A- Entelektüel Görevler
Entelektüel görevleri basmakalıp bilinç oluşturma ve birimlere aktarma olarak belirlemeyeceğimi peşinen belirtmeliyim. Yapılması gereken ilk iş entelektüelliğin kendisini değerlendirmektir. Moderniteyi ‘Aydınlanma Çağı’nın (18. yüzyıl Avrupa’sı) belirlediği çokça söylenir. Yahudi soykırımı başta olmak üzere, ulus-devletçe sistematik olarak uygulanan sayısız fiziki ve kültürel soykırım modernitenin aydınlanma ideasına ölümcül darbe indirir. Entelektüel Adorno’nun, bütün tanrısallıkların artık susması gerektiğini söylediği andır bu. Aynı zamanda uygarlıkların vardığı son aşamadır. Bu önemli bir andır; çözümlenmesi yapılmadan bir adım bile ileriye atılamaz. Tarihsel bir iflas, yalan ve soykırım anından bahsediyoruz. Bir aydınlanma, bilinçlenme ve bilimlenme eylemi olarak entelektüellik kendisini bu andan soyutlayamaz. Baş suçlulardan biri olarak yargılanmak durumundadır. Suçun ve sorumluluğunun Hitler ve benzeri birkaç diktatörün üzerine yıkılması liberalizmin en iğrenç propagandasıdır. Hitler’leri beşikten mezara kadar besleyen sistem açıklanmadan hakikat açıklanmış olamaz; olsa olsa hakikate ihanet edilmiş olur. Entelektüelliğin temel görevi olan ‘hakikatin peşinde olmak’ ihanete uğramışken, hem de bu ihanet entelektüel sermayedar ve hamallığı tarafından yaygınca gerçekleştirilirken, kökten gözden geçirilmesi gereken hususlar var demektir. Entelektüel alanda kökten gözden geçirilmesi gereken konular çözümlenmedikçe, içine girilecek konum yeni entelektüel sermayedarlar ve hamallar olmaktan öteye sonuç doğurmaz.
Eğer küresel kriz içindeki sistem ancak olağanüstü kriz yönetimiyle sürdürülebiliyorsa, bu durumda entelektüel krizden bahsetmemek ya körlükten ileri gelir ya da sistemin iflah olmaz bir entelektüel sermayedarı ve hamalı olmakla mümkündür. Onur sahibi sıradan bir entelektüel, krizin asıl olarak zihniyet alanındaki tıkanmayla ilgili olduğunu kavramakta zorluk çekmez. Kaldı ki, sistem yapılanmalarıyla zihniyetleri arasında beden-ruh ilişkisine benzer bir bağ vardır. Yapısallık olarak bedenin krizi sadece ruh olarak zihniyet krizini gerekli kılmaz, krizin öncüsü kılar. Öncelik bedende değil, ruhsal krizdedir. Nasıl ki beyin ölümü beden ölümünün kesin kanıtıysa, zihniyet krizi de ancak yapısal krizin kanıtı olabilir. Açıkçası derin bir entelektüel krizin yaşandığı kesindir. Bazı alanlarda yapılacak yeniliklerle giderilemeyeceği için krize verilecek yanıt derinlik ister; sistemin dönüşümüyle ilgili olmayı gerektirir. Sistemin entelektüel krizinin çözümü ancak ‘entelektüel devrim’le mümkün olabilir. Günümüz entelektüel devrimini tartışmadan önce, bazı tarihsel örneklere değinmek bu konuda son derece aydınlatıcı olacaktır.
Mitoloji karışımlı dinlerden felsefi devrime geçiş
Yorumlanabileceği kadarıyla tarihte ilk büyük entelektüel devrim MÖ 6000-4000 döneminde Mezopotamya’da yaşandı. Bu dönem toplumun ve doğal kuvvetlerin gücünün ilk defa kapsamlı olarak gözlemlendiği ve devasa boyutlu pratik sonuçların çıkarıldığı, Gordon Childe’ın 16. yüzyıl sonrasının Avrupa’sıyla kıyaslanabilecek kadar önemli bulduğu dönemdir. Halen hem zihinsel hem de araçsal olarak yaşanan toplumsal kazanımların büyük kısmı o dönemden kalmadır. İkinci büyük devrim, Sümer ve Mısır uygarlıklarının kuruluş dönemlerinde yaşanmıştır. İlk dönemde hem zihinsel hem de araçsal olarak neolitik devrimin kazanımlarını uygarlık sistemine dönüştürme becerisi gösterilecektir. Yazı, matematik, edebiyat, tıp, astronomi, teoloji, biyoloji başta olmak üzere değişik alanlardaki icatlar ve buluşların birçoğu bu dönemde sağlanan devrimsel entelektüel gelişmelerin eseridir. Tarih daha sonraki Grek-İonya devrimine kadar bu gelişmeleri öğrenmek ve tekrarlamakla geçecektir.
Grek-İonya entelektüel devrimi üçüncü büyük adımı teşkil eder. MÖ 600-300 dönemi hem felsefi zihniyet hem de bilimsellik açısından çok zengin geçen diğer bir dönemdir. Mitoloji karışımlı dinlerden felsefi devrime geçiş şüphesiz büyük bir entelektüel devrimdir. Ayrıca yazı, edebiyat, fizik, biyoloji, mantık, matematik, tarih, sanat ve politika alanında da devrimsel gelişmeler yaşanmıştır. Tarih 16. yüzyıla kadar ancak bu devrimlerin ürünleri aktarılarak, tekrarlanarak yaşandı. Şüphesiz başka mekân ve zamanlarda birçok entelektüel gelişme olmuştur. Ama bunlar büyük devrim sayılamazlar. Tek tanrılı dinsel çıkışları önemli zihniyet devrimleri olarak yorumlamak mümkündür. Ayrıca Zerdüşti ahaki devrim büyük bir entelektüel devrimdir. Çin’de Konfüçyüs, Hint’te Buda önemli entelektüel değerlerdir. 8.-12. yüzyıllarda İslâm’da görülen entelektüel pırıltılar da önemlidir. Bunların devrime dönüşememeleri büyük kayıptır.
Avrupa entelektüel devrimi şüphesiz köklü ve kapsamlıdır. Ancak kaynaklarını bahsettiğimiz devrim ve pırıltılardan aldığı tartışılmaz bir gerçektir. Hemen belirtmeliyim ki, bu entelektüel devrimlerin tümünün sömürü ve iktidar tekelleriyle alakası yoktur. Tersine, bu tekeller yüzünden layıkıyla gelişmemeleri ve saptırılmaları, köreltilmeleri, daha çok da tekellerce bağlanıp sermaye haline getirilmeleri söz konusudur. Avrupa büyük entelektüel devriminde bu gerçeklik daha açık ve çarpıcıdır. Kapitalist tekeller ve devlet tekelleri olarak mutlakıyet ve ulus-devlet sistemleri entelektüel devrimi engellemek, saptırmak ve kendi iktidarlarına bağlamak için büyük uğraş vermişler, bunu başat işlerinden saymışlardır. Bu konuda büyük mücadeleler verilmiştir. Bruno, Erasmus, Galileo, Thomas Moore vb şahsiyetler ve bilim insanları entelektüel bağımsızlıklarını korumak ve onurlarını kaybetmemek için, engizisyondan Fransız devrim mahkemelerindeki yargılamalara kadar iktidarların amansız zulmüne karşı direnmişler, yakılmayı dahi göze alabilmişlerdir.
19. ve 20. yüzyıllarda, toplumun her alanında ve birimlerinde olduğu gibi, entelektüel alan ve birimlerde de tekelci sermaye ve ulus-devletin hegemonyası güçlü yansıma buldu. Bilim, felsefe, sanat ve hatta din iktidarlara, özellikle ulus-devlet yapılanmalarına büyük oranda entegre edildi. Her iki alandaki tekelcilik, entelektüel bağımsızlığa büyük darbe vurdu. Bağımlılık altındaki entelektüel ya bir entelektüel sermayedara ya da çoğunlukla üniversite ve diğer okul sistemlerinde bilgi hamalına dönüştü. Her ulus-devletin yeni tapınakları üniversiteler başta olmak üzere okul yapıları oldu. Yeni nesillerin beyni ve ruhu buralarda yıkanır; ulus-devlet tanrısına hiçbir dönemle kıyaslanmayacak denli tapınan kul-vatandaşlar haline getirilir. Haliyle her düzeydeki hocalar topluluğu yeni rahip sınıfı konumundadır. Şüphesiz entelektüel haysiyetini koruyan tek tük aydınlar da vardır. Ama genel kuralı bozmayacak kadar istisnaidirler.
Daha da önemlisi, Avrupa’daki entelektüel devrimin içeriğindeki gelişmelerdir. Bu devrimin öncülerinin önceki çağların din, bilim, felsefe ve sanatını öncelikle iyi özümsediklerini belirtmek gerekir. Bu alanlardaki katkılarını bu özümsemeye dayandırdıkları açıktır. Avrupalı entelektüellerin hakikate yaklaşmada büyük bir aşama kat ettiklerini kabul etmek gerekir. Metot ve uygulama olarak başarılı oldukları kesindir. Özellikle Birinci Doğaya (fizik, kimya, biyoloji, astronomi alanlarına) ilişkin başarıları bu yönlüdür. Fakat İkinci Doğa olarak topluma ilişkin bilimsel, felsefi, sanatsal ve ahlaksal yaklaşımları için aynı hususu belirlemek mümkün değildir. Avrupalı entelektüeller anlamlı açıklamalar (manifestolar), bilimsel disiplinler, felsefi ekoller, sanatsal eğilimler ve etik öğretiler geliştirdiler. Fakat toplumun ahlaki ve politik karakterini koruyacak kadar başarılı olamadılar. Tersine, sermaye ve iktidar tekellerine bağlandıkça, ahlaki ve politik toplumun imhaya varana dek hedef haline getirilmesinde sadece yetmezlik, eksiklik ve yanlışlıklarla izah edilemeyecek denli suç ortaklığı yaptılar. Entelektüel kriz işte böyle başladı.
Entelektüel yenilgi
Şüphesiz yalnız toplumun değil çevrenin de imha hedefi haline gelmesinde entelektüeller kesin sorumludur. Zaten küresel krizden müştereken sorumlu tutulmaları krizin müşterek olmasından ötürüdür. Burada aydınlatılması gereken en önemli husus entelektüel yenilginin, bozulmanın ve çarpıklaşmanın stratejik ve taktik olarak nasıl geliştiğidir. Özellikle toplumsal bilimler (Birinci Doğaya ilişkin bilimlerin de toplumsal nitelikte olduklarına veya öyle olmaları gerektiğine dair inancımı öncelikle belirtmeliyim) alanındaki büyük kargaşa, yenilgi ve ihanetin gelişmesinde kimleri sorumlu tutmalıyız? Sadece bilimsel paradigmayla ilgili bir hastalık mı söz konusudur? Bunda en büyük payı bazı disiplinlerde mi aramak gerekir? Hastalık bünyesel mi, yoksa arızi midir? Tedavisi mümkün müdür? Tedavinin yol ve yöntemleri nasıl geliştirilmelidir? Yeni bilimsel devrim veya paradigmanın ana göstergeleri neler olabilir? Stratejik olarak nerelerden başlamalıyız? Ancak bunlar ve benzer sorulara özlü yanıtlarımız olursa, entelektüel krizden çıkış kadar, yeni paradigmatik ve bilimsel görevlerimizi belirleyebiliriz.
Avrupa uygarlık merkezli bilimin krizi bünyeseldir. Uygarlığın başlangıç dönemlerindeki gelişmelerle ilgilidir. Bilimin tapınakta merkezileşmesi, iktidarla bütünleşmesi anlamına gelir. Mısır ve Sümer uygarlığındaki bilimin iktidarın ayrılmaz bir parçası haline geldiğini kanıtlayan çok sayıda örnek vardır. Bilimi toparlayan rahiplik kurumu zaten iktidarın en önemli ortağı konumundaydı. Halbuki neolitik dönemdeki bilimin yapısı farklıydı. Kadının bitkiler hakkındaki bilgisi belki de biyoloji ve tıbbın temelini atmıştı. Ayrıca mevsim döngüleri ve ay hakkındaki gözetlemeler hesaplamalar yapma gereğini ortaya çıkarıyordu. Tarım-köy topluluklarının bin yıllara yayılan yaşam pratiklerinin büyük bir bilgi hazinesini ortaya çıkardığı rahatlıkla yorumlanabilir. Uygarlık döneminde bu bilgiler toparlanıp iktidarın parçası haline getirildi. Burada olumsuz anlamda niteliksel bir dönüşüm yaşanmıştır.
Uygarlık öncesi toplumda ve uygarlık dönemindeki karşıt toplumlarda bilgi ve bilim ahlaki ve politik toplumun parçasıydı. Toplumun hayati çıkarları gerektirmedikçe, bilimin başka türlü kullanılması mümkün değildi. Bilgi ve bilimin tek amacı toplumun varoluşunu sürdürmek, korumak ve beslemek olabilirdi. Başka amacı düşünülemezdi. Uygarlık bu durumu kökten değiştirdi. Bilgi ve bilim üzerinde tekelini kurarak toplumdan kopardı. Toplum bilgi ve bilimden yoksun kılınırken, iktidar ve devlet güçleri bilgi ve bilimle alabildiğine güçlendiler. Bilgi üretenleri ve taşıyanları hanedanlıklara ve saraylara bağlayarak tekellerini sağlamlaştırdılar. Bilimin toplumdan, özellikle kadından köklü koparılışı, aynı zamanda yaşam ve çevreyle bağının koparılışı anlamına geliyordu. Aynı zamanda analitik zeka ile duygusal zeka arasındaki bağın köklü kopuşu ve aralarındaki mesafenin sürekli büyümesi de birlikte gelişiyordu.
Bilim, sermaye ve iktidarın ayrılmaz parçası
Bilimin toplumsal doğadaki anlamı tanrısallıktı. Toplum kendi doğasına ilişkin bilgi ve bilinç düzeyini kendi kimliğinin ifadesi olarak tanrısallaştırıyor, tanrısallıkla bir tutuyordu. Uygarlık bu konumu da değiştirdi. Bilim hanedan ve ortaklarının denetimine geçince tanrısallık da konum değiştirdi. Artık topluma kulluk, tanrısal olmayanlar payesi biçilirken, hanedan ve yakın çevresi tanrı soylusu olarak mitolojiye ve dine geçirilmiş oldu. Tanrı-krallar, tanrı soylular böylesi bir sürecin ürünüydü. Bilim ve bilgi üreticileri ve taşıyıcılarının toplumla bağlarının bu biçimde koparılışı tüm uygarlık çağları boyunca devam etti. Buna karşı direnen olduysa da kolayca tasfiye edildi. Bilgi ve bilimle uğraşanlar adeta bir kast oluşturdu. Avrupa uygarlığına gelince, özellikle kiliseyle krallığın çekişmesi ve yine manastırların kısmen özerk havası nedeniyle bilgi ve bilim üreticileri sınırlı ölçüde bağımsız bir dönem yaşadılar. Yaşanan yoğun iktidar savaşları, araştırmalarına zarar vermeden daha kolay koruyucu bulmalarına fırsat sunuyordu. Rönesans, Reform ve Aydınlanma bu iktidar savaşlarının yol açtığı özerk ortamla yakından bağlantılıydı. Çin ve Osmanlı tarzı bir mutlakıyetin olmaması özerkliğe katkı sunuyordu. Sonuç, felsefi ve bilimsel devrim oldu. Fakat bir yandan kapitalizmin hegemonik yükselişi, diğer yandan ulus-devletin oluşumu, 19. ve 20. yüzyılda bilim üzerinde sermaye ve iktidar tekelinin kurulmasını beraberinde getirdi. Bilim artık sermaye ve iktidarın ayrılmaz parçasıydı. Zaten uygarlık tarihi boyunca ahlaki ve politik toplum aleyhine gelişen bu durum Avrupa modernitesiyle zirve yaptı.
Demek oluyor ki, Avrupa merkezli bilimsel paradigmalar çok önceden toplumdan kopmuşlardı. Bilgi ve bilimle uğraşanlar ağırlıklı olarak sermaye ve iktidar perspektifi içindeydiler. Ahlaki ve politik toplum çoktan gözden düşmüştü. Kilisenin yenilgisiyle bu süreç daha da hızlandı. Temel kaygısı ahlâki ve politik toplum olmayan bilimin artık sermayenin ve devletin hedeflerine kilitlenmekten başka bir uğraş alanı kalmamıştı. Bilim artık iktidar ve sermaye üretirken, sermaye ve iktidar da bilimi iyice kendine mal ediyordu. Bilimin ahlak ve politikayla bağının sonuna kadar koparılışı kapıyı ardına kadar savaşlara, çatışmalara, kavgalara ve her tür istismara açıyordu. Ni- tekim Avrupa uygarlık tarihi aynı zamanda savaşların en yoğun olduğu tarih oldu. Bilime biçilen rol artık zafer getirecek mükemmel savaş araçları icadına yoğunlaşmaktı. Böylece sonuçta savaş araçları üretiminde nükleer silahlara kadar varan bir tırmanma yaşandı. Ahlaki ve politik toplum kurallarının egemen olduğu bir toplumda nükleer silah bir yana, bir mantar tabancası bile icat edilemez, edilse bile en azından topluma karşı kullanılamazdı.
Ahlakın yıkılışı savaşların en önemli başlangıç etkenidir. Bilim ile ahlak ilişkisinin kopuşu ise, her tür yıkıcı araç icadının temelidir. Bilim ile iktidar ve toplum arasındaki bu ilişkinin temel paradigma ve yönteme yansımaması düşünülemezdi. Toplumun devreden çıkarılması aynı zamanda nesneleştirilmesi anlamına geliyordu. Tıpkı daha önce kadın ve kölelerin nesneleştirilmesi gibi. Ardından F.Bacon ve Descartes ile başlayan nesne-özne ayrımları tüm bilimlere taşınmış oldu. Bilimsel çalışmalarda nesnel olma çok övülür. Halbuki en büyük felaketin kapısı keskin nesnellik-öznellik ayrımına gitmekle açıldı. Ardından ben-öteki ayrımıyla derinleşti. Daha sonra da birbirini yok eden diyalektik uçlara dönüştü. Bu ikilemler kesinlikle ahlaki ve politik toplumla sermaye ve iktidar ayrışmasının, çelişkisinin bir yansımasıdır. Doğanın, daha sonra kadının ve kölenin, en son tüm toplumun nesne konumuna indirgenmesi, bilimde halen kullanılan çok ünlü ‘nesnellik kuralı’ olarak karşımıza çıktı. Eskinin tanrı-kul ilişkisi özne-nesne ilişkisine dönüştü. Daha eskinin canlı doğa anlayışı yerini ‘ölü nesne doğa’ ile üzerinde ‘tanrısal özne insan’ anlayışına bıraktı.
Bu paradigmatik yaklaşımların bilim, özellikle toplumsal bilimler üzerinde etkisi yıkıcı olmuştur. Örneğin tamamen nesnel olan fiziki doğayı esas alan fizikçiler doğa üzerinde sınırsız deneyler yapma ve tasarrufta bulunma özgürlüğüne sahip olduklarına inanırlar. Nükleer deneylerden her tür oto dinamikleri harekete geçirmeye kadar her konuda kendilerini özgür sayarlar. Bunu yaparken herhangi bir ahlaki endişe duymazlar. Nesnel doğa anlayışının madde üzerinde sınırsız tasarrufta bulunma koşullarını yaratması atom bombasının yapılmasına kadar götürür. Tanrısal bilim araçsal bilime dönüşünce top- lumla bağı kalmaz; iktidar ve sermayenin elinde azami kar kanununa bağlı bir araç durumuna düşer. Görünüşte fizik tamamen tarafsız olup, nesnel doğayla ilgilenen bir bilimdir. Özünde ise iktidarın ve sermayenin temel güç kaynaklarından biri olduğu açıktır. Aksi halde fizik bilimi mevcut halini koruyamazdı. Toplum-karşıtı bir güce dönüşümü öyle tarafsız nesnel bir bilim olmadığını göstermektedir. Fizik kanunları denilen güç ilişkileri de son tahlilde insan gücünün yansımasından başka anlama gelmez. İnsanın ise mutlak anlamda bir toplumsal varlık olduğunu biliyoruz.
Pozitivizmin kanlı çehresi
Modernitenin tüm bilimsel yapısına damgasını vuran pozitivist felsefeyi yorumlayınca, uygarlık-iktidar-bilim ilişkisinin içyüzünü daha iyi açığa çıkarabiliriz. Pozitivist felsefenin kesin nesnel olgulardan yola çıktığını, bunun dışında hiçbir bilimsel yaklaşıma yer vermediğini biliyoruz. Yakından bakınca, nesnelerin ilişkilerinin incelenmesi olarak bilimin tüm eski puta tapıcılardan ve metafizik güçlerden daha putçu ve metafizikçi olduğu kavranacaktır. Tarihsel diyalektiğe kısaca değinirsek bu konuda daha çok aydınlanırız. Nasıl tek tanrılı dinler paganizmi (putçuluk, bir nevi olguları tanrısallaştırma dini) eleştirme temelinde ortaya çıkıp kendilerini şekillendirmişlerse, pozitivizm de karşı atak olarak bir nevi yeni putçuluk biçiminde ortaya çıkmıştır. Din ve metafizik eleştirisine dayalı hakikatçilik yeni putçuluk (Olgulara dayalı hakikatçilik kesinlikle neo-paganizmdir) olan neo-metafizik olarak şekillenmiştir. F. Nietzsche’nin bu gerçeği ilk tespit eden filozoflardan olması son derece önemlidir ve değerlendirmeleri hakikat araştırmalarında katkı niteliğindedir. Nesnel olgu denilen kavramın hakikatten uzak bir kavram olduğunu belirlemek büyük önem taşır. Olgular kendi başına hakikate ilişkin ya hiçbir anlamlı bilgi sunmazlar ya da sundukları kadarıyla çok yanlış sonuçları beraberinde getirirler.
‘Olgular karmaşık bağlantıları kapsamında anlam bulmazlarsa ya hiç bilgi sunmazlar ya da en yanlış sonuçlara yol açabilirler’ demiştik. Fizik, kimya ve biyoloji olgularını bir tarafa bırakalım; yalnızca bir toplumsal olgu örneği üzerinde durup yol açtığı sonuçları yakından görelim. Pozitivizme göre ulus-devlet bir olgudur. Onu oluşturan bütün öğeler de birer olgudur. Binlerce kurumun, milyonlarca insanın hepsi birer olgudur. Bu olgular arasındaki ilişkileri de katınca resmi tamamlamış oluruz. Pozitivizme göre bilimsel kavramı oluşturduk demektir. Artık mutlak bir hakikatle karşı karşıyayız: Ulus-devlet hakikati! Pozitivizm bu tanımlamaya bir yorum olarak bakmaz, mutlak hakikat olgusu olarak bakar. Diğer tüm toplumbilim olgularına da bu anlayışla bakar. Tıpkı fizik, kimya ve biyolojideki olgular gibi bunlar da birer olgudur. Hakikat tanımlaması böyledir. Görünüşte masum gibi duran, hiç tehlike içermeyen bu yaklaşımın hiç de öyle olmadığına özellikle etnik temizlik-soykırım hareketlerinde bütün dehşetiyle tanıklık ediyoruz. Hitler’den tutalım sözde en ılımlı ulus- devlet liderine kadar tüm ulus-devlet liderleri, yaptıklarının bilime göre (pozitif bilimlere göre) son derece doğru olduğunu, ulus gerçeklerini arındırdıklarını, daha homojen bir ulus oluşturmanın sadece hak değil doğal evrim yasasına uygun bir gelişme olduğunu söyleyeceklerdir. Esas aldıkları bilime göre doğru söylüyorlar. Onlara bu gücü pozitivist felsefe ve bilimleri vermektedir. Nitekim kapitalist modernite döneminde bu pozitivist anlayış gereği sınırsız vatan, millet, devlet, etnisite, ideoloji ve sistem savaşına girişildi. Çünkü bu kavramların hepsi kutsaldı ve uğruna sonuna kadar savaş vermek gerekirdi. Bilindiği üzere bu anlayış sonucunda tarih kan deryasına dönüştü. Görünüşte masum olan pozitivizmin kanlı çehresi böyle sırıtıyordu.
Putlar uğruna savaşlar dönemiyle karşı karşıyayız
Konuyu biraz daha açıklamaya çalışalım. Günümüzde dünyada yaklaşık iki yüz ulus-devlet vardır. Yukarda belirttiğimiz kurum ve vatandaş kitlesi ve ilişkiler yekûnuyla bu devletlerin hepsi karşı karşıya gelirse en az iki yüz tanrılı, binlerce mabetli, sınırsız tarikatlı bir düzen veya hercümerçlik durumunun doğması kaçınılmaz olacaktır. Çünkü temsil ettikleri tüm olgular kutsal ve uğruna ölmeye değerdir. Dikkat edelim, gerçek toplumsal doğayı yansıtan ahlaki ve politik toplumdan ad düzeyinde bile bahsetme yoktur. Gerçekten saldırıya uğraması halinde uğrunda ölünecek bir gerçek varsa, o da ahlaki ve politik toplum gerçekliğidir. Ulus-devlette ise herkes kendi kendine oluşturduğu veya oluşturulup önüne konulan olgu putları adına savaşmaktadır. Eskinin putlar uğruna savaşımından bin kat daha azıtmış bir putlar uğruna savaşlar dönemiyle karşı karşıyayız. Sonuç sermaye ve ulus-devlet tekellerinin azami kar kanununun işlemesidir; mutlu azınlığa firavunların bile yaşamadığı yaşantıların peşkeş çekilmesidir. Modern yaşam denilen şey pozitivizmin bu gerçeğinin, daha doğrusu gerçekleri katletmesinin sonuçlarından başka bir şey değildir. Artık sanal toplum çağına eriştik. Hiçbir gerçek sanal toplum kadar olguculuğu açıklayamaz. Olgucu toplum sanal toplumdur. Sanal toplum, olgucu toplumun gerçek yüzü, yüzünün ötesinde hakikatin ta kendisidir. Olguların anlamsızlığı (anlamsızlık kan banyosu, hayali toplum, tüketim toplumu anlamında anlaşılmalı) sanal toplumla zirve yapıyor. Medyatik toplum, şov toplumu, magazinel toplum hep nesnel, olgucu anlayışın, pozitivizmin açığa çıkmış hakikatidir. Bu da aslında hakikatin inkarıdır.
Entelektüel faaliyet alanını yeniden düzenlerken, eleştiriler temelinde ve ilkeler düzeyinde görevlere ilişkin bazı önerilerimi sunmak durumundayım:
1- Entelektüel çabalar, bilgi ve bilim çalışmaları toplumsal doğanın temel varoluş hali olan ahlaki ve politik toplum kapsamında geliştirilmelidir. Uygarlık tarihi boyunca kopulan ve gittikçe aşındırılan politik ve ahlaki toplum gerçekliği, kapitalizmin damgasını vurduğu modern çağla birlikte tamamen parçalanmış, çürümeye terk edilmiş ve yok olmanın eşiğine getirilmiştir.
2- O halde entelektüel çabalar, bilgi ve bilim çalışmaları öncelikle bu gidişatı durdurmayı amaçlamak zorundadır. Çünkü yok edilen bir şeyin bilimi olamaz. Belki hatırası olabilir ama hatıra bilim değildir. Bilim yaşayan, var olanla ilgilidir. Bu durumdaki toplum tümüyle yok olmak istemiyorsa, tüm unsurlarıyla birlikte kapitalistik moderniteye karşı direnmek zorundadır. Direniş artık varoluşla aynı düzlemde olup özdeştir. Entelektüel sermaye ve hamallık olarak değil, gerçek araştırıcının onuruyla yaşamak, ayakta kalmak istiyorsa, entelektüelin tüm çabalarında hem direnişçi olması hem de araştırma unsurlarının direniş boyutlu olması kaçınılmazdır. Hem entelektüel hem de bilimi bu anlamda direnişçidir. Başka türlüsü ya kendini aldatmak ya da sermaye veya hamal kimliğini gizlemek olur.
3- Geliştirilecek bilim öncelikle ‘sosyal bilim’ olarak düzenlenmek zorundadır. Sosyal bilim tüm bilimlerin ana tanrıçası olarak kabul edilmek durumundadır. Ne Birinci Doğa ile ilgili diğer bilimler (fizik, astronomi, kimya, biyoloji) ne de İkinci Doğa’yla ilgili diğer beşeri bilgiler-bilimler (edebiyat, felsefe, sanat, ekonomi vb) asla öncülük misyonu taşımaz; bunlar hakikatle anlamlı bağ kuramazlar. Her iki alan ancak sosyal bilimle bağını başarıyla kurabilirse hakikatten pay alabilir.
4- Sosyal bilim ana konusu olarak ahlaki ve politik toplumu bir obje olarak değil, özne-nesne, biz-öteki, beden-ruh, tanrı-kul, ölü-canlı gibi insan algısında derinleştirilmiş ve aralarında uçurumlar açılan ikilemler olarak değil, bu ikilemleri aşan bir yöntemle araştırmayı esas almalıdır. Evrenin yaşam tarzı olan farklılaşma toplum doğasında da geçerli olup çok daha esnek, özgür ve yoğunlaşmış halde bulunan bir nitelemedir. Fakat bu farklılaşmayı uygarlık ve modernitenin tüm ideolojik yapılanmasının temeli haline getirilen özne-nesne düzeyine taşımak, kesinlikle hem evrensel hem de toplumsal hakikatin parçalanması, yitirilmesi anlamına gelecektir.
5- Zirvesine Avrupa modernitesinde erişen, genelde bilimin özelde sosyal bilimin üzerinde yükseldiği bu nesnelliğin genel felsefesi olan ve halen tüm şiddetiyle devam eden pozitivizm kapsamlı eleştiriler temelinde tarihin çöp sepetine atılmadan, anlamlı bir sosyal bilim paradigması (köklü anti-uygarlıkçı bilim felsefesi) geliştirilemez. Çok parçalanmış olsa ve hakikati yitirme tehlikesi bulunsa da, Avrupa merkezli bilimin, özellikle sosyal bilimin olumlu kazanımlarını ve hakikat paylarını anlamak ve özümsemek şarttır. Pozitivizm ne kadar eleştirilip aşılmak durumundaysa, açığa çıkarılmış hakikat paylarının özümsenmesi de o kadar benimsenmek durumundadır. Hakikat araştırmasında toptan anti-Avrupacılık en az toptan Avrupacılık kadar olumsuz sonuçlara yol açabilir.
Hakikati araştırmada yöntem ne pozitivist nesnelcilik ne de göreci öznelcilik olabilir
6- Postmodernizm denilen hakikat araştırmaları her ne kadar pozitivizmi eleştirip Avrupa merkezli sosyal bilimi reddediyorlarsa da, bu yaklaşımların kolayca liberalize edilmesi ve daha anti-hakikatçi olan bir anti-Avrupacılık olarak biçim kazanması mümkündür. Toptan reddedilmese de, sosyal bilimin krizli halinden yararlanan bu post-modern araştırmalara son derece eleştirel yaklaşmak önem taşır. Modernist pozitivizmin evrenselci, ilerlemeci, düz çizgisel yöntemi ve perspektifi ne denli saptırıcı ise, birçok postmodernistin aşırı göreci döngüsel yöntemi de benzer sapmalara açıktır. Bu uçlara savrulmamak için bağlı kalınması gereken sıralamaya çalıştığımız temel ilkeleri iyi özümsemek şarttır. Krizli ortam neredeyse herkesin kendine göre bir hakikat yolu aramasına müsaittir ki, bu husus bile hakikat araştırmalarını kendi başına birçok yönden saptırabilir, boşa çıkarabilir.
7- Hakikati araştırmada ana yöntemimiz ne pozitivist nesnelcilik ne de göreci öznelcilik olabilir. İkisi de özde liberalizmin iki yüzü olup, birbirine karıştırıp bolca piyasaya sunarak entelektüel sermaye ve hamallık üretmede kullandığı yöntem enflasyonudur. Hakikati olanaksızlaştırmanın en etkili yönü bu yöntem enflasyonudur. Bu da nesnelci ve öznelci yöntemlerin birbirine karıştırılmasıyla neredeyse kişi sayısı kadar yöntem ortaya çıkarmak demektir. Hakikatin bozuk para misali değerden düşürülme eylemi olan bu yöntem bolluğuna aldanmamak önem taşır. Şüphesiz gerçeğin nesnel ve öznel yanları vardır. Bilinç, hakikat son tahlilde gözlemlenen-gözlemleyen ikilisinin çakışmasını (Aynılaşmasını kastetmiyorum, daha çok özdeşlik olarak kavranması olumlu olabilir) ifade eder. Bu konuda ne kadar derinleşme, yoğunlaşma yaşanırsa, o kadar çok hakikat payları ortaya çıkar. Bu durumda ne gözlemleyen özne ne de gözlemlenen nesne konumundadır. Daha çok ikisinin birbirine yaklaşması, aynılaşması denilmese de özdeşleşme konumunu yakalaması demektir. Hakikatin azamileştiği süreç, bu yönlü özdeşleşme olanağının yakalandığı süreçtir. Şimdilik bir ad verme gereği duymadan, yöntem konusunu böyle tanımlamak durumundayım. Şüphesiz ana gözlemleyen ve gözlenen birimin ahlaki ve politik toplum olduğunu hiçbir zaman ve mekanda göz ardı etmiyoruz.
8- Temel araştırma mekanları üniversiteler başta olmak üzere, uy- garlık ve modernitenin resmi kurumları olamaz. Geçmişte de, günümüzde de bilimin iktidarlaştırılması ve resmi devlet kurumlarında üretilmesi hakikatle bağının yitirilmesi anlamına gelir. Bilimin ahlaki ve politik toplumla bağının koparılması, topluma yararlı olmaktan çıkarılması, toplum üzerinde baskı ve sömürü tekellerinin geliştirilmesine yardımcı olması demektir. Özel veya genelevlere ka- patılan kadın kendi özgür gerçekliğini, hakikatini nasıl kaybediyorsa, resmi kurumlara kapatılan entelektüeller ve bilim de o kadar özgürlüğünü, gerçek kimliğini yitirir. Şüphesiz bu demek değildir ki, bu kurumlarda hiç entelektüel yetiştirilmez ve bilim üretilmez. Anlaşılması gereken, iktidarlaşan entelektüel ve bilimin toplumsal gerçeklikle ilgili araştırma ve buluş amacından kopacağıdır. İstisna kabilinden entelektüel olma ve bilimsel değeri olan yapıtların ortaya çıkarılması ana gerçeği değiştirmez.
9- Sosyal bilim için kurumsal devrim, diğer deyişle yeniden yapılanma şarttır. Nasıl ki Grek-İonya aydınlanması döneminde bağımsız felsefe ve bilim akademileri oluştuysa, yine ortaçağda hem İslâmi gelenekte hem de Hıristiyanlık geleneğinde tekke, dergâh ve manastırlar benzer bir rol oynadılarsa, Avrupa Rönesans, Reform ve Aydınlanma hareketlerinin aynı zamanda birer entelektüel devrim ve bilim devrimi oldukları nasıl gerçekse, mevcut krizden çıkış içi günümüzde de benzer devrimlere ihtiyaç vardır. Modernitenin dört yüz yıllık ideolojik hegemonyası en az maddi kültür hegemonyası kadar derin ve süreklileşen krizini aşma yeteneğinde değildir. İçerik ve biçim olarak demokratik modernitenin müdahalesi olmadan, krizin daha da çürütücü ve dağıtıcı rol oynaması kaçınılmazdır. Ütopik sosyalistlerden bilimsel sosyalistlere, anarşistlerden Frankfurt Okulu’na, 20. yüzyılın ikinci yarısındaki Fransız felsefi çıkışından 1968 gençlik kültür devrimine ve en son 1990’lar sonrası postmodernist, feminist ve ekolojist çıkışlara kadar bu yönlü bir devrimsel çıkışın zengin bir entelektüel ve bilimsel mirası vardır. Demokratik modernite hem uygarlık dönemi entelektüel pırıltı ve devrimlerini, hem de modernite karşıtı entelektüel çıkışların olumlu özelliklerini özümseme temelinde kendi entelektüel ve bilimsel devrimini yapmak durumundadır.
Kurumlaşma bu devrimin koşullarından biridir. Entelektüel devri- min küresel çapta başarısı için adı geçen tarihsel deneyimlerden çıkarılacak dersler temelinde dünya çapında yeni bir kurum merkezine ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacı gidermek için Dünya Kültür ve Akademiler Konfederasyonu inşa edilebilir. Özgür bir coğrafyada inşa edilecek bu konfederasyon hiçbir ulus-devlet ve iktidar gücüne bağlı olmayacağı gibi, sermaye tekellerine de karşıt temelde oluşmak durumundadır. Bağımsızlığı ve özerkliği esastır. Her yerel kültür ve bölgesel-ulusal akademilerden gönüllülük temelinde program, örgüt ve eylem ilkeleri uyarınca katılım gerçekleştirilebilir. Konfederasyon yerel, bölgesel, ulusal ve kıtasal düzeyde görevli kurumlaşmalara gidebilir.
Yeniden inşa çalışmalarında entelektüel ve bilimsel katkı şarttır
10- Demokratik siyaset ve kültür akademileri bu görevi üstlenecek uygun kurumlaşmalar olabilir. Ahlaki ve politik toplum birimlerinin yeniden yapılanma ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli olan entelektüel ve bilimsel desteği bu akademiler sağlayabilir. Resmi ve özel tekel kurumlarını kendileri için örnek almak yerine, orijinal çıkışlar olarak yapılanmaları daha uygundur. Modernite kurumlarını taklit etmek, başarısızlıkla sonuçlanmalarını beraberinde getirebilir. Özerk ve demokratik olmaları, kendi program ve kadrolarını kendileri oluşturmaları, gönüllü öğrenciliği ve öğretmenliği esas almaları gerekir. Başlangıç itibariyle öğrencinin öğretmen, öğretmenin öğrenci pozisyonuna sık sık geçebileceği, dağdaki çobandan kentteki profesöre kadar ideası ve amacı olan herkesin katılım gösterebileceği öngörülebilir. Kadın ağırlıklı akademilerin de aynı içerikle birlikte kadın gerçeğinin özgün yanlarını bilimsel kılmaları için oluşturulması uygun olabilir. Sadece teorik kalmamaları için pratiğe çok yönlü katılım sağlamaları da aranan niteliklerden biridir. Akademiler yer ve zaman bakımından pratik ihtiyaçlar göz önünde bulundurularak kurulur ve çalıştırılır. Tarihte örneklerine çokça rastlandığı gibi (Zerdüşt’ün dağ başlarındaki ateşgedeleri, Eflatun ve Aristo’nun bahçeleri, Sokrates ve Stoacıların cadde kaldırımları, ortaçağın manastır ve tekkeleri vb) sade ve gönüllü kuruluşlardır. Dağ başından tutalım mahalle köşelerine dek her yer mekan olarak seçilebilir. Şüphesiz iktidarların azametini kanıtlayan binalar aranmaz. Manastırlar ve sivil medreselerde görüldüğü gibi eğitimin süresi katılanların durumuna ve öğrenci akışlarının yoğunluğuna göre belirlenebilir. Resmi kurumlar gibi eğitim için kesin süreler belirlemek gerekli değildir. Tümüyle şekil ve kuraldan yoksun olmaları da düşünülemez. Etik ve estetik kuralları mutlaka olmalıdır.
Demokratik modernite birimlerinin yeniden inşa çalışmalarında entelektüel ve bilimsel katkı şarttır. Bu şartın piyasadaki entelektüel sermaye ile karşılanamayacağı açıktır. Bu ihtiyacı ancak yeni akademi kaynaklı kadro ve bilim karşılayabilir.
Entelektüel görevler kapsamında yaptığım bu kısa değerlendirme ve çözüm ilkeleri şüphesiz öneri niteliğinde olup tartışmayı gerektirir. Kriz koşulları ancak yeni entelektüel ve bilimsel çıkışlarla olumlu yönde aşılabilir. Söz konusu krizin küresel, sistematik ve yapısal olduğu göz önüne getirildiğinde, çıkış için de küresel, sistematik ve yapısal müdahaleler gerektiği açıktır. Eski kalıpları, kurumları ve bilimleri taklit etmekle veya eklektizmle bir yere varılamayacağı yaşanan sayısız devrimci deneyimden ders olarak öğrenilebilir.
Demokratik modernitenin kendini köklü bir aydınlanma devrimiyle iç içe inşa etmesi, geçmişten öğrenilmesi gereken derslerin başında gelir. Bununla birlikte hemen vurgulamalıyım ki, geçmiş şimdidir. Özellikle neolitik toplumun, köy-tarım toplumunun, göçebeliğin, kabile ve aşiretin, dinsel cemaatlerin halen yaşamsallıklarını inatla sürdürdüklerini göz ardı etmemeliyiz. Toplumsal doğanın asli varoluş biçimi olan ahlaki ve politik toplumun tüm geçmişinden fazla söz etmesek de son beş bin yıllık sermaye birikim ve iktidar tekellerince kaybettirilen değerleri yeniden kazanmak için devrimsel nitelikte entelektüel ve bilimsel üretim demokratik modernitenin inşasında en çok ihtiyaç duyulan desteği oluşturacaktır. Olmazsa olmaz kabilinden bu ihtiyacı karşılamak için entelektüel görevlerimiz üzerinde yoğunlaşmamız, çözümleme ve çözme çabalarımızı yoğunlaştırmamız her zamankinden daha fazla hayati önem taşımaktadır.