Tarihten kanıtlanmıştır ki maddi güç her şeye muktedir değildir. Böyle olmasaydı tarihte nice imparatorluklar, şahlar ve krallıklar çözülüp yok olmazlardı. Önemli olan toplumun manevi dünyasını örgütleyecek, ayağa kaldıracak ve sürükleyecek ideoloji ve paradigmanın güçlü örgütlendirilmesidir. En büyük referansımız ve güç kaynağımız kesinlikle budur.
Kuzey ve Doğu Suriye halklarının kadın özgürlükçü, demokratik ulus perspektifiyle kendilerini örgütlemiş olmaları en büyük avantajları ve kazanımlarıdır. Bu avantaj ve kazanımlarını siyaset ve diplomasi alanında güçlü temsil etmeleri, güçlü yansıtmaları gerekir. Böyle olduğu takdirde kurulacak yeni Suriye kesinlikle Kürtsüz olmayacaktır. Bu Türk devletine rağmen böyle olacaktır.
Bu yeni gelişmelerin ışığında Ortadoğu’da bugün yeni ve bambaşka bir durum yaşanmaktadır. Kürtler tarihte belki de ilk kez kendi özgürlükleriyle birlikte Ortadoğu’da demokrasi ve özgürlüğün öncü gücü ve kader tayin edici görev ve sorumluluğunu üstlenmiş durumdadır. Sorunlar, zorluklar ve engeller elbette az değildir. Ama imkanlar, fırsatlar ve avantajlar da başarmak için gerçekten çok şey sunmaktadır.
Uygarlık sistemi rekabet-hegemonya, merkez-çevre ve inişli-çıkışlı döngüsel karakteriyle kendini yaşatabilmiştir. Yaşanan kriz, kaos ve kargaşalar ise iktidar ve ekonomiye yönelik tekellerin kendi aralarındaki mücadelelerinden kaynaklanmaktadır. Ortadoğu’nun 20. yüzyılın başındaki dizaynı kapitalist modernite sisteminin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla ulus devletçiklere göre olmuştur. Bu dönemde kurulan 22 Arap devletinin halkların kendi iradeleriyle değil de üstten indirgemeci İngiltere’nin bir projesi olarak kurulmuş olmaları her şeyi anlaşılır kılmaya yetmektedir. Önder Apo, ulus devlet “İngiltere hegemonyacılığının dünya çapında uyguladığı ‘böl-yönet’ politikasının icat edilmiş muhteşem aracıdır” demektedir. Ortadoğu’da devlet ve iktidar adına ya da devlet ve iktidar olma uğruna toplumların ve halkların birbirlerine düşman hale getirilmesi, birbirlerine kırdırtılması ve boğazlatılması elbette adı geçen proje ve stratejinin doğal sonuçları olmaktadır. Her türden milliyetçilik tohumlarının Ortadoğu’da canlı tutulmasının esas sebebi de budur. Etnik, inanç, cins milliyetçiliği adına yaşananlar ancak sadece kapitalist modernitenin çıkarlarına hizmet etmektedir. Ortadoğu’yu yüzyıl böyle acımasız politikalarla yönettiler. Bu süreçte Kürtlerin ve Kürdistan’ın payına düşen ise Kürdistan’ın dörde parçalanması ve Kürt sorununun çözümsüz bırakılması olmuştur. Ortadoğu’da ve Kürdistan’da yüzyıl tam böyle büyük haksızlıklar ve karanlıklar içinde geçmiştir.
Kapitalist modernite sisteminin aşısı Ortadoğu’da tutmamaktadır
Kapitalist modernite sisteminin aşısı Ortadoğu’da tutmamakta, var olan sorunların daha da büyümesine ve tökezlemesine neden olmaktadır. Çünkü Ortadoğu’nun tarihten gelme toplumcu özellikleri ve sahip olduğu gelenek kapitalist modernite ile gerçek bir doku uyuşmazlığını yaşamaktadır. Kapitalist moderniteyi Ortadoğu’da tökezleten de budur. Her ne kadar Ortadoğu’nun genleriyle çok ahlaksız ve kötü biçimde oynanmaktaysa da Ortadoğu halkları buna karşı inanılmaz düzeyde, olağanüstü bir direniş sergilemekte, teslim olmamaktadır. Zira askeri, maddi teknolojik güç düzeyi ne olursa olsun hiçbir şey bin yılların bağrından süzülerek gelen inançlar, kültürler kadar güçlü değildir. Ordular, devletler, iktidarlar savaşarak birbirlerini zayıflatabilir hatta yok edebilirler, ama inançlar, gelenek ve kültürler asla ve kesinlikle öyle kolay yok edilemezler. İşte Ortadoğu’nun kapitalist modernite ile olan doku uyuşmazlığı ve halkların hegemonik sisteme karşı direnmesi ve büyük direnci de sahip olduğu bu büyük muazzam ve engin inanç ve kültürel donanımından ileri gelmektedir. Kapitalist modernitenin her şeyi metalaştıran, doymak bilmez ekonomik açlığı ve oburluğu, ne pahasına olursa olsun sermaye biriktirme hırsı, toplumsal manevi değerleri yok sayma ve toplumsallık adına olan her şeyle oynaması pahasına da olsa Ortadoğu geleneği ve kültürü karşısında yine de sonuç alamamakta ve bunda ciddi zorlanmaktadır. Tek doğru ve demokratik seçenek şudur ki, Ortadoğu kendi öz aklı, iradesi ve dinamikleriyle hak ettiği kendi öz demokratik sistemini ve toplumsallığını yeniden yaratması ve yaşamasıdır.
Ulus üstü sermaye ve hegemonik güçler ile Ortadoğu’nun ulus devlet sermayesi ve iktidar odakları arasında yoğun bir çelişki ve çatışma yaşanmaktadır. Yani İngiltere’nin öncülüğünde yüzyıl önce kurulan ulus devletler bugün hegemonik sistemle sorunlu ve deyim yerindeyse adeta başa bela olmuş durumdadırlar. Bu anlamda Ortadoğu’nun yeniden dizaynı Körfez Savaşı’yla başlamış, 11 Eylül 2001 tarihinde İkiz Kulelere yapılan saldırı ile yeni boyuta taşınmıştır. Burada hegemonik sistemin hem en sorunlu hem de özellikle İran’a karşı duruşu nedeniyle Ortadoğu’nun en gözde ulus devleti olan Saddam rejiminin tasfiyesi hedeflenerek yeni bir süreç başlatılmıştır. Bu artık ulus üstü sermaye tekellerinin, kapitalist modernitenin yeni politikası olmaktadır. Buna göre ulus devletler adım adım gözden çıkarılacak, sistem çıkarlarına göre Ortadoğu’yu yeniden dizayn edilecektir. Diğer taraftan Sovyetler Birliğinin şahsında reel sosyalizmin çöküşü süreci daha da hızlandırmış, böylelikle Ortadoğu açıkça Üçüncü Dünya Savaşı dediğimiz yeni türden bir dünya savaşına girmiş olmaktaydı. Hegemonik güçler Birinci ve İkinci Dünya savaşlarından dersler çıkararak askeri olarak karşı karşıya gelmemeye dikkat ettiler. Soğuk Savaş döneminden icat ettikleri vekalet savaşları ile pay kapmaya çalışıyorlar. vekalet savaşları Soğuk Savaş döneminde ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki küresel güç rekabetinin bir parçası olarak ortaya çıkmış bir kavramdır. Vekalet savaşları hegemonik güçlerin bir üçüncü ülkedeki iç çatışmada taraflardan birini destekleyerek, kendi küresel güç rekabetleri çerçevesinde yürüttükleri politika ve strateji olmaktadır. Bu tür savaşlarda büyük güçler birbirleriyle doğrudan bir çatışmaya girmezler, bunun yerine nüfuzlarını üçüncü ülke üzerinde kullanarak dolaylı olarak çatışırlar. Ortadoğu’da Üçüncü Dünya Savaşı çeyrek asırlık bir süredir sürekli yeni alanlar ve boyutlar kazanarak halen de sürmektedir.
Ortadoğu’da büyük altüst oluşların yaşandığı yeni dizayn süreci
Ortadoğu 7 Ekim 2023 tarihinde başlayan İsrail-Hamas savaşıyla birlikte daha önceki tüm yaşanmışlıkların bir devamı olarak tarihi önemde gelişmelerin yaşandığı yeni bir sürece girmiştir. Bu anlamda Ortadoğu’da büyük altüst oluşların yaşandığı yeni dizayn sürecinin startının 7 Ekim 2023 tarihinde İsrail-Hamas savaşıyla verildiğini belirtmek kesinlikle yanlış olmayacaktır. Dolayısıyla Ortadoğu’da 7 Ekim 2023 tarihi çok önemli bir tarih olmaktadır. Zaten ne kadar önemli olduğu da özellikle yaşanan son 6 aylık gelişmelerde rahatlıkla görülebilmektedir. Sorunun başka bir tarafı ise çoklu sorunların doğası gereği beraberinde çoklu müdahalelere neden olmasıdır. Ortadoğu’da nasıl ki etnik, inançsal, kültürel vb. birçok sorun ve çelişki varsa bu sorunların müdahilleri de o düzeyde fazla olmaktadır. Bu da yaşanan kaos, kargaşa ve keşmekeşliğin artarak sürmesine neden olan başka bir faktör olarak görülmek durumundadır. Var olan çelişki, çatışma ve savaşlar her ne kadar uluslararası hegemonik sistem ile ulus devlet statükoculuğu arasında yaşanmakta ve gelişmekte ise de bununla esasen Ortadoğu halklarının özgür ve demokratik geleceğine pranga vurulmak istendiği açıktır. Belki demokratik modernite güçleri henüz hak ettikleri kadar örgütlü olmadıkları için sorun daha çok sistem içi güçler arasında yaşanan bir sorunmuş gibi görülmektedir. Ama gerçek olan ulus üstü sermaye güçleri ile statükocu ulus devletler arasında yaşanan çelişki, çatışma ve savaşlardır. Ortadoğu halklarının iradesine rağmen Ortadoğu’ya kendilerine göre biçim vermek istemektedirler. Bilindiği üzere 20. yüzyılda Ortadoğu’nun dizayn edilmesinde etkili ve belirleyici olan güç tamamen İngiltere’ydi. Ortadoğu’nun yeni dizaynında ise yine İngiltere olmakla birlikte tek faktörün İngiltere olmadığı açıktır. Hatta İngiltere’den çok, ya da İngiltere ile birlikte ABD ve İsrail’in sürecin başını çektiği kesindir.
Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilmesinde bu üç gücün ABD-İsrail-İngiltere en belirleyici temel unsurlar ya da faktörler olduğu nettir. İsrail’in Ortadoğu’ya yaptığı geniş kapsamlı müdahale şüphesiz İsrail’in güvenliği ile gerekçelendirilecektir. Buna göre nedenler ve argümanlar oluşturulacaktır. Kuşkusuz İsrail’in güvenliği önemli bir nedendir. Ama tek nedenin bu olmadığı, bununla birlikte miadı dolmuş olan ulus devletçi yapıları aşmak ve hizaya getirmek olduğu açıktır. Ortadoğu’da 22 Arap ulus devletin üstten indirgemeci İngiltere’nin bir projesi olarak inşa edildiklerini belirtmiştik. Bu rejimlerin haliyle toplumsallık ve demokrasi adına sahip oldukları hiçbir değer yoktur. Böyle bir değere hiç sahip olmadıkları gibi öz iradeden yoksun, kökten hegemonik sisteme bağlı birer piyon gibidirler. Bunların yanında bir de Ortadoğu’da tarihten gelme en eski iki önemli ve etkili devlet olan Türkiye ve İran vardır ki bunları farklı değerlendirmek gerekmektedir.
Türkiye ve İran
Türk ve İran devletlerinin hem benzer hem de birbiriyle çelişen ve çatışan farklı özellikleri vardır. Her iki devlet de imparatorluk geleneğinden doğmuştur. Her iki devlet de Ortadoğu’da birbirleriyle öteden beri rakip-alternatif durumundadırlar. Her iki devlet de inanç üzerinden Ortadoğu’da politika yapmakta ve bununla etkili olmaya çalışmaktadırlar. Türk devleti Sünni, İran devleti ise Şia inancını temsil etmektedir. Tarihsel bir çağrışım ve perspektifle bakıldığında ilk akla gelen Emeviler ile Abbasiler olmaktadır. İki devletin ortak olan başka bir özelliği de şudur: Her iki devlet de Ortadoğu’da etkilidirler. Ulus üstü sermaye ile sorunlu bir süreç yaşamakta, özellikle İran bu konuda daha ciddi sorunlarla yüz yüze kalmış durumdadır. İki devlet de bu nedenle statükocudur, değişim ve dönüşüme karşıdırlar. Bir diğer ortak yanları ise her iki devletin de Kürt sorunu bulunmaktadır. İmparatorluktan gelme statükocu, katı ulus devlet zihniyetine sahip bu iki güç hem Kürt sorununun çözümünün hem de Ortadoğu’nun demokratikleşmesinin önündeki en büyük bariyer konumundadırlar. Dirençleri elbette demokrasiye ve özgürlüğe karşı olmalarındandır. Bu nedenle bölgenin ilk ulus devletleri olan Türk ve İran ulus devletleri ne kendi ülkelerinde ne de Ortadoğu’da gerçek bir demokrasi ve özgürlüğün gelişmesini istememektedir. Önder Apo ulus devletçi çözümlerin yurdu olan AB’nin şimdiden demokratik ulus çözümüne kapı aralaması olumlu ve umut verici bir adımdır derken, Türkiye ve İran Suriye’de çözüm istenirse AB’de de olduğu gibi benzer bir yola girmek zorundadırlar, demiştir. İsrail-Hamas savaşıyla başlayan sürecin bu minvalde gelişeceği, bu devletleri de şu ya da bu düzeyde etkileyeceği şimdiden görülmektedir.
Hamas artık kesinlikle eski gücünde değildir, büyük darbe almıştır. Eylem ve saldırı kapasitesi büyük ölçüde kırılmıştır. Lübnan Hizbullah’ı da benzer bir durum yaşamıştır. Öncü lider kadroları tasfiye edilmiş, eski güç ve konumunu yitirmiştir. Lübnan bütün bu gelişmelerden sonra yeniden şekillendirilmek istenmektedir. Yeni Lübnan ve siyasi iktidar buna göre olacaktır. Sünni, Hristiyan ve Dürzilerin ağırlıkta olduğu, bunun yanında ya ehlileştirilmiş ya da etkisi oldukça zayıflatılmış halde Hizbullah veya Hizbullah’la aynı kulvarda değerlendirilen Emel Hareketi’ne mutlaka belli bir yer verilecektir. Sonuçta Lübnan, eski Lübnan olmayacaktır. İran’ın Direniş Cephesi’nin kırıldığı yeni süreçte, sınırları dışında vekalet güçler üzerinden bir savaş yürütmesi artık kolay olmayacaktır. Kızıldeniz’in güvenliği amaçlı İran’ın Yemen’deki bir kolu olan Husiler de ileriki süreçte büyük olasılıkla hedeflenecektir. Dolayısıyla ve böylelikle Hindistan, İsrail, Kıbrıs üzerinde geliştirilecek olan enerji hattının güvenliği de bu biçimde sağlanmış olacaktır.
Baas rejiminin 61 yıllık iktidarına son veren Suriye’deki son gelişmeleri de bu bağlamda değerlendirmek gerekmektedir. Zamanlaması şüphesiz iyi düşünülmüş, planlaması da buna göre yapılmıştır. Baas rejimini tasfiye eden 12 günlük süreç İsrail’in gerçekleştirdiği hamlelerin bir sonucu olarak başlamıştır. Bunun diyalektiği böyle kurulmazsa, HTŞ ve diğer çete örgütlerini doğru değerlendirmek mümkün olmayacaktır. Suriye’de Baas rejiminin bu kadar hızlı ve neredeyse hiç direnmeden düşmesi hiç kimsenin tasavvur ettiği bir durum olmamıştır. Sonuçta Suriye’de 61 yıllık tekçi, oligarşik Baas rejimi yıkılmıştır. Beşar Esad’ın özellikle son 13 yılda hiç esnemeyen, her türlü çözüm arayışlarına kapalı olan katı ulus devletçi zihniyeti hep Irak Baas rejimini ve Saddam’ı hatırlatmıştır. Önder Apo’nun bu konuda ilki 16. Louis’i sonuncusu da Saddam’ı örnek gösteren çarpıcı değerlendirmeleri gerçekten çok önemlidir. Biri ulus devleti kurarken biri de adeta sonuncusu gibi savunurken giyotin ve idamla yaşamlarını yitirmişlerdir. Ne var ki Beşar Esad da aynı zihniyette ısrar etmiştir. Rojava yönetimi ısrarla en demokratik makul çözüm önerilerini sunmasına rağmen Şam rejimi buna gözlerini ve kulaklarını kapatmış, tümden retçi ve inkarcı tutumunu sürdürmüştür. Rusya’nın ve İran’ın desteğiyle sonsuza kadar ayakta kalabileceğini düşünmüştür. Bunun dışında Rusya Ukrayna savaşından zaten perişan bir duruma düşmüştür. Bir de Suriye’de ABD-İsrail-İngiltere’ye karşı tutum alarak başına yeni belalar açabilecek durumda değildi. Suriye’de tökezlemiş, daha doğrusu kaybetmiştir. Nitekim Şam’ın düştüğü 12 günlük süreçte göstermelik birkaç hava saldırısı dışında yaptığı bir şey olmamıştır. Pozisyonu böyle olunca acaba Rusya da oyunun içinde midir ya da oyunun bir parçası mıdır gibi değerlendirme ve analizler bile yapılabilmiştir. İran’ın durumu da Rusya’nın durumundan farklı olmamıştır. Hatta İran daha sıkışık bir durum yaşamıştır. Hamas ve Hizbullah’ın gündem dışı bırakılmaları İran’ı daha da zorlamıştır. Şam’ın düşmesinden sonra artık geleceğinin olmadığını gören İran yeni arayışlara girmiş, tehlikeyi tam olarak fark edince de deyim yerindeyse Şam’dan ve Suriye’den güçlerini apar topar çekmekten tereddüt etmemiştir. Şimdi İran elbette son derece sıkıntılı ve zor bir durum yaşamaktadır. Suriye’den sonra Irak’ın bir biçimde hedef olabileceğini düşünmektedir. Bundan sonra sınırları dışında savaş yapmasının artık mümkün olmadığını görmektedir. Dolayısıyla İran’ın önünde iki seçenek bulunmaktadır: Ya gerçekten tam demokratikleşecek ya da Önder Apo’nun pek çok kez belirttiği gibi hegemonik sistemle uzlaşsa da çatışsa da kaybedecektir. Tarihsel tecrübesi ve esnek zekasına rağmen içeride köklü bir demokratikleşmeye yöneleceği zayıf bir olasılıktır. İkinci seçenek olarak hegemonik sistemle çatışmayı göze almasıdır ki buna da kolay cesaret etmeyecektir. Hegemonik sistem İran üzerinde öyle bir ekonomik, siyasi, psikolojik baskı ve basınç uygulamaktadır ki İran’ın buna dayanması kolay değildir. Bir de ABD, İsrail ve İngiltere’nin önemsediği İran’ın Rusya ve Çin’le ilişkileri vardır. Bunun anlamı İran’ın Ortadoğu ve Orta Asya’da hegemonik sistemin çıkarlarını tehdit etmesidir. İran bu nedenle de ABD ve İsrail tarafından sürekli gündemde tutulacak ve büyük baskılara maruz kalacaktır. Bir de bunun içindir ki İran’ın esneklik adına önemli tavizler vererek hegemonik sistemle uzlaşma yolunu seçmesi büyük olasılıktır. Nükleer silah projesinden ve yayılmacı politikalarından vazgeçecektir. Yoksa süreç içerisinde İran’ın da hedefleneceği açıktır. İster ağır ekonomik ambargo ve siyasi baskı yöntemiyle isterse de askeri güçle şu ya da bu düzeyde güç kullanılarak İran kesin olarak tehlike ve tehdit olma gücünden düşürülecektir.
Şam’ın düşmesini açan yolun taşları İsrail-Hamas savaşıyla döşendi
Yeni süreçte Türkiye ve İran ilişkilerinin nasıl olacağı da önemlidir. Belli ki artık Astana denilen bir şey kalmamıştır. Zaten son gelişmelerle birlikte tümden aşılmıştır. Ancak İran’ın durumu ne olursa olsun Suriye’deki gelişmelerden sonra Türk devletiyle ilişkileri daha çok sorunlu olacak, Türk devletini kendisi için her zaman bir tehdit ve tehlike olarak görecektir. Aralarındaki ilişki, çelişki diyalektiğinin çelişki tarafı daha da artacak, öne çıkacaktır.
Soykırımcı-sömürgeci Türk devleti ve faşist AKP-MHP rejimi büyük bir çürüme, yozlaşma, çözülme ve çöküş sürecinde olduğu rahatlıkla görülmektedir. Bundandır ki bir taraftan yeni Osmanlıcılık adına yayılmacı bir politika izlerken diğer taraftan demokrasi ve Kürt düşmanlığını her fırsatta göstermekte, tüm hışmıyla ve gücüyle Kürtlerin iradesini ve kazanımlarını kırmaya ve yok etmeye çalışmaktadır. Soykırımcı-sömürgeci Türk devleti Rojava Devrimi’nin başlangıcından günümüze kadar saldırılar içerisinde olmuş, bu temelde vermediği taviz ve içerisine girmediği kirli ilişki kalmamıştır. Başta DAİŞ olmak üzere tüm talancı, tecavüzcü faşist çeteleri ve radikal cihadist grupları desteklemiş, eğitip ve örgütleyerek Rojava ve Suriye topraklarına saldırtmıştır. Eğittiği, donattığı ve örgütlediği bu faşist çeteler üzerinden istediği sonucu alamayınca da kendisi doğrudan saldırılara girişmiş, Rojava ve Suriye topraklarını işgal etmiştir. İşgal ettiği topraklarda demografya değişikliğine giderek her türlü insanlık dışı uygulamaların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ortadoğu ve Suriye’de oluşan yeni durumu kendileri için bir imkân ve avantaja dönüştürmeye çalışacaktır ama gelişmelerden büyük kaygı ve tedirginlik duyduğu da bir gerçekliktir.
Suriye’nin bundan sonra ne olacağı, ne tür gelişmeler ve nasıl bir sürecin yaşanacağı önemlidir. Bu konuda evvela tekrar da olsa şunu bir kez daha belirtmekte yarar vardır. Şam’ın düşmesini açan yolun taşlarını İsrail-Hamas savaşıyla döşendiği çok açıktır. Dolayısıyla planın içinde hatta başında ABD ve İngiltere bulunmaktadır. Doğaldır ki sürece yön verecek olan da bunlar olacaktır. Kuşkusuz Türk devleti de plana dahil edilmiştir. Bu da demektir ki gelişmelere ve sürece ilişkin Türk devletinin de şu ya da bu düzeyde bir etkisi ve ağırlığı olacaktır. Suriye topraklarında şuanda askeri anlamda üç temel güç bulunmaktadır. QSD, Suriye’nin demokratik güçlerinden oluşmaktadır. Diğer iki güç ise El Kaide türevli, DAİŞ versiyonu cihadist olan HTŞ ve işgalci-soykırımcı Türk devletinin doğrudan beslediği yağmacı, talancı, tecavüzcü faşist çete artıklarından oluşan SMO’dur. Daha baştan işgalci soykırımcı Türk devleti bunları beslemiş, finanse etmiştir. Özellikle SMO denilen faşist çete örgütü tamamen Türk devletinin himayesindedir. HTŞ de Türk devletinden kuşkusuz destek almıştır. Ancak SMO’ya göre bu konuda biraz daha özerk bir yapıya sahip olduğu söylenebilir. Bunun yanında çok bileşenli farklı gruplardan oluşan bir yapıya sahiptir.
Belirtildiği gibi Şam’ın 12 günde düşmesini sağlayan savaş stratejisi ve yapılan planlamaların asıl sahipleri gerçekten İngiltere, İsrail ve ABD’dir. Yoksa HTŞ’nin böyle bir rol ve misyon üstlenmesi, kendinden emin sorunsuz biçimde hareket etmesi elbette kolay olmayacaktı. Daha başından yapılan planlamaya göre HTŞ bu nedenle yönünü Şam’a çevirmiştir. Esas sorumluluk HTŞ’ye verilmiştir. SMO denilen diğer çete grubu ise Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nin etkili olduğu alanlara saldırmıştır. Bu hiç şüphe yoktur ki Türk devletinin kararıdır. AKP Kürtlerin ve Özerk Yönetim adına olan tüm değerleri ve kazanımları yok etmek istemektedir. Bu nedenle SMO’yu Kuzey ve Doğu Suriye’ye, Kürtlere yöneltmiştir. DAİŞ zamanında Kobanê’de yapamadıklarını şimdi SMO üzerinden başarmaya çalışmaktadır. Ancak bunun düşündükleri kadar kolay ve mümkün olmayacağı da şimdiden görülmektedir.
HTŞ geçici bir hükümet kurmuştur. Buna en çok memnun olan Avrupa olmuştur. Bunun tek nedeni de Suriye’den ülkelerine artık göç almamak, hatta ülkelerine gelenleri de tekrar gönderme fırsatının doğmuş olmasıdır. Bunların, bunun dışında bir dertleri ve sorunları yoktur. HTŞ’ye hemen vakit geçirmeksizin sıcak mesajlar vermeleri, üst üste Türkiye’de ziyaretlerde bulunmaları ve Colani ile oturmaları bundandır. Diğer taraftan çok iyi bilinmesi gereken bir husus da; ABD-İsrail-İngiltere’nin yaktığı bu yeşil ışık olmasaydı terörist olarak tanımlanan ve başına 10 milyon dolar konulan Colani, Suriye’de geçici hükümeti kesinlikle kuramayacaktı. ABD ve İsrail elbette Colani’yi dolayısıyla HTŞ’yi İran, Irak ve Lübnan Hizbullah’ına karşı kullanmak isteyebilirler. Ama belli ki Colani’nin rüştünü ispatlamasını isteyeceklerdir. Zaten yoksa Suriye’deki bunca yıkım ve çok yönlü ağır ambargo ve yaptırımlara rağmen nefes alabilmeleri bile kolay ve mümkün olmayacaktır. Burada ortaya çıkan şu olmaktadır: Yeni Suriye’nin nasıl olacağına, güçleri ve kudretleri yettiği kadar ABD, İsrail ve İngiltere karar verecektir. Rusya’nın payına düşen ise HTŞ’yi ABD’den önce tanımış olmasıdır. Başka da yapabileceği bir şey yoktur. Akdeniz’deki üslerini koruması zamanla kesin sorun olacağa benzemektedir. Hatta şimdiden güçlerini Suriye topraklarından çekeceği söylenmektedir. Dolayısıyla Suriye’de büyük kaybeden güçlerden birisi de Rusya olmuştur. Yeni Suriye’nin İsrail için asla ve hiçbir biçimde tehdit ve tehlike unsuru olmaması gerekmektedir. İsrail bunun için elini sıkı tutmuştur. Suriye’nin askeri, sanayi ve alt yapısını adeta harabeye çevirmiştir. Bir de tam güvence olsun diye Golan’daki ilhak sınırlarını genişletmiş, Suriye’deki tüm alt yapıları hatta idari yapıyı da vurmaya devam etmektedir. ABD ve İsrail’in düşündükleri yeni Suriye böyle olacaktır.
Kürtlerin kazandıkları değerleri savunmaktan başka seçeneği bulunmamaktadır
Yeni Suriye’de devlet ve iktidarın Sünni mezhep ağırlıklı olacağı kesindir. Alevi ve Dürzi toplumları da bir biçimde korunmaya çalışılacak, belki de bazı inanç ve kimlik hareketleri tanınacaktır. Temel sorun Kürtler, dolayısıyla Kuzey ve Doğu Suriye Özerk yönetimi olmaktadır. Kürtlerin, Kuzey ve Doğu Suriye halklarının direnerek ve büyük bedeller ödeyerek kazandıkları tüm değerleri ve mevzileri savunmaktan ve korumaktan başka bir seçenekleri bulunmamaktadır. Siyasi, idari ve askeri birlik ve bütünlüklerini korudukları kadar başarılı olacakları kesindir. En haklı ve meşru yerde durduklarının güçlü siyaset ve diplomasisini yapmaları elzemdir. Türk devletinin elinden gelirse Kuzey ve Doğu Suriye halklarının tüm kazanımlarını yerle bir etmek için kullanmayacağı argüman, güç ve politikanın olmayacağını bilerek hareket etmeleri bir zorunluluktur. Kuzey ve Doğu Suriye halklarının kadın özgürlükçü, demokratik ulus perspektifiyle kendilerini örgütlemiş olmaları en büyük avantajları ve kazanımlarıdır. Bu avantaj ve kazanımlarını siyaset ve diplomasi alanında güçlü temsil etmeleri, güçlü yansıtmaları gerekir. Böyle olduğu takdirde kurulacak yeni Suriye kesinlikle Kürtsüz olmayacaktır. Bu Türk devletine rağmen böyle olacaktır. Türk devletinin bu süreçte hem son derece fırsatçı hem de olanca gücüyle aktif olmaya çalıştığı açıktır. Suriye üzerindeki hesapları ne kadar tutar belli değildir. Desteklediği ve finanse ettiği bu çete gruplarının daha önce Halep’te görüldüğü gibi farklı çıkar hesapları gereği şimdi de Şam’da her an bozuşmaları ve çatışmaları olasıdır. Türkiye’nin bu süreçte kazandığı avantajlar olmakla birlikte birçok alanda ve güçlerle ilişkileri zorlanacak ve bozulacaktır. Türkiye, HTŞ ve SMO ile ilişkilerini geliştirdiği kadar buna paralel olarak Rusya, İran ve Irak’la da ciddi sorunlar yaşayabilecektir.
Bu yeni gelişmelerin ışığında Ortadoğu’da bugün yeni ve bambaşka bir durum yaşanmaktadır. Kürtler tarihte belki de ilk kez kendi özgürlükleriyle birlikte Ortadoğu’da demokrasi ve özgürlüğün öncü gücü ve kader tayin edici görev ve sorumluluğunu üslenmiş durumdadır. Sorunlar, zorluklar ve engeller elbette az değildir. Ama imkanlar, fırsatlar ve avantajlar da başarmak için gerçekten çok şey sunmaktadır. Sorun zorlukları görmek kadar başarmak için olan muazzam imkanları ve fırsatları en iyi ve en yaratıcı biçimde değerlendirme sorunudur.
Rojava Devrimi bütün saldırılara rağmen rüştünü ispatlamıştır
Rojava Devrimi 13. yılında bütün saldırılara ve ambargolara rağmen direnebilmiş ve rüştünü ispatlamıştır. Bundan sonra da bütün tehlike ve tehditleri bertaraf edecek güce ve kudrete sahiptir. Yeter ki sahip olduğu imkân ve avantajlarını en iyi bir şekilde değerlendirebilsin. Önder Apo, her devrim tüm devrimlerin özeti olduğu kadar onları aşma anlamını da taşır, demektedir. Rojava Devrimi gerçekten böyle bir devrimdir. Paris Komünü 72 gün yaşamış ve büyük bir tutku yaratmıştı. Paris Komünü sonraki devrimler için de derslerle dolu bir pratik olmuştu. Ekim Devrimi de böyleydi. Tarihte ilk kez işçi sınıfı ve emekçilerin öncülüğünde bir devrim gerçekleşiyordu. Devrimin heybeti ve anlamı, coşkusu ve onuru kuşkusuz çok büyüktü. Ama bunun yanında büyük kaygı ve tedirginlik de vardı. Öyle ki Lenin Ekim Devrimi’ni yüzüncü gününü tek başına kutlamıştı. Herhalde 72 günlük Paris Komünü’nün eşiğini aştığı için oldukça mutluydu. Devrimin yüz gün ayakta kalması ve yaşıyor olması çok önemliydi. 70 yıl yaşadı Sovyet Devrimi, sonrası ise bilinmektedir.
Rojava Devrimi’nin işaret fişeği ve startı 2012 yılında Kobanê’de verilmişti. Özerkliğini ilk ilan eden Kobanê olduğu için Rojava Devrimi Kobanê’nin şahsında 72 gün, yüz gün derken DAİŞ saldırılarıyla birlikte tam bir var olma, yok olma günlerini yaşıyordu. Sonuçta genç Kürt kadın savaşçıların öncülüğünde Kürt halkı ve bölgedeki diğer halklar birlikte tarihin az tanıklık ettiği görkemli, cesur, destansı bir direniş örneğini sergileyerek DAİŞ’in belini ve iradesini kırmayı başarmıştı. Daha sonra yine DAİŞ ve DAİŞ türevli birçok faşist çete gruplarına karşı uzun süren direniş ve mücadele sonucunda Rojava Devrimi gerçekleşiyor, Kuzey ve Doğu Suriye bütünen özgürlüğüne kavuşuyordu.
Rojava, coğrafik olarak koca bir okyanusta küçük bir ada gibidir. Fakat devrimin etkisi ve anlamı sınırları aşan düzeyde oldukça geniş ve büyüktür. Bu anlamda rahatlıkla denilebilir ki Paris Komünü ve Ekim Devrimi insanlık için nasıl ve ne gibi bir anlama sahipse Rojava Devrimi de o denli etkili ve anlamlı bir devrim olmuştur. Devrimin üzerinde gerçekleştiği coğrafyanın küçük olması uluslararası niteliğini azaltmamış aksine daha da artırmıştır. Nasıl ki DAİŞ faşist çeteleri tarihte gelmiş-geçmiş insanlık düşmanı en büyük vahşi, gaddar bir örgütse Rojava Devrimi de tarihin en anlamlı ve değerli, insanlığa mal olan uluslararası bir devrim olmuştur. Önder Apo “uygarlığın imparatorlaşması kadar demokrasinin konfederasyonlaşması yolunda devam etmesi…” demektedir. Rojava Devrimi küresel imparatorluğa karşı halkların demokratik konfederasyonlaşmasının temsili açısından da çok değerlidir. Bu bakımdan Rojava Devrimi aynı zamanda bir enternasyonal devrim olmaktadır. Nitekim Rojava Devrimi’ne dünyanın birçok yerinden birçok halktan başta kadınlar ve gençler olmak üzere çok sayıda insan koşmuş ve katılmışlardır. Bugün Rojava’da işgalci güçlere ve faşist çetelere karşı savaşarak şehit düşen onlarca enternasyonalistin olması devrimin uluslararası niteliğini açıkça ortaya koymaktadır. Bunun içindir ki dünyanın her tarafından enternasyonalistleri çekmiş, bu devrimci enternasyonalistler Rojava’da halen de rol oynamaktadırlar. Kadın özgürlükçü, ekolojik, demokratik toplum paradigması gerçekten büyük etkilemektedir. Rahatlıkla belirtmek mümkündür ki tarihte hiçbir devrim Rojava Devrimi kadar kadın devrimi olmamıştır. Rojava Devrimi’nin öncü gücü kadın olmuştur. Rojava Devrimi’ne yüzyılın devrimi dememizin bir nedeni de elbette budur. Şu da çok önemlidir: Ortadoğu’da kapitalist modernite ve ulus devletlerin kurduğu bir milliyetçilik mezbahı vardır adeta. Başta cins milliyetçiliği olmak üzere her türden milliyetçilik adına herkesin birbirini boğazladığı, kırdığı bir coğrafyadır. Tam da böyle bir Ortadoğu’da Rojava Devrimi’nin her türden milliyetçilikten uzak, halkların demokratik, eşit ve özgür yaşamlarını esas alan demokratik ulus perspektifiyle gerçekleşmiş olması gerçekten büyük tarihsel bir durum olmaktadır. Çünkü bu insanlığın tarihte tanıklık ettiği bir ilk olmaktadır. İlkler her zaman önemlidir. Bu sosyal ve siyasi olaylar için yani devrimler için de böyledir. Bu nitelikte bir ilk olması nedeniyle Rojava Devrimi’nin sürece yön veren, Ortadoğu halklarına ufuk olan, yine küresel düzeyde kapitalist moderniteye karşı mücadelede tüm anti kapitalist güçler için yeni bir ruh ve motivasyon temsil ve teşkil eden bir devrim olduğu kesindir.
Toplumsal inşa gerçekleşmeden özgür yaşam olmayacaktır
Rojava Devrimi Kürt, Arap, Hristiyan halkları olarak başından beri ve halen de sürekli bir öz savunma, direnme ve savaş içinde olmuştur. Tarih kimseye cömert değildir. Rojava, hele savaş, tehdit ve tehlikeler ortadan kalksın ondan sonra sistemi inşa çabalarına gireriz diyemezdi. Zira bir direniş ve savaş, aralıksız saldırılar hiç eksik olmamıştır. Özellikle işgalci Türk devletinin kendisine bağlı çete gruplarla faşist DAİŞ çetelerinin saldırıları hep olmuştur. Yine Şam rejiminin fırsat buldukça tehdit savurması, hatta bazen yer yer saldırı gerçekleştirmesi de zorlayıcı başka bir unsur olmuştur. Fakat bütün bunlara rağmen diğer tarafta yaşam sürecekse bunun da örgütlü inşaya dayalı sistemli olması açıktı.
Önder Apo özgürlük bir anlamda toplumsal inşa gücüdür derken diğer yandan özgürlük oldukça toplumsal inşanın gerçekleştirilebileceğini belirtmektedir. Tersi de doğru ya da birbirini tamamlayıcıdır ki toplumsal inşa gerçekleşmeden özgür yaşam kolay olmayacaktır. Rojava bu bilinçle inşa çalışmalarına ne kadar yöneldiyse işgalci Türk devleti ve çeteleri de o kadar saldırı ve baskılarını artırmaya başladılar. Rojava’nın imkansızlıklarla boğuşması, gerçek bir ekonomik, sosyal inşaya yönelmemesi için ne lazımsa yaptılar. Ekonomik alt yapı, yaşam alanları, enerji ve tahıl depoları, yol ve su kaynakları her şeye yöneldiler. Ne var ki Rojava Devrimi buna rağmen direndi.
Rojava Devrimi bir taraftan saldırılara karşı direnirken diğer taraftan devrimin inşası için çalışmalar yürüttü. Çünkü devrimin inşa edeceği kurumlar ve oluşacak olan kurumlaşma bir devrimi ayakta tutabilmektedir. Tek başına direnişle saldırılara cevap olmak mümkün değildir, çünkü aynı zamanda kendi alternatif yaşamını da inşa etmek gerekir. Kuzey ve Doğu Suriye halkları Demokratik Ulus perspektifine göre hiç ulusal şovenizme, sınır kavgalarına, bürokrasiye, milliyetçiliğe ve ulus-devletçiliğe düşmeden kendi siyasi otoritelerini inşa ettiği sürece söz sahibi olacaktır. Bunun için komünler, meclisler, akademiler yoluyla zihniyet devrimini gerçekleştirerek kendi öz yönetimini gerçekleştirebilir. Zaten Rojava ve Kuzey ve Doğu Suriye bu yapılan çalışmalar sayesinde şimdiye kadar tehdit ve tehlikeleri bertaraf etmiştir. Ama yeni süreçte bunun daha da geliştirilmesi ve büyütülmesi gerekmektedir.
Yüzyıl sonra Ortadoğu’da kurulmaya çalışılan ve hedeflenen yeni düzenin elbette hegemonik güçlerin çıkarlarına dayalı olması istenecektedir. Önder Apo “Benim için devrimin anlamı, uygarlık sisteminin sürekli alan ve uygulamasını daralttığı ahlaki, politik ve demokratik toplumun yeniden ve daha geliştirilmiş olarak bu niteliklerini kazanmasıdır” demektedir. Bu kaos, kriz ve kargaşa aralığından eğer devrim güçleri öz savunmaları temelinde ahlaki, politik ve demokratik toplumun gerekliklerini yerine getirseler Rojava Devrimi 13. yılında bambaşka bir evreye evrilecektir.
Bu tarihi gelişmelerin yaşandığı süreçte ne kadar güçlü ve birlik içinde olursak o kadar başarırız. Yoksa boşuna hak ettiğin kadar değil güçlü olduğun kadar başarabilirsin denilmemiştir. Güç derken kastedilen ise elbette sadece ekonomik, askeri güç olmamaktadır. Bunlar kadar hatta daha da önemlisi ideolojinin ve paradigmanın doğruluğu, toplumun ve insanlığın desteğidir. Biz de Hareket ve halk olarak en büyük güç ve desteğimizi buradan almaktayız. Tarihten kanıtlanmıştır ki maddi güç her şeye muktedir değildir. Böyle olmasaydı tarihte nice imparatorluklar, şahlar ve krallıklar çözülüp yok olmazlardı. Önemli olan toplumun manevi dünyasını örgütleyecek, ayağa kaldıracak ve sürükleyecek ideoloji ve paradigmanın güçlü örgütlendirilmesidir. En büyük referansımız ve güç kaynağımız kesinlikle budur. Yanlış yoldan doğru hedefe ulaşmak mümkün olmadığına göre ilişki ve ittifak çalışmalarının başarısı için ideolojik birikim ve politik doğrultu şarttır. Karşımızdaki güçler bin yılların tecrübesine sahiptirler. İmkanları ve mücadele araçları bizimle kıyaslanmayacak kadardır. Şüphesiz hiç abartmamak gerekir, ama işin ciddiyetini de bilerek bunlara sadece pratik zeka ve bazı tecrübelerle karşılık verilebileceğini ve bu biçimde kendileriyle baş edilebileceğini düşünmek de yanlış ve eksik bir değerlendirme olacaktır. Sadece önünü gören değil çok ilerisini de gören, hisseden, tehlikeleri boşa çıkaran, fırsatları iyi değerlendiren, nerede nasıl bir adım atarak, nerede nasıl bir söylem geliştirerek başaracağını düşünen bir birikim, yetenek ve performans başarı için adeta olmazsa olmazımız olarak görülmek durumundadır.
Her zamankinden daha fazla bilinçli, örgütlü ve hazırlıklı olmalıyız
Tehlikeler ve ortaya çıkan fırsatlar bize şunu göstermektedir; her zamankinden daha fazla bilinçli, örgütlü ve hazırlıklı olmalıyız. Şimdiki zaman yaşadığımız tüm zamanların en önemli zamanıdır. Önder Apo “tarihsel dönemler tarihsel kararlar ve eylemlerle geçer. Kendini birey, parti ve halk olarak buna hazırlamayanlar, devletler de olsa tarihin çöp sepetine atılmaktan kurtulamazlar” demektedir. En çok da bizim için geçerli olan çarpıcı bir değerlendirmedir. Tarihin emrettiği görev ve sorumluluklarımızı yaşadığımız zamanın ruhu ve sürecin gereklerine göre doğru ve başarılı biçimde yerine getirdiğimiz kadar zafere bir adım daha yaklaşacağımız kesindir. İçinden geçtiğimiz sürecin böyle belirleyici bir özelliği vardır. Hak ettiğimiz başarılara ulaşmak için her şeyden önce haklı ve meşru bir mücadelenin sahibiyiz, bunun savaşını vermekteyiz. Bu güçlü bir avantajımızdır. İkincisi, paradigmamız doğru, etkili, kapsayıcı ve sürükleyici bir paradigmadır. Üçüncüsü, yarım asırlık bir mücadelenin sahibiyiz, bu da çok önemlidir. Dördüncüsü, halkımızın toplumsal desteği ve rüştünü ispatlamış bir askeri gücümüz vardır. Bu büyük ve onurlu kazanım ve imkanlar üzerinde başaracağımız ne varsa bunun için yoğunlaşarak tartışmak, seferber olmak ve mutlak başarmak hem tarihsel hem de anlık görevimiz olmaktadır.
Rojava Devrimi ve Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi başlangıcından günümüze kadar her türlü saldırıya karşı direnmeyi ve ayakta kalmayı başararak rüştünü ispatlamıştır. Elbette bu başarı halkların, devrimci güçlerin ve enternasyonalist dayanışmanın bütünlüklü mücadelesiyle olmuştur. Devrimi boğmaya yönelik tehlikelerin artarak sürdüğü böylesi bir süreçte mücadelenin daha da geliştirilmesi beraberinde büyük başarılar getirecektir. Önder Apo’nun dediği gibi “Kürt teşisi dönecek ve Ortadoğu demokratik uygarlık çağına ulaşacaktır.”