önder Apo’nun deyimiyle aşk derecesinde kendimizi adamalıyız. Yine Önder Apo’nun deyimiyle “Bu yolda hiçbir sahte aşka yer olmadığı gibi sahte yolcusuna da yer yoktur”. Katıksız bir biçimde toplumsallık içinde kendimizi eriterek, bu bilinçle görev ve sorumluluklarımıza yüklenerek 21. yüzyılın devriminin gerçek bir neferi olabiliriz. Eğer biz kendimizi engel olmaktan çıkartıp şehitlerin ve Önder Apo’nun yoldaşı olursak bu devrimin ayak sesleri önünde hiçbir şey duramaz.