9 Mayıs 2025 Cuma
Sonuç Bulunamadı
Tüm Sonuçları Gör
YIL:44 / SAYI: 520 / NİSAN 2025
SERXWEBÛN | JI SERXWEBÛN Û AZADIYÊ BI RÛMETTIR TIŞTEK NÎNE
  • ANASAYFA
  • TÜM YAZILAR
  • ÖNDERLİK
  • SERXWEBÛN
  • SERXWEBÛN KURDÎ
  • BERXWEDAN
  • ÖZEL SAYILAR
    • BERXWEDAN ÖZEL SAYILAR
    • SERXWEBÛN ÖZEL SAYILAR
  • DOSYALAR
    • ŞEHİTLER ALBÜMÜ
    • KİTAPLAR
    • TAKVİMLER
  • FOTO GALERİ
    • ÖNDERLİK
    • GERİLLA
    • HALK
  • ANASAYFA
  • TÜM YAZILAR
  • ÖNDERLİK
  • SERXWEBÛN
  • SERXWEBÛN KURDÎ
  • BERXWEDAN
  • ÖZEL SAYILAR
    • BERXWEDAN ÖZEL SAYILAR
    • SERXWEBÛN ÖZEL SAYILAR
  • DOSYALAR
    • ŞEHİTLER ALBÜMÜ
    • KİTAPLAR
    • TAKVİMLER
  • FOTO GALERİ
    • ÖNDERLİK
    • GERİLLA
    • HALK
Sonuç Bulunamadı
Tüm Sonuçları Gör
SERXWEBÛN | JI SERXWEBÛN Û AZADIYÊ BI RÛMETTIR TIŞTEK NÎNE
Anasayfa ARJİN ROZERİN

EKOLOJİK KIRIM BİR SAVAŞ STRATEJİSİDİR

Arjîn Rozerîn

EKOLOJİK KIRIM BİR SAVAŞ STRATEJİSİDİR

Tarihte insanın doğaya etkide bulunduğu dönem olarak tanımlanan “antroposen” devresi, 21. yüzyılda insanın doğaya hakimiyet adı altında her türlü şiddeti reva gördüğü bir aşamaya geldi. Etkiden kıyım düzeyine varan bu dönemde insan türü Homo Sapiens, şiddetiyle birçok canlı türünü tüketip dünyanın ekosistemini bozarak geleceği tehdit eden düzeye ulaştı. Kapitalist sistemin yaşamın en temel ögeleri olan suya, havaya, toprağa dahi göz dikip çaldığı günümüzde, organik yaşam inorganik biçime evrildi. Neredeyse tadı, biçimi, türüne müdahale edilmemiş tek bir ürün kalmadı. İnsan faaliyetlerinden kaynaklı küresel ısınma nedeniyle Antarktika’daki deniz buzu seviyesinde bu yıl rekor oranda erime görüldü. İklim değişikliğinin önüne geçilemiyor ve buna bağlı iklim felaketleri artıyor. Buzul çağına eşdeğerde ele alınan insan etkisinin, dinozorları yok ettiği düşünülen asteroitleri geride bırakabileceği belirtiliyor.

Ekolojik tahribatın kaba bilançosu niteliğinde sıraladığımız bu cümleler fazlasıyla çoğaltılıp veriler eklenebilir. Bir felaket tablosunu gösteren benzer sonuçlar nedenleri ve nasıl önlenebileceğine yönelik bir sorgulanmayı da gerekli kılıyor. Bu konuda hepimize düşen bir pay var. Ekoloji ve ekolojik kırım bugüne kadar en az işlenen gündemlerden olduğu için, konuyu baştan ele almak ve ekolojik yıkımı yaratan zihniyetin kaynağını irdeleyip buna ilişkin bir çerçeve belirlemek daha doğru olacaktır.

İlk uyarı iki yüz yıl önce yapıldı

Ekoloji, kapsadığı alanın genişliği, yaşam üzerinde belirleyici etkisi ve önemi nedeniyle tüm canlıları ilgilendiren ve herkesin ilgilenmesi gereken bir konu. Ekoloji denildiğinde genel olarak akla ilk gelen doğa, çevre, çevre sorunları, bitki ve canlılar gibi kavramlar olsa da bu dar çerçevenin çok ilerisinde bir geçmişe, alana ve öneme sahip. Kelime olarak kısaca “yaşanılan yerin bilgisi” olarak tanımlanan ekoloji, canlıların var oluşunu, gelişimini, birbiriyle olan ilişkisini, yaşamını inceleyen ve canlılar arası diyalektiği derinlemesine sorgulayan bir bilim dalı. Bununla birlikte günümüzde ekoloji ideolojik bir çizgiye de dönüşmüş bulunuyor. Bu nedenle tarih, toplum, cins çelişkisi, özgürlük gibi yaşamın temelini oluşturan birçok konu ekoloji üzerinden ele alınıyor. Kürt Özgürlük Hareketi’nin “demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü” olarak tanımlanan paradigmasının da özünü oluşturan ve en temel mücadele alanlarımızdan biri olması gereken ekoloji, yaşamın her alanıyla olduğu gibi, tüm bilim disiplinleriyle de ilişkili.

Ekoloji terimi ilk olarak 1866 yılında sanayi devriminin yaşandığı, kapitalizmin tüm dünyaya ve doğaya el attığı bir dönemde, biyolog Ernst Haeckel tarafından kullanıldı. Önemi ve etkisi fark edildikçe bilim yönünde gelişim sağlayarak, ekolojik bilinç ve ekolojik hareketlerin gelişimine de yol açtı. Ekoloji kelimesinin telaffuz edildiği dönemde ekolojik yıkımın ilk işaretleri ortaya çıkmış olmakla birlikte kapitalizmin bu denli canavarlaşarak kısa süre içinde geleceğimizi tehdit edeceği henüz öngörülememişti. Fakat 19. yüzyılda yapılan bazı araştırmalar, bugünkü ekolojik krizin ilk belirtilerini veriyordu.

Yeryüzü sıcaklığının atmosferin yapısına bağlı olarak değişebileceğine yönelik ilk tespit 1824 yılında Joseph Fourier tarafından yapıldı. 1938’de ise Guy Steward Calendar, bugün tartışılan ekolojik krizi öngördü. Atmosferdeki karbondioksitin iki katına yükselmesi durumunda küresel ısınmanın 2 °C artışa neden olabileceğini belirten Calendar, fosil yakıt tüketiminin atmosferdeki karbondioksit düzeyini artırdığına işaret etti. Ekolojik sorunların görünür hale gelmesi ve buna karşı ekolojik mücadelenin gelişmesi ardından ilk dünya iklim konferansı 1979 yılında Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) öncülüğünde İsviçre’de gerçekleşti. 1985 yılında Avusturya’da düzenlenen Uluslararası Sera Gazları Konferansı’nda insan kaynaklı iklim değişikliğinin bilimsel açıdan bir kesinliğe sahip olduğu onaylanarak, ülkelerin bir uluslararası iklim sözleşmesi üzerinde çalışması önerildi. Ekolojik kriz derinleştikçe bu çalışmaların devamı olarak sırasıyla Toronto, Rio, Buenos Aires, Bonn, Kyoto, Lahey ve günümüze kadar daha birçok kentte sera gazı salınımının ve ekolojik sorunların önlenmesi amacıyla peş peşe kongre, konferanslar düzenlendi, iklim anlaşmaları ve sözleşmeler imzalandı. Çok sayıda devlet yetkilisinin katılımıyla gerçekleşen bu buluşmalarda elbette sorunların giderilmesine yönelik pek çok karar da alındı. Fakat yerine getirilmeyen kararlar, çözüm yerine bugün yaşadığımız ekolojik felaketi getirdi. Uygulanmayan kararların muhataplarından olan Birleşmiş Milletler’in açıklamalarında da bu kriz “felaket” olarak tanımlanmaya başlandı. Özellikle sağ hükümetler alınan kararların boşa çıkarılmasında başı çekiyor. Örneğin, sera gazı salınımının %25’inden sorumlu olan ABD, dünyayı en çok kirleten ülke olmasına rağmen, pervasızca bir sözleşmeye uymayacağını açıklayabiliyor. Bu vahim durum aynı zamanda ekolojik krizin, bunun baş müsebbibi kapitalist güçlerin insafına bırakılarak çözülemeyeceğini de gösteriyor.

Bu ihanet nasıl başladı?

Kapitalist sistemin el birliğiyle hazırladığı ve her geçen gün daha korkutucu hale gelen bu felaketin kaynağını görmek, detaylarıyla irdelemek önemli. İnsanın bir ana gibi kutsal gördüğü doğaya karşı ihaneti nasıl başladı? Başta doğa, bilim, eğitim, siyaset, ekonomi olmak üzere günümüz toplumunun tüm yaşam alanlarına acımasızca müdahale eden tahakkümcü zihniyet nasıl oluştu? Doğa-insan arasındaki uyum neden tersyüz edildi? Sonu bilinen bu karanlık senaryoda neden ısrar ediliyor? Ve bunlara ek olarak şunu da sormak gerekiyor: Çıkarları için doğayı yok etmeyi hak bilen kapitalist açgözlülük ve talan nasıl durdurulabilir? Ekolojik mücadele nasıl yürütülmeli? Doğaya, doğasına yabancılaşan insan özüne nasıl kavuşturulabilir? Şüphesiz yaşanan ekolojik yıkımın boyutu daha pek çok soru sorulmasını gerekli kılıyor. Yanıtları da buna karşı mücadele ve çözümde belirleyici role sahip. Dolayısıyla geleceğimizi kurtarmamız, ekolojinin ilgilendiği doğadaki ilişkilenmelerde gerçekleştireceğimiz düzeltmeye bağlı. Bunu köklü yapabilmek için bugün yaşanan ekolojik krizin nedeni olan insanın doğaya etkisi, tahakkümünden başlamak, bu katliamdan öncesine gitmek gerekiyor.

Doğal toplum değerleri yaşıyor

İnsan ilk oluşumundan bugüne doğa ile bir ilişki içerisinde. Binlerce yıl önce yeryüzünde yaşayan insanlar doğa ile daha uyumlu bir yaşam sürdürdükleri için ne bu soruları soruyor ne de bugün tartıştığımız ekolojik krizin kaygısını taşıyordu. İnsanı insan kılan tüm değerleri yaratan bu ilişkilenmedeki dengenin bozulması, sonraki çağlarda doğayı ve insanın geleceğini tehdit edecek günümüz kapitalist sistemin zihniyetine ve tüm uygulamalarına da yön verdi. Ekolojiden uzaklaşma ahlaktan ve anlamdan uzaklaşmayı da getirdi. Dünyanın dengesi ve büyüsü bozuldu. Oysa ki doğayı canlı, bir ana gibi kutsal gören animist düşünce, doğaya karşı empatiyi geliştirmiş, doğa ile dost, uyumlu bir ilişkilenmeyi yaratmıştı. Ana ve çocuk arasındaki bağ kadar güçlü, samimi olan bu ilişki, doğanın hakikatine denk olduğu için doğayı, kadını ve toplumu ayakta tuttu. İnsanlığın en büyük buluşu olan tarım devrimine beşiklik eden Mezopotamya topraklarında halen bu animist doğal toplum inancının canlı izleri var. Buna ilişkin birkaç örnek olarak şunları verebiliriz: İnsanlar halen toplumsallığın güçlü olduğu köylerde en doğal yöntemlerle tarım yapıyor. Toprağı, emeği kutsal görüyor ve bunun insanın kişilik şekillenmesi ve yaşama kattığı değeri biliyor. Kentlerdeki gönüllü köleliği tercih etmediği için kimseye mecbur olmak, boyun eğmek, kişilik değerlerinden taviz vermek zorunda kalmıyor. Sistemin hastalıklarına karşı kişiliğini, özünü koruyabiliyor, kendi isteği ve inisiyatifiyle yaşamını planlayabiliyor. Komşusu, çevresiyle ilişkileniyor, komünal yaşamı halen koruyor. İnsana, hayvana, bitkiye, dağına taşına, toprağına değer veriyor, hepsini empati besleyerek hissediyor. İneği, tavuğu, ağacıyla yaşamı paylaşıyor, onlarla konuşup evinin bir ferdi olarak görüyor. Toprak altındaki canlılara zarar vermemek için yere sıcak su dökmüyor. En sevdiği çiçeğin, ağacın, derenin, dağın adını çocuklarına veriyor. Sevdiklerini doğaya benzetiyor, onunla tanımlıyor. Doğan çocuğuna eşlik etmesi için yaşam ağacını ekiyor. Yarasan inancında olduğu gibi yapacağı müzik enstrümanı için ağacı kesmek zorunda kaldığında ondan helallik isteyip, mutlaka kestiği ağacın yerine yenisini ekiyor. Dokuduğu halıda, yazdığı şiirde, şarkıda, dengbêjlikte doğadan ilham alıyor. Doğanın verdiği nimetler için toprağa, güneşe dua ediyor. Kapitalist rantçıların yaptığı gibi ihtiyacını karşılarken doğaya zarar vermiyor; para için hayvanları daracık kafeslerde hapsetmiyor, işkence etmiyor, onun da bir canlı olduğunu unutmuyor. Ve kapının eşiğine dayanmış, hatta sofrasına, lokmasına el atmış kapitalist talana rağmen bu değerlerini korumak ve toprağından kopmamakta ısrar ediyor.

Tabii ki birçoğumuzun evinde, çevresinde tanık olduğu buna dair daha nice örnek var. Doğa ile birlikte yaşamdaki anlamı da talan eden kapitalist sistem için bu anlatılanlar bir şey ifade etmiyor olsa da insanın sürüklenmek istendiği kaosa, anlamsızlığa, doğaya ihanete karşı toplumu ayakta tutan, yaşama anlam katan en temel ögelerdir.

Bu değerlerin önemi nedeniyle Rêber Apo da doğal toplumu “kök hücre” olarak tanımlayarak, şöyle diyor: “Doğal toplumun gücünü küçümsememek gerekir. Bu toplum kök (ana) hücre rolündedir. Nasıl ki kök hücreden diğer tüm doku hücreleri doğarsa, doğal toplumdan da dokusu niteliğindeki kurumları doğar. Yine nasıl dokulardan organlar ve sistemler doğarsa, doğal toplumun ilkel kurumlarından -ilkel hiyerarşik kurumlar- da diğer gelişmiş organlar ve toplumsal sistemleri doğar. Doğal toplum bastırılabilir, geriletilip kıstırılabilir ama asla yok edilemez. Çünkü o zaman toplum olmaktan çıkılır.”

Doğal toplum “ilkel” değil

Bu güçlü yönü ve rolü nedeniyle Kurdistan’da olduğu gibi birçok coğrafyada halen ayakta kalan doğal toplumun bu özü çarpıtılarak, “ilkel”, “geri”, “vahşi” olarak yaftalandı. Kendisini ezeli ve ebedi olarak lanse eden kapitalist sistem kabul görmek ve yaptıklarını meşru kılmak için en çok da yalana başvurdu. Doğaya, komünal toplum ilkelerine karşı bu yabancılaşma, insanın özüne yabancılaşmasını derinleştirdi. Rêber Apo, bu hususu da şöyle ifade ediyor: “İlkel topluma ‘ilkel’ demekten kurtulmadıkça, sosyal bilimin bütün tespitleri yanlış üzerine bina edilmekten kurtulamaz. Çeşitlilik kazanan tüm hücrelere göre ana hücre ilkel olabilir. Ama bu ilkellik, gerilik, aşılması gereken anlamında bir ilkellik olmayıp, ilke veya esas anlamında bir ilkelliktir. Komünal toplum değerlerine bu yönlü bakmadıkça diğer tüm kurumlarının analizi köksüz kalacak, kendi başına ciddi anlam yoksunluğu içinde değerlendirilecektir. Kendini bugüne kaptırmak, büyük insanlık kökeninden ayrılmak demektir. Hatta çağlar ve her çağın şu aşaması, tarihi böyle bölümlere ayırmak, sanki en ilkel başlangıç dönemi çok kötüymüş de ondan kurtuluyormuşuz gibi bir felsefi yaklaşım son derece tehlikelidir. Uygarlıksal ilerlemeyi ben her zaman hayranlıkla karşılayamıyorum. Bunun içinde birçok kirin, insanlığa karşıt gelişmelerin olduğunu görüyorum. Bu tuzağa düşmemek için, ilkel kalmayı, en azından bir çok yanımla ilkel olmayı tercih ediyorum. İlkellikten vazgeçmenin büyük bir tehlike olacağını düşünüyorum. Bütünüyle güncel olmak, bana göre önemli oranda insan olmaktan vazgeçmektir. Şüphesiz bu çok önemli ilkesel bir yaklaşımdır.”

Sistem, kabul görmek ve bugünkü zihniyetini oluşturabilmek amacıyla geçmişten bugüne doğal toplumun bu değerlerini manipüle etti. Başta kadın ve doğa olmak üzere insanlığı hapseden bir ağ gibi adım adım oluşturulan erkek egemen devletçi zihniyet toplum, siyaset, doğa felsefeleri ve bunun hakim kılındığı yaşam tarzıyla bugün geleceğimizi tehdit eden ekolojik kriz ve diğer tüm sorunların temellerini attı. Doğanın insan yaşamında ana öge olmasından kaynaklı, bilim adına yola çıkanların en çok kafa yorduğu alanlardan biri de doğa ve doğa felsefesi oldu. Karşılıklı etkilenmeler, sentezler, eleştiriler ve alternatiflerle bu düşünceler farklılaştı, derinleşti, yayıldı ve yaşam tarzını belirledi. İnsanın eylemine yön veren düşünce, bilim, ideolojiler haline gelip doğayı ve toplumu etkiledi. Günümüzde sürdürdüğü gasp ve ahlaksızlıkla “mutlak” çıkar ve yalanlar sistemi olarak da işlev gören kapitalizm, toplum üzerindeki tahakkümünü sağlamak, bugünkü gücüne ulaşmak için en büyük desteği pozitivist bilimden aldı. Pragmatist, pozitivist, maneviyattan uzaklaşmış bilim bugünkü sistemin dayanağını ve zihniyet yapısının kodlarını oluşturuyor. Bu nedenle sorunun kaynağına ilişkin Rêber Apo, “Toplumsal sistem krizi ile birlikte gittikçe derinleşen ekolojik krizin kökenlerini uygarlığın başlangıcında aramak en gerçekçi yoldur” diyerek şu tespiti yapıyor: “Toplum içinde tahakkümden kaynaklanan insana yabancılaşmanın gelişmesinin doğaya yabancılaşmayı da beraberinde getirdiği, ikisinin bir iç içeliği yaşadıkları bilinmelidir. Toplum özünde ekolojik bir olgudur. Ekoloji ile kastedilen ise, toplum oluşumunun dayandığı fiziki ve biyolojik doğadır.”

Krizin kökeni olarak işaret edilen uygarlığın sonraki dönemleri, kapitalist sistemin “modern” şiddetiyle inşa edildi. Bu saldırılardan en büyük payı alan ekoloji alanında insanın suçlarla dolu barbar bir sicili kadar, yeni suç rekorları kırmaya odaklanmış gelecek hedefi de var. Önce küçük çapta yapılan bu suçlar sınıfın, egemenliğin oluşumuyla giderek büyük bir açgözlülükle planlı, sınır tanımadan ve şiddet dozu arttırılarak işlendi. Diğer canlıların ilişkileri doğanın dengesine uygun gelişmesine rağmen hiyerarşi ve sınıflı toplumdan bu yana insanın doğa ile ilişkileri kar amaçlı, doğaya karşıt, yıkıcı ve geri dönülmesi imkansız tahribatlarla gerçekleşti.

Hiyerarşi, kadına yönelik sömürü, sınıflı toplum, mitoloji, tek tanrılı dinlerin insanı (erkek insanı) tüm canlılardan üstün gören anlayışlarıyla beslenen bu yıkıcı zihniyet, bugün yaşamı tehdit eden tüm sorunların kaynağını oluşturuyor. Ekolojik sorunların kaynağı irdelendiğinde, insanın özüne, doğaya, kadına karşı ihanetin eş zamanlı olarak aynı güçler ve söylemlerle gerçekleştiğini görüyoruz. Doğadan kopuş, insanın özünden kopuştu. Kötülüklere yol veren ilk gedik burada açıldı. Bunun büyümesi günümüzün sistemleşmiş, örgütlenmiş ihanetler dizisini beraberinde getirdi.

Doğaya ve kadına ihanet

Alman düşünür Max Horkheimer bu gerçeği “İnsanın doğayı boyunduruk altına almasının tarihi, insanın boyunduruk altına alınmasının da tarihidir” biçiminde ifade ediyor. Boyunduruk altına alma sınıf, tahakküm ve şiddetle bağlantılı bir olgu olduğu için bunun kadına yönelik ihanetten bağımsız gelişmesi mümkün değil. Tarihi verilere göre bu tespite ek olarak,“Doğaya karşı ihanet kadına karşı ihanetle paralel gelişti” de diyebiliriz. Mitolojide İnanna’nın Me’lerini çalan Enki’nin ihaneti ve Marduk’un ana Tiamat’a karşı gerçekleştirdiği ihaneti de doğaya karşı ihanetin işaretlerini verir. Marduk’un annesi Tiamata karşı vahşeti ile insanın bugüne kadar doğaya uyguladığı vahşetin benzer olmadığını söyleyebilir miyiz? Bin bir türlü yöntemle işkence edilen, bütünlüğü bozulan ihanete uğramış bir ana, doğa var karşımızda.

Bu ihanetin derinleşip günümüzdeki kapitalist sistemin ideolojisi haline gelmesinde kadına, topluma karşıt gelişen pozitivist bilimin de etkin rolü var. En belirgin haliyle Platon’un felsefik savlarıyla derinleştirilen bu saldırı, felsefesini kadını aşağılama ve değerlerini inkar üzerinden geliştiren Aristo’ya, cadı avlarındaki kadın düşmanlığını doğaya da uyarlayan Bacon’a hep aynı temelde gelişti. Hiyerarşi ve sınıflı toplumla kendisini özne (sahip), kadını nesne (meta) gören erkek aynı yaklaşımı doğaya karşı da sergiledi. Bu zihniyet pozitivist bilimle desteklenerek, meşru ve mutlak kılındı. Yeniden doğuş adı verilen Rönesans bile, sonrasında kadın için yeni bir kırımı, cadı avı gibi bir vahşeti getirdi. Erkek egemen tarih, binlerce kadının canına mal olan bu katliamları Rönesans ve “Aydınlanma” döneminin adı, sanatı ve buluşları ardında gizledi. Bu katliamların kapitalizmin geliştiği dönemde ve kapitalizmin merkezi olarak “kalkınma” adı altında doğaya en çok zarar verilen Avrupa’da gerçekleşmesi elbette tesadüf değildi. Tarih bu yıkıcı zihniyetle hesaplaşmadıkça, kadına karşı olduğu gibi “uygarlık” maskesiyle işlenen doğa katliamları da şiddetlenecek. Bu zihniyet değişmedikçe kısmi, farazi önlemlerle bugünkü ekolojik kırımın durdurulması mümkün olmayacak.

Erkek akıl yeni krizler yaratıyor

Tarihte görüldüğü gibi, kadın bakış açısından uzaklaşmış bilimin doğaya karşıt eril gelişim seyri, tüm insanlığa olduğu gibi doğaya da zarar veriyor ve yeni krizler doğuruyor. Bu dünyanın hükümdarlığına, sahipliğine soyunan erkek akıl çıkarları için günümüz ekolojik sorunlarına neden olan savaşların, yok edilen ormanların, atom bombaları, nükleer santraller gibi diğer ekolojik yıkımların kararlarını verip, doğadaki tüm varlıklara istediği gibi davranma hakkını buluyor. Bu açgözlülüğün nereye evrileceğini, başka hangi kötülükleri musallat edeceğini detaylarıyla bilmiyor olabiliriz ama bugüne kadarki ivmesine bakarak artık tasavvur edilenden daha büyük yıkımları yaratabileceğini öngörebiliyoruz. Kapitalist sistemin sınır tanımayan ahlaksız ilerleyişi bunun işaretlerini fazlasıyla veriyor ve henüz hayata geçirmediği felaket planlarının olduğunu da unutmamamız gerekiyor.

Ekolojik krizin ulaştığı zirve, evrenin hakikatini hiçe sayan, tüketen bir sistemle yaşamın devam ettirilemeyeceğini kanıtlıyor. Yaşamın hakikatine dadanmış bir parazit gibi bu sistemdeki her ilerleme en çok tüketime, yıkıma hizmet ediyor. Kapitalist sistem, insanın özüne aykırı bir sistem ve sahtekarlıkları, yalanlarıyla tüm değerlerin üzerine çöküyor. Bu yalanların bilimsel veriler, iktidar politikaları, sistem çıkarı için manipüle edilmiş verilerle sunulan halleri gerçeği değiştirmiyor. Bilgi, ancak ekolojik bilinç ve doğru yöntemle yaşama hizmet edebilir. Oysa bilim çalışmaları sistemin güdümünde yürütülüyor.

Ekolojik mücadelenin gelişmesinde bu sahtekarlıkların deşifre edilmesi de önem taşıyor. Bu nedenle ekolojik sorunlar, evrene, doğaya, insana yönelik araştırmalar sadece entelektüel bir merakla sınırlı kalmamalı, mutlaka sorumluluk bilinci ve örgütlü bir mücadeleyle de desteklenmeli. Ekolojik yaşam ve ekolojik toplumsal mücadele ekolojik bilinçle mümkün olabilir. Günümüzde en öncelikli çalışma, ekolojik bilincin oluşturularak bunun örgüte ve mücadeleye dönüştürülmesidir. Ekolojik bilinç mücadele kadar, doğa ile dost toplumsal ekolojik yaşamın da temelidir.

Kürt Özgürlük Hareketi’nin farkı

Peki, ekolojik sorunların yaşamımızı bu denli tehdit ettiği günümüzde, sisteme karşı en radikal mücadeleyi yürüten Kürt Özgürlük Hareketi ne yapmalı? Bu konudaki hedefi nedir? Özgürlük mücadelesinde ekolojik hedeflerin gerekleri yeterince yerine getiriliyor mu?

Elbette, demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü paradigmayı esas alan Kürt Özgürlük Hareketi’nin de bu ideolojisinin bir gereği olarak ekolojik sorunlar karşısında büyük bir sorumluluğu var. Bir insanlık hareketi olarak yola çıkan PKK’nin ideolojisi ve mücadelesinin ortaya çıkardığı başarılar son iki yüzyıla damgasını vurdu. Rêber Apo’nun esareti ardından karar verilen paradigma değişimi, özgürlük mücadelesinin kapsamını daha da geliştirerek, yeni bir boyut kazanmasına neden oldu. “Demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü” olarak tanımlanan bu paradigmanın yaşamın en temel ögelerini, yani özgürlüğün özünü barındırması aynı zamanda Kürt Özgürlük Hareketi’nin kitleselleşerek toplumda karşılık bulması, bugüne kadarki gelişimi ve başarısının da sırrını oluşturuyor. Diğer sol örgütlerinden farklı olarak kadın özgürlüğünü ve ekolojiyi paradigmasına taşımış olması, yaşamın temel hakikatlerinden olan bu ögeleri es geçmeyip mücadele ilkesi haline getirmesi başarıları getirdi. Kürt Özgürlük Hareketi bunca saldırılara rağmen ayakta kalıp gelişmesini eşsiz direnişi kadar, doğanın bu diyalektiğine uymaya borçlu. Binlerce yıldır yaşamın her alanında, partiler ve devrimlerde yok sayılan kadını inkar etmeyip, yaşamdaki rolünü görerek mücadelede özne, öncü olarak konumlandırdı. Bu, yukarıda sözünü ettiğimiz ekolojik sorunların kaynağı olan erkek egemen zihniyete de en büyük müdahaleydi. Hakikati parçalamadan, ertelemeden ele almak, devrimi doğanın diyalektiğini oluşturan temel değerler üzerinde inşa etmek, gerekleri yerine getirildiği takdirde elbette yaşamda karşılık bulmasını ve kazanımların sürekliliğini sağlayacaktı.

Bu gerçeklere bağlı olarak, günümüzde insanlığın geleceğini belirleyen en önemli konu olan ekolojinin, Kürt Özgürlük Mücadelesi’nde mutlaka yer alması gerekiyordu. Daha çok 1960’lı yıllarda görünür hale gelen ekolojik mücadele PKK’de paradigma değişikliğiyle gündeme girmiş olsa da bu, direnişin özünde hep vardı. Rêber Apo 1990’lı yılların başında Şam’daki Parti Merkez Okulu’nda kendisiyle röportaj yapan bir gazeteciye, “Biz sosyalizmin yeşiliyiz” diyerek, o dönemde de mücadelenin ekolojik boyutunun gerekliliğine vurgu yapmıştı. Çözümlemelerinde ise doğadan uzaklaşmayı insanın özünden kopuş olarak tanımladı. Bu nedenle özgürlük yolculuğundaki en somut ögeyi öze dönüş, doğal toplum değerlerine dönüş anlamına gelen “xwebûn” olarak formüle etti. Verdiği eğitimler, perspektiflerle yetinmeyip, sonraki yıllarda ekolojik boyutu paradigmanın ta kendisi olarak ilan ederek doğanın, ekolojinin mücadelenin olmazsa olmazı olduğunu bildirdi. Ekolojiyi toplumsallığın ilk temel bilinci olarak değerlendiren Rêber Apo, bu konudaki sorunların çözümü amacıyla PKK paradigmasını “ekolojik” olarak ilan edip, ekolojiyi mücadelenin olmazsa olmazı kıldı. Yine buna bağlı olarak ekolojik boyutun geliştirilmesini ve demokratik ulus inşasının bu eksende gerçekleşmesini istedi. Bu hususlar, evrensel değerleri savunan Kürt Özgürlük Mücadelesi’ne en çok yakışan, özüne en uygun olandı. Devrimciliğin ekolojik bir ideoloji ve bunun mücadelesini de kapsaması gerekiyordu. Yani Kürt Özgürlük Mücadelesi içinde bir devrimci olmak demokratik, ekolojik olmak ve kadın özgürlüğünü savunmak demekti. Dolayısıyla bunu içermeyen bir çalışmanın mücadeleye hizmet etmesi mümkün değildi.

Ekolojik mücadele yetersiz kaldı

Bu olumlu adımlarla birlikte, şüphesiz belirlenen hedeflerin uygulanmasında eleştirilmesi gereken yönler de var. Kürt Özgürlük Hareketi’nin paradigmasında olmasına rağmen ekolojik boyut devrimci mücadelede henüz hak ettiği yeri bulmuş değil. PKK ile paralel gelişen kadın özgürlük mücadelesi bugüne kadar bir devrim niteliğinde gelişmelere yol açarken, paradigmayı oluşturan ekoloji konusunda aynı oranda adım atıldığı söylenemez. Oysa ki paradigmanın gereği olarak kadın özgürlüğünde olduğu gibi ekolojinin de ivedi ve somut adımlarla gündeme alınması gerekirdi. Bu, paradigmanın gereği ve devrimci mücadelenin en temel görevlerindendi. Düşmanın Kurdistan’da yürüttüğü savaşta en büyük saldırıların gerçekleştiği alanlardan olması nedeniyle, mücadelenin ekolojik boyutuna da öncelik verilmeliydi.

Bu yetersizlikler, bugün de ekolojik alanda yaşanan sorunlara zamanında müdahale edilmemesine neden oluyor. Kurdistan gibi sömürgeciliğin zulmün her yöntemini uyguladığı bir ülkede bunun bedeli şüphesiz daha ağır ödeniyor. Kurdistan’da görüldüğü gibi savaşın ve ekolojik kırımın her geçen gün şiddetlendiği günümüzde bunu ertelemek daha büyük yıkımlara kapı açıyor. Sadece paradigmanın değişiminden itibaren yapılacak bir hesaplamada bu, 2000 yılından bugüne yaşanan bir gecikmeye ve kayıplara tekabül ediyor. Yine bu süre içerisinde sadece Kurdistan’ı ele aldığımızda dahi Hasankeyf, Zeugma gibi tarihi kültür mirasımızın yok edilmesinden tutalım, ilk akla gelen politikalar olan ormanların talan edilmesi, barajlar, maden ocakları, HES (Hidro Elektrik Santrali) ve GES (Güneş Enerji Santralleri) projeleriyle tarım arazilerinin işgal edilmesi, savaş uçakları ve kimyasal silahlarla sürdürülen bombardımanlara kadar ekolojik yıkım hemen her boyutuyla aralıksız sürüyor. Kurdistan’ı sömürgeleştirmeyi yeterli görmeyen düşman, bunu daha da derinleştirerek, işgal içinde işgali, göçü, demografik değişimi dayatıyor.

Ekolojik kırımla özel savaş, işgal, talan

Kurdistan’daki ekolojik kırımın bunca yıl savaş ve faşizan uygulamalara paralel yürütüldüğü bir yerde tahribatları diğer bölgelere oranla daha hızlı ve yıkıcı gerçekleşiyor. AKP’nin 21 yıllık iktidarında, ekolojik katliam ve doğa karşıtı rant politikaları zirveye ulaştı. AKP faşist iktidarı döneminde Kurdistan’da “güvenlik” gerekçesiyle inşa edilen karakol, kalekol ve barajlarla başlatılan ekolojik kırım projeleri, Kürt halkına yönelik toplumsal kırım amacıyla sürdürülüyor. Önceki yıllarda köy yakmaları ile göçe zorlanarak insansızlaştırılan Kurdistan coğrafyası, bugün bir savaş stratejisi olarak ekolojik kırım politikalarıyla boşaltılmak isteniyor. Bu saldırılarla Kürt halkına yurtsuzluk, yoksulluk ve zulüm dayatılıyor.

Kurdistan’a yönelik paylaşılacak şu birkaç veri dahi faşist devletin ekolojik kırıma paralel yürüttüğü özel savaş, işgal, talan ve Kürt düşmanlığının düzeyini göstermeye yetiyor: Kurdistan, başta Fırat ve Dicle nehirleri ve bunlara bağlı akarsular olmak üzere şu ana kadar kurulan 86 baraj ve HES’lerle kuşatılarak tarihi, kültürü, tarımı ve yerleşim yerleri işgal ediliyor. Bu özel savaş stratejisi çerçevesinde 19’u Wan’da olmak üzere daha onlarca baraj ve Hidro Elektrik Santrali yapılmak isteniyor. Şirnex merkez ve ilçelerinde 22 ayrı bölgede ÇED raporlarına gerek duyulmadan hızlandırılan maden projeleriyle Şirnex coğrafyasının %75’lik arazisi işgal ediliyor. Şirnex kırsalında son 4 yıldır asker ve korucular eliyle milyonlarca ağaç kesildi ve yeni çıkan fidelere kadar bu talan aralıksız sürüyor. Kurdistan’ın dört bir yanında (devlet eliyle yapıldığı belgelenen) ormanlar her yıl yakılıyor. Güvenlik gerekçeleriyle sürekli ilan edilen sokağa çıkma yasakları ve halka yasaklanan meralar nedeniyle Kurdistan’da tarım ve hayvancılık bitirilmek isteniyor. Botan’dan Serhad’a, Riha, Dêrsîm ve Amed’e kadar onlarca il ve ilçede Güneş Enerji Santralleri kurularak Kurdistan’daki on binlerce hektar en verimli tarım arazisi işgal edilmek isteniyor. Bu talan elektrik ihtiyacı ve “temiz enerji” yalanı ile sürdürülse de verilere göre Türkiye’de üretilen elektriğin sadece %24’ü kullanılıyor.

Rêber Apo da avukatlarıyla yaptığı görüşmelerde bir çevre katliamı olan barajların işsizliğe, göçe yol açtığını vurgulayarak, bu işgal  politikalarını bir isyan sebebi olarak değerlendirmişti: “Bir nehir üzerinde birden fazla HES’in yapılması, insanların bulunduğu coğrafyadaki yaşamını etkileyen, elindeki yaşam olanaklarını yok eden, bulunduğu doğayı ve tarihini tahrip eden bir yaklaşımdır. Bu bile tek başına bir isyan sebebi olacak önemdedir. Bu nedenle HES’lere karşı çıkılmalıdır.”

Ekolojik mücadele bir yurtseverlik görevi

Kurdistan’da süren savaş ve doğal olmayan ölümleri gibi ekolojik kırıma yönelik de sessizlik var. Ekolojik kırımın güvenlik gerekçeleriyle meşrulaştırılması buna yönelik sessizliği derinleştiren bir faktör. Kürt halkı kadar coğrafyası, suyu, ağacı da terörize edilerek tepkilerin önü alınıyor. Ekolojiyi çevreden ibaret görmeyen, bu kırımın mağduru Kürtler ise ekolojik saldırıların bir özel savaş politikası olarak yürütüldüğünün bilincinde. Yalnız bu düzeydeki ekolojik kırıma rağmen tepkiler yetersiz kalıyor. Tabii ki bu mücadele ekoloji hareketleri veya ekoloji aktivistleri ile sınırlandırılamaz. Ekolojik kırımın bir savaş stratejisi olarak uygulandığı Kurdistan ve Kürt halkı için çok daha ötesi var. Kurdistan’daki her ekolojik yıkım öncelikle göç ettirme, o coğrafyayı boşaltma ve demografyasını değiştirme amacıyla yapılıyor. Bu nedenle ekolojik mücadele Kürt halkı için aynı zamanda ülkesini, toprağını, tarihini, geçmişini koruma, savunma mücadelesi. Bu bir yurtseverlik görevi, yaşam mücadelesi. Kadın, genç, öğrenci, çocuk, yetişkin herkesin, tüm kurum, parti, sendika ve sivil toplum örgütlerinin bir isyan gerekçesi olan bu yıkıma karşı direnişe geçmesi insani, devrimci bir görevdir. Bu mücadeledeki görev ve sorumluluğumuz katlanarak büyüyor. Ekolojik bir paradigmaya sahip ve ekolojik kırımı en şiddetli hisseden bir halk olarak, ertelemeden ekolojik mücadeleye en güçlü biçimde öncülük etme rolümüz de var.

Cennet Kurdistan’ı yaşanmaz hale getiren, tüm dünya için tehlike alarmı veren ekolojik kırım sadece bireysel tepkilerle durdurulacak ya da kısa vadeli tedbirlerle çözülebilecek konular değil. Yaşamımızın her alanına nüfuz eden faşist devletin, sistemin bu saldırılarına karşı en az bir devrim ciddiyeti ve örgütlülüğünde kararlı, etkili bir direniş sergilenmeli. Yıkımın boyutu, doğayı imha edenlere karşı doğayı savunanların örgütlenmesini olmazsa olmaz kılan kitlesel bir mücadeleyi dayatıyor. Modernite adı altında doğamızı, yaşamımızı çalan, bizi karanlıklara sürükleyen bu sisteme mecbur değiliz. Bu sistem mutlak ve ezeli olmadığı gibi ebedi de değil. Buna bağlı olarak öze, toplumsal ekolojiye dönüş, doğa ile uyumlu yaşam da bir ütopya değil. Ortak bir mücadele, örgütlülük, iddialı, samimi planlamalarla ulaşılabilir bir gerçek. 21. yüzyıl kadın özgürlüğü ve devrimi kadar, ekolojik devrimle de paralel ilerlemeli. Özgürlük kapılarını açan “Jin, jiyan, azadî” ekolojik yaşamın kilidini de taşıyor.

 

PaylaşTweet
Önceki Yazı

BEHDÎNAN YOLLARINDA

Sonraki Yazı

DEMOKRATİK MODERNİTE VE SOSYALİZM

Sonraki Yazı
ORTADOĞU’DA DİN GERÇEĞİ VE İSLAM’IN DEMOKRATİKLEŞTİRİLME İHTİYACI

DEMOKRATİK MODERNİTE VE SOSYALİZM

  • İLETİŞİM
  • HAKKIMIZDA

© 2024 Serxwebûn - Tüm Hakları Saklıdır!

Sonuç Bulunamadı
Tüm Sonuçları Gör
  • ANASAYFA
  • TÜM YAZILAR
  • ÖNDERLİK
  • SERXWEBÛN
  • SERXWEBÛN KURDÎ
  • BERXWEDAN
  • ÖZEL SAYILAR
    • BERXWEDAN ÖZEL SAYILAR
    • SERXWEBÛN ÖZEL SAYILAR
  • DOSYALAR
    • ŞEHİTLER ALBÜMÜ
    • KİTAPLAR
    • TAKVİMLER
  • FOTO GALERİ
    • ÖNDERLİK
    • GERİLLA
    • HALK

© 2024 Serxwebûn - Tüm Hakları Saklıdır!