Egemenler kendilerine karşı direnenleri asla affetmezler. En ağır şekilde cezalandırırlar. Gerçekten direnenler ve direnerek tarihin akışını etkileyip değiştirenler de bilirler bu gerçeği. Bilerek girerler arayışın o asla vazgeçilmez, kana işleyen tutkulu yollarına. Dönüşü yoktur tutkulu yolculukların ancak zaferi vardır. Er ya da geç. Başlatanlarınca ya da ardıllarınca kazanılan zaferleri! ‘‘Bunca acıya değdi’’ dedirten sevinçleri bir de! Kim bilir onları arayışın yollarına sımsıkı bağlayan, en büyük zulümler altında bile yaman direngen kılan da bu geleceğe dair öngörüleri, umutları ve ufuklarıdır.
…bir avuç yıldızı
küçük pencerede boğuyorlardı
duvarlar
tabutluklar
hücreler
karalar
sular
oksijensiz havalar
örtemiyorlardı insanlığın
harika türküsünü
milyonlarca yürek
sevda tohumu
doluyordu ıssız adanın
tek kişilik mekanına…
(Şiyar Dersim-Gecemde Gölgem)
Bu hakikat egemenlerin dilinde inkar olup propagandalarla saptırılsa da onlar bunu çok önemsemezler. Onlar halkın ruhunda kazanırlar geleceği ve halkın gönlünde kurarlar zaferin tahtını. Egemen cellatların zalimliği süründürse de, işkencelerden geçirse de, idam ipiyle ya da bir kılıcın parıltısıyla boyunlarını vurdursa da onlar ufka bakarlar. Orada zaferlerini selamlayan ve ‘‘emanetiniz emin ellerde’’ dercesine el sallayan çocuklara gülümserler. Özgürlük aşığı yüzlerin ve gözlerin ölüme bu tılsımlı gülümseyişi birçok celladın çözemediği bir sır olur. Yaşadıkları sürece boğazlarını sıkar, sanki idam ipini kurbanlarının değil kendilerinin boynuna geçirmişlerdir:
‘‘ve cellat uyandı yatağında bir gece/ tanrım dedi bu ne zor bir bilmece/ öldürdükçe çoğalıyor adamlar /ben tükenmekteyim öldürdükçe’’ dizeleri tüm zalimlerin kabusunu anlatır. ‘‘Bir gider bin geliriz’ sözü darağacındaki gül efsanesi Pir Sultan şahsında sadece Hızır Paşa’nın uykularını bozmaz. Bütün zalimlerin korkulu rüyası olur. Zalimler güçlerinin doruklarında çökerler, mazlumlar güçlerinin doruklarında kanatlanırlar. Bir uçurumdan diğerine köprü kurulmasını beklemez onlar, kendilerini köprü yaparlar. Masallardaki hazine kapıları gibi; elinde hazine ile geçmek isteyene kendinden bir bedel verdiğinde açılan, bedelsiz geçmek istediğinde kapanan kapılar gibidir özgürlüğün kapıları. Tarih adına direnenler ya da direnişlerinin tarihselliğini bilenler kendilerini bedel yaparlar bu kapılara. Sadece kendileri için değil, büyük ihtimalle kendilerinin göremeyeceği özgür yarınları, halkların yaşayabilmesi için.
Tarihçilerin ve sosyologların müjdeci dediği Tomassa Campanella (1568-1639) düşüncelerinin bedelini ağır işkencelerle dolu 27 yıllık zindan hayatıyla ödemiş ‘bir düşünce kahramanı’. ‘‘Elli hapishaneye girdim çıktım. Yedi kez tüyler ürpertici işkencelere uğradım. Son işkence kırk saat sürdü. Bedenimi iplerle sıkı sıkı sarıp kan revan içinde bıraktılar. Ellerimi arkaya bağlayıp sivri bir kazığın üstüne sallandırdılar beni. 40 saat sonra öldüğümü sanıp işkenceyi durdurdular. İşkencecilerden bazıları canımı daha da yakmak için asılı bulunduğum ipi habire oynatıyor, boyuna küfür savuruyorlardı. Bazıları da ‘yaman adam doğrusu’ demekten kendilerini alamıyorlardı. Hiçbir şeyle sarsamadılar, alt edemediler beni. Bir tek söz bile alamadılar ağzımdan. Tam 6 ay süren bir hastalıktan bir mucize ile kurtulduktan sonra bir çukura attılar beni. 15 ay kaldım orada sonra yargıç önüne çıkarıldım. Önce bana ‘öğrenmediğim şeyi nasıl bilebilirsin? Şeytan mı var senin emrinde?’ diye sordular. Ben de: ‘Bildiklerimi öğrenmek için sizin içtiğiniz şarapların on misli kandil yağı harcadım’ diye karşılık verdim.’’ Bunca işkence karşısında Campanella hep başı dik durur, ne bağışlanma diler ne yardım. Sadece kitap, kalem, kağıt… ‘‘Dünyanın bütün kitapları doyuramaz kafamın açlığını’’ diye tanımladığı açlığını doyurmak için… ‘‘Ben doğacak yeni sabahların çan sesiyim’ diyerek yüreğinde mayaladığı Güneş Ülkesi ütopyasını besleyebilmek için. Aradan geçen yaklaşık 400 yıla rağmen size de okurken çağrışım yaptırıyor mu bu satırlar?
‘İmralı üçayaklı bir sistemdir!’
Dünyanın birçok ülkesinde bu zulüm bin bir kılıf giydirilip uygulandı. İnsanlar ütopyadan, kendilerine yaşam diye sunulan çirkinliklerin ötesinde bir güzel ve anlamlı yaşamın varlığına olan inançtan, adalet, eşitlik ve özgürlük arayışından ve bir bütün insan olmaktan vazgeçsinler diye akıl almaz zindan uygulamalarının ve işkencelerin kurbanı oldular. Yüz binlercesi şehit oldu, sakat kaldı, ama asla ufukta onlara gülümseyerek el sallayan çocukların geleceğine inanmaktan vazgeçmediler… Bugünkü dünya açık bir zindanken, zindan içinde zindan olan cezaevleri kapitalist modernitenin en vahşi yüzlerinden biri olarak yaşatılıyor. Bu zindan içinde zindan durumu dışarıdaki zindanın insanlığa yaşattığı zulmü görünür kılıp sorgulayanlara, bu zindan yaşamını insanın örgütlü gücüyle yıkmaya davet edenlere yaşatılıyor daha çok da. Ama bir çeşit uygulama daha var ki o da zindan içindeki zindandan da ayırarak, ayrı düşürerek uygulanıyor. Kimi yerlerde adı Yüksek Güvenlikli Mahkeme, kimi yerlerde ‘ölüm koridoru’, kimi yerlerde ‘ölüm çukuru’ oluyor. Belki görünüm olarak Campanella’nın 400 yıl önce atıldığı çukurdan çok farklı. Ama hedeflediği tamamen aynı; toplumsal ve özgür düşünen zihinleri ve onların ütopya, umut, iddia, özgür düşünce salgılayan gücünü toplumdan izole etmek.
Kürdistan Özgürlük mücadelesinde de çok güçlü ve kanla yazılmış bir zindan geleneği var. Bu gelenek özgürlük mücadelesinin akışını belirleyecek kadar güçlü. Bu geleneği yaratanların yoldaşı ve Önderi olan Önder Apo uluslararası bir komplo ile 16 Şubat 1999 yılında İmralı’ya getirildiğinde birçok gücün, Kürtlerin, partililerin büyük bir çoğunluğunun da O’nun bu geleneğe layık olacağına dair şüphesi yoktu. Ancak tarih Önder Apo’ya bu geleneği olduğu gibi tekrar etme imkanı tanımıyordu. O’nun önderlik karakteri direnişini de özgün kılıyordu: ‘‘İki yol vardı önümde. Ya hiç konuşmayacaktım, grev gibi bir şey olacaktı. Ya da komplo gibi birçok bilinmeyeni olan bir süreci aydınlatacaktım. İkincisini seçtim. Çünkü tarihe karşı sorumluluğum vardı. Komployu anlatmam, oyunu ortaya çıkarmam gerekiyordu.’’ O’nu İmralı’ya getiren asıl güçlerin planı da halklar arası bir savaşla Ortadoğu’nun kan gölüne çevrilmesiydi. Önder Apo bu oyunun farkındalığı, duyarlılığı ve halkların barışı ve kardeşliği karşısında duyduğu sorumlulukla belirledi direnişini.
Kürt halkının Güneş’i sadece kendi halkını değil tüm Ortadoğu halklarını, bilgece ve gerçekleşebilecek özgürlük ütopyalarında yaşatmak istediği için 13 yıldır ‘ölüm koridoru’ denilen bir zindanın tutsaklığında. Gerçekliklerini sarstığı, sömürülerini ve zulümlerini görünür, anlaşılır ve yargılanır kıldığı için egemenlerin O’na reva gördükleri ceza; toplumsallıktan ayırmak, tecrit etmek. İnsanlara hayalini, iddiasını, mücadelesini ve asaletini kazandırmak istediği ahlaki politik toplumun ondaki tüm değerlerine saldırmak. Ve bu toplumsallığın değerlerini teslim almak. Dışarıdayken bunu başaramadılar. Bu nedenle onu tam denetimlerinde, Önder Apo’nun ‘İmralı Sistemi’ diye isimlendirdiği özel bir statü içine aldılar:
‘‘Tek başına tutulduğum İmralı’da günlük olarak uygulanan politikalar sistemlidir. Bunlara sadece Türk cezaevi politikaları olarak yaklaşım göstermek önemli yanılgılara yol açar. İmralı üçayaklı bir sistemdir. Bir ayağı ABD, bir ayağı Avrupa, bir ayağı da Türkiye olan, kendine özgü bir derinliğe sahip bir sistem. Buradaki sistemin bir ucu CIA’ye dayanıyor. Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi’ne de sıradan yaklaşmamak… gerekir. Burada olup bitenlerden haberleri olduğunu zannediyorum. Avrupa Konseyi’ne bağlı bir oluşumdur, dolayısıyla bir bütün olarak Avrupa Konseyi’nin de bilgisi var. Norveçli bir bayan vardı, burayı ilk düzenleyen kişidir. Norveç’in ABD ile bağlantısını biliyorsunuz, büyük ihtimalle ABD ile de ilişkisi vardır. Başbakanlığa bağlı Kriz Merkezi buradaki sistemi koordine edendir. Halen de etkilidir. Jandarma, Genelkurmay, İçişleri Bakanlığının temsilcileri, hatta MİT’ten oluşan bir komisyon var. Bu komisyon en üst düzeyde buradaki sistemi organize ediyor. Günlük olarak gelişmeleri değerlendiriyor ve karar veriyor. Mesela benim sağlık durumumu günlük olarak izliyor, tartışıyor ve değerlendiriyorlar.’’
‘Benim statüm ağırlaştırılmış özel bir statüdür’
İmralı’da yaşatılan uygulamalar ve bunun karşısında Önder Apo’nun sergilediği direniş uygarlıkla uygarlık karşıtı özgürlük güçlerinin savaşını temsil ediyor:
‘‘İmralı koşulları fiziki, çevresel ve iklimsel olarak bünyeyi çökerticidir. İki yıldan fazla dayanan olmamıştır. Nemli havanın etkisi ağır, kronik anjin var, boğazda iltihaplanmaya ve bir akıntıya yol açıyor, bu nedenle sık sık uyanmak durumunda kalıyorum. Geceleri nefessiz kalıyorum. Ayrıca ağızda, dil ve damaklarda yanma var, koku alamıyorum.
Son zamanlarda kafamda saçlı deride, bacaklarımın diz ve diz altında olan kısmında kaşıntı, kepeklenme ve ayrıca dökülme var. Sanırım odanın hiç havalandırılmamasından, denize çok yakın ve havanın çok nemli olmasından kaynaklanıyor.
Burada 24 saat çalışan, bütün hareketlerimi kontrol eden bir kamera sistemi var. Gece yarısı kalkıp lavaboya gittiğimde bile kamera hemen bildiriyor. … buna rağmen her dakikada bir, bir personel gelip gözetliyor. Mesela gün ortasında odamda kitap okuyorum, rahatsız oluyorum, dikkatim dağılıyor…
… Bazen aynı günün gazetelerini peş peşe farklı günlerde veriyorlar Ayrıca önemli günlerin sonrasındaki gazeteler verilmiyor…
… 20 gün hücre cezası verildi. Bu cezanın gerekçesi ise yine önceki hücre cezalarında olduğu gibi örgüt üyelerinin eğitimini yaptırmak, propaganda yapmak maddesi ve ayrıca savaş kararı vermek, ordu, AKP ve turistik tesisleri hedef göstermek… Ama siz de biliyorsunuz alakası yok… Radyo ve kitaplarım her zamanki gibi alındı. Gazete, kitap, radyo hiçbir şey verilmiyor. Gelişmeleri izleyemiyorum. Beyaz duvarlara bakmaktan başka bir şey yok. İşkence var, F tipidir demiyorum. Özel bir düzenlemeden söz ediyorum. Benim statü ağırlaştırılmış özel bir statüdür.’’
Böyle bir sistemi bir halk önderine o halkın köleliğini sürekli kılıp özgürlük şansını yıkmak için uygulayan bir zihniyet; uluslararası ya da yerel bir hukuka ihtiyaç duymaz. Ya da ihtiyaç duyacakları hukuku yaratırlar. Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’nun dediği gibi ‘uluslararası hukuk istilaya ve gaspa yasal geçerlilik vermek için doğdu.’ Önder Apo söz konusu olduğunda da bu hukuk doğuş nedeni ile çelişmedi. Ortadoğu’yu işgal etmek istiyorlardı. Bunun için Kürt kartına oynayacaklardı. Kürt kartını istedikleri gibi oynamalarının önünde en büyük engel Önder Apo olduğundan O’na yönelik bir hareketlilik başlattılar. Bunun için de uluslararası güçlerden kim ne yapması gerekiyorsa onu yapacaktı ve karşılığını alacaktı. Yunanistan dost görünüp ülkeye çağıracaktı sonra sınır dışı edecekti, karşılığında Kıbrıs sorununda istediğini alacaktı, Rusya kabul ediyor gibi yapıp sonra sınır dışı edecekti ve Mavi Akım Projesi’nden milyonlarca dolar kazanacaktı. Komploda yer alan tüm ülkeler ya bir çıkar elde etmek ya da zarar görmemek için bir halkın özgürlük davasını, onun önderi şahsında pazarlayacaklardı. Bunun için uluslararası, ulusal bir hukuka ihtiyaçları yok onların. Yani insanların haklarını, adaletini gözetmek amacıyla oluşturulan böyle bir hukuk ezilenler söz konusu olduğunda bir palavradan ibaret. Eğer öyle olmasaydı; Önder Apo uluslararası hava saha kuralları takılmadan, kime ait olduğu bilinmeyen, ama hiçbir hava sahasında uçuşu durdurulmayan bir uçakla nasıl ülkeden ülkeye götürülebildi? Ya da tersinden bütün Avrupa bir anda Önder Apo söz konusu olunca nasıl hukuksuz kaldı? Halklara komplo kuran ve yürüten güçlerin yasaları yok, egemenlikten gayrı. Bu nedenle egemenliklerini sarsan, sorgulayan, gölge eden, şüphe düşüren, şirk koşan, aşmak isteyen herkes onlara düşmandır. Ve bu düşmanları için onların ellerinde her zaman bir ‘hukuk’ vardır. Bu hukuk, yasa, adalet her neyse onların çıkarlarına göre meşru da olur uluslararası ya da evrensel de olur, ulusal da olur. Çıkarları nasıl gerektirirse onu öne alırlar. Bir anda evrensel bir hukuk kuralını yok sayar bir anda evrensel bir hukuk kuralı icat ederler. Egemenler lehine tarih boyunca da hukuk kodlamaları yapıldı, günümüzde de yapılıyor. Bu kodlamalara her koşulda bir uygun kılıf giydirmeyi başarırlar. Devletin selameti, vatanın bölünmezliği, insanlığın barışı, kadınların hakları, gelenek ve ahlakın korunması. Kılıfı bile halkların binlerce yıllık emekle yarattıkları yaratımlarından ve onun kavramlarından çalarlar. Onların tek yasası kurdukları çarkın beş bin yıllık sürekliliğinin bozulmamasıdır.
Halkların özgürlüğü, barışı ve onuru için direnenler hukuk adı altında yaşanan bu rezaletin farkında oldukları için adaleti de, hakkı da, affı da halkın vicdanında ararlar yalnızca. Ahlaki ve politik toplum geleneğinin bilgeliğine güvenirler. Zalimin zulmünün yalnızca kılıcında değil yasasında da olduğunu bilirler. Bu yüzden dize gelmez, aman dilemezler. Amansız savundukları halklarının asaletini, cesaretini ve isyanını yüreklerine nakşeder, kendi gerçekliklerinde savunurlar. Bu yüzden zalim karşısında mazlum adına direnirler. Enki karşısında Ninhursag ve İnanna gibi, Dehak karşısında Kawa, Roma karşısında Spartaküs, Yunan tanrıları karşısında Prometheus, despotlar karşısında kabileler gibi direnmek onların genlerinde vardır. İşte Önder Apo İmralı’da bu geleneğin genleriyle direniyor. Geleneği tekrar ederek değil izinden giderek, ama geleneğe katkı yaparak direniyor. “Tarihi ve geleneği ne kadar doğru biliyorsan, bu tarihi içselleştirdiğinde, üstüne ekleyeceğin kadar günümüzü ve geleceği değiştirebilir ve dönüştürebilirsin” belirlemesi için kendisi ‘değişim ve devrimin altın kuralı’ diyor. Bu anlamda altın kuralın direnişi diyebiliriz bu direnişe. İmralı sisteminin yaratanları da tüm zalimlerin genleriyle saldırıyorlar. Kürt halkının iradesini Önder Apo üzerinde deniyorlar. Bu nedenledir ki İmralı; 13 yıldır yargılanamayan insan, görülemeyen dava, verilemeyen hükümdür. Bilinen anlamdaki hukuk iflas etmiştir İmralı’daki duruş karşısında. Yargılanıp çözüldü. İmralı’daki ahlaki, adil ve asil duruşla tüm hukuk kodları anlaşılır kılındı, sakladıkları sömürü, baskı ve hukuk adına hukuksuzluk deşifre edildi. Aslında İmralı, sadece hukukun yalanını, hukuksuzluğunu değil uygarlığa ait tüm kavram, kuram ve kurumların içerdikleri çirkinlikleri ve haksızlıkları, kötülükleri deşifre ediyor. Uygarlık güçlerinin son temsilcilerinin öfkesini İmralı’ya kusması da bundan. Uygarlık en soğuk, acımasız, ruhsuz ve donuk yüzünü dönmüş İmralı’ya. O’nun bu yüzüne binlerce yıldır tüküren bir halkın gerçeğini yaşattığı ve demokratik uygarlık güçlerini bir sisteme ve başarı gücüne kavuşturmak istediği için, onurlu Kürt Önderini cezalandırmak için. Buna karşı Önder Apo amansız bir direniş sergiliyor. Onlarca devlete karşı bir insanın ruhuyla, yüreğiyle, analitik ve duygusal zekasıyla, sezgili ve duygulu bilinciyle yarattığı görkemli direniş. Buzdan binlerce hukuk kuralının hoyrat ahlaksızlığına karşı güneşten, topraktan, ateşten ve sudan, halkların bin ışıltılı kültüründen süzülen bir ahlakın adaleti. Birisi son dört yüzyılda toprağı çatlatan bir zulmü taşıyor yasa diye dayattığı çirkin yüzünde, diğeri emekçi elleriyle toprağa binlerce yıldır hayat veren özgür ruhuyla ısıtıyor asla teslim olmayan güneşi.
Teslim alınamayan bir irade
Önder Apo 13 yıllık görüşme notlarında ve savunmalarında şunu bize öğretti: ‘Bir kişide toplum, bir anda tarih yaşayabilir, dillenebilir ve amansız direnebilir.’ Prometeheus direnen tüm mazlumların enerjisiyle yenilmezliği yaratandır. Tanrıların zulmüne karşı direnendir. İmralı da aynı anlamda Asur, Sümer, Mısır, Pers, Babil, Grek, Roma, Engizisyon, Osmanlı, İngiliz, Hitler, Fransa, İsrail, ABD ve daha sayamayacağımız kadar çok zalim tanrıların tarih boyunca uyguladıkları zalimliğin toplamını sistemleştiren bir cezaevi. Zulme maruz bırakılan; bir halka özgürlük ateşi götüren bir Önderi tutsak etmiş. Burada şiddetin yumuşak, görünmez formlara büründürüldüğüne aldanmamak gerekir. İmralı’daki uygulamalar insanı insan yapan tüm dinamikleri çözmeyi hedefleyen bir sistem. Bu dinamikleri son dört yüzyıldır insanlıktan zulümle ya da yalanla çalanların yarattığı bir sistem. Bu nedenle Önder Apo’ya insanı insan yapan özelliklerden uzaklaştıracak bir sistematik işkence uygulanıyor tam 13 yıldır. Önder Apo; değil 4 yüzyıl 5 bin yıldır insanı insan yapan ve insanı insanlığından çıkaran sırları ya da uygulamaları analiz edebilen bir bilge. Kapitalist modernitenin liberalizminin tuzaklarına, sahte ikilemlerinin boğuntusuna mahkum etmiyor zihniyetini ve ruhunu. İnsan zihniyetinin özgürlük, esneklik ve metafizik gücünü kullanma sanatını sergiliyor. İmralı’yı tarihin, hayalin, ütopyanın, toplumsal doğanın yarattığı tüm güzelliklerin, değerlerin direniş kalesine çeviriyor. Binlerce bilge ‘cadı’nın yakıldığı ateşleri yakıyorlar önüne. İsa’nın, Spartaküs’ün gerildiği çarmıhı kuruyorlar karşısına, Şex Sait, Seyit Rıza, Qazi Muhammed, Leyla Qasım’ın asıldığı darağaçlarını kuruyorlar başucuna. William Vallace’ın işkence tezgahını kuruyorlar havalandırmasına ve daha nicelerini gösteriyorlar İmralı’nın her sabahına, gecesine. Her saniyesine, her nefesine! Ne öldüren ne yaşatan ölüm çukurunda yalnızlığa mahkum etmek istiyorlar, milyonları yüreğinde taşıyana. Onuru, devrimciliği ve halkların önderliğini 21. yüzyılda zirvede temsiline pişmanlığı dayatan, yenildikçe azdıran, bir insanlık ayıbı haline gelen İmralı adası tecritin, izolasyonun zirvesi. Direnme sınırlarını çoktan aşmış bir hain arena İmralı. Ve aynı zamanda teslim alınamayan bir iradenin anbean tanığı İmralı:
‘‘Beni buraya getiren sistemi anlamadan yaşadığım yalnızlığa anlam vermem de imkansızdı. Ölmek belki kurtuluştur… Benim burada bir günlük yaşamım binlerce ölümden daha beterdir, ama ben doğru bildiklerimi yapmaya devam edeceğim. Üzerimdeki uygulamalara rağmen dinç ve yoğun şekilde gücüm oranında çalışıyorum. Ben dışarıda da böyleydim, yoğun çalışıyordum. Şimdiki durumum, on sene beni tek başına yüzümü duvara döndürseler dahi, yine irademden taviz verecek durumda değilim. Düşüncelerimden, doğrulardan hiçbir dönem vazgeçmem… Dört duvar arasındayım ama politikadan vazgeçmiyorum. Nerede olursam olayım hiç önemli değil üstüme düşeni yapıyorum. Karanlık sorgu odasında bile politika yaptım. Sağlıklı bilgi almamakla birlikte, elli yıl geçse de değerlendirme yapma gücümü korurum. Şimdi burada gürül gürül konuşuyorum. Düşüncelerimi özgürlük ekseninde toparladım. Doğru bildiğimden vazgeçmem, dünya gelse beni durduramaz. Doğrunun ne olduğunu ortaya koydum. Doğruların önünü açtım. 45 yılımı bu uğurda verdim. Anadolu halkları için verdim. Kürt, Türk, Arap, Çerkez, Ermeni ayrımını yapmadan hepsini sevdim. Bu toprakların özgürlük problemi var.’’
İmralı 13 yıldır her saniyesine adil yaklaşılması gereken bir vicdan sürecidir bizim için. Herkesin önüne daha fazla direnme ve başarma görevlerini tarihi bir emir ve vicdan borcu, ahlaki bir duruş olarak koyuyor aynı zamanda. Her şeyden önce buradaki sistemi doğru kavramalıyız. Önderliğin ‘Proto-Guantanamo’ dediği uygulamanın O’nun şahsında halkımıza ve biz özgürlük savaşçılarına layık görülen bir onur kırma sistemi olduğunu yaşamımızın her anında hissederek Önder Apo’nun direnişine layık bir mücadele duruşunu sergileyebilmeliyiz. Dışarının içerden beter bir zindan kılındığı günümüzün en güçlü özgürlük seçeneği dağlarda aldığımız her soluğun hakkını teslim edebilmeliyiz Önder Apo’ya. Özgürlük, demokrasi ve ahlaki politik toplumun militanlığını gerçekleştirebilmeliyiz. Önderlik ettiği biz kadroların zaafları ve yetersiz yoldaşlıklarının Önder Apo’yu daha ağır bir direniş koşuluna mahkum etmemek için İmralı Sistemi’ni parçalayan mücadeleyi daha fazla yükseltmeliyiz. ‘Apo Kürdü’nün 15 Ağustos 1984’deki ruhu bugün Şemdinli’de konuşuyor. Özgürlükten, sevgiden ve erdemden yana tüm bilgeliklerin ezgisini dillendiriyor. Bu İmralı sistemini yıkacak ve halkların Ortadoğu’da layık olduğu tüm güzellikleri adım adım yaşanacak bir toplumsal sistemin de inşa sürecidir. O özgürlük aşığı yüzlerdeki ve gözlerdeki sırlı gülüşlere cevaben, ufukta el sallayan çocukların ‘ya özgürlük ya özgürlük’ diye başlattığı ‘her şeye değer’ dedirten o büyülü özgür ‘an’dayız. Her Apo Kürdü’nün sesini katması gereken o ‘an’da!