PKK ÖNDERLİĞİNE DAYATILAN KOMPLOLAR HALKIN ÖZGÜR KİMLİĞİNDEN DUYULAN KORKUNUN İTİRAFIDIR
Kişisel ve kurumsal olarak PKK Önderliği’ne dayatılan komplo ve tasfiye girişimleri, siyasi ve emniyet açısından çözümlenmesinden öteye, ancak roman türüyle daha rahat anlatılabilir. Şüphesiz takibin ve tasfiyenin ideolojik, siyasi ve istihbarı yönleri çok önemlidir. Ama gerçeğin ancak iskeletini izah edebilir. Somut ve canlı anlatımı ise; mitolojik, dinsel, felsefi ve bilimsel yaklaşımı iç içe kullanarak, tarihsel kıyaslamaları ve ütopyayı da katarak çeşitli tonda romanlar biçiminde çözümlemek, daha doğru ve öğretici olacaktır.
Bu gerçeklik kurum olarak PKK’nin, kişi olarak Abdullah Öcalan’ın ötesinde, onları aşan anlamlar içermektedir. Kürt halkının durumunu ne çağdaş sosyolojinin kavram ve teorileriyle, ne de çağdaş siyaset bilimi ölçüleriyle çözümlemek mümkündür. Olgunun kendisi mitolojik ve dinsel dönemin özellikleriyle örülmüş veya boğulmuştur. Belki fiziki olarak karşımızda bir halk durmaktadır. Kendini insan türünden saymaktadır. Ama çağdaş ölçülerle baktığımızda, Güney Afrika’nın zorlu kabilelerinden daha tanınmaz, kimliksiz, tüm doğal haklarından, hatta dilini bile özgür kullanmaktan uzak bir konumda olduğu görülecektir. Bu, insanlığın hiçbir ölçütüne sığmayan dehşetengiz bir durumdur. Hem vardır, hem yoktur; hem insandır, hem değildir; hem halktır, hem değildir. Bu ’hem’ler daha da arttırılabilir. Kaldı ki, resmi politikalar bu tarzı açıkça dillendirmekte ve uygulamaktadır. Bundan sadece güncel hükümet ve siyasetleri sorumlu tutmak da eksik bir anlatım olacaktır. Hatta bunun uluslararası ve bölgesel çıkarların bir sonucu olduğunu söyleyerek izah etmek, ancak gerçeğin sınırlı yönüne dikkat çekmek olabilir.
Olguya tarihin tüm önemli çağlarında çok sayıda gücün darbeleri etkide bulunmuştur. Dünyanın birçok bölgesinde de benzer durumlar yaşanmıştır. Ama Kürt olgusunun özgünlüğü, ne kendisi gibi olma ne de kendini dayatan başkaları gibi olma tarzında olmuştur. İki arada bir derede konumundan hiç kurtulamamıştır. Bir bakire mi yoksa bir fahişe mi olduğu da tam anlaşılamamıştır. Her gelen şerrini bulaştırmış, fethetmeyi başaramamıştır. İşin daha garibi, böyle bir halk yok veya benim kıçımın şu tarafından yapılmıştır iddiasında olanlara, ‘O zaman senin bir parçan ise, vücut bir bütündür, neden bir kanserli uzuv gibi bırakıyorsun?’ denildiğinde, tümüyle cevapsız kalmaktadırlar. Bu dünyada bir BM vardır. Dünya ulusları ve halkları adına geniş yetkilere sahiptir. Afrika’nın en geri kabileleri için karar alır, sayıları milyonu bulmayan birçok sözde devleti üye olarak kabul eder. Ama Kürt olgusu söz konusu olduğunda, yine varlığı tartışmalı hale gelir. Hakları açısından yok sayılır. Tüm bu gerçeklerin kökü tarihte gizlidir. Ancak mitoloji ve dinlerin dilini tam çözümlersek, namuslu ve ahlaklı bazı bilim adamlarını seferber edersek, belki parça parça anlayabiliriz.
Bu yönlü bir retoriği fazla uzatmayacağım. Sadece Önderliği çözümlemek için hangi zeminde olduğumuza dikkat çekmek için dokunma gereği duydum. Yıllarca kendimle uğraştım. Sinir ve ruh dengesi çok güç koşullarda oluşan biri olarak, bir toz zerresinden bile şüphelenecek bir yapıdaydım. Böylesine karmaşık bir konu, gücümün çok ötesindeydi. Peygamber olmasam da, bir çağrı yapmaktan öteye etkide bulunamazdım. Ama bu sorun evrendeki kara deliklerin cisimleri çekmesi konusu gibi beni kendi karanlığına çekiyordu. Gerisi eşine ender rastlanan, belki de insanoğlunun yazdığı ve yazacağı hiçbir kitapla izah edilemeyecek durumları yaşamaktan kurtulamayacaktım.
Mesele akıl gücüm ve sezgilerim değildi. Daha on yaşlarındayken anama, “Dayanmakta güçlük çektiğim bir dünyaya beni niye getirdin?” diye hesap soracak kadar kaderini önceden gören biriydim. Dünyada sömürü ve baskının süper biçimlerini geliştirmiş, Kızılderililere beyaz adamın yaptığı katliamı dünyaya en gelişkin uygarlık olarak yutturmuş çılgın kovboy kültürünün en dengesiz ve nasıl yaşandığının farkında bile olmayan biri olan ABD’nin sözde başkanının marifetiyle; kırk haramilerden daha adaletsiz biçimde, adeta son Kızılderili’yi avlarcasına, hem de dost sandığım işbirlikçilerinin en aşağılık oyunları ve desteği ile yakalatılıp teslim edilmemin mantığını ve vicdanını çözmek en değme edebiyatçının bile başarabileceği bir iş değildir. Bunu yine benim biraz aydınlatmam gerekecektir.
Türkler yakalanmamı çok büyük sevinçle ve tarihlerinin en önemli olaylarından biri olarak değerlendirmeye çalıştılar. Ama başardıkları; hiç de dostları olmayacak bir zihniyet ve kara vicdanın sahipleri tarafından çarmıha gerilircesine çivilenip paketlenen fiziki varlığımı bir tabutlukta tutmaktan öteye bir anlam taşımaz. İsa çarmıha gerildiğinde, İncil’de geçtiği kadarıyla son sözleri “Allah’ım, beni niye yalnız bıraktın?” biçimindedir. Zihniyet ve ruhsal davranış olarak, hiçbir kişi ve kuruma karşı bu tarz serzenişte bulunacak durumda değilim. Ama olayın büyük acılarına, hem de kendini yakan ve öldüren yüzlerce insan başta olmak üzere yaşayanların anısına çok büyük bağlılık gerekti. Daha da önemlisi, insanlık adına en anlamlı sahip çıkılmayı gerektiren sayısız olay, ilişki mevcut idi. Bütün suçlamaların tam tersini ifade eden bir hareket ve kişilik boğdurulmaya götürülüyordu. Halkların kardeşliği adına yürütülen en soylu hareketler inkara kalkışılıp, en aşağılık rantçılık zihniyeti ve vicdansızlığı sonuç almak istiyordu. Bunların yarattığı sızı insanlık adına yaşamayı gerektiriyordu. Komplonun halklarımızın ve Ortadoğu kimliğinin özüne zarar vermemesi için gereken gücü göstermeliydim. Avrupa ve haşarı çocuğu ABD, uygarlık güçleriyle beni alabildiğine horlamıştı. Neden bu kadar saygısızlık ettiklerinin şaşkınlığı içindeydim. Fakat savaşta ince bir taktik uygulamışlardı. Halkımızı da, PKK’yi de, en insafsız ve saygısız biçimde beni de son birkaç yüzyıldan beri yaptıkları gibi kendileri çarmıha gerdikleri halde, bunları Türklere mal ediyorlardı. Benim olayım açıktı. Her şeyi Avrupa, ABD ve aşağılık yanaşmaları Yunan egemen kimliği hazırladığı halde, cellat rolünü Türklere veriyorlardı. Bu ‘böl-yönet’ taktiği ve ’iti ite kırdırma’nın en vahşice biçimiydi. Türk egemen kliğini kötü kullanıyorlardı. Ne kadar zor da olsa, bu oyunu bozmam, son yüzyılların en soylu davranışı olurdu.
Hiç kimse beni, halk tanımaz ve kardeşlik bilmez Türk şoven zihniyeti ile az savaştığım için suçlamasın veya bilinen barış ve demokratik uzlaşı tavrını öne aldığım için teslimiyetçi veya boyun eğmeci sanmasın. En büyük direniş bu yeni tavırda gizliydi. Onurlu barış ve gerçekten demokratik uzlaşıyla halklarımızın birliğine katkıda bulunmak, komploya en etkili cevaptı. En azından benim için bunun dışındaki tüm tavırlar, büyük güç dengesizliği içinde, utanmadan savaş bekleyenlerin emellerine hizmet olurdu. En çok üzüldüğüm nokta, benim şahsımda Kürt halkına yaptıkları hakaretti. Beni tasfiye edebilirlerdi. Ama hiç olmazsa binlerce evladını kurban vermiş bu halkı anlayabilselerdi! Kimsesi olmayan, başarmasını bilen tek bir evlada sahip olmayan bir halk için umut kaynağıydım. Hem çarmıhtaki hem tabuttaki adamdan beklentileri devam ediyordu. Kendi doğuşunu en büyük suçluluk nedeni sayan adamdan, özgür yaşamlarının doğuş ebeliğini bekliyorlardı. Ne PKK’den ne Kürtlerden Kürtlere hiçbir zaman beni takip etmelerini emir olarak buyurmadım. Başka kimseleri olmadığı için, İsa tavrının daha zor olanını iki bin yıl sonra üstlenmek durumunda kaldım. Demirci Kawa rolünü de üstlendim. Hz. İbrahim’in kutsallığını da çağdaşlaştırdım.
Bütün Zinler ve Adulelerin, Mem ve Dervişe Abdi’si de oldum. Manilerin, Mazdeklerin, Babeklerin son ahından tutalım, Hüseyin’in Kerbela yalnızlığını, Hallacı Mansur’un hakikat aşkını, Pir Sultan’ın dostluk rütbesini de taşıdım. Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin arkadaşıydım. Mazlum, Hayri, Kemal ve Ferhatların intikam savaşçısıydım. Böylesi her çağdan, her milletten binlercesinin birleşen ve bilince kavuşan son örnekleriydim. Bu insanlık abidelerinin sadece direniş ve savaşları değil, bir de fırsat bulamadıkları barış davaları vardı. Bu savunma benim değil, onların eksik kalan son barış savunmalarıydı. Bu eksikliği tamamlamak istedim. İnanıyorum ki, insanlık, tarih, çağ, sömürü, zulüm, direniş, özgürlük ve barışın tarifi doğru yapılmıştır. Halkların tarihine bir yol açılmıştır. Yine biliyorum ki, yaptığım iş önderlik değildir. Önderim diye binlerce yıldır ortaya çıkanların pisliklerini temizlemedir. Tarihin kenefini temizliyorum. Kimin ne adına, hangi anlamda pislemiş olduğunu da açıklıyorum. Devlette, rütbede, hatta her şeye razı basit bir kadının reisliğinde bile hiçbir zaman gözüm olmadı. Kadın, erkek ve ulus ayrımı yapmadan, ilgisi olanla arkadaş olmayı her şeyden üstün saydım. Belki arkadaşlarım beni hiçbir zaman böylesi bir durumda görmeyi hayal bile etmemişlerdir. Onlara gerçekleri bir daha açıkladım. Beğeniyor, doğru buluyorlarsa, benim trajedim onlar için en büyük güç kaynağıdır. Halen büyük çalışıp başaramıyorlarsa, kendilerini aldatma konumundalar. Vazgeçsinler diyorum.
Savunmanın son bölümünde kimliğimi daha da açacağım. Bu bölümde komplo ve benzeri aldatmalar karşısında bazı duruşlarımı açıklayacağım. Mesele kahramanca ölmem değildir. O rolü sayısız kahramanlar benden sınırsız güçle başardılar. Eksik olan, o kahramanlara layık yaşamın tanımını güçlü yapmak ve zalimlerle sahtekarların miraslarını saygısızca istismar etmemeleri için kullanabilecekleri tüm yolları engellemek ve geçitleri kapatmaktır. Önderlerin anısına bağlılık gereği halen bu görevi sürdürüyorum.
Önderliğin bir sanat olduğu doğrudur; benim bu sanatı iyi temsil ettiğim söylenemez. Ama onun kurumsal ve kişisel özelliklerini, hem genelde hem de Kürtler için oldukça çözümlediğim kanısındayım. Belki sahtekarlarını, zalimlerini yıkamadım. Fakat maskelerini düşürmede önemli katkılar sundum. Pislikleri temizledim derken, bunu kastettim. Allah maskesine bürünmüş olanlardan, bilimsel demagog türlerine kadar, ne mal olduklarını anlayanlar için oldukça açımladım. Özellikle kadının ve ezilmişlerin sırtından erkeklik taslamanın, Önderliği bunun basamak etmenin ne anlama geldiğini şahsımda da eze eze, itiraf ettire ettire açıklığa kavuşturdum. Önce tam Allahlığa, sonra yarım Allahlığa oynayan bu kurumun devletin bir prototipi olduğunu, eğer halk önderliğine soyunuluyorsa, öncelikle bu ceberut kimliği çözmek ve yıkmak gerektiğini, ancak böylelikle yeni önderlik tarzının halkın işlerinin genel koordinasyonu olarak bir anlam ifade edebileceğini göstermeye çalıştım. Bu yönlü teorik gelişmemi Kürt halk gerçekliğine uygulamaya çalıştım.
Tüm desteklerime rağmen, örgüt içinde ve dışında yarım-ağalık dışında bir tarz sunmaktan öteye bir şey yapmadıklarını görünce, zorunlu olarak “Önder” gibi, “Başkan” gibi adlandırma ve istemlere saygılı oldum. Halk ve kendini ona feda edenler bunu istiyordu. Saygısızlık edemezdim. Yapabildiğim ölçüde her konuda yetenekli olanları her sahada ortaya çıkıncaya kadar “Genel Başkanlık” rolünden kaçmadım. Bu aslında inanılması güç bir yüktü. Çok büyük bir tarihsel, siyasal, sosyal ve askeri boşluk vardı. Hepsi, bütün alanlar hakkını vermemi istiyordu. Bir gün bile dayanılması kapsamlı yetenek isteyen bu görevi teorik olarak çözümlemeyi ihmal etmeden, pratikte de asgari tarz ve temposunu sergileyerek yanıtlamak istedim. Kuralını ve uygulama tarzını kendim seçecektim. Çünkü bu konuda kural dayatacak tarzda örnek olacak hiçbir şey yoktu. Vahşi bir ormanda yürümeye benziyordu. Ormanın sayısız canavarı vardı. Bu bilinmesine rağmen, halka ve inananlara saygının gereği olarak, tam bir Gılgameş yürüyüşü yapmaktan geri durmadım. Gılgameş ormanda halk önderliğini yenip kral önderlerin yolunu açıyordu. Ben ise ormandaki kralları yenip, bin bir hile, entrika ve zorbalıkla yönetim hakkı elinden alınmış halka bu hakkını geri vermek istiyordum. Halkın önderlerine yol açmak derdindeydim. Gılgameş bu işte, ormandan işbirlikçisini tanrıçalıktan fahişeliğe indirgenmiş kadın yoluyla avlayıp ehlileştirirken, ben yine tersini yapıyordum. Fahişelikten beter edilmiş kadını tanrıçalaştırıp, öylelikle erkeği, Enkidu’yu tekrar halkının bilinçli önderi yapmaya çalışıyordum. Tanrıçalık, halk önderlik kurumunun en sağlam kurumsal eşitlikçi ve özgürlükçü özüyle erkeği terbiye edebilirdi. Fakat en bağlı gibi gözüken Enkidular bile büyük bir moralsizlik ve objektif isyanla cevap vermişlerdi. Üç maymunu oynamaya başladılar. Tüm çığlıklarım karşısında “Duymadım, görmedim, bilmiyorum”u oynuyorlardı. Onlara tanrıça değil, özel veya genel bir orospu gerekiyordu. Burada da büyük kurumsal değeri olan ve pratikte de değeri az olmayan erkek egemen önderlik gerçeğine büyük savaş açmıştım.
Beş bin yıldır dünya ormanını köşe bucak tutanlar, özellikle bilinçli Avrupalılar, beni hiç kendilerine yakın bulmayıp yakalanmam yolunda ince şebekelerini açacaklardı. Yapabilecek fazla bir şey yoktu. Kaçış veya intihar daha çok çıkarlarına olurdu. Yapabileceğim, son nefesime kadar kalbimin özgürlüğünü koruyup, geliştirebileceğim anlam damlalarıyla yaşama büyük saygıyla devam etmekti. Onlar Neronlara taş çıkartırcasına bir kurbanlarını arenaya atıp, kendi elleriyle besledikleri aslana yedirmenin heyecanı içinde, sevgiyle karışık korku çığlıklarıyla, birkaç seyirlik eğlencesi halinde akıbetimi görmek istiyorlardı. Sözde Hıristiyandı’lar, hem de Ortodoks! Fakat kendilerinin de çok önceden yazdıkları gibi, onlar İsaları binlerce defa yeniden çarmıha germenin Romalı temsilcileriydiler. Genlerinde bu çarmıh kültürü vardı. Bunu anlamam zor olmadı. İsa bizdendi, kapı komşumuzdu. Onu gururla sahiplenmek komşuluğun gereğiydi. Ona ve izleyicilerine binlerce çarmıh ve aslanlara yedirme operasyonları düzenlendi. Son kurban bendim. Hem insanlık özüne bağlı aşiret atalarımızın şanlı direniş geleneği, hem peygamber atamız İbrahimlerin, İsaların şanlı barış geleneği bende garip bir biçimde birleşiyordu. Tanrısal bir yüceliş kaçınılmazdı. Tanrıyı çözümledim, kim olduğunu açıkladım. Ama halkların, kadınların, zordaki ihtiyar ve çocukların tanrısallıklarına saygılıydım. Onların tanrısal özelliklerinin tanrı yüceliği içindeydim. Bu gerçekten büyük halk tanrısallığı içinde yücelmek yetiyordu. Bulunduğum koşul ve biçim altında ölüm, daha büyük bir yücelmenin adı oluyordu. Bu gerçek artık korkuyu değil, her geçen gün insanlığın soylu barış seçeneğini de doğuruyordu. Savaşı ve imhayı dayatırlarsa, sonuna kadar, ama daha başarılı direniş ve meşru savunma savaşıyla; isterlerse en adil ve onurlu barışla karşılık verecek güçteydim. Direniş ve barış kahramanlarının yolundaydım; vasiyetlerinin gereği savunmayla açıklanıp dünyaya duyurulmuştu. Sonu, ölümü nasıl gelirse gelsin, insanlığın, halklarımızın kazanacağı bir gerçekti.
a- Halk İçin Önderliksel Doğuş Zamanı (1970–80)
Önderlik zemini yüzyıllardan beri komplo ve ihanetlerle mayınlanmış Kürt halk tarlasında yürümek, baştan itibaren her an parçalanmayı hesaba katmayı gerektirir. Sadece devletin zorundan ibaret olan fiziki mayınlar değil, onlardan bin kat daha fazla ve etkili zihniyet ve ruhsal dünyaya yerleştirilmiş mayınlar daha çok tehlikeliydi. Anı anına beyni ve yüreği parçalatacak cinstendiler. Onun için bu arazi, Kürt halk gerçeği çorak bırakılmıştı. Hudutlardaki mayınlı sahalar gibi en verimli toprak da olsa, yüzyıllardır ekilmeye ekilmeye bir çöle veya dağa dönmüştü. Mayın temizleme araçları ve usta ellerden yoksun başlarsan, iş aslında mucizelere kalmış demekti.
Bazı yeteneklerim vardı. Kimlik bölümünde üzerinde durmayı ümit ederim. Çok kuşkucu bir beyin ve bir köşesinde hep özgürlük için atan bir yürek ilahlarım rolünü oynuyorlardı. Bu ilahların sürekli gerçeği ve çocuğu olan özgürlüğü takip ettirme güçleri vardı. Hazır bulunmazlarsa araştıracak, doğmamışsa doğuracak kadar inatçıydılar.
1970’ler Ankara’sında devrimci gençliğin sesi gür ve korkusuzdu. Tuzaklı bir sahada korkusuzluk olduğu hissediliyordu. Ama onlar benim soy varlığıma sahip çıkacak kadar cesur ve özverili idiyseler ve eğer bende sınırlı bir onur duygusu varsa, bu gençleri takip etmekten geri duramazdım. Mahir Çayanların Kızıldere’de şahadeti ve Deniz Gezmişlerin idamları, biz namuslu sempatizanlara anılarını takip etme görevi vermişti. Artık okul bir bahaneydi. Halk adına hareket edeceğim kesindi. Ama en başta idam sehpasında bile adı haykırılmış benim halkım, Kürt halkı nasıl bir halktı? Bunun bilinmesi gerekiyordu. Ulusal soruna böyle başladım.
Daha öncesi de vardı. Kürtlük daha ilk okuldayken bir kuyruk gibi arkamda sallanıp duruyordu. İlkel Kürt milliyetçiliği, bulanık suda balık misali bizi de avlamak istiyordu. Bütün bunlar birer kara delik misali Kürt sorunuyla tanışmaya götürüyordu. Bu çağlardaki Ortadoğu kültürlü bir genç için dogmatik zihniyeti aşmak imkansıza yakın bir şeydi. İslamiyet olmazsa sosyalizm olsun biçiminde bir tercihin dogmatizmden kurtulmak için yeterli olmayacağını çok büyük tecrübelerden sonra gösterecekti. Sosyalizmin genellemelerini tekrarlamakla ayetlerle düşünmek arasında, dogmatik zihniyet aşılmadan, pek fark olmadığı da bu süreçte anlaşılacaktı. Reel sosyalizme güven temelinde, kendisi dogmatik zihniyeti aşmamış bir sosyalizmin, en ham dogmatik zihniyetli bir öğrencisi tarafından en zor bir soruna, Kürt sorununa uygulanması görev edinilmişti. Sorunun kendisi ve muhatabı tam birbirini bulmuşlardı. Bir şeyler ortaya çıkabilirdi. Bu, Apoculuk’tu.
1975’lerde sol ve sağ kargaşası içinde ADYÖD (Ankara Devrimci Yüksek Öğrenci Derneği) başkanlığı, grup için gerekli zemini sunmuştu. Dev-Genç’in (Devrimci Gençlik Federasyonu) yaşadığı tasfiyecilik ve ilkel Kürt milliyetçiliğinin DDKO’dan (Devrimci Doğu Kültür Ocağı) sonra yerleşmeye çalıştığı DDKD (Devrimci Demokratik Kültür Derneği)’nin fazla etkileyici olmadığı koşullarda, bir çıkış yapmam için ortam açılmıştı. Yeni bir doğuşu, Apoculuğu bu koşullarda gerçekleştirip geliştiriyorduk. Bu koşullarda gençlik, dogmatizmden de öte duygusaldı. Grubumuz benzer yoksul kökenli bir düzineye yakın gençten oluşuyordu. Bir kısmı da Türk kökenliydi. Kemal Pir’in deyişiyle, Türkiye’de kurtuluşun yolunun Kürt halkının özgürlüğünden geçtiği biçiminde enternasyonalist bir anlayışla katılmışlardı. Farklı olan Kesire Yıldırım’dı. Ünlü bir işbirlikçi aileden geliyordu. İşbirlikçiden de öteye, Ankara rejiminin militanlığını yapmış bir CHP ailesiydi. Doğal bir sola eğilim, CHP’nin dönem özelliğiydi.
Bu sorunu açmam her ne kadar kişisel gibi gözükse de, derin tarihsel, sosyal, siyasal ve kültürel sonuçları olan bir biçim almasından dolayı, aslında düğüm teşkil eden bir karakteri vardı. Kesire Yıldırım’ın kişiliği için çok şey söylendi. Bilinçli bir devlet görevlisi olup olmadığı çok tartışıldı. Bu yöne pek girmeyeceğim, daha çok grupla olan ilişkisinin çözümlenmesini yapmaya çalışacağım.
Kesire’nin gruba dayanması, dur işareti anlamına geliyordu. Adeta ‘Kürt sorunu, sol sorunu benden sorulur, sahibi biziz’ dercesine bir havası sezilebiliyordu. Oldukça zeki, rafine edilmiş bir kadın çekiciliğine sahipti. Fiziki olarak Kürt özelliklerini taşıyordu. Ne kadar tesadüf denilir bilmem; ama hayat akışımı alt üst edecek bir barajın dikildiğini ve şahsında bunu temsil ettiğini her geçen gün daha iyi anlayacaktım. Yaklaşımlarım, çok bilinçli olmasa da, bazı önemli hususları kapsıyordu. Ailenin durumu yeni koşullarda bir avantaja dönüştürülebilirdi. Gençti, iyi bir sosyalist olabilirdi. Kürt sorunu artık feodallerin değil, emekçilerin bir sorunuydu. Bir sosyalist olarak sahip çıkılabilirdi. Ayrıca Dersimliydi. Soruna doğru yaklaşmasıyla hem halkın birliği, hem de benzer çok sayıda kişiliğin dönüşümü için örnek olabilirdi. Kadın özgürlüğü de gündemdeydi. Bunun için de bir model olabilirdi. Bu hususlar işin ideolojik ve siyasi yanlarıyla ilgilidir. Ayrıca duygusal olarak yakınlık gelişiyordu. Bütün bu amaçlar birleşince, ayrıca geleneksel aile kültürünün de etkisiyle, erkenden bir “evlilik” düşünce ve teklifi geliştirdim. Konu hassastı. Tarihin zembereğinin acıyla çalındığı anlardı. Bu eğilim büyük bir çekişmeye dönüştü. Teklifimi, tahminimce kendisini kontrol ve etkisizleştirme biçiminde yorumlamış olabilir veya o beni ölçmek için denemek istemiş olabilirdi. Tam bu sırada ‘ya benimle ya grubun başka bir öğesiyle nişanlan’ sürecine girilmesi, grubu dağılmayla yüz yüze bırakmıştı. Bir ara grubu bırakma duygusallığına girdiğimi hatırlıyorum. Kadın gücünü gösteriyordu. Arkasını çözmem zordu.
Bir elemanımıza mal olan yapay bir nişanlanma, süreç için tam bir provokasyondu. Kürt inadı veya namusu da diyebileceğim tortu özellikler, beni vazgeçmemeye zorladı. Yapay nişanı bozdurup, işi bilinen resmi evlilikle sonuçlandırdım. Yıl 1978’di. Ardından Diyarbekir’e ilk uçuşla inme, aynı yılın sonlarında resmi PKK ilanı için Fis Köyü Toplantısı gerçekleşti. Duygusallık ve dogmatizmi soruna kurban ediyordum. Beklenen bir zafer değil, sorunun kendini daha da büyüterek tanıtma merasimleriydi. Ama yine de çok önemliydi. Acaba devlet uyuyor muydu? Bu konu çok tartışıldı. Uğur Mumcu tam da bu konuyu aydınlatma iddiasıyla kitap yazmaya başladığı andan kısa bir süre sonra bir komploya kurban gitti. Kitapla konu arasındaki ilişki hiç anlaşılamayacaktı. Kesire’nin babası Ali Yıldırım tecrübeli bir devlet hizmetçisiydi. Hatırlayabildiğim kadarıyla 1985’lerde şöyle dediğini gazetede görmüştüm: “Biz kızı devlete yakınlaştırmak için vermeye razı olduk.” Ama bu tek başına devlet yaklaşımını izah etmeye yetmeyebilir.
Olayın tarihi önemi şudur: Önderlik, ailecilik ve komplo, tarihin kritik bir döneminde gündeme giriyordu. Normalde bir özel aile ilişkisi olarak bakılması gereken bir ilişki, giderek gelişen bir sosyal, siyasal ve örgütsel krize dönüşüyordu. Diyarbakır’daki bir yıla yakın süreç cehennem gibi gelmişti. Ortada iki eş arasında ilişki şurada kalsın, bir kadının hiç anlaşılamayacak, ancak surattan okumayı bilenleri hep tahrik edecek dayanılması güç gösterisi vardı. Büyük şehit Mehmet Hayri Durmuş, bu dönemde bir gün bu ilişki biçimine tanık olmuştu. Yanında Cemil Bayık da vardı. Çıkardıkları sonuç, “Böyle yapmaya hakkı olmaz” biçimindeydi. ‘Ortadan kaldıralım’ gibi bir eğilime girdiklerini sonradan anlatacaklar. Kemal Pir aynı duruma Beyrut’ta tanık olacak ve şehadete giderken, “Bu kadının yaptıkları yanına bırakılmasın” anlamında bir vasiyeti bile olduğu söylenecekti. Doğruydu. Normal bir erkeğin 24 saat dayanamayacağı bir ilişkiyi, arkadaşlarımdan tanık olan çoğunun kahretmesine rağmen, 1987’lere kadar taşıyacaktım.
Kesire ne kadar bilinçli veya dolaylı devlettir, bunu da kolay öğrenemeyeceğiz. Fakat önemli olan burası da değildir. Devlet adına kadınlığını pozitif de kullanabilirdi. Genellikle uygulanan yöntem de budur. Fakat objektif olarak bana dayatılan ‘ya teslim ol, ya başına her şey gelecek’ havasıdır. ‘Başına gelecektir’ havası, daha çok bu çıldırtma anlamında söylenmektedir. Yoksa çok sonraları ayrılık günlerine yakın bir dönemde söylediği “Korkma zehirletmem” anlamında değerlendirmiyorum. Belki tuhaf gelebilir, ama Kürt diyalektiğini derinden anlamak isteyenler için, bu kapandan kurtulma öyle sanıldığı kadar kolay değildir. Öldürülmesi çok kolaydı, fakat çözümleyici olmazdı. İster objektif, ister sübjektif anlamda olsun bir devlet dayatması olsa bile, sorunu şiddetle çözmek, oyuna düşmek olurdu. Tüm tahriklerine rağmen, ne kadar dayanılsa grup ve PKK için o kadar gerekli olduğuna inanıyordum.
Tarihe bakıldığında, tüm önderlik deneyimlerinin ailecilikten şiddetle etkilendikleri görülecektir. İlk ve ortaçağlarda bu çok yaygın bir husustur. Kürtlerde ise daha ölümcül bir rol oynamıştır. Sosyolojik bir kurum olarak aile, Kürt erkeğini en erken yaşta, 15–20 yaşları arasında yakalayıp etkisizleştiren bir canavar gibidir. İster ebeveynler düzeyinde ister eşler düzeyinde bu ilişkiye yakalananlardan pek hayır bırakılmadığı bilinmektedir. Vaktinin ve enerjisinin neredeyse tümünü bu soruna yatırır. Sonuç; yarı çıldırma, delilik, sosyal ve siyasal yönden anlamlı bir kişilik olmaktan çıkmadır. Bu işin genel yönüdür. Kürt sosyal ve kültürel denizinin bireyi yutan anaforudur. Daha üst düzeyde devleti, siyaseti ilgilendiren sahada adım attın mı, Enkidu tarzı kemende yakalandın demektir. Kadının rolü, hiç sübjektif olmasına gerek kalmadan, en değme bilinçli ajanı geride bırakan bir düşürme aracıdır. Ta Sümerlerden beri rahiplerin devlet düzeninde kadın, erkeği düzene, siyasete ve devlete bağlayan en temel ehil varlıktır. Enkidu’nun nasıl terbiye edildiğini unutmazsak, düzenin özünü anlamış olacağız.
Benim olayımda Kesire tek başına devleti oynuyordu. Objektif olarak değerlendirdiğimizde, devlet ve yarı feodal burjuva aile ilişkisinden güç almış bir kadın-ağaydı. Öyle sıradan biri değil, çok üst düzeyde erkeği oynatabilecek özelliklerin çoğuna sahipti. Hiç devlet için gerekmeyebilir. Bir kadın-ağa olarak, öyle bizim gibi basit köylü parçalarını yutacak bir kadın olmayacağı açıktı. Kendini pahalıya satmaktan da öteye, egemenlik tutkusundan ve zevkinden vazgeçmek niyetinde olmaması doğaldır. Zaten sınıf karakteri gereği Kürt’le devlet arasında oynayan bir kurumdan geldiği için, iki tarafı da kullanmaya, objektif bir tarzda olmak kaydıyla açıktı. Önderlik pozisyonundan kolay vazgeçmeyeceği beklenebilirdi. Bu yaklaşım biraz daha gerçekçi olabilir. İyi çalışan bir militan olarak beni avucunda tutsa, kendisi için önemli imkanlara yol açabilirdi. Büyük ihtimalle evlilik etiketi bu amaçla hesaplanmış olabilir. Çizgisinde ölümüne yürüyecekti. Grubu ağır tahrik ederek, PKK’nin doğuşunu bir kabusa dönüştürerek, beni de doğduğuma pişman ederek, rolünü sonuna kadar oynayacaktı. Ulusal işbirlikçi sınıf tavrını bir yılan soğukluğu içinde sonuna kadar büyük bir inatla sürdürdü.
Peki, ben neyi hesaplıyordum? Her şeyden önce, sorunun basit bir aile sorunu olmadığını, aile gerçekliğinin muazzam tutucu karakterini fark etmiştim. Kürt gerçekliğinde yücelmiş duyguların zamanının gelmediğini büyük bir acıyla fark etmiştim. Özgür kadınla özgür vatanda yürüme hayalim, ilk adımında bile en büyük bela olarak başımda, yüreğimde patlamıştı. Muhatabım sıradan bir kadın olmanın çok ötesindeydi. İşbirlikçi Kürt aile tipinin bin yıllardan beri süzülmüş en rafine örneğinin kadın-ağasıydı. Taş çatlasa bizim gibileri evlerinde bir yanaşma olmaktan farklı kabul edecek halleri yoktu. Fakat ben de yeni doğan farklı Kürdü temsil ediyor, onu oynuyordum. Muhatabım bunu erkenden fark etmişti. Bir ara çevresine gittikçe artan oranda şu söylemi geliştirecekti: “Bu hiçbirinize benzemiyor.” Benzer dedikleri elinde basit av konumundaydılar.
Klasik kocalık işaretlerini taşımadığım gittikçe açığa çıkıyordu. Bu da kadını çıldırtıyordu. Bu özelliğim muhtemelen bütün planlarını bozan handikap durumundaydı. Anam zincire vuramamıştı. Kendisi bu sevdadaydı. Kadın savaşımım çoktan başlamıştı. Şimdi ise en kritik safhadan geçiyordum. Enkidu olacak mıydım? Yoksa tanrıçayı tekrar tahtına oturtarak, Enkiduları özel ve genel fahişenin elinden kurtarabilecek miydim? Sorun gerçekten tarihseldi ve çözümü çok zordu. Boğuşmanın derinleşerek uzayıp gitmesi, güçlerin karşılıklı durumlarıyla yakından bağlantılıydı. Böylesi durumlarda fiziki öldürmelerin fazla değeri yoktur. İlişkiyi çözmek, tarihsel bir değere sahiptir. Yöntemimin doğruluğundan hiç şüphe etmedim. Mesele, ne kadar çözümleyip dayanabileceğimdi. Grubu ve zorbela adım atmaya çalışan PKK’yi bu beladan ne kadar koruyabilecektim? Objektif ve varsa sübjektif komplonun ölüm kalım anları yaşanıyordu. Maddi, fiziki ölümden bahsetmiyorum. Enkidu tarzı ölümden bahsediyorum. Aile, kadın darboğazında yutulabilirdim. Kader de plan da bunu gerektiriyordu.
Tarihe karşı şunu söyleyebilmeliyim ki, yurt dışına çıkışla birlikte ilk adımda başarılı olmuştum. Bu ilişkiden madden ve manevi olarak yıkılmadan kurtulmak, değeri yeterince çözümlenmemiş bir konudur. Ama Kürt tarihsel diyalektiğinde bir dönemi sona erdirip, yeni bir döneme adım atma anlamında kesin belirleyici bir önemi vardı. Devletin de bu konuda yaklaşım ve beklentileri tam anlaşıldığında, dönem hakkında daha gerçekçi değerlendirmeler yapılabilir. Konunun bir üst boyutu, 1980 sonrası Ortadoğu ve Avrupa çalışmalarına yansıyacaktır. İkinci şıkta değerlendirmeye çalışacağım.
Grup ve PKK’nin doğuş döneminde önderliksel gelişmeyle bağlantılı kayda değer bazı ilişkiler de doğru değerlendirmeyi önemli kılmaktadır.
Bunlar Şahin Dönmez’in öne fırlayış eğilimi, Haki Karer’in öldürülmesi ve görevli olduğuna inanılan Pilot Necati Kaya ilişkileridir. Haki Karer grubun fedakarlık ve cesaret timsaliydi. Benim adeta gizli ruhum gibiydi. Kısa, ama özlü yaşamını sürekli anlamak ve halklarımızın engin kardeşliğine, birliğine ve özgürlüklerine taşımak, başta gelen hem esin kaynağımız, hem görevimiz olarak anlaşılmalıdır. Ailesinden başta Baki Karer olmak üzere bazılarının oynadığı provokasyon rolü çok önemli zararlar vermesine karşılık, bu anının değeri hep yüce kalacaktır. Fakat ilkel milliyetçi KDP-‘Beş Parçacılar’ adına Alaattin Kapan’ın cinayet eğilimi planlı olabilir. Bir itirafçı ve provokatör cinayetine benziyor. Bu durumda beni sağ kolumdan mahrum bırakmak biçiminde bir yorum doğru olabilir. Öldürme planlıysa, bu amaçlanmıştır. Haki, Pilot Necati’nin de yakın takibindeydi. Fakat grubun şehit anısına güçlü sahip çıkışı güçlenmeye dönüşmüştür. Olay, beklentinin tersi sonuç doğurmuştur.
Pilot Necati Kaya, ordunun ilk defa devreye girmesine örnek teşkil edebilir. Direkt bana birkaç provokatif eylem önermesi ve başka ilişkileri, erkenden teşhis edilmesine yol açtı. Ağrılı bir Kürt’tü. Gerçek dünyasını hiç anlayamadım. Benim için gerçek amacını da fark edemedim. Bir ara, olduğum binada şunu dediğini hatırlıyorum: “Abi yeter ki sen emret, bu binanın dördüncü katından atlayabilir, her mutemedi soyabilir, her faşisti öldürebilirim.” Ama emir vermedim. Yurt dışına çıktığımda çılgına döndüğünü söylediler. Daha sonra bir tarım ilaçlama uçağı kazasında öldüğünü duydum. Bir görev adamı olarak hep belleğimde kaldı. Mahir Çayanlarla eylem yapan ikinci bir Yüzbaşı İlyas Aydın olabilirdi. Ama zayıf bir ihtimal de olsa, acaba bir sempatizan da olmaz mı sorusunu da kendime sorardım. Objektif olarak grubun Ankara’da güçlenmesine katkısı çok olmuştur. Beslemediği grup üyesi yok gibidir.
Bu dönemin gözde militanı Şahin Dönmez’dir. Yardımcılığıma oynuyordu. Fakat içte yoldaşına karşı ilk vahşi cinayeti o işlemişti. Kendini bu tür inisiyatiflerle güçlü gösterme istemi ağır basıyordu. Kompleksli olması, aile yapısından kaynaklanıyordu.
Önderliksel doğuşun bir zaaflı tarafıydı. Polis sorgusunda hemen çözülüşü, erken Ortadoğu seferine yol açtı. Çözülmeseydi, tarihin seyri bambaşka olurdu. Ayrıca onur savaşını veren yoldaşlarına yüklenip ölüm oruçlarına zorlamasaydı, 15 Ağustos süreci mevcut biçimiyle gelişmeyebilirdi. Kürtlerde zor koşullarda kolay saf değiştiren tipi temsil eder. Rahat ve ikbal günlerinde ise, bunlar en öndeki gibi gözükmeyi tercih ederler.
Büyük ihtimalle devletin Kesire ve Necati yoluyla grubu ve en çok beni denetime almak istediği, geleneksel yöntem olan kadın ve para yoluyla bunu sağlamaya çalıştığı belirtilebilir. Büyük yanlışlıklar yapsaydım, PKK daha doğmadan grup aşamasında tasfiye olurdu. Kürt kişiliğinin karşısında hep yenik düştüğü para ve kadın, iki etkili silah olarak kullanılmıştı. Bir cinayet ve bir yakın çözülme, tarihin seyrini değiştiren adımları atmamı beraberinde getirdi. Cumhuriyet döneminde halkın özgürlük iradesi tarihi bir kurumlaşmayla ilk defa karşı karşıya gelmişti. Kişiliğim zorlu bir süreci aşmıştı. Yurtseverlik, aile çemberinden kurtuluş, gençliğin hastalıklı duygusallığından yıkılmadan çıkış, PKK adıyla yeni bir kimlik ediniş bu dönemde ilk defa tarih sahnesinde belirmektedir. Halkın alternatifi doğuyordu. Geleneksel komplolar aksi sonuç vermişti. Ortadoğu’ya hicret tarihsel örneklerinden az önemli değildir. Önderlikte yeni bir durağı temsil etmektedir.
b- Kişilikte Sosyolojik Parçalanma ve Yeniden Yapılanma
1980–90 süreci, Önderliksel gelişme açısından yerel kişiliğin yırtılması ve yeniden kurulmasıdır. Hicret bazı kayıplarla birlikte grubun ana gövdesini kurtarmıştır. Dünya dengesinin en kızgın üçgeninde karargah kurulmuştur. İsrail-Lübnan-Suriye üçgeni Mezopotamyalıların geleneksel hicret alanlarının başında gelmektedir. Doğu-Batı dengesi ve çatışması en sıcak günlerini bu sahada yaşamaktadır. İslam içi tarihi çatışmanın en önemli bir aşaması, İran-Irak savaşı (1980–88) başlamıştır. Arap-İsrail çatışması en sıcak dönemlerinden birini yaşamaktadır. Kürt milliyetçiliği yeni arayışlar içindedir. İlkel milliyetçilik yeni koşullardan yararlanmaya çalışmaktadır. Bu koşullarda Kürt halkının özgürlük iradesi kurumlaşıp yayılma şansına sahipti. Önemli bir muhacir kesim birikmişti. 300’e yakın kararlı topluluk oluşmuştu. Suriye ve Lübnan Kürtleri kapılarını mücadeleye açmışlardı. İran Devrimi geniş olanaklar yaratmıştı. Ülkede mücadelenin sıcaklığı devam ediyordu. Türkiye’nin denetimden çıkma tehlikesi Batı’nın 12 Eylül rejimine onayını çıkarmıştı. Filistinlilerin yaklaşımı tüccar mantığıyla yüklüydü. Varlığımız sayesinde Ankara’dan taviz koparınca, ciddi bir dostlukları kalmamıştı. Suriyeliler uzun vadeli ihtiyati bir yedek gibi yaklaşıyorlardı. Kurtlaşmış Kürt milliyetçisi YNK (Kürdistan Yurtseverler Birliği) lideri, birçok toy kişiyi kullandığı gibi, PKK Önderliği’ne de aynı şekilde yaklaşmıştı. Durumlar her bakımdan değişmişti. Tarihsel rol oynamak için büyük hatalar yapmamak gerekirdi. Ayrıca hicret kokuşmuş bir mülteciliğe dönüşmemeliydi. Avrupa’nın yozlaştırıcı etkisine karşı dikkatli olunmalıydı. Uygun zamanda ülkeye dönüş hazırlıkları en temel çalışma olmalıydı.
Tüm bu konuları böyle değerlendirebilecek durumdaydım. Zorluklarımın temelinde, Kesire’nin provokasyonlarıyla, yardımcı olabilecek yoldaşların iddiasızlığı başta gelmekteydi. İkisinin birleşik etkisi gücümü kemiriyor, etkisizleştiriyordu. İran üzerinden Mehmet Karasungur, çok erkenden ve safça, 1983 baharında KDP-YNK çatışmasının kurbanı olmuştu. Ortadoğu sahasına gelen Türk sol grupları ve Kürt küçük burjuva-feodal zihniyetli grupları ayak bağı olmaktan öteye bir anlam ifade etmiyorlardı. Daha 1980 baharında gruplar tekrar içeriye yönelmişlerdi. Kemal Pir’in talihsiz yakalanışı bunun sonucuydu. Gerçekten sağ kol olabilecek biriydi. Hep şöyle hayıflanmıştım: Keşke kalsaydı da, bütün militanca pratik işleri ona bıraksaydık! Kaybı en çok kendini hissettiren yoldaştı. O kadar güzel ve zeki bir yoldaştı ki, son nefesini verirken Önderlik olayını en kritik noktada Kesire ve Can Yüce konusunda uyarıyor, vasiyetini belirtiyordu. İçeride geniş tutuklanmalar olsa da, PKK yurt dışına başarılı çıkışını yaptığı gibi, ilk yeniden girişlerini de yapıyordu. Yakalanılan zemin ve zamanda, Kürt halk önderliğinin bağımsızlığı, özgünlüğü ve temizliği her şeyden önce gelmekteydi. Tüm Ortadoğu halklarına da bir umut olabilirdi. Buna inananlar artan bir tempoda büyüyordu. Diyarbakır zindan koşulları ve ölüm oruçları daha erken harekete geçmeye zorluyordu. 12 Eylül yeni bir sürece girmişti. Devrimciliğin bitirilmediğini ve işkenceye karşı daha fazla tepkisiz kalınmayacağını göstermek için, ayrıca çizgisine bağlılığın bir gereği olarak, 15 Ağustos adımı uygun görülmüştü. Yeni dönem fiilen de başlamıştı. Ölüm oruçları şehitleri olmasaydı, belki farklı kalınabilirdi. Şiddet şiddeti çağırıyordu. Tarih artık şiddet sarmalında yol alacaktı. 15 Ağustos süreci aynı zamanda Mazlum Doğan’ın “Çığlıklarımız dünyaya duyurulmalıdır” vasiyetine bir cevap olacaktı.
Önderlik adına I. Konferans’a (1981) sunulan Politik Rapor, Kürdistan’da Kişilik Sorunu, Parti Yaşamı ve Devrimci Militanın Özellikleri ile Kürdistan’da Zorun Rolü ve Örgütlenme Üzerine başta olmak üzere, günümüzde klasik bir değer kazanan yazılar bu tarihte yayımlanmıştı. Hepsi 1980–85 yıllarına sığdırılmıştı. Merkeze yapılan birçok uzun konuşmalar da birer kitap değerindeydi. Gazete ve dergiler birçok dilde yayımlanıyordu. Maddi ve teknik donanım sorunları kolay hallediliyordu. Teorik ve pratik açılımlar her başarıya yol açabilecek zenginlikteydi. Tarihi bir eylemlilik çizgisine girilmişti. 12 Eylül rejiminin barışa ve demokratik uzlaşıya hiç açık olmayan yüzüne karşı nereye kadar, nasıl ve ne zaman sonuçlanacağı kestirilemeyen bu dönemde kararlılık, tarz ve tempo halk önderliğine yaraşır düzeydeydi. Güçlü yardımcılardan yoksunluk, süreci kesintiye uğratacak ağırlıkta değildi.
Fakat daha önceki dönemde gözükmeyen zaaflar açığa çıkmaya başlıyordu. Çeşitli alanlar dönüşmemekte ısrarlıydılar:
Öncelikle Kesire’nin kendini dayatması tahammül sınırları dışındaydı. Provokasyonları tırmandırıyordu. Bazı yoldaş ve dost çevreleri en hassas yerinden vuruyordu. Tarihi olarak işbirlikçi hanedan kültürünün sonunun geldiğini onun kadar anlamlı bilen yoktu. Bir dünyaları vardı, bu dünya çözülüyordu. Yeni bir halk dünyası açılıyordu. Buna ruh ve niyet olarak kendini hiç hazırlamak istemiyordu. Adeta kanıtlamak istediği, halkların kendilerinkini aşan bir özgürlük ve güzellik dünyalarının olamayacağıydı. Şahsımda halkın dünyası açıldıkça, rengi soluyordu. Bu duruşu bana, çok basit bir karikatürü biçiminde de olsa, hep bir filmde tanık olduğum Kleopatra’yı hatırlatıyordu. Onun için Sezar’ın Roma İmparatorluğu değil, kadim Mısır sarayları esastı. Tek bir firavun sarayı dünyaya değiştirilemezdi. Kesire’nin de ailesinden ibaret bir sarayı ve hanedanı vardı. Halkın dünyası cennet de olsa, ona ancak sıkıntı verirdi.
Son büyük provokasyonu 1986’da III. PKK Kongresi’ne giderken patlatmak istiyordu. Şerrinden çekindiğim için, Kongre’yi geriden takip etmeyi daha uygun bulmuştum. Sanki bin yıldır çarpışıyormuşuz gibi bir öfke içindeydi. Kaybetmeyi halen kabullenmiyordu. Erimiş Kürt üst tabakası onda adeta son nefesini veriyordu. Halbuki son ana kadar eş, dost ve yoldaşlığın tüm gereklerini sunmuştum. Ama halk önderliğine karşı bu ben de olsam fırsat verilemeyeceğini, doğru olanın halkların özgürlük dünyası olduğunu, bunda birleşmenin büyük bir değer taşıyacağını hep belirttim. Bildiğinden geri durmadı. Örgüt mutlak ölümle cezalandırılmasından yanaydı. O da ölümü istiyordu. Bu beni hep düşündürdü. En büyük ceza onun yaşatılmasıdır, demiştim. Ayrıca nihayet ezilen bir cinsti ve Kürt’tü. Binlerce yıllık lanetli bir tarih sonucu bu noktaya gelmişti. O haliyle ondan kaba bir intikam almak yakışmazdı. Daha da önemlisi, benim ilişkim başlangıçtan itibaren bir uzlaşmanın peşindeydi. Bu amaçla aileyle ve kendisiyle ilişkiye girmiştim. Bu bir siyasal demokratik uzlaşma niyetiydi. İhanet etmem, Önderlik gerçeğimle bağdaşmazdı. Ancak roman satırlarında derinliğine izah edilecek bu ilişki, on yıllık bir alevli dönemden sonra 1987 yazında hatırsız, gönülsüz ve elvedasız, karanlıklardan geldiği gibi karanlıklara gömülecekti.
Bir aşk denemesi bana ve halka çok pahalıya mal olacaktı. Bu yüzden bazı yoldaşları intihara kadar sürmesi bana hep acı verecekti. Ama toplumsal ve ulusal mücadeleler, hakim diyalektik ilişkileri yaşamadan ve dönüşemeden yürütülemezlerdi. Bazı ilişkilerin trajik yıkımı yenilerinin kuruluşu için zorunlu olurdu. Ona benzer bir şeydi. Bu kördüğüm parçalanmadan, aşk tanrıçası hiç anlaşılamayacaktı. Kadını hiç tanımayacaktım. Bir ilişkide çözümlenen, koca bir tarih ve sınıftı. Söz konusu olan, en eski kölelik ilişkisiydi. Bir halkın tarihi ve sosyal gerçekliğinin de ötesindeydi. Acısı, zararları büyük de olsa, bu ilişkinin bu tarz çözümlenmesi, beni kadından uzaklaştırmadı, nefret ettirmedi. Belki de hiçbir aydına nasip olmayacak derinlikte kadın gerçeğine uzanmama yol açtı. Gururumla korkunç oynamasının intikamını böyle alıyordum. Ondaki kadınlıkla, bende bu ilişkiye yol açan erkekliğimi öldürmekte kararlıydım. İnsanlık, yurtseverlik, eşitlik ve özgürlük adına ancak böyle yapmakla karşılığını doğru bir biçimde verecektim. O yıldan bu günlere kadın üzerine çok yazdım, onlara çok açıldım. Onların büyüklüğünü gördüm, kendi küçüklüğümü de. Onların pek üstesinden gelemedikleri erkeği ve iğrenç kadın ilişkilerini çözümledim. Özel ve genelev yaşamının bütün içyüzünü gösterdim. Yanlış anlaşılmasın; kurulu aile ilişkilerini suçlamıyorum. Ama aşka duyduğum büyük hürmetten ötürü, büyük umut bağlayanlara ve yüzlercesi kendini cayır cayır yakmayla da ispatlayanlara karşı bunu bir görev biliyorum. Aşk bu topraklarda yaşamalıydı. Bunun için de gerekli olan savaşlarını vermeliydi.
Çok değer verdiğim bu büyük savaşım verilmiş ve aşk kazanmıştı. Gerisi, soylu kadın ve erkeğin erdemine kalmıştır. Tanrıçanın, başta aşkı olmak üzere, bütün uygarlık değerleriyle yükseldiği bu toprağa layık evladı olunmuştu. Aşkın teorisi ve pratiği doğru yapılmıştı. Aşk tanrıçasına elinde özgürlüğün zafer meşalesi olanlar yaklaşabilirdi. Ana tanrıçanın emeğiyle ekime ve evcilleşmeye açılan bu topraklarda, ona layık olanların aşkının yaşamaya hakkı olacaktı. Aşkın bir kanunu vardı. Ona uyulacaktı.
Halkların sahasında savaşın her türü zordur. Çok zor ve zorda da olsa, onun bir önderine karşı böyle kadını sürersen, binlerce yıldır oynatılan cinsellik oyunlarıyla düşürmeye çalışırsan, buna layık bir karşılığın böyle olmasını da kabul etmelisin. Tarihsel komploların en etkili aletine ve yöntemlerine, insan adına, onun yüceliği ve aşkı adına böyle cevap verilmişti. Gerisi, bu konuda sözü ve kararı olanların soylu çaba ve başarılarına kalmıştır.
Yardımcısız olmak da zordu. Önderlik yükselişlerinde yardımcıların yeterince güçte olmaması, hele hainlerinin çıkması büyük trajedilere yol açmıştır. Her zaman söylerim: Kendini tümüyle önderlik tarzına yatırmış üç dört kişi olsaydı, ne acılar bu kadar büyük olurdu, ne de savaş böyle zora girerdi. Yalnızlık belki beni büyüttü. Ama yoldaşlara, halka hak etmedikleri birçok yersiz acı ve kayıp da yaşattı. Bu konuda da hep Hz. Musa’yı hatırlarım. Musa lanetli kavmi birleştirmek için kırk yıl dağda, çölde haykırır. On Emri doğurur. Ama kavim yine bildiğini okur. Tarih geriye Yeşu adlı bir komutanını yalnız bıraktığını yazar. Bazı rivayetler kendisini kavminin öldürdüğünü de söyler. Musa’nın yalnızlığı hazindir. Tarih biraz da böyle gerektiriyor. Benden bin kat fedakarlık ve cesaret sahiplerinin olduğunu, bunların sayılarının binlere vardığını da biliyorum. Ama tarihi doğururken halife, yardımcı olmak apayrı hususiyetler gerektirir.
Önderlik kurumlaşmasını çarpıtan diğer önemli bir gelişme, sözde köylü önderliği adı altında, ideoloji ve disiplinden kaçan bir grubun kendiliğinden ortaya çıkma çabasıdır. Dağın ilkelleştirici koşulları ve denetim zayıflığı, önderlik terbiyesinden yoksun birçok ikiyüzlü tipin gelişme şansını yakalamasına yol açmıştır. III. Kongre’nin dağınıklığı ve merkezin partiye sahip çıkamaması, ortamı sonuna kadar bunlara açmıştır. Dörtlü çete dediğimiz oluşum, bu koşulların ürünüdür. Bu eğilim bir yandan fedakar ve inançlı yapıyı kırarken, diğer yandan Önderlik çabalarını dipsiz kuyuya atıp boşa çıkarıyordu. Önderliksel çıkışı yorumlayıp uygulayabilecek terbiye ve ahlaktan yoksundular. Çizgi dışı kadınlı, çocuklu öldürmeler esas olarak bu kaynaktan besleniyordu. Bunlar ciddi bir yozlaşmanın temelini atıyorlardı. Şehit Mahsum Korkmaz’ın dikkat çektiği bu tipler önlerinde engel gibi gördükleri çok değerli bazı partilileri katletmeye kadar işi ilerlettiler. Bunların Mahsum’un şahadetindeki rolleri bile araştırılmaya değerdir.
Zindanda Şahin’den sonra içte bir itirafçı gibi rol oynayan, ama bunu keskin bir demagojiyle yürüten Mehmet Şener ve Selim Çürükkaya, muhalif olmayı bir unvan gibi rol bellediler. Ölüm orucu ve yakma şehadetleri üzerine, demagojiyle sonuç almak istediler. Şahsi kurtuluşlarını muhalif demagojisiyle örtbas etme yöntemini seçtiler. Artan olanakları istismar etmekten geri durmadılar. Daha değişik bir tip Dilaver Yıldırım’dır. Birkaç sıradan eleştiriyle panikleyip intihar etmesi, çözümlenmesi gereken bir süreçtir. Kesire ailesine benzeyen aile yapısı, beklenenin aksine pratikte bir türlü olumlu çaba içine girmemesi, öte yandan hep önderlik profili çizmesi durumunu ilginç kılmaktadır. Dışarı çıkışı ve Önderlik’le buluşması sorumlu bir yoldaşa benzemiyordu. Potansiyeli olan birisiydi. Umutluyduk. Dürüstlüğünden gitmişse, çok yazık olmuştur. Araştırılmaya değer bir konudur.
Bu dönemde bazı suikast arayışları oldu. Birçok soruşturmalar yapıldı. Fakat dogmatik zihniyetten ve birçok yapay suçlamadan ötürü cezalandırmaların olması ihtimal dahilindedir. Kendi açımdan bu dönemde en önemli eksikliğimin, genel doğrulara aşırı güven ve pratik ayrıntıları deney kazansınlar diye rasgele kişilerin sorumluluğuna bırakmayı esas almamdan kaynaklandığı kanısındayım. Reel sosyalizmin bu derin hastalığından payımı almış olduğumu belirtmeliyim. Soyut doğruları karmaşık insan gerçeği yerine koymak, Sümer rahiplerinin bir uygarlık icadıdır. Evrensel doğrular, tanrısal doğrular, felsefi ilkeler ve bilimsel doğrular adı altında, somut gerçeklik ikinci planda kaldı. Dogmatizmi besleyen, bu düşünce alışkanlığıydı. Doğruları söyledikten sonra sanki kutsal rahibin tanrısal hizmeti tam yerine getirilmiş gibi bir duygu içine girilmektedir. Hata burada yapıldı.
Bu konuda cesur bir özeleştiriyi yaşadığımı belirtmeliyim. Gecikmeli de olsa, bu özeleştiri önemli oranda bu savunmada yansıtılmıştır. Büyük değeri ve zorunluluğu olduğu kanısındayım.
Sonuç olarak bu dönem Önderliksel gelişmede ileri bir adım teşkil etmiştir. Devletlerin dolaylı ve direkt barajlamaları aşılmıştır. Devrimcileri ve Kürt isyancısını etkisizleştiren klasik devlet yöntemleri etkisizleştirilmiştir. İster dostça kazanıcı, ister tahrikçi kılma biçimindeki yönelimlerin büyük hata yaptırma oyunlarına düşülmemiştir. PKK’ye karşı olduğu gibi, kişi olarak önderlik temsiline alternatif geliştirme çabaları boşa çıkarılmıştır. Klasik Kürt iç gericiliği, iflas etmiş kişilik, beklenmedik biçimde ve cüretkarlıkta boşa çıkarmada en çok zararlara yol açabilmiştir. Bazı suikast girişimleri boşa çıkarılmıştır. Hareketi Avrupa’ya çekme ve ehlileştirme de, arkasında Avrupa istihbarat örgütlerinin olduğu bilinerek boşa çıkarılmıştır.
Bu dönemin belirgin özelliği, PKK Önderliği’nin bölge devletlerince kontrol edilmesinin esas alınmasıdır. Emperyalist sistem direkt karışmak yerine taşeron kullanmaktadır. Özellikle Almanya’nın bölge ve Türkiye üzerindeki niyetleri, baştan itibaren PKK Önderliği’ni hedeflemesini gerektirmiştir. PKK yüzünden taşeron örgütlerle yürüttüğü çalışmalar akamete uğramaktadır. Bundan Önderliği sorumlu tutmaktadır. Kürtler üzerine kurduğu hesapların boşa gideceğinden çekinmektedir. Baştan itibaren ya kendine göre bir PKK, ya da parçalamayı gündemine koymuştur. 1987 tutuklamaları, PKK Önderliği’ne alternatif yaratma deneyimidir. Türkiye’nin tüm özel savaş programlarının arkasında olmuştur. Fakat bazı noktalarda çelişmesi ve artan güç, aralarında çelişkilere yol açmıştır. Avrupa’da Önderliğin tecridi veya boyun eğdirilmesi, baştan beri büyük bir kararlılıkla yürüttüğü politikası olmuştur. ABD ve İngiltere YNK üzerinde etkili olmak istemiştir. İran ve Suudi Arabistan, İslami grupları dayatmışlardır. PKK etrafında olduğu gibi, Önderlik etrafında da alan daraltma adım adım geliştirilmiştir. Fakat bölge devletlerinin kontrolüne rağmen, halk önderliğine mesafe aldırılması tarihsel bir gelişmedir. Özellikle bu dönemdeki Ortadoğu çalışmalarının gerçek değeri anlaşılamamıştır. Açıkça belirtmeliyim ki, ben de halen bu konuyu tam açmayı zamansız buluyorum. Ama bilinmelidir ki, Ortadoğu’daki Önderlik çalışmaları korkunç bir sinir savaşı içinde geçmiştir. Özgürlük ruhunun yitirilmemesi için en büyük direniş sergilenmiştir. Bu konularda ancak kapsamlı romanlarla gerçek anlamına kavuşabilir. Ortadoğu’daki çalışmam anlaşılmadan, 15 Şubat komplosuna giden süreç anlaşılamaz. PKK halen bu konunun özellikle psikolojik savaş boyutunda cahili konumundadır. Olduğu gibi ders çıkarmak, dönem yetersizliklerini gidermek için gerçek bir özeleştiriye yol açabilir. Bu dönemin önderliği mutlaka tam anlaşılmalıdır.