Bu nedenle de tarih sahnesine çıkan hıristiyanlık ve islamiyet insanların sorunlarına bir kavim sorunu olarak değil, tüm insanların sorunu olarak yaklaşma göreviyle toplumlara gitmiştir. Zaten hıristiyanlığın ve islamiyetin bugün dünya insanlığı açısından çok geniş alanlara yayılmış olması da evrensel dinler olma karakterinden kaynaklanmaktadır.
İslamiyet hıristiyanlıktan sonra ikinci büyük nüfusa sahip tek tanrılı dindir. Başta Ortadoğu ve Afrika olmak üzere dünyanın geniş alanlarına yayılmıştır. Derisinin rengi, cinsi, dili, kültürü, milleti ne olursa olsun islamiyet tüm toplumlara seslenmiştir. Bu yönüyle islamiyetin çıkışında ırkçılık yoktur, kavmiyetçilik yoktur. Kuşkusuz islam dini Arap topraklarından çıkmıştır. Muhammed bir Arap’tır. Bu yönüyle islamiyete ilk inananlar ve yayanlar, bu konuda emek harcayanlar Araplardır. Bu açıdan tabii ki Arap kültürü islamiyet içerisinde etkisini sürdürmüştür. Bugün de islamiyet içerisinde Arapların önemli bir yeri vardır. Ancak daha sonra birçok halkı içine alan bir islamiyet gerçekliğini ortaya çıkarmıştır. Farslar, Kürtler, Türkler, Orta Asya Türkleri, siyahiler, Berberiler, Afganlar, Pakistanlılar, Endonezyalılar, Malezyalılar, Filipinlere kadar islamiyet yayılmıştır. Bu topluluklar islamda kardeşliği buldukları için ve islamiyetin topluluklar arasında ayrım yapmadığını düşündükleri için bu dini kabul etmişlerdir. Bu yönüyle islamiyetin ilk yayılmasında din kardeşliği, yani ümmet önemli rol oynamıştır. İslam ümmeti içerisinde olanlar herhangi bir ayrıcalığa tabi tutulmadan eşit haklara sahip olmuşlardır. Zaten bu karakteri nedeniyle islamiyet geniş alanlara yayılmıştır. Eğer bir kavim dini olsaydı, islamiyete sahip olanlar arasında bir ayrıcalık olduğu görülseydi, farklı topluluklar islamiyeti benimsemezdi. Bu yönüyle islamiyetin yayılmasında rol oynayanlar islamiyetin yayılmasını sağlamak için evrensel dil kullanmışlardır. Evrensel mesajlar vermişlerdir. Tüm ezilenleri temsil ettiklerini söylemişlerdir. Zulme karşı çıkmışlardır. Hak, adalet arayışı içerisinde olduklarını vurgulamışlardır. Bu mesajlar verilmeseydi, islamiyet yayılmazdı.
Halklar hıristiyanlığın ve islamiyetin çıkışından önceki süreçlerde zalimlerin, sömürücülerin baskısı altında büyük acılar ve yoksulluklar çekmektedir. Diktatörler, zalimler insanların haklarını çiğnemektedirler, emeklerini gasp etmektedirler. İnsanların üzerinden keyfi zulüm ve baskı uygulamaktadırlar. İnsanlık da bu zulüm ve baskıdan kurtulmak için zulüm ve baskıya karşı direnen hak, adalet ve eşitlik arayışı içinde olan peygamberlerin çağrılarına olumlu cevap vermiştir. Hıristiyanlığın o kadar çok yaygınlaşmasının nedeni Roma köleci imparatorluğunun zalim olması ve köleci Roma İmparatorluğu altında insanlığın inim inim inlemesidir. Bu nedenle hıristiyanlık Roma’nın egemenliği altındaki topraklarında çıkmış ve tüm Roma’ya yayılmıştır. Sonuçta Roma’nın tümünü fethetmiştir. Roma kralları bile hıristiyanlığı kabul etmek zorunda kalmışlardır. Hıristiyanlığı kabul etmedikleri takdirde yerle bir olacaklarını düşünmüşlerdir. Bu nedenle hıristiyanlığı devlet dini yapan, egemen dini yapan, egemenlerin hizmetine sokturarak hıristiyanlığın hak ve adaletle zulme karşı yarattığı rüzgarın önüne geçmeye çalışmışlardır. Nitekim hıristiyanlığın devletleşmesi ve devletle tanışmasıyla birlikte gerçek özünden sapmıştır. İslamiyet de devlet dini olduktan sonra hak, adalet, eşitlik ve özgürlük taleplerinin sahiplenicisi bir din olma karakterinden uzaklaşmıştır. Toplum içinde islamiyetin değerleri varlığını sürdürse de, devlet dini birçok yönüyle kontrol ettiğinden islamiyet adına yapılanlar haktan, adaletten uzak olduğu gibi, toplum üzerinde baskının da aracı haline getirilmiştir.
Hıristiyanlık devlet dini olmasaydı islamiyet bir din olamazdı
Kuşkusuz hıristiyanlık içinden çıkan birçok mezhep ve tarikatın hıristiyanlığın ilk çıkışındaki mesajları savunmaya ve bunu insanlara yaymaya çalışmışlardır. Fakat Roma İmparatorluğu’nun hıristiyanlığı devlet dini haline getirmesinden sonra hıristiyanlık yeni bir döneme girmiştir. Ezilenler açısından eski çekiciliğini kaybetmiştir. Zaten hıristiyanlık devlet dini olmasaydı, eski çekiciliğini kaybetmeseydi, toplumsal sorunlara çözüm bulma kapasitesini bu devletçi karakteriyle yitirmemiş olsaydı islamiyet bir din olarak neşet etmezdi. İslamiyet dininin ortaya çıkışıyla, hıristiyanlığın devlet dini haline gelmesi arasında kesinlikle bağ vardır. Hıristiyanlığın devlet dini olmasıyla birlikte toplumlar yeniden hak, adalet arayışı içerisine girmişlerdir. Hak, adalet, özgürlük çağrılarına ses verecek yeni bir durum ortaya çıkmıştır. Bu duruma Hz. Muhammed’in peygamberliğiyle cevap verilmiştir. Hz. Muhammed’in çıkışıyla birlikte zalim imparatorların, zulüm yapanların, sömürenlerin baskısından, zulmünden ve sömürüsünden kurtulmak isteyenler bu sefer de yönünü islamiyete çevirmişlerdir. İslamiyet de bu objektif zeminde tarih sahnesine çıktığı için genişlemek, büyümek açısından bütün halklara seslenmiştir. Böyle büyümüştür ve dünya dini haline gelmiştir.
İslamiyet 1400 yıldır insanlık üzerindeki etkisini sürdürmektedir. Özellikle ilk yüzyıllarda çok geniş alanlara yayılmış büyük bir uygarlık gerçekliği ortaya çıkarmıştır. Bunun, islamiyetin ümmet anlayışıyla doğrudan bağı vardır. Nasıl ki sosyalizm, enternasyonalizm anlayışıyla bütün dünyaya yayılmaya çalışmışsa, islamiyet de ümmetçilikle ve din kardeşliğiyle ırk, dil, cins farkı gözetmeden herkese seslendiği için büyük din olabilmiştir. İslamiyet’in en büyük değeri, en büyük silahı ümmetçilik olmuştur. Bu yönüyle de ümmetçilik anlayışı dünden bugüne etkisini ve varlığını sürdürmüştür. Ümmetçilik güzel bir değerdir. Bu nedenle islamiyet ilk çıktığı dönemde halklar ve toplumlar arasındaki birçok sorunu çözebilmiştir. Ümmetçilik zihniyetiyle islamiyete inanan halklar arasında kardeşlik ve dayanışma olmuştur. Kültür alışverişi olmuştur. Ekonomik akışkanlık olmuştur. Sosyal, kültürel ve ekonomik ilişkiler farklı kültürlere sahip toplumlar üzerinden geliştiğinden bu büyük islam uygarlığını ortaya çıkarmıştır. Sadece Arabistan’la sınırlı kalsaydı, bir islam uygarlığından bahsedilemezdi. Bu uygarlık kültür alışverişiyle, sosyal ilişkilerle, ekonomik ilişkilerle mayalanmış ve büyümüştür. Çünkü her milletin kendine göre güzel değerleri vardır, kültürel değerleri vardır. Ekonomik potansiyeli, sosyal yaşam anlayışı vardır. Bunlar arasında sıkı bir ilişki olmuştur. Araplarla Kürtler, Araplarla Türkler, Türklerle Kürtler, Farslarla Kürtler, Afganlarla Farslar, Afganlarla Araplar, Pakistanlılarla Farslar arasında yoğun ilişkiler gelişmiştir. Bu ilişkiler diğer islamiyeti benimseyen halklara, milletlere, topluluklara kadar uzanmıştır. Bu aynı zamanda büyük bir kültür alışverişini, ekonomik ve sosyal alışverişi ortaya çıkarmıştır. Bunlar olmasaydı, büyük islam uygarlığından bahsedebilir miydik?
Ümmet anlayışı halklar arasındaki ilişkiyi geliştirdiği gibi, halklar arasındaki sorunlara çözüm bulmuştur. Halkların barış içerisinde yaşamasını sağlamıştır. Zaten islam dini barış mesajıyla tarih sahnesine çıkmış ve etkili de olmuştur. Bu açıdan kim islam’ın ümmet anlayışına, ortaya çıkan ümmet kültürünün Ortadoğu’da yaygınlaşmasına ve bir toplumsal değer haline gelmesine olumsuz bakabilir. Ümmetçilik, islamiyete inanan halklar coğrafyasının çok önemli bir değeridir. Bu değerlerle hala Ortadoğu’da ve islamiyete inanan halklar arasında birçok sorun çözülebilir. Doğru ümmet anlayışı ve yaklaşımının böyle bir kapasitesi vardır, böyle bir önemi vardır.
Kuşkusuz devletçi zihniyetler ya da bir devlete hakim olan hakim millet anlayışı ümmetçiliğe zarar vermiştir. Osmanlı İmparatorluğu içinde Türkler birinci halk olmuştur. İran, Pers, Sasani İmparatorluklarında Farslar birinci halk olmuşlardır. Devlet mekanizmasını esas olarak onlar yönetmişlerdir. Emevi, Abbasi imparatorluklarında esas olan halk, Araplardır. Bu söz konusu halklara kimi ayrıcalıklar ve belirli avantajlar getirmiştir. Ama yine de kapitalist modernist çağa kadar bu farklılıklar ve ayrıcalıklar halkların inkar edilmesini, yok edilmesini hedefleyen bir amaç ve politika çerçevesinde olmamıştır. Bu imparatorluklar Kürtleri yok edelim, Türkleri yok edelim, Arapları yok edelim, Azerileri yok edelim, Belucileri yok edelim gibi planlı bir biçimde tek tipleştiren ve imparatorluğu tek milletin hakim olduğu bir coğrafya haline getiren planlı ve örgütlü bir politika yürütmemişlerdir. Dini siyasete alet eden büyük imparatorluklar döneminde de ümmet anlayışı, en azından toplumsal tabanda ve islamiyete inanan halklar arasında varlığını ve etkisini sürdürmüştür.
Ümmetçilik biat etmenin bir kavramı haline getirilmiştir
İslamiyet Emevilerle birlikte devlete bulaşmıştır. Devlete bulaştıktan sonra islamiyetin birçok değeri gerçek özünden sapmıştır. İçi boşaltılmış ve birçok kavram, değer kabuk haline gelmiştir. Bu yönüyle, nasıl ki hıristiyanlık Roma dini olup devletle bütünleşince gerçek özünden ve karakterinden; hak, adalet ve eşitlik değerlerinden önemli oranda kopartılmış ve devlet dini haline gelerek birçok değerini kaybetmişse; islamiyet de devletle bütünleşince ve devlet dini haline getirilince çıkışındaki hak, adalet, eşitlik değerleri özünden boşaltılmış ve devletin hizmetine sokulan kavramlar haline getirilmiştir. İslamiyetin devlet dini ve devletin ideolojik aracı haline getirilmesinden sonra söz konusu imparatorluklar ümmetçiliği, islam halklarını kendi egemenliği altında tutmanın ve iktidarlarını sürdürmenin bir aracı olarak kullanmışlardır. İktidara bağlanmanın, boyun eğmenin ve iktidara karşı çıkmamanın bir kavramı haline getirilmiştir. İslam ümmetinden olanlar, Emevi ve Sasanilere biat edeceklerdir, islam ümmetinden olanlar Osmanlıya boyun eğeceklerdir. Yani ümmet kavramı halklar arası kardeşlik zihniyetinden çıkarılıp, devlete biat etmenin bir değeri haline getirilmiştir.
Devlet ile ilişkilenince islamiyet özelliklerini içerik olarak kaybetmiştir. Devlete hizmet eden kavramlar haline getirilmiştir. Hatta islamiyetin birçok kavramına ve değerine bazı yönleriyle toplumu olumsuz etkileyen, toplumsal değerleri olumsuz etkileyen bir rol oynatılmaktadır. Ancak islamiyetin devlet dini olmasından sonra da ümmet anlayışı toplumlar arasındaki ilişkilerde belirli düzeyde olumlu rol oynamaya devam etmiştir. Bu açıdan kapitalist modernite öncesine kadar islam halkları arasındaki kardeşlik bağı, belli düzeyde varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Çeşitli olumsuzluklara rağmen, bazı milletler söz konusu imparatorluklar içerisinde daha fazla gelişme imkanı bulsalar da birbirini dıştalayan ve yok eden bir politika ve düşmanlık içinde olmamışlardır.
Kapitalist modernizmin ortaya çıkmasından sonra durum değişmiştir. Kapitalist modernizmin gelişmesinin en önemli araçlarından birisi ulus devlettir. Ulus devletçilik, kapitalizmin gelişmesinin formu haline getirilmiştir. Kapitalist modernite ile birlikte ulus devletçilik ve bunun ideolojisi milliyetçilik yeni bir din haline getirilmiştir. Kapitalist üretimin ve sömürüsünün sahipleri burjuvalar kendilerine sömürü alanları tekeli yaratmak için ulus devlet anlayışını fetişleştirmişlerdir; ulus devleti kutsallaştırmışlardır. Bu yönüyle Fransızlar, Fransız ulus devletini; Almanlar, Alman ulus devletini; İtalyanlar, İtalya ulus devletini yaratmışlar ve bu ulus devleti de dokunulmaz bir kutsallığa çıkarmışlardır. Bunu da milliyetçilik ideolojisiyle savunmuşlardır. Ulus devlet ve milliyetçilik ideolojisi baş başa gelişmiştir. Bu ulus devlet anlayışının ve milliyetçiliğin ortaya çıkmasıyla birlikte evrensel dinlerin –hıristiyanlık ve islamiyetin– inananlar arasında yarattığı kardeşliği bozmuştur.
Ulus devlet zihniyetinden en çok Kürtler zarar görmüştür
Geçmişte de mezhep savaşları olmuştur. Özellikle de Avrupa’da mezhep savaşlarında çok kan dökülmüştür. Ama bu mezhep savaşlarının arkasında da çeşitli ekonomik, sosyal çıkarlar ve egemenlik çatışması vardır. Çeşitli iktidar güçleri mezhepleri ideolojik araç olarak kullanıp bu savaşların çıkmasına yol açmışlardır. Kuşkusuz bunu hıristiyanlığın ve islam’ın tüm mezhep ya da tarikatları için söyleyemeyiz. Bazı mezhepler ve tarikatlar ise mevcut dinlerin devletleşmesi ve bozulmasından sonra toplumu savunan, hıristiyanlık ve islamiyetin bu devletler tarafından özünden koparıldığını söyleyen bir duruş içinde olmuşlardır. Her ulusa bir devlet zihniyetinin ya da devletin bir ulusa dayandırılması zihniyetinin Ortadoğu’daki sonuçları çok ağır olmuştur. Farklı halkların yaşadığı Ortadoğu coğrafyası, kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya girmesiyle birlikte Ortadoğu’da halklar arası, milletler arası savaş dönemi başlamıştır. Ulus-devletçiliği ve milliyetçiliği teşvik etmişlerdir. Araplara Farslara ayrı devlet, Türklere Kürtlerin ayrı devlet, her ulusa bir devlet anlayışını Ortadoğu’ya bir fitne gibi sokmuşlardır. Bu anlayışla egemen ulus sahipleri diğer ulusları ezmeyi, hatta fiziki ve kültürel soykırımla ortadan kaldırmayı ulus devlet zihniyetinin gereği olarak görmüşlerdi. Kapitalist modernizmin sahipleri, Batı emperyalizmi ve kapitalizminin modernist değerlerini Ortadoğu’ya sokarak halklar arasında yarattıkları kavga üzerinden Ortadoğu’da kendi egemenliklerini kurmaya çalışmışlardır. Nitekim 200 yıldır halklar çok büyük zararlar görmüşlerdir.
Kuşkusuz farklı halkların öne çıkarılması, egemenliği olmuştur. Ancak hiçbir egemenlik ve baskılar kapitalist dönemdeki kadar yıkıcı olmamıştır. Osmanlı imparatorluğunun halklara en büyük zarar verdiği dönem Batı Avrupa kapitalizmiyle tanışmasından sonradır. Her ne kadar kapitalizmin ekonomik ve sosyal anlayışı Osmanlı coğrafyasına geç ulaşsa da, Osmanlı İmparatorluğu’na ulus devlet fitnesi 19. yüzyılda girmiş, egemen ulus olan Türklerin kendilerini devlet içerisinde hakim kılma ve böylelikle diğer halklar üzerinde baskı ve sömürüyü artırması yaşanmıştır. Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu içinde 18. yüzyılla birlikte batıdaki halklar başta olmak üzere bütün Osmanlı coğrafyası üzerindeki halklar arasında Osmanlı’ya karşı bir tepki gelişmiştir. Bu tepkiler sadece batıdaki halkların kapitalist modernitenin etkisine erkenden girmesiyle açıklanamaz. Bunun da etkisi vardır, ama bu tek taraflı değildir. Sadece kapitalist modernitenin etkisine Balkanlar’daki hıristiyan halklar girmemiştir. Bizzat Osmanlı devletinin asker ve sivil bürokrasisi içinde de kapitalist modernitenin zihniyeti ve onun sonuçları ortaya çıkmaya başlamıştır.
İlk çatışmaların Osmanlının Rumeli toprağı denilen alanlarda başlaması tesadüfi değildir. İki tarafta da kapitalist modernitenin etkileri açığa çıktığından dolayı bu çatışma yaşanmıştır. Bu çatışmanın Araplara ve Kürtlere kadar yansıması da böyle ikili bir karaktere sahiptir. Sadece kapitalist modernite Ortadoğu’ya girdi, Arapları etkiledi, Kürtleri etkiledi; ulusçuluk, milliyetçilik gelişti, çatışmalara yol açtı biçimindeki değerlendirmeler doğru değerlendirmeler değildir. Bu çatışmalar Osmanlının kapitalist moderniteyle tanışmasından sonra zihniyeti ve uygulamalarında kapitalist modernitenin etkilerinin ortaya çıkmasıyla gelişmiştir. Kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya girmesi ve Osmanlı zihniyetinde etkili olmasıyla birlikte 18. yüzyılda ulus devlet zihniyetiyle farklı milliyetçiliklerin çatışma dönemi başlamıştır. Bu yönüyle kapitalist modernitenin halkların ümmet anlayışı çerçevesinde çeşitli sorunlarına çözüm bulma yaklaşımlarının tümünü ortadan kaldırmıştır. Özellikle de kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya girmesiyle birlikte dünden bugüne hakim uluslar –Türkler, Araplar, Farslar– kendi ulus devletlerini şekillendirmeyi hedeflemişler ve bunun sonucu da Arap, Fars,Türk olmayan topluluklar çok büyük zararlar görmüşlerdir. Bundan en büyük zararı da kuşkusuz Kürtler görmüştür.
Başka halklar da Ortadoğu’ya giren ulus devlet zihniyeti ve milliyetçilikten zarar görmüşlerdir. Ama en fazla baskı, zulüm gören, 20. yüzyılın son çeyreğinde nerdeyse yok olmayla karşı karşıya kalan Kürt gerçeğidir. Kapitalist modernitenin ulus devlet anlayışı ve onun topluluklarda oluşturduğu milliyetçilik fitnesi Ortadoğu halklarına, toplumlarına verdiği zararın çok kapsamlı irdelenmesi gerekir. Modernizm öyle söylendiği gibi halklara barış, iyilik, güzellik, refah getirmemiştir. Avrupa’da gelişen Rönesans ve Reform’un ilk dönemlerinde toplumlarda yarattığı olumlu gelişmeleri bundan ayrı görüyoruz. Ki kapitalizmin ulus devlet anlayışının kendisini hakim kılmadığı süreçlerde daha çok demokratik toplum hareketi, halkların demokratik uyanışı, hümanizm ve düşünce özgürlüğünün gelişmesi olarak ifadelendirmek gerekir bu süreci. Bu dönem kapitalist modernite olarak tanımlanamaz. Feodalizme karşı halkların tepkisinin ortaya çıktığı sürece damgasını vuran Rönesans ve Reform çağına demokratik modernite dönemi de denilebilir. Bu süreçte Avrupa’da önemli gelişmeler de açığa çıkmıştır.
Ortadoğu halkları barış içinde kardeşçe yaşayabilir
Kapitalist modernist çağın Ortadoğu’da hiçbir olumlu etkisinden söz edilemez. Belki Rönesans ve Reform’un etkisiyle var olan demokratik modernist dönemin bazı yansımaları olmuş olabilir. Ancak bu talidir. Ezici etkisi bütün Ortadoğu halklarını olumsuz etkileme, onlar için savaş, acı, yoksulluk olmuştur. Özellikle de son iki yüzyıllık Ortadoğu tarihini kapitalist modernizmin etkisinde acıların, sömürünün, baskının her türlü zalimliğin, çirkinliğin yaşandığı bir çağ olarak değerlendirmek gerekir. Bu açıdan kapitalist modernitenin bütün Ortadoğu halkları üzerindeki etkisinin kapsamlı bir şekilde değerlendirilmesi gerekiyor. Eğer doğru bir ümmet anlayışıyla yaklaşılacaksa, gerçekten islamiyetin ilk çıkışındaki o islam kardeşliği, din kardeşliği anlamlı kılınacaksa, her şeyden önce de kapitalist modernitenin ortaya çıkmasıyla birlikte Ortadoğu’da halklar arasında yarattığı olumsuzluğun çok gerçekçi bir biçimde ortaya konulması gerekmektedir. Eğer kapitalist modernitenin halklar ve toplumlar üzerindeki etkisi kapitalist modernist düşüncenin etkisinden, yani milliyetçilikten uzak biçimde değerlendirmeye tabii tutulursa o zaman gerçekten islamiyetin Ortadoğu’da ortaya çıkardığı ümmet anlayışının bugün tarihsel bir anlamı olabilir. Toplumların özgürleşmesi, demokratikleşmesi ve barış içerisinde yaşamasında bir kültürel değer olarak rol oynayabilir.
Ümmet kardeşliği tabii ki tarih içinde bir kültürel değer ortaya çıkarmıştır. Sadece islamiyeti benimseyen toplumların kendi arasındaki bir değer olmaktan çıkmış, toplumların bütün yaşamlarına sinmiş bir değer haline gelmiştir. Tüm Ortadoğu toplumlarının tarih içindeki değerleriyle kaynaşarak toplumsal kültürün parçası haline gelmiştir. Bu açıdan kültürel islam kavramı bu tür değerleri de ifade etmesi nedeniyle daha derin ve toplumsal içerik kazanmıştır. Yani islamiyetin kültürel değerlerinin bütün toplumu etkileyen ve onların yaşamının bir parçası olan değerler haline geldiğini söylemek gerekmektedir.
Bugün de ümmet anlayışının olumlu roller oynayacağını görmek gerekir. Kuşkusuz islamiyetin devlete bulaşması ve devlet dini haline gelmesinden sonra zedelenen ümmet anlayışı, kapitalist modernite çağıyla birlikte tamamen çarpık bir kavram haline getirilmiştir. Hatta ümmet kardeşliği, islam kardeşliği kapitalist modernitenin ulus devlet ve milliyetçiliğin bir aracı haline getirilmiştir. Özellikle de ezilen ve baskı altına alınan toplulukları egemenlikleri altında tutmanın etkili bir aracı ve değeri olarak çok kötü kullanılmıştır. Öyle ki ulus devletin hizmetine sokulmuştur. ‘Din kardeşiyiz’ denilerek topluluklar üzerinde egemenlik gizlenmeye ve örtülmeye çalışılmıştır. Ya da ezilen halkların kapitalist modernite zihniyetiyle kurulan ulus devletlere ve onun şoven milliyetçi yaklaşımlarına karşı direnişini kırmak için hep ümmet kardeşliği hatırlatılmıştır. ‘Kardeşiz, ümmetiz, aynı dinin mensuplarıyız. Bu nedenle ayrılığa, gayrılığa, kavgaya ne gerek var’ denilerek kendi hakimiyetlerini meşrulaştırmak istemişlerdir. Bütün toplumsal yaşamı hakimiyeti altına alan ve toplumsal yaşam içerisinde baskın olan kimlik, ‘din kardeşiyiz’ diyerek, bu baskın kimliğini meşrulaştırmak ve sürdürmek istemiştir. Ümmet kavramının bu biçimde kullanılmasını ulus devlet haline gelmiş Türklerde de, Araplarda da, Farslarda da görmekteyiz. Bugün Türk devleti “ümmet kardeşiyiz, bin yılların kardeşliği var, bu kardeşliğimizi kimse bozamaz” söylemi altında Kürtlerin kimlik, kültür, dil ve kendi kendini yönetme gibi en doğal ve en demokratik haklarını reddetmektedir.
Kürtler, bugün sadece Türklere değil, tüm Ortadoğu halklarına “birlikte yaşayalım” diyor. Bunu en somut olarak Türkiye’de ortaya koyuyor ve pratikleştirmek istiyor. Bizzat PKK; “Kürtler ümmetin parçasıysa, o zaman ulus-devletçi zihniyetten uzak,kapitalist modernitenin Ortadoğu’yu kan gölünü çevirdiği ve zehirlediği milliyetçilikten uzak bir anlayışla, gelin kardeşçe yaşayalım” diyor. “Eşit haklara sahip olarak kardeşçe yaşayalım” demesine rağmen Kürtlerin talepleri reddediliyor. Talepleri reddedilirken, “Biz din kardeşiyiz, ümmetiz, ayrımız gayrımız yok, bin yıllardır birlikte yaşadık, bundan sonra da birlikte yaşayalım” diyerek mevcut Türk hakim kimliğini, baskın kimliğini Kürtler üzerinde sürdürmeyi amaçlıyorlar. Din kardeşliğini Kürtlerin bu baskın ve hakim kimlik içinde eritilen, yok edilen bir konumda kalmasının ideolojik aracı yapıyorlar. İşte ümmetçiliğin bugün Türkiye’deki kullanılış biçimi Kürtleri egemenliği altında tutmaya yönelik bir söylemden başka bir anlam taşımıyor. Yani “ümmet kardeşiyiz, din kardeşiyiz, bizim ne hakkımız varsa sizin de o hakkınız var” denmiyor. “Siz de kimliğinizi özgürce yaşayın, anadilde eğitiminizi yapın, kendi kendinizi yönetin” denmiyor. Demokratikleşmeyi geliştirerek her kimlik kendi doğal haklarını en iyi biçimde ifade etsin gibi bir yaklaşım gösterilmiyor.
Din, Kürdistan’da egemenliğin ve kültürel soykırımı meşrulaştırmanın ideolojisi olarak kullanılmaya çalışılıyor. Bugün Kürtler üzerinde siyasal egemenliği ve kültürel soykırımı sürdürmek için din kardeşliğinden söz ediliyor. Halkın dini duygularına sesleniliyor. Kürt halkını bu söylemle aldatıp egemenliğini sürdürmeyi hedefliyor. Kendine göre dini kurumlaşmalar ve örgütlenmeler yaratarak, bunlar üzerinden Türk devletinin siyasal sömürgeciliğini meşrulaştırmaya, Kürtlerin özgürlük ve demokrasi mücadelesini durdurmaya çalışıyorlar. Bu, ümmet anlayışının kötü kullanılmasıdır. Halklar arasındaki kardeşliğin ve güzel duyguların ifadesi olarak islamiyetin bir değeri olan ümmet anlayışı, ulus devlet zihniyeti ve şoven milliyetçilikle içeriği boşaltılmış ve farklı bir anlama kavuşturulmuştur. Böyle çarpık ümmet anlayışıyla halkların kardeşliğinin yaratılması bir yana, egemen ulusların üstünlüğünü kabul ettirmenin aracı haline getirmiştir. Ortadoğu’da birçok sorunun ortaya çıkması bu tür anlayışlardan kaynaklanmaktadır. İslamiyetin –kültürel islam’ın– özünde olan doğru ümmetçi anlayışla diğer halkların ne istediklerini anlama yerine, kapitalist modernitenin ulus devlet etkisiyle ümmetçiliğe farklı anlam verip ulus devlet zihniyeti sürdürülmek istenmektedir. Bu belki de islamiyete yapılan en büyük saldırıdır. İslamiyet adına islamiyetin tarihsel özünden ve değerlerinden boşaltılmasıdır. İslamiyete ters ve islamiyetin kabul edemeyeceği amaçlara hizmet ettirilmesidir.
Bu çarpık ümmet anlayışı sadece Türkiye’de değil, İran’da da var, Arap ülkelerinde de var. Kuşkusuz İran ve Arap ülkeleri Türkler gibi “Kürtleri tanımıyoruz” ya da “Kürtleri Türkleştireceğiz” gibi kaba bir yaklaşım göstermiyorlar. Türk devletinin Kürtleri inkar etme biçimi ve Kürtleri Türkleştirme politikaları gerçekten de çok ayrı değerlendirilmesi gereken bir konudur. Bu yönüyle çok şovenist karaktere sahiptir. Özü itibarıyla sadece Kürtlere değil, bütün halklara karşı düşmanlığa dayanan bir milliyetçilik anlayışı vardır. İslamiyeti de bu milliyetçi anlayışla yorumlama vardır. Bu yönüyle Türkiye’deki ümmetçi anlayışın ya da bu kavramı kullanma biçiminin çok iyi irdelenmesi gerekir. Aslında İran’da ümmet anlayışını kötü biçimde kullanmaktadır. İran’da Kürtlerin ya da farklı halkların kendi kimlikleri ve kültürleriyle var olması, kendi kendini yönetmesine karşı çıkmaktadır. İran her ne kadar bir islam ülkesiyim dese de, ulus devletçi zihniyetle diğer halkların doğal ve demokratik haklarını reddetmektedir.
Ulus devletçi zihniyet din düşmanlığını geliştiriyor
İran tarihi aslında halkların haklarına saygılı olan, kendi kendisini yönetmesini kabul eden bir zihniyete dayanmaktadır. Bu nedenle İran tarihi her zaman halkların federasyonu tarihi olmuştur. Yani Kürtlerin, Azerilerin, Belucilerin kendi kendilerini yönettiği, ama ortak ülke ve devlet içinde birlikte yaşadıkları bir dönemdir. Ama kapitalist moderniteyle birlikte İran’daki bu farklı halkları anlayan, onların özgünlüklerine dikkat eden bir yaklaşım zehirlenmiş ve orada da Farsları hakim kılmak isteyen milliyetçilik giderek kendisini etkin kılmıştır. Bugün İran’da da şialık adı altında Fars milliyetçiliği yapılmaktadır. Öyle ki İran şialığı bir yönüyle Fars milliyetçiliğinin dini formu haline gelmiştir. Bu yönüyle kapitalist modernite zihniyeti İran’da da halklar arası sorunlar yaratmıştır. Hatta kapitalist modernitenin İran’ı da sorunlar yumağı haline getirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Benzer bir durum Arap dünyasında da var. Buna Irak örnektir. Arap milliyetçiliği Kürtlerle hep kavgalı olmuş, Kürtlerin en doğal haklarını reddetmiş ve bunun sonucu olarak da Irak iflah olmamıştır. Irak’ın bu duruma gelmesinin nedeni de ulus-devletçi milliyetçi anlayıştır. O milliyetçi anlayış bugün Irak’ı bir harabeye çevirmiştir, yıkıma yol açmıştır. Kapitalist modernite zihniyeti yerine doğru bir ümmet anlayışı içinde olunsaydı ve ümmet anlayışı islamiyetin ilk çıkışındaki hak, adalet, eşitlik değerlerine dayandırılsaydı ve çağımızın gelişen demokratik değerleriyle bütünleştirilseydi, Irak demokratik bir federasyon içerisinde rahatlıkla halkların kardeşliği içerisinde güçlü bir ülke olabilirdi. Doğru bir ümmet anlayışı hakim olsaydı ne Irak içinde kavgalar yaşanırdı, ne de Irak’a dış müdahale gerçekleşebilirdi. Ama ulus devletçi zihniyetin Irak’ta etkili olması, sonuçta Irak’a çok ağır bedeller ödetmiştir.
Birçok Arap ülkesinde de bu tür sorunlar vardır. Bugün Suriye’de de hala ulus devletçi zihniyet hakimdir. Bu da Irak gibi Suriye’nin sorunlarını çözmesi ve demokratikleşmesi önünde engel teşkil etmektedir. Irak, Türkiye ve İran kadar olmasa da Suriye’de de önemli bir Kürt nüfusu vardır. Ama bu Kürt nüfusu da ulus devlet zihniyetiyle Suriye’yi tek ulusun devleti haline getirme politikası sonucu –Türkiye kadar olmasa da– kültürel soykırım tehdidi altındadır. Mevcut iktidar da muhalif güçler de Kürtler söz konusu olduğunda aynı zihniyeti sürdürmektedir. Eğer Suriye farklı kimliklerle saygıyı gerektiren demokratik anlayışla doğru ümmetçilik anlayışını birleştirebilseydi, bugün Kürtlerle kardeşlik içerisinde yaşayan, ciddi sorunlarla karşılaşmayan demokratik bir Suriye haline gelebilirdi. Suriye Ermeni, Dürzi, Süryani ve Kürtlerin kimliklerini özgürce yaşadığı demokratik bir rejim içinde güçlenirdi. Bugün yaşadığı sorunlar gerçekleşmezdi. Aleviler de böyle bir Suriye’de etkin bir topluluk olarak demokratikleşmenin temel aktörlerinden biri haline gelirdi.
Ulus devlet, otoriterizme yol açıyor; baskı ve sömürünün hakim olduğu bir ülke ortaya çıkarıyor. Ulus devletler bütün halkları, toplulukları tek kimlik etrafında birleştirme politikası izleyince doğal olarak otoriter ve diktatör oluyorlar. Kapitalist modernite çağında eski çağlardaki iktidar zihniyetinden çok ayrı olan ulus devlet anlayışı sonucu zalimce sonuçlara yol açan tek tipleştirme politikalarıyla karşılaşılmaktadır. Eski çağlarda böyle zalimlikler görülmezdi. İmparatorlar, krallar, şahlar, sultanlar sadece kendi iktidarlarının kabul edilmesini isterlerdi. Kendi iktidarları kabul edildiği taktirde, yani vergileri verildiği ve asker olunduğu takdirde o halklara karışmazlardı. Ulus devletler sadece iktidarının kabul edilmesini istemiyor, bundan öte farklı kimliklerin de yok edilmesini hedefleyen bir iktidar zihniyetinde olduğu için kültürel soykırım gerçekleştiriyor. Farklı kimlikleri yok etme anlayışı olduğu için çağımızda, feodal dönemden daha zalimce baskılar ve zulüm gerçeği açığa çıkmaktadır. Ulus devletçi anlayış öyle bir tekçilik yaratıyor ki, öyle bir zihniyete sahip ki, tek devlet denilince, tek ulus denilince ve tek vatan denilince aslında bu tek dine kadar gidiyor. Ulus devletçi zihniyet din düşmanlığını da geliştiriyor. Çünkü bu zihniyette çoğulculuk değil, tek tipçilik vardır. Mısır da hıristiyanlar ve müslümanlar arasındaki çatışmanın ortaya çıkmasının altında da ulus devlet zihniyeti vardı. Tekçi zihniyetin hakim olması, baskın dinin diğer dinler üzerinde baskı yaratması gibi bir eğilim ortaya çıkarıyor.
Bugün birçok yerde ulus devletler farklı etnik kültürel kimlikleri eziyorlar. Farklı dini inanışları da eziyorlar. Bu yönüyle kapitalist modernite çağı Ortadoğu’ya çok büyük kötülükler getirmiştir. İslamiyetin değerleri içerisinde olan ve islamiyetin toplumsal kültürel değerleri haline gelen ümmetçilik, kapitalist modernite çağında tümden zehirlenerek, hatta içeriğinin tersine anlamlar yüklenerek halklar, topluluklar, farklı inanışlar arasındaki barış ortadan kaldırılmıştır. Bırakalım farklı kimlikleri ve halkları, farklı inançlar da kapitalist modernite çağında yok edilmiştir. Ortadoğu’da Ermeni Süryani gibi hıristiyan toplulukların yok edilmesi ve kaçırtılması, en fazla da kapitalist modernite çağında olmuştur. Kapitalist modernite çağı öncesinde Ortadoğu’da Süryaniler, êzidiler, aleviler, hıristiyanlar önemli bir nüfusa sahipti. Çok geniş topluluklar içinde iç içe yaşıyorlardı. Bugün can düşmanı haline getirilen Yahudiler de birçok alanda yaşıyorlardı. Ama ulus devlet fitnesi, ulus devlet mikrobu, zehri Ortadoğu halklarının içine girince, sadece etnik topluluklar birbirine düşman olmamış, inançlar da birbirine düşürülmüştür. Öyle ki birbirini bitirmek isteyen uluslar ve inançlar gerçeği ortaya çıkmıştır. Geçmişte belirli düzeyde huzur ve barış yaşayan Ortadoğu, son iki yüzyıldır sürekli olarak savaşları ve katliamları yaşayan bir coğrafya haline gelmiştir. Bunda kapitalist modernitenin etkilerini ve ümmet anlayışının nasıl zehirlendiğini görmek ve doğru ümmet anlayışının demokratik değerlerle güncellenmesini sağlayarak, Ortadoğu’yu bu zehirli atmosferden kurtarmak gerekmektedir.
İslam anlayışını devletçi karakterinden arındırmadan halkların sorunları çözülemez
Doğru ümmet anlayışı ortaya çıkarılırken, farklı kimlikleri ve toplulukları din kardeşliği adına, ümmet anlayışı adına egemenlik altında tutma zihniyetine de son vermek gerekir. Din kardeşiyiz, kavgaya gerek yok deyip başkalarının haklarını reddetme yaklaşımına da son verilmesi gerekir. Din, toplulukları neredeyse kandırmanın, aldatmanın, haklarından vazgeçirmenin bir aracı haline getirilmiştir. Farklı toplulukları devlete ve iktidara bulaştırdıkları dinle uyutma politikası izlemektedirler. Bunun en somut hali Türkiye’de görülmektedir. Fettullahçılarla, tarikatçılarla ve ulus devlet zihniyetine bağlanmış devlet memuru olan imamlarla Kürt halkının taleplerinin önü alınmaya, direnişi kırılmaya çalışılmaktadır. Direnişi kırmada asker ve polisin yanında bir de böyle dini kurumları, devlet zihniyetini götüren imamları bir silah olarak kullanılıp Kürtlerin özgürlük mücadelesi bastırılmaya çalışılmaktadır. Bunu sadece Türkiye değil, İran, Irak ve Suriye de bunu yapıyor. Diğer Arap ülkeleri de bunu yaptı. Sadece farklı kimlikler ve halklar açısından değil; ezilen topluluklar, emekçiler ve hakları gasp edilenlerin direnişe geçmemeleri için de din kullanılmaya çalışılmıştır. Halbuki din haksızlığa ve adaletsizliğe, baskıya ve zulme karşı insanları tutum almaya çağıran bir olgudur. Zaten haksızlığa ve adaletsizliğe, sömürüye ve baskıya karşı çıktığı ve insanlara bu mesajları verdiği için islamiyet evrensel bir din haline gelmiştir. Ama şimdi bu mesajlara uygun bir yaşam isteyen; hak, adalet, özgürlük isteyen insanlar, dini kurumlar üzerinden bu istemlerinden vazgeçirilmeye çalışılmaktadır.
Bugün Ortadoğu’da islam anlayışını devletçi karakterinden arındırmadan, islam’ın toplumsal bir din olmaktan kaynaklı kültürel değerlerini doğru yorumlamadan, Ortadoğu’da halkların sorunlarını çözmek mümkün değildir. Bugün siyasal islamcılık; yani iktidar islamcılığı, islam’ın iktidara alet edilmesi bir gelenek haline getirilmiştir. Emevilerden bugüne bir de devletçi islam, iktidarın islamı, çıkarcıların islamı, sömürücülerin islamı vardır. Buna karşı tutum koymadan islam’ın güzel değerleri sahiplenilebilir mi? Veya kültürel islamdaki güzel değerler temelinde toplumsal sorunlara çözüm bulunabilir mi? Bu açıdan siyasal islam’ın dünden bugüne halklara verdiği zararın da irdelenmesi gerekir. İslam’ın iktidar aracı olmaktan çıkarılması gerekir. Tabii ki islami topluluklar da politik olmalıdır. Politika iktidar değildir. Politika devlet demek değildir. Politika toplumun kendi sorunlarına sahip çıkmaktır. Ama bugünkü siyasal islamcılar için politika halkların, toplulukların kendi haklarına sahip çıkması değildir. Onlar için politika iktidarı ele geçirmenin aracıdır. Özcesi siyasal islamcılar, iktidar ve devlet islamcılarıdır. Bu açıdan siyasal islamcılığın, yani devlet islamcılığının doğru analiz edilip mahkum edilerek, haklarına sahip çıkan adaletli ve politikleşmiş toplulukların yaratılması gerekiyor. İslami toplulukların böyle doğru bir politikleşmeye ihtiyacı vardır. Bu, siyasal islamcılık değildir. Bu, kendi toplumsal haklarını sahiplenen politik kişiliği ve politik toplumsallığı ifade etmektedir.
İnsanlık tarih içinde sorunlarını bu değerleri içeren politika ve ahlakla çözmüştür. Ahlak ve politika; yani kendi demokratik toplumsal anlayışıyla kendi sorunlarına sahiplenme, kendi sorunlarıyla ilgilenme insanlığın en temel değerleridir. Bugün bir taraftan ahlak bir taraftan insanların politik kimliği, politik kişiliği, politik duyarlılığı ortadan kaldırılarak, halklar üzerinde egemenlik kurulmaya çalışılmaktadır. Bu açıdan siyasal islamcılığa karşı mücadele, siyasal islamcılığı teşhir, siyasal islamcılığın iktidar ve devlet islamcılığı olduğunu ortaya koyma, siyasal islamcılığın hakla, adaletle ilişkisinin olmadığını gösterme, ama toplumsal sorunlara duyarlılığı olan ve ahlaki politik topluma dayalı islami toplumu, islami kardeşliği ise gerçek anlamda özgürlüğün demokrasinin tarihsel toplumsal değerlerinden olduğunu ortaya koymak gerekir. İslamiyet de bir kültürel, toplumsal değerler yaratmıştır; hak, adalet, eşitlik değerleri yaratmıştır.Tabii ki farklı toplumlarda da, inançlarda da hak, adalet, eşitlik değerleri vardır. Ortadoğu’nun bu yönlü toplumsal değerlerine islamiyet dışındaki topluluklar da çok önemli değerler katmışlardır. Kaldı ki islamiyet de kendinden önce bu değerleri yaratan toplumsallıklar üzerinde var olmuştur. Çünkü toplumsallığın kendisi nerede olursa olsun, ancak bu değerlerle var olabilir ve yaşamını sürdürebilir.
Günümüzde Ortadoğu’nun ağırlaşan sorunları düşünüldüğünde, özellikle de kapitalist modernitenin, ulus devletin halkları birbirine düşürdüğü gerçeği dikkate alındığında Ortadoğu’nun islam öncesi ve islamiyetle var olan toplumsal ve kültürel değerlerinin çağdaş demokratik değerlerle güncelleştirilip toplumsal sorunlara çözüm gücü haline getirilmesi çok önemli hale gelmiştir. Kapitalist modernitenin özellikle de islamdaki ümmet anlayışını tümden yok ederek onun yerine milliyetçiliği ve siyasal islamı ikame etmesi, siyasal islamı ulus devletin ideolojisinin bir parçası haline getirmesi sorunların daha da karmaşıklaşmasına ve çözümsüz hale gelmesine yol açmıştır. Dolayısıyla sadece kapitalist modernitenin ulus devletçiliğine değil, onun islam coğrafyasındaki izdüşümü olan ve günümüzde çok öne çıkmaya çalışan iktidarcı devletçi siyasal islamcılığı da kapitalist modernitenin ulus devletçi zihniyetinin bir türevi olarak görmek ve karşı çıkmak gerekir. Ancak siyasal islamcılığa karşı çıkarak kültürel islam’ın bir değeri olan doğru ümmetçilik anlayışıyla halkların kardeşliğine ve farklı toplulukların hak ve hukukuna, saygıya dayanan yeni bir zihniyetle Ortadoğu’da yeni bir demokrasi ve özgürlük çağı başlatılabilir; yeni bir demokratik uygarlık çağı gerçekleştirilebilir.Bu açıdan kapitalist modernizmin Ortadoğu halklarına getirip götürdüklerinin değerlendirilmesi yanında, dinlerin tarih içindeki olumlu rollerini de, iktidara bulaşmalarının getirdiği çok olumsuz sonuçları da kapsamlı değerlendiren, bu temelde doğru bir din yaklaşımını, islam’ın kültürel değerlerinin doğru ele alınışını ortaya çıkaran bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Bu temelde tarihten bugüne gelişen demokratik toplumcu değerlerle bütünleşen; yani Ortadoğu’nun kültürel islami değerleri de dahil bütün tarihsel olumlu değerleriyle birlikte yeni bir Ortadoğu’yu yaratmanın hamlesini başlatma görevi tarihsel olarak halkların, toplulukların önünde durmaktadır.