Kaldığımız binanın ön bahçesinde toprak damlı bir ev vardı. İki odadan oluşuyordu. Kışları, daha doğrusu okulun açık olduğu aylarda ev bulmak özellikle de ‘öğrenci evi’ bulmak zorlaşırdı. Herkes akrabası, köylüsü veya tanıdıklarının yanında evini kiralamak isterdi.Kırsal alanlardan gelenlerin genel bir içgüdüsel refleksiydi bu. Tanıdıklarının olduğu yerlerde kendine sahip çıkılabileceğini düşünürlerdi. Haksız da sayılmazlardı. Çünkü şehir kalabalık karmaşık haliyle kırsaldan gelen herkesi korkuturdu.
Bahçedeki bu damları da ev sahibimiz kendi köylülerine ve tanıdığı yakın köylerden öğrencilere kiralamıştı. Erkek öğrencilerdi çoğunlukla. Zaman zaman tek tük kız akrabaları da kalıyordu. Kalabalık olduklarından bir iki kız öğrencinin kalması zorlaşıyordu. Yalnız evi tutanların sayısı başlarda az olmasına rağmen bu sayı giderek artıyordu. Ve çoğu lise, ortaokul öğrencileriydi.
Ev sahibinin çocukları ise, binanın birinci katındaki dairelerde kalıyorlardı. D.K ile bu evde tanışmıştık. Olayların sıcaklığının sürdüğü süreçlerde o da Deniz’lerden bahsetmiş, taktığı kravatını göstererek Mahir Çayan’ın hediyesi olduğunu belirtmişti. Vurulanlardan bazılarının ismini sayarak, onlardan oluşan bir grubun köylerine gittiğini kendileriyle konuştuğunu anlatmıştı. Halbori, Çukur ve civar köylerde de devrimci öğrenciler olduğunu ve üniversite de okuduklarını söylemişti. Veli Tayhani’nin bir abisi de Ankara’da okuyordu. Kendileri Ermeni’ydi. Bu özellikleri hep dikkatimizi çekerdi. Bir gece geç saatlerde kapımız çalınmış ve çok iri yarı biri ağabeyimi sormuştu. O da evde hazır bulunuyordu. Sanki sözleşmiş, birini bekliyordu. Ayrı odada kalmış, bir şeylerle meşgul oluyormuş havasını vermeye çalışıyordu. Gelen kişi içeriye girmemiş, şehri çabuk terk edeceklerini, acele dönmek gerektiğini söylemişti. Onları duymuştum. Daha önce ağabeyime teslim ettiği büyük bir tabancayı alıp gitmişti. Daha sonra bu kişinin Veli’nin ağabeyi olduğunu öğrenecektim. Gizlice vermişti ağabeyim. Sonra benim de salonda olduğumu fark etmemişti. Salonun elektriğini yakmamış, odaların ışığı da loş olduğundan herhalde dikkat etmemişti. Ben o zaman sevinmiş ve ağabeyimin de gizli şeylerle uğraştığını sanarak daha değişik duygulara kapılmıştım.
Evimizde kitaplarımız azdı. Olanları da ağabeyim getirmişti. Fakir Başkurt’un, Yaşar Kemal’in, Kemal Tahir’in romanları, Tevfik Fikret’in şiir kitabını hatırlıyorum… Şiirleri bazen sesli okuduğunda dinlemeyi çok severdim. Tok, güzel bir sesi vardı ağabeyimin. En çok da ‘Allı Turnam’ı söylerken sesini seviyordum. Sonraları o faşistlerin türküsüdür denildiğinde bozulmuştum, ama o türküyü hep sevdim ve hep mırıldandım. Hala da çok severek dinler ve söylerim.
Giderek genel devrimcilik solculuk olguları kafada dar anlamda da olsa anlamını buluyordu. Artık söylediğimiz türküler bile değişmişti; Denizler, Mahirler de girmişti türkülerimize. Sinema, türkü, kitap seçimleri, aranan ölçüler giderek değişiyordu. Yılmaz, Güney’in filmleri kaçırılmazdı: Onun filmlerinin oynadığı günlerde bilet kalmazdı. Önceden bilet alım yarışı başlardı… Ayakta kalma pahasına gidilirdi. Filmi izlenirken tezahüratlarda bulunulurdu… Murat Soydan’ın bir filminde idam sahnesi var. O sahnede birçok izleyici ağlamıştı. Ama herkes tepkisini ayaklarını yerlere vurarak, yuhalayarak göstermişti… Mahsuni, Zamani dinlenirdi. Onların türküleri etkilerdi hepimizi. Coşardık adeta.
Ancak, bunlar henüz bilinçli, bilimsel temelde bir gelişim nüveleri bile değildi. Belki etkilenimlerdi, daha sonraki şekillenmede bütün bu etkilenimler tabii ki rol oynadı. Fakat öte yandan da Ecevitçiliğin etkilemeleri vardı. “Karaoğlan’ bir kurtarıcı olarak algılanıyordu. Solculuk devrimci militan örgütlülüğe dönüşmemiş, sürekliliği bu anlamda sağlayamamıştı… İhtilalcı grup müthiş etkilemişti. Solculuk bu temelde öncü bir örgüte onun somut çalışmalarına dönüştürülseydi; Ecevit solculuğu hiç yaşam bulmazdı ya da o ölçüde etkilemezdi. Dêrsim’deki gençlik potansiyeli, genelde de halk, asimilasyonun yoğun etkisindeydi ve Ecevit bu kesimlere hitap ediyordu. Karşılık da buluyordu haliyle. Seçimlerde tercih daha çok Ecevit’ten yanaydı. Onun partisi CHP’ydi. Düzen partileri içinde en iyisini arama, en çok devleti temsil edeni kurtarıcı görme ne kadar saçmaydı… Devlete karşı muhalefet eden devrimci solculukla, kemalist devlet solculuğu arasındaki ayrımı görememe, ikisini de Ecevitçilikte toplama bir arayıştı; özden uzaklaşmayı değişik biçimde derinleştirmeydi.
Ecevit mavisi gömlekler, Ecevit posterleri, seçim dönemlerinde gönüllü Ecevit propagandası yapma, gösterilere katılma kendini solcu olarak gören bilinçsiz kesimlerin temel aktivitesiydi. Solculuğu illegal yürütmeye gücü yetmeyenler, CHP solculuğu ile devlete muhalefet etmeye çalışıyordu. Ecevit onlar için adeta bir kurtarıcıydı. Hiç değilse Demirel’den diğerlerinden daha iyiydi! Tabii işin diğer yönü de Ecevit ile devlet radikal solu denetim altına almaya çalışıyor, ihtilalci solculuğa alternatif olarak sunuyordu. Karaoğlan kurtarıcılığı çok açık işleniyordu. Özellikle Dêrsim’deki kaba devlet muhalifliğini, CHP devletçiliği bünyesinde toplama, ona iyice entegre etme çabası en gerçekçi olanıydı!
İşte o süreçlerde gelmişti Ecevit Dêrsim’e. ’73’ün sonlarıydı. Çok görkemli bir karşılama hazırlanmıştı ona. Bütün dolmuşlar, otobüsler, hatta kamyonetler harekete geçirilmişti. Kovancılara, Mazgirt köprüsüne, Sihenk’e kadar her yer tıklım tıklım olmuştu. Şehir merkezinden öteye gidemediğim için çok kızmıştım. Babam bizi bir otelin teras katında bekletmişti. Ecevit mavileri giyinmiş, göğsümüzün sol tarafına fotoğrafını takmıştık… Ama bu yeterli değildi. Teras katının beton sütunlarına kırmızı boyayla:
“Karaoğlan geliyor!.. Karaoğlan iktidar” vb sloganlar yazıyorduk.
Belediye binasının hemen yakınında, karşısındaki otelin teras katındaydık. Alan olduğu gibi görünüyordu. Çatı katları, damlar Ecevit gelmeden tıklım tıklım dolmuştu.
Sonra Ecevit göründü. Yanında da Rahşan Ecevit vardı… El sallıyorlardı. Kalabalık coşmuştu. Hep bir ağızdan atılan sloganlarla, tezahüratlarla inliyordu alan. Ardından belediye binasının balkonundan konuşmaya başladı; “Sayın Tunceliler!…” dedi ama kalabalığı susturmak mümkün değildi. Islıklar, sloganlar bitmiyordu. Buna rağmen konuşmaya devam etti Ecevit. Pahallılıktan, zamlardan, fukaralıktan söz etti. Ve bol vaatlerde bulundu…
Annem beni asileştirirken savaşmayı da öğretti
O yıl babam beni ve ağabeyimi, Almanya’ya götürmeye karar vermişti. Okulu bırakmak istemiyordum. Ortaokulu bitirmiştim ve devam etmek istiyordum. Hatta hemşireliğe eğilimim, sağlık okuluna gitme istemimi öne çıkarmıştı. Yatılı okullarının özelliklerini fazla bilmezdim, ama çevrede okuyan akraba kızları vardı. Dayımın kızı Elazığ Kız Meslek Lisesi’nde okuyordu. Amcamın kızı Akçadağ’da okuyordu… Onların aileyle bağları daha çok hoşuma gidiyordu. Uzak olmayı istiyor, o şekilde belki annemce daha çok sevileceğimi düşünüyordum. Annemin yaklaşımları beni içten içe bu şekilde bir uzaklığı yaşamaya itiyordu. En küçüklerimiz ikiz kızlardı. Adları ilkokul arkadaşlarım Feride ve Nesibe’nin adlarıydı… Onların yetiştirilmesi çok zordu. Annem her defasında:
“Biriyle baş ettim sanki, allah iki tane daha verdi!..” diyerek allaha sitem ederdi. Ben de içten içe “iyi ki oldular” diye sevinirdim. Ve hatırlıyorum annem hamileyken beni azarladığında ya da dövdüğünde, neden kız olduğuma kızdığında, ben “keşke iki tane daha olsaydı” derdim. Bunları söylerken ikiz istemiyordum herhalde! Sayı olarak çok olması anlamında diyordum sanırım. İkizler olduktan sonra sanki tanrı benim bedduamı duymuş ve kabul etmiş gibi sevinmiştim. Tabii büyütülmeleri kolay olmadığından ben de bazen zorlanıyordum. Nesibe’ye genellikle ben bakıyordum. Annem Feride’yle daha çok ilgileniyordu. İkimiz beraber onları kundaklardık, mamalarını verirdik. Öyle ki komşular Nesibe’ye ‘Sakine’nin kızı’ derlerdi… Feride sarışın, Nesibe esmerdi. Ayrı yumurta ikizleriydi. Onların doğumundan hemen sonra annemin apandisit ameliyatı geçirmesi işleri benim için daha da zorlaştırmıştı. Ev işleri, ikizlere bakma, daha o yaşlarda evin sorumluluğunu alma eziyordu. Her işi küçük yaşta öğrenmek zorunda kalmıştım. O zaman yedi kardeştik… Evin büyük kızı bendim. Ağabeyim dışında hepsi benim küçüklerimdi ve bakıma muhtaçlardı. Çamaşır, yemek, ekmek, alışveriş diğer tüm işleri yapmama rağmen annemi memnun edemiyordum. Komşu kadınlar kızlarına benim evdeki bu çalışkanlığımı, küçük olmama rağmen işlerin üstesinden gelmemi örnek verirken, annem tam tersine beğenmez, kusur bulur, bazen de döver söverdi… Çok hırçın bir kadındı. Çocukların çokluğu, babamın evde olmayışı onu yalnız bırakmış, daraltmıştı. Aile yükü ona zor geliyordu. Kaldıramıyordu. Bir de çok asabi bir insan olması işleri iyice zorlaştırıyordu. Acımasızlaştırıyordu onu. Bazen onun öz annemiz olup olmadığını bile sorguluyordum.
Evdeki ilişkileri, kaba otoriterliği, acımasızlığı ve biraz da Margaret Thatcher’e fiziki benzerliğinden dolayı ona daha sonraki yıllarda Thatcher demeye başlamıştım. O ad sanırım hala evde de tutuluyor… Babamı da Willy Brandt’a benzetmiştim. ‘Demir leydi’ devlet yönetmişti, Zeynep anam ise küçük bir devlet haline gelmişti ailede. Kendi bildiği, anladığı dilde ve kurallarla yönetiyordu. Anaerkillik döneminde anlamlıydı, şimdi özgünlüğü yoktu. Fazlasıyla kaba bir anaerkillik!..
Yaşamımı en çok etkileyen insanlardan birisidir anam. Bu yüzden onu çok anlatacağım. Annem beni asileştirirken aynı zamanda savaşmayı da öğretti. Bu nedenle ona çok şey borçluyum.
Babam beni ve ağabeyimi ikna ederek Berlin’e götürmüştü. İlk kez Dêrsim’den, aileden, Zeynep anamdan bu şekilde ayrılıyordum. Ama uzaklaştıkça özlem de artıyordu, pişmanlık gelişiyordu, üzülüyordum, ağladığım oluyordu.
Dêrsim’den sonra ilk gördüğüm yer Elazığ şehri oldu. Ama otobüs direkt İstanbul’a gitmişti. Yoldaki molalarda gördüklerimle sınırlıydı bu tanıma. Kimi yerleri gece geçmiştik, nasıl olduklarını görememiştim… Otobüs yolculuğu çok yıpratmıştı beni. Mide bulantısı, kusmalar yol boyu devam etmişti… Babam, ağabeyim bu tür yolculuklara alışıklardı. Kovancılar ve Elazığ’ın giriş çıkışlarında, levhalarda, taşlarda MHP yazıları dikkat çekiyordu. Faşistlerin yoğun olduğu yerler olarak biliniyordu buralar, yazılar da bunu doğruluyordu sanki… Kayseri, Yozgat Bolu, oralarda da MHP, AP… çok nadirde CHP ibareleri vardı.
Sonunda İstanbul’a ulaştık. Oldukça büyüktü. Boğaz köprüsü o yıl yapılmıştı. Henüz tam bitmemişti. Deniz’in üzerinde uzun-kocaman bir köprü. Dikkatimi çok çekmişti…
İstanbul’da oturan akrabalar da vardı. Ama biz kimseye gitmemiş, otelde kalmıştık. Bizim biletlerimizde babamın dönüş biletine denk getirilmişti, o tarihi kaçırmamak gerekiyordu. THY’nın sahiplerinden Fahri Baba hemşehriydi, babamın yakın dostuydu. Ona telefonla yer ayırtmıştı. Fahri Baba’yı merak etmiştim. “Fahri Baba” ilk anda heybetli bir iş adamı portresi uyandırıyordu. Kendisini daha sonra Berlin’de görmüştüm. Ama gerçekten sevimli ve heybetli bir amcaydı.
İlk kez uçağa binmiştim… Çok güzeldi, özellikle de bulut tabakasının içinden geçince güzelliğine doyum olmuyordu. Pamuk yığını üzerinde zıplıyormuşum gibi geliyordu bana… İlginçti ama hiç bir şey garibime gitmiyordu. İlk kez görüyor, ilk kez yaşıyordum ve çabuk adapte oluyordum; hiçbir şey yabancı gelmiyordu. Bilmediğim şeyleri de çevreme bakarak, babam ve ağabeyimi izleyerek öğreniyordum. Uçakta verilen tabldotların kullanımında zorlanmamıştım. Onları da hemen becermiştim. Uçak Sofya’da yakıt ikmali yapmıştı. ‘Komünist bir ülkedeydik!’ Tarih dersinde Bulgaristan’ı farklı okumuştuk. Sosyalist rejime sahipti… Bu nedenle geçerken ilgimi çekinişti. Ama sadece havaalanında inmiştik. İnsanları, insan ilişkileri nasıldı acaba? İzlerken farkı görmeye çalışıyordum, fakat sadece polisleri farklıydı. İnsan Türk polisinin yanından geçerkenki duygulara kapılmadım.
Almanya büyüktü… Stuttgart, Frankfurt…Berlin… Sonra D. Berlin’e geliyoruz. Babam “bakın Doğu Berlin” burası diyor. Sonra ikiye ayrıldığını, arada duvar örüldüğünü anlatıyor. D. Almanya’daki rejimin özelliğini de yine derste öğrenmiştik. Yaşam ve coğrafyasını somut olarak görmek daha başka kuşkusuz. Fakat biz sadece geçiyoruz.
Berlin havaalanında iniyor, taksiyle Johanniterstraße 10 yazılı sokaktaki büyük kapıdan içeriye giriyoruz… Birçok binayı geçtikten sonra biraz daha tenha ve diğer yüksek binaların bitişiğindeki iki katlı eve giriyoruz. İlk hoşuma giden şey evin öyle sade ve ayrı olmasıydı. Apartmanların kalabalıklığı hiç güzel değildi. Babam başka ev bulamadığını söylüyordu, ayrıca Almanya’da öyle küçük yerlerde fazla kişinin kalmasını sağlıklı bulmazlarmış, yasakmış! Tek kişinin kalabileceği yerde biz üç kişi kalacaktık. Bir oda, küçük bir hol, mutfak ve banyosu vardı.
Babam beni ve ağabeyimi neden getirmişti? Kendisinin de “gavur memleketi” dediği ve çalışma koşullarının zorluğundan dolayı, en önemlisi de çocuklarından, ailesinden uzak olduğu için sevmediği yere bizi de götürmüştü. Üstelik ikimiz de okula ara vermiştik. Bizi çalıştırma amacı da yoktu. Ben 14 yaşındaydım. Ağabeyim 17… Ona yaklaşımı da ilginçti. Evin büyüğü idi, buna ilk çocukluk avantajları da eklenince hep özerk kaldı. Annem bu özerkliği bir türlü kabul etmezdi. Ağabeyim evde de değişikti. Her şeyi özeldi. Titizdi, giysileri hep ütülü ve temiz olurdu. Günde iki üç kez giysi değiştiği olurdu… Kirli bırakılmış bir tek çorabı gömleği olmazdı onun, kıyamet kopardı. Evde en geç o kalkardı. Sofrası hazırlanırdı… Masanın üstündeki bardağına yanındaki sürahiden su doldurmayı bile bilmezdi, yapmazdı. Yemekleri beğenmez çoğunlukla lokantada yerdi. Annem bu konuda çok üzülürdü, beddua ederdi…
“Gidip o lokantanın pis çorbasını içiyorsun, evdeki temiz yemeği yemiyorsun. Senin gibi bir evlattan ne beklenir!” derdi. Yani en hayırsız evlattı ona göre.
Annem güzel, temiz yemek yapardı… Ondaki alışkanlık anlaşılmazdı. Yazları İstanbul’a, Antalya ya da Ankara’ya giderdi. Babam ona ayrı para gönderirdi. O bunun dışında hem annemi zorlar para alırdı, hem de borçlandı mı babamdan isterdi. Her izine geldiğinde ağabeyimin yüklü borçları ödenirdi. “Allah’tan kork!” diyorduysa da, kızmazdı babam. Çok mülayim bir adamdı… Ağabeyimi asalak yaşamaya iten bir yaklaşımdı. Ama o da bu konuda çok vicdansızdı, acımazdı. Bu konumu hiç değişmezdi. Kendine özgü prensipleri vardı. Her konuda kendine özgü tarzını uygulardı. Onun için alan, ülke değiştirmek fark etmezdi. Sosyal yaşamındaki özgünlüğü çoğu zaman övülür, hoş karşılanırdı. Annem bile ona güç getirememiş, özelliklerini değiştirememişti! Babam zaten alabildiğine hoş görülü. Üstelik onu sadece bir oğlu olarak görmezdi, bir arkadaş gibiydi. Değer verirdi, genç yaşta, genç delikanlı bir oğul onu hep gururlandırırdı. Çevredekiler, Alman komşular bile bizim, babamın çocukları olduğumuza inanmazlardı. İkimiz de gelişkinlik çağındaydık, boylarımız yaşımızdan daha büyük gösteriyordu. Babam da gençti, dinç ve dinamikti.
Babam ilişkilerinde kapalı ve dar değildi. Tam tersine sanki herkes onun dostuydu, arkadaşıydı. Dêrsimlilerdeki birbirini arama, ilişkiyi birbiriyle sınırlı tutma özelliği onda yoktu. Sivaslı, Kayserili, İstanbullu, Karslı arkadaşları, dostları vardı. Bizi ziyarete gelenlerin her biri bir yerdendi. Alman, Afrikalı, Libyalı arkadaşları da vardı. Seviliyordu; ilişkilerinde doğal ve sıcaktı. Eve ve çocuklarına da çok bağlıydı. Orada yakından görüyor ve babamı daha çok seviyordum. Onun düşünceleri, duyguları aslında hep bizlerdeymiş… Sık sık izne gelişi, mektupları eksik etmemesi, türküleri, şiirleri, nasihatları bize olan tutkusundandı. “Çocuklarıma nasihatlarımdır” kasetini dinlediğimizde hepimiz duygulanmıştık. Bize yaşamda doğruları gösteriyordu. Madde madde konuşmuştu. Uzun süre saklamıştık o kaseti. “Keşke şimdi olsaydı da yeniden dinleseydim” diyorum. Zerdüştlükte bu özellik güzeldir. Öğütler, nasihatler bağlılığın ifadesidir… Eleştiri saklıdır, uyarıcıdır… Babamın dünyası bir anlamda bizdik. Diğer babalardan farklıydı. Birçoğu yıllar geçmesine rağmen izne bile gelmezlerdi… Evli oldukları halde, Almanya’da da evlenir, kötü yaşam alışkanlıkları edinirlerdi. İçki, kumar, kadın ev yaşamını alt-üst eden kötü alışkanlıklardı ve çoğu zaman yuva dağıtırdı bu tür kötü özellikler. Dêrsim’deyken birçoklarının adları verilir, Alman kadınlarla evli oldukları söylenirdi. Hatta bazıları alıp birlikte de getirirlerdi. Bunlar huzursuzluk kaynağı olurdu. Kimileri de güya kurnazlık yapıyordu. Zengin Alman kadınla evlenip mirasına konmak amacıyla öyle bir evlilik yaptıklarını söylerlerdi.
Babamın çevrede de bilinen en olumlu yanı: “Kadına düşkün olmayışı…” Komşuları en çok ona güvenirlerdi. Eşlerini işleri olduğunda babamın yanına bırakabilirlerdi. Bitişikteki apartmanda İnga diye uzun boylu bir kadın vardı. Kocasının adı Villi’ydi. Bir de kızları vardı… O kadın babama ilgi duyuyordu ya da babam ona karşı ilgiliydi… İlişki düzeylerini anneme de söylemişti. Dürüsttü. “Çocuklarım benim kadardır. Ayıptır, bu yaştan sonra farklı bir yaşamım olamaz” derdi… Ve annemi severdi. Biz de bu konuda annemizden yana tavır koyardık. Bazen şaka olarak:
“Vallahi seni vururuz!..” derdik.
Aslında bu babanım hoşuna giderdi. Ona güvendiğimizi bilirdi. Ama yine de dikkat ederdi. İşten geç geldiği veya herhangi bir yere habersiz gittiği zaman -ki genellikle bizimle dolaşırdı veya gideceği yeri bildirirdi- telefon eder, birlikte gittiği kişileri de konuşturur, güveni sarsıcı en ufak bir şeyden sakınırdı. Bu onun yaşam biçimiydi. Haliyle bu özellikleri bize de yansıyordu. Ancak, ağabeyim biraz daha kurnazdı. Yalan söylediği de oluyordu arada. Ama hemen anlaşılıyordu. Çünkü babamın yaklaşımı karşısında yalan söylemek gerçekten zordu. Yüreği temiz bir insana yalan söylemek kolay değildi. İnsan hemen kendini ele verirdi.
Babamın sigara, içki, kumar vb alışkanlıklar da yoktu. Sigara içmezdi. İçkiyi de misafirlikte ya da misafir geldiğinde, sarhoş olmayacak kadar içerdi. İçkiye karşı dayanıklı değildi. Erken sarhoş olurdu ve mutlaka saz çalıp türkü söyler, ağlardı. Onun türkülerinde hep ayrılık, özlem vardı. Biz iki çocuğu yanındaydık, fakat o yine de rahat değildi. Çoğu zaman sofra başından gözü yaşlı kalkardı.
“Benim çocuklarım acaba ne yiyor… Acaba para yetişti mi, harçlıkları var mı?.. Zeynep yine cimrilik yapmış mıdır?” diyerek kahrolurdu.
Ağabeyim, sık sık gelişen bu duruma kızar, babama teselli amacıyla sert yüklenirdi… Onun konuşmaları babamı teskin ederdi. Ama ben onu teskin etme yerine onunla birlikte ya da onlar olmadan ağlardım. Özellikle babama üzülürdüm. Dêrsim’deyken ‘Almancı çocuğu’ olmak farklı anlaşılıyordu. Almancılık zenginlikti… Bol para… Bol hediyelerdi… Babam her izine geldiğinde bizim her türlü ihtiyacımızı karşılardı, birlikte getirdiği çok güzel şeyler olurdu… Yirmi gün, bir ay boyunca bizim iyi beslenmemizi sağlamak için hiçbir şeyi esirgemezdi. Annem buna çok kızardı… ‘Eli açık, savurgan’ olarak tanımlar ve neden ev bark sahibi olmadığımıza yanardı. Babamla birlikte Almanya’ya gidenlerin İstanbullarda, Elazığlarda, otelleri, apartmanları vardı… Dêrsim’de evleri vardı… Biz hala kiradaydık, arsamıza bir ev bile hala yapmamıştık… Annem böyle konuşunca babam onu ikna etmek için;
“Dünya malı, dünyada kalır… Çocuklarım iyi yaşasın, kimseye muhtaç olmasın yeter… Ev, otel vb şeyler istemem” diyordu.
Annemin Dêrsim’den başka yerlere gitme istemini bir kez oylamaya sunmuştu. Annem ve ağabeyim dışında hepimiz babamı desteklemiştik. Başka şehirlere gitme isteği bizde yoktu. Çekici gelmiyordu. Ağabeyim için ise fark etmiyordu. O hep dolaşıyordu. Tam bir gezgindi. Bazen onun çok şanslı olduğunu düşünürdüm. Çok titizdi. Temizdi. Bu konulardaki birçok alışkanlığı ondan öğrendim. Hatta dişleri günde üç kez fırçalamayı, özellikle de gece yatmadan önce fırçalamayı ona bakarak uygulamaya başlamıştım.
Ağabeyim bir gün sabah kahvaltısında bana;
“Kalk, çıkardığım gömleği yıka ondan sonra gel otur!” demişti. Gömleğini henüz yeni çıkartmıştı ve zaten yıkayacaktım. Ama kahvaltıya oturmuştuk. Öyle bir anda beni azarlayıp kaldırmaya çalışması babamı çok öfkelendirmişti. Babam vardiyalı çalışırdı. Sadece bir hafta sabahları birlikte kahvaltı yapabiliyorduk. Diğer haftalar uyanma saatleri değişiyordu. Yani çok nadir her üçümüz birlikte oluyorduk. Aslında başka sorunları da vardı. Babam onun yaşam tarzına kızıyordu, açık yüzüne vurmuyordu henüz, ama bazı davranışlarıyla hissettiriyordu. Ağabeyim de ne yaptığının farkındaydı. Eve sürekli geç gelmesi, bazen hiç gelmemesi, harçlığını çabuk bitirmesi, harcamalara dikkat etmemesi vb diğer alışkanlıkları babamın sabrını taşırıyordu. İşte o gün patlak vermişti. Ağabeyimin o sözü üzerine babam masadaki cam kül tablasını fırlatarak;
“Eşek oğlu eşek. Sende hiç vicdan yok mu?.. Evin bütün işlerini o yapıyor, senin arkadaşlarına, benimkilerine hizmet ediyor, bir dakika bile boş durmuyor… Ne acelesi var, yeni çıkarmışsın, dur kahvaltısını yapsın ondan sonra yıkar” demişti ve sofradan kalkmıştı.
Kül tablası ağabeyimin hemen başının yanından geçmiş, duvarda parçalanmıştı. Eğer başını çevikçe eğmese, kafasını kırardı kesin. Ağabeyimin hiç beklemediği bir tavırdı bu. Çok etkilenmişti, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı o da… Kalkıp sofradan gitmişti. Sadece ben kalmıştım. Ağzımdaki lokma bir türlü boğazımdan inmiyordu. Sonra ben de kahvaltıyı bırakmıştım. Ama şimdi ne olacaktı… Babam evden çıkıp gitmişti. Ağabeyimin yanına ise gidemiyordum. Tüm bunlar benim için olmuştu. O an büyük bir eziklik duymuştum. Ağabeyimin ağlayışına da dayanamıyordum. Gidip ağlamamasını söylediğimde bana kızmamıştı. Hayret etmiştim. Neden ağladığını biliyordum, babam kızmakta da haklıydı. “Fakat o kültablası olmasaydı daha iyi olurdu” diyordum kendi kendime… Ağabeyim babamın nereye gittiğini merak etmiş ve gidip mahallenin kanal boyundaki parkına bakmamı istemişti…
“Moruk, (kızdığı zaman babama ‘moruk’ derdi) gider başına bir iş açar” diyerek endişesini dile getirmişti.
Babam hassastı. ‘Çok sevdiği’ oğluna karşı öyle bir tavır takınmasını da kaldıramazdı… Hızla evden çıkarak parka yönelmiştim. Parkta bir bankta babamı otururken görünce çok sevinmiştim. Biraz gezdikten sonra koluna girip eve getirmiştim… Ağabeyimi öpüp barışmak istemişti, ağabeyim de özür dilemiş ve ortalık bir anda değişmişti. Bu en çok beni sevindirmişti. Hemen o sevinçle kollarımı sıvayıp gömleği yıkamıştım. Bir daha da kirli hiç bir şey bekletilmemişti artık. En çok korktuğum şey evdeki kavgalardı, çok ürkütücü geliyordu. Annem sık sık tartışırdı ağabeyimle, döverdi de. Evet, o koca oğlanı da döverdi… Ağabeyim bazen kendisini iyice önüne verir;
“Ahaa! Tamam, eğer rahatlatıyorsan döv!” derdi…
Annemin çok öfkeli olduğunu gördüğünde onu tahrik etmemeye çalışırdı. Ama bazen de kolundan tutar iterdi. Annem bunu unutmaz, aylarca ağabeyimin kendisine karşı geldiğini söyleyip dururdu. Tartışmaların çoğu da para yüzünden olurdu… O yüzden de ağabeyim;
” Söz, bir gün meslek sahibi olursam ilk maaşımı beşlik onluk şeklinde bozdurur anamın üzerine serpiştiririm. O paraların içinde yüzsün…” demişti.
Paraya tutkusu, onu öne çıkarması ilişkileri müthiş zedeliyordu. O yüzden de paradan nefret ederdim. Ama yine de para konusunda bana güvendiğinden alış verişleri daha çok bana yaptırırdı. Almanya’da da ağabeyim ay ortasında bizi parasız bıraktığı için babam para kasasını bana teslim ediyordu. Maaşını getirir bana verir;
“Al ne yaparsan yap, ama Haydar gibi yapma!” derdi.
Ben de özellikle Dêrsim’e, eve gönderirdim. O zaman en çok 300 DM çok nadir olarak da 500 DM gönderirdik. O da çocuk zammı olunca ya da babam fazla mesai yapınca maaşı biraz artıyordu… Ağabeyim ve babama harçlık verirdim. Haftalık malzeme alırdım… Bir de kumbarada para biriktirmeyi denerdim. Benim dikkatli harcama yapmam işe yarıyordu. Fakat eve misafir çok geliyordu. Her üçümüzün de ayrı arkadaş çevresi vardı. Bir de bazıları ben ve ağabeyimin sürekli evde bulunuyor olmamızdan yararlanarak çok sık gelirlerdi… Geniş bir arkadaş dost çevresi vardı, masraflar çok oluyordu. Bu konuda karşıdan anlayış bekliyorduk, ama kimse fazla düşünmüyordu. Biz daha az gezmeye giderdik. Nazimiyeli Güngör kardeşler en sık konuklarımızdı. Bazıları cimriydi. Evde doğru-dürüst kalmazlardı. Bir kardeşleri Alman’la evliydi. İki de çocuğu vardı… Yeni yılda 15 yaşına girmiştim. Babam beni ve ağabeyimi dil kursuna kaydetmişti. Benim ortaokuldaki yabancı dilim de Almanca’ydı. Ağabeyimin İngilizce’ydi. Onun daha çok ihtiyacı olacaktı. Ama o pratik yaşam içinde öğreniyordu. Alman arkadaşları da vardı… Sık sık D. Almanya’ya, Berlin’e gider gelirdi.. Okul arkadaşlarımız karışıktı. İstanbul’dan, Çanakkale’den, Kayseri’den, Sivas’tan, Dêrsim’den arkadaşlardı… Yaş olarak en küçükleri bendim. Ağabeyim ilgi çekiciydi. Genç kızlar ağabeyimden dolayı benimle daha çok ilgilenirlerdi. Beni başta kız arkadaşı sanarak sevmeyenler, kız kardeşi olduğumu öğrenince ilgilenmeye başlardı…
Ağabeyimin bazı arkadaşları solcuydu, devrimciydi. Bize geldiklerinde benimle daha çok ilgilenirlerdi. Sosyalizmden bahsetmeleri, ezilen ezen sınıf olgularını anlatmaları benim de ilgimi çekerdi. Bana marş öğretiyorlardı, ilk öğrendiğim marş;
“Jandarma, biz sosyalistiz dostuz yalnız biz sana kurtuluşun bizimledir elini uzatsana”
Marşı öğreten Elazığlı bir gençti, Yaş olarak ağabeyimden de büyüktü. TKP’li olduğunu söylüyordu. Ağabeyim oradaki derneklere de giderdi…
Kaldığımız semtte bir akşamüstü slogan sesleri gelmişti. Alış-verişten geliyordum. Elimdeki poşetlerle hızla koşup görmek istemiştim… Yanımdaki komşu kızını geride bırakıp gitmiştim ve heyecanlanmıştım. “Kesin devrimcilerdir” diyordum… Aklıma başka bir şey gelmiyordu. Yakınlarına gittiğimde “çırpınırdı Karadeniz bakıp Türkün bayrağına’ faşist marşını söylüyorlardı. Çok öfkelenmiştim ve bozulmuştum.
Öndekilerden birinin elinde kurt posteri vardı… Elleriyle de kurda benzer bir şekil yapıyorlardı. O kadar koştuğuma pişman olmuştum ve alçak sesle ‘alçaklar’ diyerek geri çekilmiştim. Eve gittiğimde babama da Türkeşçilerin yürüyüşlerinden söz etmiştim. Bana onların derneklerinin olduğunu ve bizzat devlet yardımı gördüklerini söylemişti.
Dêrsim’den gelen mektuplarda bazı haberler de alıyorduk. Fakat fazla açık olmuyorlardı. Zaman zaman aldığımız Hürriyet ve Yeni Asır gazetelerinde de çatışmalardan söz ediliyordu. Dêrsim-Vartinik’te çatışmalar yaşanmış vurulanlar, sağ yakalananlar olmuştu. Ayrıca orada lise ve Öğretmen okulunda yatılı okuyanlar genellikle faşistti. Erzurum, Elazığ vb yerlerden gelen öğrencilerdi. Okullarda da kavgalar, çatışmalar vardı. Babam “iyi ki oğlum yanımda” diyordu, ağabeyimi kastederek. Diğerleri daha küçüktü, bu tür olaylara pek karışamazlardı ona göre.
Uzaktan Dêrsim’i izlemek merakımı artırıyordu. Mektuplara çok az şeyler yansıyordu. Dêrsim’de gençlik yoğundu, ateşliydi. İlericiliği devrimciliği çağrıştırırdı Tunceli adı. ‘Tunceliliyim’ demen yeterliydi. Çabuk ‘kazanılabilir’ yargısı vardı genelde. Bu da bizde doğal devrimciliği solculuğu geliştiriyordu. Devrimci solcu olmak zorundaydık, Tuncelili başka türlü olamazdı.
Berlin’deki bir dernek gece düzenlemişti. Ağabeyimin arkadaşları bize de bildirmişlerdi. Geceye ben, ağabeyim ve babam gittik. Salon dolmuştu. Yabancılar da vardı. Geceye Alman ya da başka halktan insanların gelişi ilgiyi daha da artırmıştı. Ağabeyim arada yerinden kalkıp ayakta dolaşan, kapıda bekleyen arkadaşlarının yanına gider gelirdi. Ben hep, “ağabeyim de bu işlerdedir, ama çok gizli yapıyor, bize hissettirmiyor” diye düşünürdüm ve bu beni daha çok sevindirirdi.
Gecede bir tiyatro sahnelenmişti. Elleri zincirli bir genç dövülerek getiriliyordu. Döven, dipçikleyen Türk askeriydi… Genç, kanlar içinde kalmış, inleyip duruyor onlar habire dövüyordu… O anda öylesine etkilenmiştim ki aniden ayağa kalkıp;
“Vurun ulan vurun ben kolay ölmem
Ocakta küllenmiş közüm
Karnım da sözüm var halden bilene” diye bağırdım.
Herkes dönmüş bana bakıyordu. İlk başta kimse olayı anlamadı. Benim bağırarak şiir okumamı oyunun doğal bir bölümü, devamı sandılar. Oysa öyle bir durum yoktu. Babam ve ağabeyim de çok şaşırmıştı. Hem ne oldu der gibi bana bakıyorlar, hem de gülümsüyorlardı. Babam saçlarımı, kafamı okşuyordu. Arada bana takılıyorlardı da; bizden habersiz bir şeyler mi içtin diye. Ara verildiğinde ağabeyimin arkadaşlarından bazıları yanıma gelip beni tebrik etti. Derneğin adresini verip bundan böyle derneğe gitmemi tembihlediler. Ama bana fazla çekici gelmiyordu yaklaşımları. ‘Yangından mal kaçırır’ gibi yaklaşıyorlardı. Kolaycı bir yaklaşımdı. ‘Tamam, bulduk’ der gibiydiler… Devrimciliğin özüne, onun teorik ideolojik boyutuna, örgütsel pratik işleyişine yabancıydım. Genel bazı doğrulardan etkilemiştim hepsi o kadar. Bilgi bilinç yoksunluğu vardı, “kendim ikna olmadan salt başkalarının istemiyle devrimci olmam ya da herhangi bir fraksiyona girmem” diyordum. Bu çok bilinçli planlı bir yaklaşım değildi, ama baştan beri bu eğilim vardı. Bu da kendime güvenimi artırıyordu.
Aile ortamı, çevre bu tür açılımlara kapalı değil, doğal, hazır bir zemin aslında… Bunun yanında sosyal yaşamda da kapalılık yok. Kendi içinde hem birbirine sıkı sıkıya bağlı, belli bir aile düzeni, disiplini var, ama hem de özerk bir ilişki biçimi gözleniyor. Babamın kaba demokratlığı, hümanist kişiliğinin bunda rolü büyük. Anneye otoriter kişiliği sebebiyle daha mesafeliyiz. Her iki yaklaşımın yarattığı boşluk en çok ağabeyimin işine yarıyordu. Erkek ve ilk çocuk olmanın avantajını da kullanınca kendi başına karar verme, çevre bulma ve ilişki geliştirme sorunu olmuyordu. Benim üzerimde de kız çocuğu olduğum için bir ayrıcalık kaba bir baskı yasaklama yoktu. Annemin tersine babam beni öne çıkartıyor, sevgisini gösteriyor, değer veriyor. Bunu derinden hissediyorum.
Avrupa yaşamı belli kolaylıklar sağlasa da çekici gelmiyordu bana. Kocaman şehir ve kocaman binalar, her şeyiyle farklı bir halk… İlk başlarda bazı şeyler garip geliyordu. Örneğin daha yeni havaalanından inip gelmiştik. Durakta beklerken bazı çiftlerin ortalık yerde öpüşmeleri karşısında utanmış başımı öne eğmiştim. Üstelik babam ve ağabeyim de yanımdaydı. Yine Türk bakkalına gittiğimiz yolun üzerindeki bir lokanta köpeklere aitti. Bakkala her gidiş-gelişte, kafasında tüylü kalpakları, kürklü, dudakları boyalı ve asalı şemsiyeli yaşlı kadın erkeklerin köpeklerle oraya gidişlerini izliyor, öfkeleniyordum. İhtiyarlar kaldığı yer ve ihtiyarların çok bakımlı olması da güzeldi. Bizde yaşlanmayı kimse istemez. Ele ayağa düşmeden hayırlı bir avuç toprak dilenir tanrıdan ya da Düzgün Baba’dan.
Genç kız olma çağındayım. Daha çok kendi beğenilerimle hareket ediyorum. Her şeye özenme yok, tam tersine herkesin yaptığını yapmama, farklı, ikna olduğum, hoşuma giden şeyleri yapma eğilimi daha fazla. Başkalarının hatırını kırmama, onların beğenilerine de önem verme olsa da, daha çok kendi beğenilerini esas alıyordum. Hatta bu konuda inatçıydım da. Boyanma, rüküş giyim vb şeylere ilgim yoktu. Ama saçlarımın çok kıvırcık oluşunu bir türlü sevmediğimden düz peruk takıyordum. Babam peruklu halimle beni tanıyamamış:
“Hoş geldin kızım. Sakine nerede?” diye sormuştu.
Fark ettiğinde de kahkahayla gülmüştük. Fakat babam da, ağabeyimde, birçok arkadaş da kıvırcık saçlarımı beğeniyordu, onun doğallığı daha güzel diyorlardı. Ama ben o perukla ta Dêrsim’e kadar gitmiştim.
Kürtlük ile devrimcilik bir arada anlamlıydı
Bir geceye daha gidiyoruz babamla… Sanki bizi örgütleyen gizli bir güç vardı. Oysa her şey biraz da kendiliğinden oluyordu. Yeniye, değişikliğe açık bir konum var, tutuculuk yok. Bu konum bizi hiç farkında olmadan birçok şeyle buluşturuyordu. İ-KDP’nin düzenlediği bir geceydi bu, babam gecenin niteliğini fazla anlamamıştı. Büyük ihtimalle kendisi de fazla bilgi sahibi değildi. Bir Kürt gecesi olduğunu anlaması yeterli olmuştu. Kürtçülük olgusuna yabancıydık henüz. ‘Aleviyiz’ diyorduk. Avrupa’daki kimliğimiz de Türk’tü. Pasaport, nüfuz cüzdanı ve iş yerlerindeki kitaplarda ya da devletin resmi kurumlarında Kürt yoktu. İster Tuncelili, ister Kayserili, Trakyalı olsun. TC vatandaşı herkes Türk kavramıyla anılırdı. Bu o kadar önemli de değildi. Kimse milliyet kökeni aramıyordu. Var olan solculuk devrimcilikte de bu ayrım yoktu! Ama Ali Gültekin, Kemal Burkay Dêrsim’de ‘Kürtçü’ olarak bilinirdi. Bir küfür gibi söylenirdi: ‘Kürtçü!’ Onlarda kitap çoktu. İsmail Cem’in Doğu Sorunu kitabı da vardı. Doğuluyduk, ondan ilgiyi çekmişti. Başka da kimse Kürtlükten söz etmezdi. Babam nereden bulmuştu, onu o geceye götüren şey neydi? Bir işçiydi. Çocukları, ailesi vardı ve onlara çok tutkundu. Ama eski okul okuyanlardandı. İlkokul da olsa onun aydınlamasına yarıyordu. Ve herhalde alevilikteki özün etkileri vardı, tutuculuğa kaymıyordu. Bu konuda ağabeyimden daha girişkendi. Ağabeyiminki sessizdi, dikkat çekmezdi ilgisi, tavırları.
Yine üçümüz gitmiştik geceye. Oraya giderken başımda peruk, uzun sade bir etek ve gömlekle gitmiştim. Ama gece çok farklıydı. Milli giysiliydi tüm davetliler. Yabancılar bile bizim milli giysilerimizi giymişlerdi. Bir renk cümbüşüydü. Salon çok büyük değildi. Daha çok bir lokantayı andırıyordu. Kürtçe-Almanca konuşuluyordu. Sunucunun kendisi de kumaştan şalvar, gömlek giymiş, başında da kefiyesi vardı… Kürtçe’nin bazı sözcükleri anlaşılıyordu, onun dışında anlayamadık. Almanca’ya çevrilince babam biraz anlıyordu. Ardından videoda Barzani hareketi, Mahabat’tan parçalar gösterildi… Atatürk’ten, Dêrsim, Şeyh Sait, Koçgiri’den söz ediliyordu. Dêrsim ve katliamından bahsedilince saçları sıfıra vurulmuş ve birbirine bağlanmış insanlar gösteriliyordu… Sonra ağırlıklı olarak peşmergelerden söz ediliyor. Çekilen film bir savaşı, çatışmaları içeriyordu. 1974’tü ve Irak rejimine karşı peşmergelerin direnişi vardı. Saddam faşisti de arada gösteriliyordu. Fakat daha sık olarak M. Mustafa Barzani gösteriliyordu. O da dağdaydı. Peşmerge kıyafetiyle, belinde raxt, şutik vardı…
O gecede beni en çok etkileyen ve uzun süre tek mısrasıyla dilimden düşmeyen; “Birnakım ha birnakım, riya Lenin birnakım” türküsü oldu. Bunu hep beraber koro halinde söylediler. Daha başka Kürtçe türküler söylediler, saz eşliğinde… Sonuçta da hep birlikte halay çektiler. Babam buna dayanamaz işte! Hele bir de yanında genç oğlu ve kızı varsa hiç dayanmazdı. Fakat ben öyle bir ortamda oynamak istememiş, ağlamaklı tepki göstermiş, milli kıyafetimin olmayışına üzülmüştüm. Babam bu halime gülmüş ve “ben nereden bileyim milli kıyafetlidir herkes. Hem bilseydim de bir gecede sana nereden bulacaktım… Senin fistanın da uzun, güzel, gel oynayalım” demişti.
Benim inadımı kıramamıştı. Sahi o anda duyduğum utanç neyin utancıydı, neden o kadar önemli olmuştu! Oysa daha önceleri Kürtlükten utanmayı yaşamıştım. Türkçe’yi iyi bilmemek annemin Türkler gibi konuşamaması etkilerdi. Şimdi ise Kürt giysileri, Kürtlüğü ifade eden rengarenk giysileri giymediğim için, o insanların içinde başkalığı yaşadığım için utanmıştım. Belki çok basitti, ama Kürtlüğü arama, onu sahiplenme duygusuydu o utançta dile gelen. Ve Kürtlük ile devrimcilik bir arada anlamlıydı…
Ev sahibimiz hastalanmıştı. Durumu ciddiydi. O ana kadar sadece bir oğlu ve bir kızının olduğunu sanıyordum. Bir kızını da Doğu Berlin’de olduğunu öğreniyoruz. En büyük çocuklarıymış hem de. Berlin’in batısında ailenin bir parçası, diğer tarafında başka bir parçası vardı. Her iki parçada rejim farklıydı üstelik. Sosyalist bir ülkede yaşamak nasıl bir şeydi? Ağabeyim sık sık gider gelirdi, ama bize fazla bir şey yansıtmazdı. Duvardaki kulelerden, dürbünlerden şehri izlemiştim, bu farkı anlamamıştım. Orada yıkık binalar yeniden inşa ediliyordu ve duvardan içe doğru uzun bir hat boşta ve tehlikeli yerler olarak adlandırılıyor, tehlike işaretleriyle dikkat çekiliyordu. Duvarların üstünde tel örgü vardı. Elektrikli tel örgülerdi bunlar. İki ayrı devlet sınırı demek ki böyleydi.
Ev sahibinin kızı konsolosluklar aracılığıyla istenmiş ve kabul edilmişti. Sosyalist düzen içinde yaşayan birini görmek nasıl bir şeydi? Heyecanlandırmıştı, merak uyandırmıştı bende. Daha sonra onu evimizde misafir etmiş, sohbetlerde soru yağmuruna tutmuştuk. Eşitlik, özgürlük neydi? Kendisinin yaşamı nasıldı, zengin yoksul ayrımı nasıl kalkmıştı… Tüm bu konularda sorular sormuştuk. O da yanıtlamıştı. Kendisinin evi, arabası olduğunu söylemişti. Herkesin çalıştığını, savaşın yıkıntılarının yok edilmesinin kolay olmadığını söylemişti. Tabii, insan fark edebiliyordu, diğer kardeşlerinden farklıydı. Olgun, oturaklı ve bilinçliydi. Diğerlerinin aklı bir karış havadaydı… Peder işin esprisine takılıyordu. Daha önceleri de çok yapardı bu tür esprileri. Ali Gültekin’in Kürtçülüğünden sosyalistlik ya da komünistlikten söz edildiğinde Tahtahalil köyündeki İbrahim amcaya anar; “Kürt devleti kurarsanız Ape İbrahim de reisi cumhur yaparsınız” derdi. O gün de yine bizim ateşli ateşli soru soruşumuza ve sosyalizme ilgimize gülmüş;
“Ben de size birer araba alırım ne var, sosyalizm buysa kolaydır!” diyerek fazla ilgimizden rahatsız olmuştu o an.
Üzerinde dar anlamda da olsa konuştuğumuz, tartıştığımız, türküler dizdiğimiz sosyalizmi yaşayanlardan öğrenmek güzeldi. Demek ki hayal değildi, demek ki uğruna mücadele edilirse gerçekleşebiliyordu. Henüz öyle yakından ilgili kitaplar okumamıştım. Ama somut örneği vardı. Doğu Almanya yanı başımızdaydı, istenilseydi kapılardan izinli gidilip gelinebilirdi. Gerçi çok istiyordum, ama ağabeyim her defasında beni atlatıyordu. Duvardan Doğu Almanya’yı izlediğimi tatmin etmiyordu. Bir giz gibiydi benim için Doğu Almanya. Mutlaka farklı yanları vardı ve esas olarak onları görmek gerekiyordu. Buna ulaşmak o kadar olanaksız olmadığı halde gerçekleşmemişti. Ama bunun kendisi sosyalizme ulaşma, onu bir gelecek olarak görme istemini hep canlı tuttu.
Babam oldukça yoruluyordu, üç vardiya çalışıyordu. Ve bu onun sağlığını etkilemişti. Hastalanmış, hastaneye yatırılmıştı. Bir kişi çalışıyor, dokuz kişi yiyordu. Bu haksızlıktı! Bazen dayanamayıp ağlardım. Babam iş dönüşü evin merdiveninden güçlükle çıkardı. Sabahları saat zili çaldığında ise lanet okurdum. Çoğunlukla yemek yemeden kalkar giderdi. Arada bir sefer tasında hazırladığım yemekleri götürürdü. O zaman biraz rahatlardım. Bir de sevdiği yemekleri yapınca, o zaman babama bir katkım olmuş gibi sevinirdim. Ama öte yandan sadece yemek, temizlik vb işlerle uğraşmayı sindiremiyordum. Tatmin etmiyordu beni. Bir defasında “hizmetçi miyim” diyerek kızgınlığımı dışa vurmam da bir işe yaramamıştı. Bunu söylerken babama ya da ağabeyime hizmet etmeyi istemediğimi kastetmiyordum kuşkusuz. Gelen giden çoktu, daha çok yararlanmacı olanları, işleri olmadığı halde sık sık gelenleri kastediyordum. Bir de işe girmek istediğimi bildirdiğimde babamın çalışmamı reddetmesi ve hatta ayıp olarak görmesine tepkiydi. Babam:
“Sonra ne derler… İsmail küçük bir kızı götürüp çalıştırdı… Başına bir şey gelirse ne yaparım? Gavur memleketi. Görüyorsun sokak serserileri çok, ayyaşlar çok… Yook! katiyen!..” derdi.
Gittiğimiz dil kursu da fazla işe yaramıyordu. Benim ortaokul sürecinde öğrendiğim temel derslerdi. Üstelik biz derslerden daha çok Türkçe sohbet ederdik. Özellikle bazı kızlar laf olsun diye geliyorlardı okula… Ağabeyim onlardan bazılarına takılır giderdi. Eve yalnız geldiğim olurdu. Babam bunu fark edince kızar uyarırdı. Ağabeyim bir süre İranlı bir kızla arkadaşlık yapmıştı. İran Kürtlerindendi. Babam o kızı sevmişti… Fakat arkadaşlıkları uzun sürmemişti. Evlenmeye fazla yanaşmamıştı. Seçiciydi, kendi ölçüleri vardı. Fakat bunun yanında o şekilde birçok kıza takılması, arkadaş edinmesi de fazla doğru değildi. Geçici, aldatıcı, yarar sağlamayan arkadaşlıklardı. Bunu bir kere kendisine söylediğimde kızmış “sen karışma bu işe!..” diyerek küfür etmişti. Bazen bu küfürleri ‘sevgi sözcüğü!’ olurdu. Babam zaman zaman endişelerini çeşitli biçimlerde dile getirirdi. Düşüren kızlar, düşüren arkadaşlıklar vardı, koca Avrupa’ydı, insanı rahatlıkla eritir, yozlaştırırdı.
Mazgirtli Ali’nin Alman eşiyle aramız iyiydi. O biraz Türkçe de biliyordu. Benim de yarım yamalak Almancam vardı, idare ediyorduk. Çalışmamak, boş olmak anlamsız geliyordu. Almanya’ya gelişimizi bu nedenle çekici bulmuyordum. Gerçi Berlin güzel bir şehirdi. Ama parkları, büyük mağazaları beni tatmin etmiyordu. Parklarındaki sular, tepecikler bile sonradan yapmaydı. Suni yol, suni tepe, suni dere yatağı! Dêrsim’in ormanlarını, köylerini, Munzur’unu özlüyordum.
Tabii Berlin’in çok güzel yerleri de vardı. Semtin parka yakın oluşuna seviniyordum. Kanalın her iki yakası parktı, o yeşillikte yürümek, o temiz çimlere, toprağa basmak en hoşuma giden şeydi…
Alman komşumuza çalışmak istediğimi belirterek okul dışında çalışabileceğim bir iş bulmak için yardımcı olmasını istemiştim. O da kabul etmişti ve birlikte iş bulmak için birçok iş yerine uğramış ve sonunda bir alış veriş yerinde büyükçe bir markette iş bulmuştuk. Zor bir iş değildi, haftada bir gün gidecektim ve sepetlerin dizilmesi, ortalığın toplanmasıyla uğraşacaktım. Okula gittiğime dair belgeyi de almıştım. Kimliğim, fotoğrafım, oturma belgesi vb tüm belgeler tamamdı… Sadece babamın izni kalmıştı ki, o izin vermeden gizlice ne kadar çalışabilirdim?
Aynı günlerde gelen mektuplardan annemin hamile olduğunu öğrendik. Çok kızdım bu duruma Öfkeyle babama kızıyordum. “Yeter” diyordum, “bu kadar çocukla ne yapacaksınız?” Ağabeyim de kızıyordu. Babam biraz utanarak, biraz mahcup haklı olduğumuzu söylüyor… Ama olan olmuştu.
Babam çalışmamı kabul etmedi. Bir gün bile işe gidemedim bu yüzden. Ben de kızarak, “o halde beni gönder, burada kalmak istemiyorum” dedim… Babam beni ikna etmek için çok uğraştı. Eve geldiğinde sıcak bir yemek yemenin, çocuklarını görmenin onun için ne kadar önemli olduğunu dili döndüğü kadar anlattı bana. Ama sonuçta bizi göndermenin daha uygun olduğunu kabul etti.
Sürecek