Dinler tarihinde üzerinde en çok konuşulan, tartışma yürütülen konulardan birinin de Tarikat olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu İslam’da da yaşanmıştır. 2022 yılının sonlarına doğru Nakşi tarikatına bağlı, İsmailağa adıyla bilinen bir Türk cemaatinin hocalarından birinin, altı yaşındaki kızını müridine sattığı, çocuğun yıllarca tecavüze uğradığı açığa çıktı. Bu olay bir kez daha tarikat ve cemaat konusunda tartışmanın fitilini ateşledi. Kuşkusuz tarikat olgusunu tartışmak için bu Türk cemaatinde yaşananları gerekçe yapmak, tarikat meselesini bu ve benzer olaylarla tartışmak istenen sonucu vermeyeceği için pek sağlıklı olmayacaktır. Konuyu bu olay üzerinden tartışmak, bu yazının ileriki paragraflarında da anlatmaya çalışacağımız gibi Türk dinciliğini tanıtmak, özelliklerini anlamak için bir yere kadar olanak verir; fakat İslam’daki tarikat cemaat meselesini yeterince anlatamaz, tarihi hakkında da bir şey veremez. Dolayısıyla İslam’la ilgili birçok konuda olduğu gibi tarikat olgusunda da doğruları görmek, meseleyi tarihsel dayanak ve gerçekliği içinde ele alabilmek için “Türk tarzı tartışma”nın dışına çıkmak gerekir.
Geçen yılın sonlarında bir gazetecinin açığa çıkardığı malum tecavüz olayından sonra tarikat meseleleri hakkında yapılan tartışma “Türk tarzı” ile olduğu için konu saptırıldı, iktidar klikleri arası güç çatışmasına dönüştürüldü. Hangi anlayıştaki Türklerin daha iyi olduğunun propagandası yapıldı ve böylece günümüz için de gerekli olan bir tartışma konusu adeta heba edildi. Oysa ki tarikat konusu doğru tartışılırsa, İslam aleminin içinde bulunduğu bir takım iman ve amel problemleri çözülebilir; tarikatların dini yorumları ve yaşam biçimleri daha demokratik kılınabilir; günümüzde ahlak ilkeleri dikkate alınarak sosyal hizmetleri yeniden tanımlanabilir, toplumsal yaşamda kendilerine ait alanlar belirlenebilir.
Tarikat ve İslami cemaatlerin Türk İslam sentezi baskı ve yönlendirmesiyle yaşadığı sapmaları, dinci milliyetçi Kürtlerin bu faşist dincilikle kurduğu işbirlikçi ilişkisini değerlendirmeye geçmeden önce, “Türk tarzı tartışma” veya “Türk iktidar aklı” ile ne anlatmak istediğimizi kısaca belirtelim.
“Türk tarzı tartışma” ile özel savaş devletinin ve iktidarının şu aklını tanımlamaya çalışıyoruz; konu ne olursa olsun bu akıl gerçekliği saptırmaya odaklanır. İkincisi, derin ve sosyolojik değil, Türk devletinin, Türk iktidarının ve kompleks yığını resmi Türklüğün hoşuna gidenleri söyler. Üçüncüsü, her meseleyi mutlak suretle “kara”, “yeşil” ve “beyaz” faşist Türklerin çıkarlarına yontarak sonuçlar çıkarmaya çalışır. Ve en önemlisi de büyük propaganda makinesini çalıştırarak yoksul kitleleri de buna ikna etmeye odaklanır. En az yüzyıldır çalıştırılan bu yöntem nedeniyle Türkler de sağ-sol, dinci-dinsiz, hemen her kesim az ya da çok “Türk tarzı tartışma”nın verdikleriyle eğitilmiştir. Günümüz Türklüğünü tanımak ve anlamak için bu hususu önemsemek gerekir.
Türkiye’de yaşamış ve eğitim kurumlarından geçmiş hemen herkes bu “Türk aklının” kendisini az ya da çok etkilediğini bilmelidir. Bilinmesi gereken çok önemli bir diğer çarpıcı nokta ise bu aklın asla objektif olmadığıdır. Objektif olmaya çalıştığında da bu işi sübjektifliğini ispatlamak için yaptığını da unutmamak gerekiyor. Mesela bu akıl zaman zaman “bizim bir Kürt sorunumuz vardır,” der. Kürtlere haksızlık edildiğini de kabul eder gibi görünür. Ama hemen aynı tartışmada ve aynı anda şunu da ekler; “neden bir Kürt sorunumuz var, neden Kürtlere haksızlık edilmiştir, edilmektedir, sorularını da sormak gerekir” şeklinde kendini ve yaptıklarını doğrulamaya, haklı çıkarmaya yarayacak gerekçelere başvurur. Sonunda bu akıl yürütmeyle tartışmayı getirip şuna dayandırarak içinden çıkmaya, hitap ettiklerini de ikna etmeye çalışır; “Kürtler olmasaydı Kürt sorunu da olmazdı, haksızlığa da uğramazdı. Kürtlere yapılanların nedeni bizim Kürt inkarcılığımız, soykırımcılığımız değil, Kürtlerin var olmasıdır, Kürtler olmasaydı, haydi var diyelim hak talep etmemiş olsalardı Kürt sorunu olmaz, kendilerine de haksızlık edilmezdi, Kürtler olarak size yapılan haksızlığın olmamasını istiyorsanız Kürt olmaktan vazgeçin” demeye başlar. Kuşkusuz bu akıl yürütme biçimi tüm bunları oldukça dolaylı, “kuzu postunda kurt” numaralarıyla anlatır, anlatımlarına “Türk yöntemi bilimsellik” ile kanıtlar sunmaya koyulur.
Türk dinciliği aynı zamanda devlet ve iktidar demektir
Son tarikat olayı da bu yöntemle tartışıldı, bu akıl ile konu ele alındı. Çünkü Türk dinciliği aynı zamanda devlet ve iktidar demektir. Türk egemenleri ancak dincilikle, laik de olsalar teolojik düşünme yöntemiyle iktidar olabileceğine inanmaktadır. Örneğin laik olanların Mustafa Kemal ve arkadaşlarına yaklaşımı ile dini cemaate üye kişilerin Şeyhlerine bağlılığı, yaklaşımı tıpa tıp aynıdır. Aralarındaki fark laiklerin “biz bilimseliz” demesi kadardır. Bu çok önemli Türk akıl yürütme alışkanlığından ötürü Türklerde eleştiri, küfür olarak anlaşılıyor. İktidarda olanlara muhalefet edenler vatan haini sayılıyor. Sosyalistler, demokrat ve yurtseverler gibi farklı düşünmeye çalışanlarsa kafir, ajan, asla Türk olmayanlar vb şeklinde damgalanıyor. Daha önce AKP’li kadın bir bakan yine bir cemaat yurdundaki tecavüze “bir kereden bir şey olmaz” demişti. İşte bu da bir çeşit “Türk tarzı tartışma”dır, akıl yürütmedir; iktidardaysan söylediğin her şey doğrudur, yaptıklarının da halkın asla bilemeyeceği ve anlayamayacağı bir nedeni olduğu için iyidir, yararlıdır; her şerde bir hayır vardır.
Halktan ve demokratik yurtsever kesimden tepki gelişince, sivil toplum gündem yaratıp üstüne gidince altı yaşındaki kıza yapılan vahşilik ancak kabul edilebildi. AKP’li kalemşorlar sanki bu tür ahlaksızlıkları hiç bilmiyorlarmış gibi, böyle bir şey kendilerine bağlı bir cemaatte, kendilerinin üyesi olduğu tarikatta olamazmış gibi, “ama bu nasıl olabilir, bu nasıl yaşanabilir” demeye başladılar. Bu tarzda olaya sahiplenip tepki göstermeye ve eleştiri yapmaya da “Türk tarzı itiraf” demek yanlış olmaz. Çünkü yine Aileden Sorumlu Devlet Bakanı AKP’li kadın bu olayı iki yıldır biliyoruz itirafında bulundu. Yani her şeyin devletin bilgisi ve denetiminde olduğunu itiraf etti. İşte bu veri, “bu olay nasıl yaşanabilir” demeyi “Türk tarzı itiraf” yapmış olur. Malum olay ancak bu itiraflardan sonra gündeme alınabilindi, tecavüzcüler de tutuklanabildi. Tabi davaların nasıl sonuçlanacağını şimdiden kestirmek pek mümkün değildir.
Türkiye’de son yirmi yılık AKP iktidarında henüz üstündeki örtü kaldırılmadığı için bilinmeyen akla hayale gelmez çok sayıda çirkinlik, ahlaksızlık yaşanıyor. Birkaç gün önce bir milyon dolardan fazla bir fiyattan yat satın alan AKP’li biri “bu yatı mahremimi önemsediğim için aldım” demişti. AKP ile birlikte Türkiye toplumunun en azından bir kesiminde, en kirli ve pis suçlarını dahi dini bir gerekçe ile izah ederek savunmak temel bir yöntem olmuştur. Bu gibi veriler bir toplumun orta ve uzun vadede geleceği için pek de hayra alamet değildir. Bu gayri ahlakiliğin sıradanlaştırılmasına siyaset, bu siyaseti de yerli ve millilik adı altında propaganda eden AKP, Türk halkının geleceğini tehlike altına sokmuştur. Çünkü toplumları bir arada tutan ahlaki bağlarıdır. AKP Türklerdeki ahlaki bağları önemli oranda çözmüştür. Yalan, talan, hırsızlık, tecavüz, adam kayırma, yurt dışına para aktarma, Kürtlerin malına mülküne konma, Kürdistan coğrafyasını talan edilecek bir yer olarak görme, Kürtlere karşı kimyasal gazlar kullanma, Kürtleri hapislere doldurma gibi gayri ahlaki ve gayri insani hemen her şeye Türklük, yerlilik, millilik, dinlilik demiş ve bir kesime de kabul ettirmiştir. Kendisine AKP muhalifi diyen resmi Türklüğün laik versiyonlarının da Kürt düşmanlığından ötürü bu politikaya sessiz kalması, çoğu durumda da ortak olup destek vermesi tam olarak bir çürümedir. Çünkü toplumda kötülüğün peyda olması değil, kötülüğü kabul etme eğiliminin gelişmesi ve rahatsızlık duyulsa da basit çıkarlar uğruna sessiz kalınması çürütücüdür. AKP iktidarı döneminde yaşanan çürüme, etnik ve dini anlamda temel ölçüsü kötülük olan bir kişilik ortaya çıkarmıştır demek mümkündür. Mesela bu Türk’ün yiğitliği kimyasal gazlarla Kürt gerillasına karşı savaşmaktır. Yerliliği ve milliliği cennet Anadolu topraklarının altını oymak, üstünü de uluslararası sermayeye satmaktır. Yaşananlara bu pencereden bakınca İsmailağa Cemaatine bağlı bir vakfın başındaki birinin kızını altı yaşında satması da dinin gereği olabiliyor. Milyon dolarlık yatı dini hassasiyet sahibi biri mahremi için alırsa, altı yaşındaki çocuğu dini gelenek gereği satan da çıkar. Böylece altı yaşında kızını satan baba İslam’ın birinci halifesi Ebubekir’i, kızı satın alan da peygamber sünnetini taklit ettiğini varsayabilir. Devlet bakanları da iktidarları için “bir kereden bir şey çıkmaz” ya da “bu olayı iki yıldır biliyoruz, denetimimizdedir” demekte sakınca görmeyebilirler. Toplumsal ahlakta çökme, çürüme ortaya çıkınca her türlü kötülük yaşanabilir. Tarihsel olarak da tespitli olduğu gibi Türk İslam sentezi çizgisinde Müslüman olanlar da daha vahşi, daha bir barbarca olabiliyor. Örneğin bu vahşilik, milyonlarca Ermeni’yi de bu ahlaksızlığı ile katledebilmişti. İki yüz yıldır bu dinci akıl Kürt soykırımı yaparken Kuran’dan ayet okumayı ihmal etmiyor! Yine bu ve benzer saldırılarda görev alan suçlular kendisini herhangi bir tarikata bağlı Müslüman göstermekten de geri durmamıştır.
Gerçekte nedir tarikat? Neden dinlerde tarikatlar ortaya çıkmıştır? Toplumda çoğu insan neden bir tarikata bağlanmaya ihtiyaç duymuştur? Bu sorulara sosyolojik ve tarihsel gerçekler ışığında verilecek cevaplarla tanımlanacak tarikat ile iktidara bağlı tarikat gerçekliğini mukayese edersek, konumuz daha anlaşılır kılınabilir. Bununla Türk egemen zihniyetinde ve siyasetinde yeri olan tarikat gerçekliğinin hem nasıl ortaya çıktığını hem de bugün Kürtlere karşı bu gurupları neden ve nasıl kullandıklarını da daha gerçekçi ele alabiliriz. Yine yaşanan yozlaşma ve çürümenin nasıl ortaya çıktığını da objektif analiz edebiliriz.
Tarikatın amacı, iktidar İslam’a karşı halkın inancını demokratik yaşaması için ortam yaratmaktır
Tek tanrılı dinler ilk çıktıkları toplum ve coğrafyanın dışına taştıklarında, farklı dinsel ve etnik guruplarla karşı karşıya geldiklerinde zorunlu olarak çıkış dönemindeki kapasiteleriyle yetinemezler. Örneğin Hristiyanlık miladi 40’lı yılların Kudüs dönemi ile, İslam Mekke’deki ilk on yıldaki kurallarla kendini sınırlayamazdı, o sınırlarla yetinemezdi. Tarikat, kelime anlamıyla yollar demektir. Önerilmiş bir düşünce aracılığıyla tanrıyı, dini ve kutsallarını tanıtmayı amaçlar. Ayrıca tarikat kutsal varlıklarla ve değerlerle birey arasındaki ilişkinin kurulmasının yol ve yöntemini de ifade eder. İslam’da felsefe de olan tasavvuf düşüncesinin oldukça zengin kolları vardır. Tarikat tasavvuf düşüncesinin örgütü, bu düşüncelerden birinin etrafında bir araya gelmiş cemaat olarak da tanımlanabilir. Bu yanıyla tarikat, dini zenginleştirmiştir; farklı etnik ve dinsel toplulukların yeni tanıştığı bir dini kabul etme yöntemi olup dinin demokratikleşmesini sağlamıştır demek yanlış olmayacaktır. Tarikat, bugün özellikle resmi Türklüğün anladığı, ele aldığı ve yaşadığı gibi bir amaç için çıkmamıştır. Çıktığı dönem ve dayandığı hakikat bilme yöntemi sınırları dahilinde devrimci bir örgüt, siyasi bir hizip ve İslam’ın sivil toplumu rollerini de temsil etmiştir. Örneğin Türk iktidar İslamcıların çok iyi bildiği İsmailli tarikat ve cemaatler, uzun yıllar Selçuklu barbarlığına ve katliamlarına karşı halkları savunmuş, o çağın devrimci özellikleri güçlü, ortakçı yaşamı ilke edinmiş, fedailer çıkaracak kadar inanç sahibi güçlü bir tasavvuf hareketi ve cemaati olabilmiştir.
İktidar İslamcılığa karşı, demokratik, halkçı ve devrimci yanı önde dindarlar tarihine baktığımızda karşımıza çıkan en güçlü kişiliklerin ve toplulukların Kürt oldukları görülecektir. Bu çizgideki çıkışın ilk büyük filozoflarından başta geleni Ebul Vefa el-Kurdi’dir. Rêya Heq Kürt Aleviliğinde ve Yarsanlar içinde birtakım reformlar gerçekleştirmiş olduğu düşünülmektedir. Yaşadığı çağda kendisine “Tacü’l-Arifin”, ariflerin tacı denilecek kadar derin bilgi ve birikim, dervişane yaşama sahip olmuştur. 11. yüzyılda yaşamış Ebul Vefa el-Kurdi, düşüncesiyle analık ettiği Vefailik yoluyla, Türkmen Aleviliğinin de yol önderi ve Pîr-i Pîran-ı (Pirlerin Piri) olmuştur.
Çok iyi bilindiği gibi İslam’da tarikat denilince de iş gelip Kürt dindarlara, alimlere dayanmaktadır. Kabul edildiği üzere İslam’da tarikat 12. yüzyılda Şêx Abdulkadir Geylanî ile başlar. Bu alimin ismiyle anılan ve ilk tarikat olarak kabul edilen tarikat ise Kadirilik (Qedrî) olmuştur. Qedrî Sünni İslam’da, fikir atalığını, Şêxlerinin silsilesini ehlibeyt soyuna dayandırmış ilk tarikat olma özelliğine de sahiptir.
Düşüncesiyle İslam dairesi içinde tarikata yol açmış önemli bir diğer Kürt alim, Şêx Safi’dir. Ya da tam ismiyle Şêx Safiyüddin İshak Erdebili’dir. Aslen Şengal’i olduğu, Rojhilat Kurdistan’a sonradan göçtüğü kabul edilmektedir. 13. yüzyılın ikinci yarısı ile 14. yüzyılın birinci yarısında yaşamış, kurduğu tarikatın Fars iktidar geleneği içinde yaşadığı değişim ve dönüşüm, 16. yüzyılda Safevi devletinin kurucu ideolojisi şeklini alarak, iktidar Şiiliğinin kimlik bulmasıyla sonuçlanmıştır.
Sünni İslam tarikatlarında adı anılması gereken bir diğer Kürt alim, 19. yüzyılda yaşamış Mewlana Xalid-ê Caf’tır. Türkler Kürt kimliğini inkar etmek için özellikle Mevlana Halit Bağdadi adıyla tanıtırlar. Özellikle de Türk ve Kürtler içindeki Nakşiliğin günümüzdeki yorumunun dayandığı alimdir. 2022’nin sonlarında altı yaşındaki kız çocuğunun babası tarafından bir müridine satıldığı İsmailağa Cemaati Türklerdeki Nakşiliğin Halid-i koluna bağlı bir cemaattir. Adı anılması gereken bir diğer alimse günümüzde Nurculuk olarak bilinen cemaatin dayandığı dini yorumun sahibi Sait Nursi ya da Said-ê Kurdî’dir.
Görüldüğü gibi İslam’da tarikat olgusunun doğuşunda, örgütlenerek cemaatleşmesinde Kürt Müslümanların, alimlerinin rolü birinci sıradadır. Bunun nedenini İslam’dan önce de Kürtlerde güçlü bir dinin ve inancın olması olduğunu, klasik İslam tarihçileri de belirtmiştir. Zaten din kavramının kendisi de Kürtçe olup, bugün Kürtçenin tüm lehçelerinde kullanılan “deyn, Dên” yani borç kavramından türetilmiş Avesta dilinden gelmektedir. Kürt inanç hafızasına göre, her iyi insanın tanrısına karşı yerine getirmesi gereken ahlaki yükümlülükleri yani ödemesi gereken “deyn”i vardır. İşte bu kültür zamanla değişime uğramış, bugün din dediğimiz olgunun kendisi olmuştur. İkincisi, Kürt zihniyetinde hangi dinden, inançtan, mezhep veya tarikattan olursa olsun, din, iyi olan, iyi olmak zorunda olan insanın içinde bulunduğu duygu ve düşüncedir. Bu nedenle halen bile Kürtlerde dindar kişi mutlaka iyi olmak zorunda olan kişidir inancı ve kültürü vardır. Kürtlerde din temsilcisi insanlara güven duyulmasının temel nedeni bu tarihsel hafıza, vicdanı büyük şahsiyetlerin toplumda oynadığı roldür. Kürtler yeryüzünde kendisine ait mitolojisi, dini, kitabı, peygamberi olan az sayıdaki halklardan biri, belki de başta gelenidir. Kürt alimlerin beş yüz yıl öncesine kadar da dini düşüncede oldukça yaratıcı ve etkili oldukları, neredeyse tüm tarikatlarda Rayver-Mürşit konumda oldukları biliniyor. İşte bu öncülüğün dayandığı hafıza, Kürtlerin zengin ve köklü tarihsel ve kültürel geçmişlerinden kaynaklanmıştır. Bu nedenle bugün tarikat ve cemaat gerçeğini ancak bu Kürt tarihsel gerçeğini ele alarak doğruya yakın değerlendirebiliriz. Kürt gerçeği hem tarikatın ve cemaatin ne olduğunu hem de iktidar İslam tarafından ne duruma sokulduklarını çok iyi anlatan veriler barındırıyor.
Kürtler tarikatlarda mürşit, Pîr konumunu yaklaşık beş yüz yıl önceye kadar da çizgi, dinde yeni tatbik yöntemleri üretecek kadar güçlü bir düzeyde temsil ediyordu. Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşuna kadar da belli bir hakimiyetleri, temsil güçleri vardı. 1925’e kadar da Şêx Said-ê Pîran şahsında yurtsever, halkçı damar varlığını işgalciye karşı savaşacak kadar güçlü sürdürmüştür. Kürtlerde tarikatlarda yer alanların 1990’larda bile Mela Abdurrahman-ê Tîmoqî gibi temsilcisi, Türk kontrgerillası Hizbullah’ın katlettiği çok değerli yurtsever seydaları da vardı. Toplumdaki etkileri zayıflamış olsalar da halen toplumsal ahlaktan beslenen bu yurtsever damar Kürt alimler içinde mevcuttur. Örneğin Rojhilat Kurdistan’da yaşanan serhildanlarda kadın özgürlüğüne vurgu yaparak halkların kardeşliği temelinde demokratik İran inancını dile getirerek katılan Kürt seydaları bu damarın günümüzdeki temsilcileri saymak yanlış olmayacaktır.
Türk egemenleri güçlendikçe, Kürt tarikatları düşüncede güç kaybetmiştir
Tarikatların Pîr’i Kürtler, bu alanda özellikle de son beş yüzyılda güç kaybetmeye başladılar. Bu düşüş sonunda Bakur’da Hizbikontra denilen Hizbullah’a, Başûr’da da Nakşi Barzani ailesiyle Kürt uluslaşmasına karşı sömürgecilerin safında yer almakla sonuçlanmıştır. Kürt dinciliğindeki bu sonucun, Türk egemenlerinin Sünni iktidar İslam’la Ortadoğu’da güçlenerek tek iktidar merkezi olmaya başladıkları, Fars egemenlerininse Şii olarak devletleştiği son beş yüz yıl içinde yaşanan gelişmelerin sonucu olarak anlaşılmalıdır. Türk egemenleri güçlendikçe, Kürt önderlikli tarikatlar düşüncede, yaşamda, toplumsal alanda güç kaybetmiştir. Bunun çok farklı nedenleri vardır. Ancak en önemli neden, İslam’ın devlet dini olmasıyla birlikte, dindeki tüm yorumların devlete teslim olmak zorunda bırakılması, son beş yüz yılık tarihte İslam ideolojisiyle yönetilen Sünni iktidar İslam çizgisindeki devletlerin en güçlü olanların Türk egemenlerince yönetilmesidir. Türklerin devletleşmesinde Kürt tarikatlarının desteği, İslam ideolojisinin Kürt-Türk egemenleri arasında üstte yol açtığı ilişki biçimi çok stratejik bir rol oynamıştır. Bu ilişki de Türkler devlet örgütünde tecrübe kazandıkça, devletleri İslam alemi içinde kabul gördükçe Kürt ideologlara ihtiyaçları azalmış, böylece tarikatta kalan Kürtlerin etkisi azalmış ve güç kaybetmesine yol açmıştır.
Hem mezhepler hem de tarikatlar iktidar İslam’a karşı, onu eleştirmek temelinde ortaya çıkmıştır. Bu nedenle devlet ile tarikatlar arasında her zaman birbirini gözetme, takip etme, ilişki ve ittifak kursalar bile birbirine tam güvenmeme, araya mesafe koyma da yaşanmıştır. Bu Türk egemenlerinin idaresindeki devletlerde de böyle olmuştur.
Selçuklular zamanında iktidarın asıl gücü ve sahibi Abbasi halifeleridir. Türk egemenleri asker ve komutanlar olarak halifeler için çalıştıkları kadar meşruiyet ve yasallık elde etmiştir. Selçukluların Abbasîler nazarında kabul görmesini sağlamış eylemlerinden en etkilisi, daha yeni yeni çıkmış tarikatları baskı altına alarak Abbasî halifesine bağlamak, halife iktidarına karşı çıkanları katletmek olduğu biliniyor. Bu nedenle Selçuklularda muhalif ve iktidar karşıtı tarikatlarla Türk egemenleri arasında çelişki ve çatışma yaşanmıştır. Haçlı Seferleri, akabinde gelen Moğol saldırıları iktidar İslam’ın Sünni mezhebini darbeleyince tarikatların gelişmesine daha uygun bir ortam doğmuş görünmektedir.
Osmanlının kuruluşunda Kürt olduğu söylenen ve Vefai olduğu tahmin edilen Şêx Edabalî’nin yönlendirmesi, fikirleriyle güç vermesi belirleyici rol oynamıştır. Şêx, kızını Osman’la evlendirerek bu aileyi eğitmiş, kendine mürit etmiştir. İstanbul’un ele geçirilmesine kadar da bu ilişki biçimi sürmüştür. Osmanlı büyüyünce ve Sünni İslam dünyasında başka güç de kalmayınca, bir iktidar kültürü olan asker-komutanın ideolojik kurumu baskılaması, istediği gibi yönlendirmesi ve güdümüne alarak kullanması gündeme girmiştir. Böylece kabaca 1500’lerden itibaren Türk egemenlerinin hem halkla hem de devleti yöneten sultanların İslam ideolojisiyle ilişkisi kökten değişecek bir yola girmiştir. Bu aşamadan sonra adım adım gelişecek olan, Kürt alimlerin, tarikat Şêxlerinin Osmanlı paşalarının mürşitti, Pîr’i değil, içlerinden bazılarının ancak Lalaları (çocuk eğitmeni, terbiyecisi) olabildiğidir.
Osmanlının 1517’de halifeliği ele geçirmesiyle Osmanlı tam bir şeriat devleti olmuştur. Böylece devletin tarikatlarla ilişkisinde de geçmişe göre belli değişiklikler tartışılmıştır. Örneğin yönetici sultan halife makamını ele geçirdiği için, tüm tarikatlar ve cemaatler İslam halifesine bağlı olmak zorunda bırakılmıştır. Tarikatların halife yönetimindeki bir devletin egemenliğinde kalmış olması, dine ve devlete karşı sorumluluklarını daha da artırmıştır. Bu durum aynı zamanda devletin de tarikatlara karşı sorumluluğunu büyütmüştür. Bu yeni dönemde tarikatların kimlik ve cemaatlerini devlete kaptırmamak için daha duyarlı, devletle arasına mesafe koyduğunda da iktidarın hedefi haline gelmemek için özel bir çaba içinde oldukları görülmektedir.
Osmanlıda devlet ile tarikatlar arasında görüntüde uyum, derinliklerde ise sürekli bir gerginlik yaşanmıştır. Bu nedenle Osmanlıda tarikatların örgütlediği veya düşünceleriyle yönlendirmek suretiyle çıkardıkları isyanlar da olmuş, ama aynı zamanda bastırılmasında devlet yandaşı başka bir tarikatın müritleri de kullanılmıştır. Örneğin, Yeniçeri ocağı Bektaşi tarikatına bağlı, bir işgal ordusudur, halife için büyük katliamlar yapmayı görev bilen halk tabiriyle cani bir güçtür. Ancak sultana bağlı ve savaşta onu koruyan bu özel askeri kuvvet, daha sonra Şeyhülislamın fetvasıyla katliamla ortadan kaldırılmış, yerine başka bir tarikata bağlı yeni bir ordu kurulmuştur. Özcesi tarikatlar Osmanlıda şeriat yasaları dahilinde ve devletin belirlediği sınırlar içinde varlık sürdürebilmiştir. Özel mekanları, mülkleri olmuştur. Toplum içinde etkileri ve yetkileri, statü ve makamları da söz konusu olmuştur. Ancak ne zaman ki halife ve saraydaki hakim tarikatın çıkarlarına dokunacak eğilim, istek ve arayışları fark edilmiş o zamanda katliamlara uğramıştır. Bu minvaldeki çatışmalara verilecek bir diğer örnek ise Osmanlı sultanı IV. Murat’ın emriyle Diyarbekir’deki Nakşilerin öldürülmesi olayıdır. Devlet ve devlet klikleriyle tarikat arasındaki ilişki ve çelişkilerine, dayanışma ve çatışmalarına günceldeki örnek ise Gülen Cemaatinin devletle çatışmasında görüldü.
Tarikat ve cemaatlerin iktidarlarla ilişkileri Türk ulus devlet döneminde değişmeye başlamıştır
Osmanlıda tüm çelişki ve çatışmalarına rağmen tarikatlar, şeriat yasalarını ve Sünni iktidar İslam hassasiyetlerini dikkate almış, en kabul edilmez dönemlerde bile devletin toplum içindeki uzantısı olmaktan kurtulamamıştır. Fakat Osmanlı da dahil hiçbir feodal devlet, bugün ulus devletlerde gördüğümüz biçimde ve derinlikte toplumsal yaşam üzerinde hakimiyet kuramamıştır, kurma gereği de duymamıştır. Bu nedenle tarikatlar devletin baskısı altında olsalar bile kendi yaşam alanları olabilmiştir. Örneğin medreseleri ile ünlü çok sayıda Kürt tarikatı ve tarikat ailesi söz konusudur ki bazıları günümüzde de bu geleneği sürdürmeye çalışmaktadır. Bu dönemde devleti temsil eden hanedan ailesi ile tarikatlar arasında hemen her alanda az veya çok bir paylaşım söz konusu olmuştur. Hanedan ailesinin stratejik çıkarları tehlikeye girmedikçe de bu paylaşıma göz yumulmuştur. Hanedan devleti tarikatlar arasındaki ilişki ve çelişkileri kullanarak birleşmelerini engellemiş, birbirine karşı kullandığı da olmuştur. Ancak ulus devletle birlikte tarikat olgusunun temsil ettiği yaşam ve kültür, zihniyet ve siyaset, yeni iktidar klikleriyle temelde ters denilebilecek duruma düşmüştür. Yeni devletin ulus kimliğini geliştirme amacı, bu iş için de laiklik-sekülerlik denilen ideolojiyle dini kullanma ihtiyacı, tarikatın dine bakış açısında kullandığı yol ve yöntemleri yeni devlet modeline ve ideolojisine göre ele almayı zorunlu hale getirmiştir. Böylece tarikatların devletle ilişkisinin köklü bir değişiklikle yeniden düzenleneceği Türk ulus devletinin kuruluş dönemine girilmiş oldu.
Türk devleti, 1924 yılında Osmanlı hanedanının meşruiyetini ve yasalarını dayandırdığı hilafeti kaldırarak, iktidarının meşruiyetini laik hukuka dayandırmaya çalışmıştır. Halifeliği kaldırdığı gün diyaneti kurarak din politikasının ne olacağını da göstermiştir. 1925’teki yurtsever Kürt isyanını bahane ederek, tekke ve zaviyeleri kapatarak dini geleneğin örgütleme biçimini de yasaklamıştır. Kürtleri Ocak, dergah ve medreselerden kopartarak camilere hapsetmiştir. Bu örnekler bize Türk ulus devletinin dini, toplumu devlete bağlamak için önemli bir araç olarak seçtiğini gösterir. Milliyetçilik denilen ideolojinin ulus devlet dini olduğu bilinmektedir. Türk milliyetçiliği ise dini laik söylemlerin perdesi altında kullanarak kendini din yapma milliyetçiliğidir. Bu nedenle Türk ulus devletinde dini devletin hizmetinde kullanma özünde Osmanlı geleneğini sürdürmeyi ifade etmiştir. Sadece kullanma yöntemi değiştirilmiştir.
Türk İslam ile İslam’daki tarikat ve cemaat gibi yorumlar arasındaki ilişkinin anlaşılması çok önemlidir. Bu husus en çok da Türkmen halkın tarihinin ve kültürünün tanınması ve anlaşılması için gereklidir.
Unutulmamalıdır ki Türk egemenleri içinde, Abbasî halifelerine köle yapılması için Türkmen satmış olanları bile vardır. Müslümanlık Türk egemenler arasında yayıldıkça, İslam kendileri için yeni bir kimlik olmaya başlamıştır. Bu da ancak 12. yüzyıl gibi oldukça geç bir tarihte yaşanmıştır. Halk olarak Türkmen ise köle ve asker olarak kalmaya devam etmiştir. Türk egemenlerinin İslamla iktidar olması, rüyalarında göremedikleri zenginliklere kavuşmalarına yol açmıştır. Bu nedenle Türk egemenlerinde İslamlaşmak ve İslam’a dayanarak iş yapmak, yaptıklarını İslami işler olarak sunmak bir karakter, kimlik ve değişmez bir siyaset haline gelmiştir. Tarikatlar bunu bildiği için kendilerini Osmanlıya İslami işler yapıyoruz diyerek kabullendirmiş, destek ve güç de alabilmiştir. Fakat Türk ulus devleti kendisini İslam’ın değil, Türk milletinin devleti diyerek tanımlamış, politik olarak da böyle konumlandırmıştır. Bu devlet kabul ettiği siyasi çizgi gereği insanları İslamlaştırmayı, İslam için çalıştırmayı değil, Türk yapmayı, Türk dediği kimliğe hizmet ettirmeyi öncelemiştir. Türk ulus devletinde kabul görmenin yolu Türk olmaktan, iktidarın yoluysa Türkleştirme işlerinin başarısına bağlanmıştır. Osmanlıdaki İslamlaştırma kültürünü tanımış tarikatlardan bazıları bu yeni politikaya günah diyerek karşı çıkmıştır. Bu tutum çelişki ve çatışmalara yol açmıştır. Fakat, iktidar içinde iyice erimiş, iktidarın gücünü tanımış tarikat aileleri ve liderleriyse İslam yerine hızla Türklüğü yerleştirebilmiştir. İttihatçıların ve sonrasında da Kemalist kadroların bu politikayı teşvik etmesiyle Arvasiler gibi Kürt tarikat aileleri içinden bile Asyalı Türkmenlerden çok Türkçülük yapanlar çıkabilmiştir. Sadece Kürtler değil, Arnavut, Boşnak, Çerkez, Arap, Fars ve daha başka etnik kökenden kişi ve aile de bu kervana katılmıştır. Ancak tarikatlara mensup Kürtlerden İslam ümmet kimliği yerine Türklüğü ikame ederek pozisyon alanlar, hem Kürt tarikat geleneğinin çok köklü olması hem de kadim Kürt inanç tarihinin manevi gücünün büyüklüğünden ötürü diğer kesimlerden çok daha büyük tahribatlara yol açmıştır. Örneğin bu anlayıştaki Kürtler içinden, Kürtlerin demokratik ulusal talebine karşı sömürgeci soykırımcı TC’nin yanında kontrgerilla olarak savaşanlar çıkabilmiştir. Türk iktidar İslam geleneğinin bozduğu ve sapmaya uğrattığı tarikatçılık, Kürtlerin bir kesiminde siyasi ahlak boyutunda dünyanın başka hiçbir yerinde ve dininde görülmemiş ahlaksızlıklara yol açmıştır. Sonuçta Türk ulus devletinde dinsel ilişki bağlamında Kürt-Türk ilişkisi, bir mürşitin müridine biat etmesi, karşısında el pençe durması, müridinin belirlediği sınırlar içinde yaşamayı kabullenmesini çağrıştırır olmuştur. Kürt tarikat geleneğinin Türk devletiyle ilişkisi, aynı zamanda dinsel kültürün iktidar gurupları ve ulus devlet politikalarıyla içine düşürüldüğü durumu da çok iyi anlatmaktadır.
Kürt tarikatlarına Türklüğü dayatmak Allah’ın ayetlerine karşı çıkmakla eşanlamlıdır
Türk ulus devleti herkese Türklüğü, Türk olmayı dayatmaktadır. Bundan en büyük zararı gören kesimlerden biri de Kürt kimlikli tarikat gurupları olmuştur. Çünkü diğer etnisiteler din değiştirme yoluyla kendilerini çok önceden Osmanlı tebaası görmeye başlamışlardı. Türk ulus devleti bu etnisitelere Türkleştirmeyi dayattığında, kültürel ve siyasal karşı direnişleri yok denecek kadar az olmuştur. Fakat Müslüman Kürtler din değiştirerek Osmanlı ya da Türk olamazdı, çünkü kendileri Türklerin İslamlaşmasında rol oynamış bir milletti. Tarikat liderlerinden, ailelerinden bazılarının Türk ulus devletine hizmet ederken Kürt tarikat geleneğine ve ulusuna yaptığı en büyük kötülük ve ihanet tam olarak burada ortaya çıkmıştır; bunlar dini istismarla tarikat geleneklerini ve Kürtlüklerini inkar etmeyi dinden saymaya başlamıştır. Başka bir olumsuzluksa Kürt kimliğinden ve tarikat kültürüne dayalı dindarlığın güçlü olmasından ötürü, laik milliyetçi Kemalistlerin “dinci gericilik” derken kastettiklerinin Kürtler olarak anlaşılması olmuştur. Yani TC’nin kültürel soykırım politikasının bir parçası olarak, Kürt eşit dağlı, feodal, aşiretçi, dini taassup sahibi gerici gibi hor görmeyi sağlatmada da Kürt İslam kültürünün kendini savunamaz duruma sokulması zemin sunabilmiştir. Türklerde dinci gericilik denilirken 1990’lara kadar da ağırlıkta Kürtler anlaşılıyordu. Yeşilçam filmlerinde de bu yoğunca işlenmiştir. Kapitalist modernite Türkiye’sinin ölçülerinde Kürtlerin geri ve dağlı görülmesinin Kürt insanının da yol açtığı kendini küçük görme, güvensizlik yaşama gibi asimilasyona hizmet eden özelliklerin oluşmasında da Kürt tarikat kültürüne dönük saldırıların ve Kürtlerdeki dindarlığın teşhir edilmesinin neden olduğu baskı önemli bir paya sahiptir. Bu tarz teşhir Kürtler içinde sınırlı bazı gurupların ulusal kimliğini dini kimlik örtüsü altında gizlemesine, ya da dini kimliğini ulus kimliği örtüsü altında yaşamasına yol açmıştır. Ancak değişmemiş olan şey, özellikle de Şêx Sait liderliğindeki direnişin de bahane edilerek Kürtlerin kuşatıldığı, her hareketlerinin izlendiği, en ufak dinsel bir ritüellerinin Kürtçülükle damgalanarak tahkikatlara uğratıldığıdır.
Düşmana hizmet edince sevap kazandığını, aynı hizmeti milletine ederse günaha gireceğini sanan akıl, duygu dünyanın hiçbir dininde ve ulusunda olmamıştır, olamaz da. Maalesef bu duygu ve akıl bazı Kürtlerde dindarlık adı altında yaşanabiliyor.
Türkiye’de 1946’da çok partili sisteme geçilince, siyasi partiler halktan oy almak için tarikat ve cemaatlerle ilişki kurma ihtiyacı duymuştur. Özellikle Demokrat Parti Kürtlerdeki tarikat ailelerinden bazılarıyla ilişkiye geçerek Kürtlerden oy almak istemiştir. Bu amaçla, Erzurum, Elazığ, Bitlis, Bingöl ve Urfa özellikle ilişkiye geçtiği iller olduğu görülür. Ancak Kürtlerin Türkleştirilmesi devletin değişmez kanunu olduğu için siyasi ilişki kurulan kesimde ulusal bilinci olanların Kürtlüklerini dışa vurmalarına ya da Kürt halkına dayatılan soykırımı anlatmalarına asla izin verilmemiştir. Türk devletinin bu süreçteki politikaları, yurtsever tarikat çevrelerini iyice kuşatıp daraltır ve sessizleştirip suskunluğa mahkum ederken, Osmanlıdan beri Türk egemenleriyle iktidarın nimetlerini paylaşmakta ustalaşmış olanlarınsa çıkar elde edeceği büyük fırsatlar sunmuştur. Bu çıkarcı tarikatçı kesim, Kürtleri dini istismar yoluyla Türkleştirdikçe, devlete Türk İslam sentezi dincilik çizgisinde hizmet ettikçe daha büyük çıkar elde edeceklerini gördükçe saldırılarını arttırmış, ihanetlerini derinleştirmiştir. Çünkü onlar Türk iktidar dinciliği sınırları içinde kaldıkça ve Kürtleri aldattıkça devlet de önlerini açmıştır. Kürdistan Özgürlük Mücadelesi gerilla savaşına geçince de bu ilişki, siyasi ittifak kuracak aşamaya çıkarılmıştır. Böylece ilk defa Kürt tarikat aileleri içinde bazıları çıkarları için sistematik olarak Kürtleri Türkleştirmek ve tanrıya bağlar gibi Türk devletine bağlamak için çalışmaya başlamış diyebiliriz. Bu gurupların çıkarları ile devletin çıkarlarının uyumlu olduğu nokta, Kürtleri din istismarıyla kandırmak, ümmet ideolojisini saptırarak Kürtlere Kürt olarak Müslüman olunmaz fikrini aşılamak olmuştur. Bu güruh çalıştıkça devlet de yetkilerini büyütmüştür. Örneğin içlerinden Turgut Özal, Hikmet Çetin, Kamuran İnan, Abdulkadir Aksu gibi adamlar devşirilmiştir. Bugün de faşist şef Erdoğan bu çizginin temsilcisi olup yanında yer alan adamlarına bakarak, partimde Kürt vekil, yönetici ve bakan var diyebilmektedir. 20. yüzyılda hiçbir güç bu özellikteki tarikat gurupları ve kişilikteki adamlar kadar Kürtlere zarar vermemiştir.
Türk devletinin din yoluyla Kürtleri Türkleştirmesi
TC ile ortaklaşan Kürt kökenli dincilerin Kürt halkı içinde yaydığı en büyük yalan ve halkımıza musallat ettikleri kötülük, yukarıda da vurguladığımız gibi Kürt olarak Müslüman olmanın ve yaşamanın, Kürtçe ibadet etmenin ve konuşmanın, ulusal haklarını talep etmenin günaha eşdeğer sayılacağını iddia ettikleri saptırmadır. Unutulmamalıdır ki “hepimiz Müslümanız, din kardeşiyiz Kürtlüğe ne gerek var” şeklinde formüle edilmiş ve kesinlikle altında Türk İslam sentezi ırkçı zihniyetin gizletildiği söylem, bu türdeki dinciler Kürtler içinde ümmet kardeşliği adı altında yaymıştır. Belli bir kesime de kabul ettirmiştir. Bunların kafalarını karıştırdığı Kürtlerden öyleleri vardır ki “ben Kürt’üm” derse günah işlemiş gibi olabiliyor. Bu saptırmanın yol açtığı çarpıcı bir diğer örnekse Türk dinci ve faşistleri için çalışan tarikat ailelerinin, Şeyhlerin daha yoğun yaşadığı özellikle Urfa, Bingöl, Muş, Bitlis, Erzurum gibi şehirlerde, seçimlerde Kürt yurtseverliğini temsil eden partilere oy vermenin günah işlemekle eş olduğunun propaganda edilmesidir. Kuşkusuz ki bu ve benzer durumlar çok ciddi bir bilinç, irade ve ahlaki kırılmanın yol açtığı sonuçlardır; Türk devletinin din yoluyla Kürtleri Türk yapmanın Kürtlerden bazılarında varlığını bizzat kendisinin inkar ettiği noktaya geldiğinin işaretidir. Ki Kuran’a göre varlığını inkar etmek, Allah’ın ayetini dolayısıyla Allah’ı inkar etmek demektir. İşte bazı dinci Kürtler, Türk devletinden çıkar elde etmek için Kürtlüklerini inkar ederek aynı zamanda Allah’ı da inkar etmeye din diyor. Bir şeyi düşmanı için yapınca sevap, aynı şeyi milleti için yapınca günah sayan akıl, duygu dünyanın hiçbir dininde ve ulusunda olmamıştır, olamaz da. Çünkü bu apaçık bir sapkınlıktır, sapıklıktır. Bu kesimler DP döneminden sonra devletin verdiği imkanlarla zenginleştirilmiştir. Süreçle devlet bunları kullanarak Kürtleri çağın gelişmelerinden kopartmıştır; Kürt halkına karşı kullandığı örgütlü bir güce dönüştürmüştür. Kürdistan’da son yetmiş yıl içinde ortaya çıkmış tüm kötülüklerin kaynağı bunlardır dersek abartmamış oluruz. Artık bunlardan bazıları beyaz ve yeşil faşist Türklerin yanında Kürt kökenli Türkler olarak devlete yerleşmiş ve devlet olmuştur. Örneğin Kürtlerde Kürtlüklerini inkar eden Nakşi guruplarla, Türklerde de demokrasi ve sosyalist aydınlanma karşıtı Nakşi gurupların ittifakı sayesinde AKP’de devlet olacak kadar sistem içileşmiş Kürtler söz konusudur. Ulusal kimliklerini inkar eden Kürt dinciler ve Türk dinci milliyetçi faşistler arasındaki iktidar ilişkisinin bu düzeye gelmesini sağlayan asıl gelişme, 1952’de Türk devletinin NATO üyesi olmasıyla başlamıştır.
TC’nin 1952’de NATO’ya girmesiyle, devlet ve tarikatlar ilişkisini yeniden düzenleme ihtiyacı doğmuştur. TC’nin NATO’ya üye olması, NATO içinde siyasi ve askeri gücünü İslami hareketleri kontrolüne alma, yönlendirme imkanı vermiştir. Bu politika sosyalist mücadeleye, ulusal kurtuluş hareketlerine karşıtlık üzerine inşa edildiği için NATO’nun diğer üyelerince de desteklenmiştir. 2016’da Türkiye’deki darbe girişiminin arkasındaki güç olduğu iddia edilen Gülen Cemaatinin, 1950’lerden sonra “Komünizmle Mücadele Dernekleri” adı altında örgütlenerek işe başlaması, bahsettiğimiz bu gelişmenin sonuçlarından en iyi bilinenidir. Bu aşamayla birlikte TC, tarikatları, cemaatleri iç ve dış çıkarları için kullanacak güçte olduğuna inanarak din politikasını belirlemiştir. Böylece Türkiye’de tarikat ve cemaatler, görüntüde dini birer yapı, ancak propagandalarında, yaşam tarzlarında ve örgütsel hedeflerinde anti sol, anti demokratik bir parti, dernek, örgüt olacak şekilde yeniden dizayn edilmiş ve devletle organik bağları güçlü yapılara dönüştürülmüş oldu. Devletin sağcı-milliyetçi görünen kliği bu değişimi o kadar stratejik ve hayati bulmuştur ki zaman zaman bu politikayı eleştiren, yöntemini doğru bulmayan ve kendilerini batıcı, aydınlanmacı Kemalist laik milliyetçiler olarak adlandıranları bile sınırlandırmış, baskı altına alıp tasfiye etmekten çekinmemiştir.
Türkiye’de 1946’da başlayan ve 1952’de NATO’ya dahil olunduktan sonra en ince noktalarına kadar ayar verilen politikalar neticesinde, artık günümüzde bildik anlamda tarikat ve cemaatler yoktur, demek mümkündür. Basit bir incelemeyle bu çok rahatlıkla ortaya serilebilir. Tarikat ve cemaatlerin bu düzeyde devlete bağlanmasını sağlayan güçlerden bazısı da 1980’den itibaren devleti yöneten kadroların çoğunun üyesi olduğu ve bugün AKP’de bir araya gelmiş olan Mili Türk Talebe Birliği gibi oluşumlar olduğu unutulmamalıdır. Bu oluşumun kadroları müridi oldukları tarikat ve üyesi oldukları cemaatlerden hem dinci milliyetçi eğitim almış, kişilikleri devlete hizmet için terbiye edilmiş hem de bu dinsel yapıların devletle bağını kurarak onları etkilemiş, sistematik kullanılacak yapılara dönüştürmüştür. Çevresinde bu tür ilişkilerin kurulduğu ve tümü de Türk Neqşîbendîliğin Halid-i koluna bağlı olduğunu söyleyen bu yapılardan en iyi bilinenleri, İskenderpaşa ve İsmailağa cemaati, Süleymancılar gurubu ve Nurculuğun versiyonu olarak bilinen Yeni Asyacılar ve Gülen Cemaatidir. Bu Nakşi ve Nurcu Türk cemaatlerinin özellikle de son kırk yıl içinde Türk devletinde oynadıkları rol biliniyor.
Günümüzde artık çıkış amacına göre çalışan ve yaşayan tarikat ve cemaatler yok
Dindar olmaya çalışan bazıları olsa da artık günümüzde çıkış amacına göre çalışan ve yaşayan tarikat ve cemaatler yoktur. Yurtsever Kürt dindar çevreleri saymazsak bu özellikle de Kürtler de böyledir.
Türk devletinin NATO’ya dahil olduktan sonra tarikatlar ve cemaatlerle kurduğu yeni ilişkilerin bir de Kürdistan ayağı vardır. Politika değişikliğinin yaşandığı bu kritik dönemde Kürdistan’da da Kürt tarikat ailelerine ve liderlerine dönük dinci faşist Türkler lehine sonuç vermiş yeni bazı taktikler devreye konulmuştur; öncelikle Kürt kültürü, inancı ve alimlerinden beslenen hiçbir tarikatın tümüyle devlete teslim olmayacağı bilindiğinden, tarikat liderliğinin Kürt olmayanlara ya da ben Türküm diyecek kadar devşirilmiş Kürt kökenlilere verilmesi dayatılmıştır. Kuşkusuz bu ortamda 1925-1950 arası döneme göre biraz daha rahat nefes aldıkları için çok sınırlı da olsa varlıklarını sürdürme çabası içinde olmuş, geleneğini unutmamak için küçük medreseler gibi basit ama anlamlı adımlar atabilmiş Kürt tarikat aileleri, liderleri de olmuştur.
Türk devletinin Kürt tarikat geleneğini bozacak en radikal müdahalesi, 1970’lerden itibaren Kürtlerde ulusal kimlik talebinin sol söylemli siyasetle dillendirilip mücadelesinin başlamasına karşı, dini kullanma amacıyla yapılanı olmuştur. Örneğin Milli Türk Talebe Birliği’nin üyesi ve aynı zamanda Neqşîbendî geleneğinden gelen Hüseyin Velioğlu’na Hizbullah adlı kontrgerilla örgütü kurdurulmuş, bu dinci kontra yapı Türk ordusunun emrinde PKK ile savaşmıştır. Bilindiği gibi içinde yurtsever Qedrî kültürden gelenler de dahil Neqşîbendî ve Nurcu Kürt alim ve seydaların da olduğu onlarca Kürt yurtseveri bu cani kontra yapı tarafından katledildi.
Kimi cemaatlerdeki Kürt damarı yok edilerek Türk özel savaş aygıtına hizmet edecek konuma sokuldu
1970’ten itibaren TC’nin Bakur’da yürüttüğü Kürt tarikat geleneğini bozma, asimile ederek teslim alma, kontralaştırma ya da kontra çıkaracak duruma sokma politikalarına Med-Zehracılar adıyla anılan ve içinde Kürt ulusal bilincini temsil eden Nurcu guruplar, Qedri ve Neqşîbendî Kürt yurtsever çevreler de yoğun maruz kalmıştır. Örneğin bu müdahaleler neticesinde MHP militanlarının mürit adı altında yoğunca sızdırıldığı Neqşîyên Xalid-î’lerden olan Menzil Cemaati, tümüyle Türk özel savaş aygıtına hizmet edecek duruma sokulmuştur. Bu cemaatteki Kürt damarı neredeyse yok edilmiştir. Maraş’ta Kürtleri katleden katillerden ele başlar da dahil bazıları kendilerini bu cemaate mürit saymıştır; bugün kendine Hüdapar diyen dünün Hizbikontrası da Kürt Nakşi gelenekten devşirilmiştir. Ayrıca incelenmesi gereken bu husus hakkında, mahkemelerde konuşmuş Kürt katili ve katliamcısı Türk subay ve generallerinin itiraflarına bakılabilir. Bu itiraflar Kürt tarikat geleneğinin sömürgeci ve soykırımcı Türk devleti tarafından nasıl yozlaştırıldığını, ihanete çekildiğini, üyelerinden Türk devleti için Kürt katleden katilerin ne tür vaatlerle çıkarıldığını anlamak isteyenlere yetecek malzeme, bilgi ve belge sunmaktadır.
1980 askeri darbesiyle birlikte Türk devleti, Türk İslam sentezini resmi ideolojisi olarak ilan etti. Bu ilan o güne kadar Türk devletinin Türk İslam sentezine dayanmadığı anlamına gelmez. Türk İslam sentezi denilerek formülleştirilmiş siyasi anlayış, 2. Abdülhamit zamanında da vardır. Hatta 2. Mahmut’a kadar da götürülebilir. Zaten Kemalist düşünce denilen düşünce de önemli oranda bu iki sultan halifenin politikalarının 20. yüzyıla uyarlanmasıdır.
12 Eylül 1980 askeri darbesi generallerinin Türk İslam sentezini resmi devlet ideolojisi ve politikası haline getirmesinin, dünya ve bölgedeki gelişmelerle doğrudan bir ilişkisi vardır. Bu dış gelişmelerin en önemli olanı İran İslam Cumhuriyetinin kuruluşu ve SSCB’nin Afganistan’ı işgal etmesidir. Bu iki gelişme Türkiye’de ABD’nin “bizim çocuklar” dediği Türk generallerine dinci ve faşist bir darbe yaptırmasına yol açmıştır. Bir de içerde Türkiye sol hareketinin güç kazanması ve PKK mücadelesinin Kürtleri etkilemeye başladığı görülünce dinci faşist bir darbe için iç ve dış koşullar tamamlanmış oldu. Bu darbe ile birlikte 1952’dan itibaren belli bir strateji ve taktik içinde kalınarak adım adım yapılan dinci-faşist hazırlıklar koordine edilerek siyasal sistem kuracak, devleti de tümden ele geçirecek aşamaya geçilmiş oldu. Böylece önce Özal liderliğinde Anavatan Partisi’yle, daha sonra da bu partinin iktidarında eksik kalan unsurlar tamamlanarak 2002’de de AKP adı altında yıllarca üzerinde çalışılan proje hayata geçirilmeye başlanmıştır.
Bugün Türkiye’de AKP-MHP iktidarıyla sonuçlanmış siyasi gelişmeleri tekrar özetlersek şu başlıkları belirtebiliriz; NATO üyeliğinin yol açtığı ideolojik ve siyasi gelişmeler, NATO ve ABD tarafından Seferberlik Tetkik Kurulu adı altında Özel Harp Dairesi’nin örgütlendirilmesi ve bu örgütlemeyle artık herkesin devlet tarafından yapıldığını bildiği katliamlar, provokasyonlar ve işlenen cinayetlerin yarattığı ortam, MİT adı altında istihbaratın geliştirilmesi bu kurumla içerde komplolar yaparak sistem dışında kalan kişi ve yapıları teslim almak ve sisteme angaje etmeye dönük çalışmaların sonuçları, Komünizmle Mücadele Dernekleri, Ülkü Ocakları gibi paramiliter yapılarla halk içinde örgütlenmek, Türk sermayesini TÜSİAD adı altında bir araya getirip küresel sermayeye bağlamak, Milli Türk Talebe Birliği üyesi olmuş kadroları önce ANAP ile atılıma geçirmek, eksik bırakılan alanları da AKP ile tamamlamak, ordu ve polisi bu amaçlara hizmet edecek şekilde dönüştürmek…
Böylece devlet kurumlarının tümüne yakını ele geçirilmiş ve hemen her şey de Türk İslam sentezi ideolojisine göre yeniden inşa edilecek sürece geçilmiş oldu. Bu müdahalelerin tümüne yakını, özü itibarıyla cumhuriyetin kuruluş felsefesine de terstir. Ancak kendine sol Kemalist diyen gurupların Kürt düşmanlığı ve inkarcılığı, hatta 1980 öncesinde sosyalist bazılarının bile Kürt halk gerçekliğini tanımaması ve Kürdistan’ı ayrı bir ülke olarak kabul etmemesi bu dinci ve faşist Türklüğün iktidara gelmesine farkında olmadan politik malzeme sunduğu biliniyor.
Türkçü-İslamcı tarikat ve cemaatlerin zihniyeti, devlet ideolojisi haline geldi
1980’den sonra artık Türkiye’de devlet ve tarikat ilişkisinden bahsetmek pek doğru olmaz. Çünkü tarikat adı altında örgütlendirilmiş Türkçü ve İslamcı tarikat ve cemaatlerin zihniyeti devlet ideolojisi yapılmıştır. Bu gurupların devletleşmesi oldukça sancılı olmuş, tümü dinci ve faşist de olsalar Nurcu Gülen Cemaati ile Türk Nakşiler arasındaki çelişkilerde gördüğümüz gibi şiddetli çatışmalar da yaşanmıştır. Ki bazen bu kavga birbirine darbe yapacak kadar ileri de götürülmüştür. Bu kavgada Nurcu Gülencilerin daha batıcı görünmesi, Türk Nakşilerinse daha gelenekselci ve yerelci bir görüntü vermesi, her iki kesimin politikalarına göre kurdukları uluslararası ilişki ve ittifakların rolünü de unutmamak gerekir.
Türk İslamcı tarikat zihniyetinin devlet olmaya başlaması içerde Kürt halkının tümden soykırıma tabi tutulması, Türk sol ve demokratik kesimlerin tasfiyesi, Alevilerin Sünni Türk iktidar İslam içinde eritilmesi, dışarıda da neo-Osmanlıcı politika olarak pratikleştirilmesini beraberinde getirmiştir. 2. Abdülhamit’ten beri içerde topluma karşı geliştirildiğini varsaydığımız Türk dinci milliyetçi politika, özü itibarıyla Osmanlı geleneğine dayalı dincilik, kurum ve örgütlemelerin dincileştirilmesi, eğitimin tarikatlar eliyle yapılması, dini olanın değerli ve değerli olanın dinselleştirilmesi fikrinin temel alınması üzerine kurulmuştur. Dinci ve milliyetçi kesimden bazıları için sermaye toplamak, bunu yaparken önce laik milliyetçi kesimin elindeki sermayeye el koymak, bu işleri meşru göstermek için fetva vermek, fetvaya göre hareket edecek bir kitleyi de tarikat ve cemaatler yoluyla örgütlemek ve aktifleştirmek, dinciliğin yetmediği yerde gerekirse her gün yeni bir yasa veya KHK yayınlamak, deşifre olmuş müdahaleleri arasında yer almaktadır. Özcesi 1919-1924 döneminde modern ve bilimsel zihniyete göre olması amaçlanmış değişim ve dönüşüm stratejisi ki bu cumhuriyet rejimini kuran felsefedir, tümden terk edilmiştir. Bu gerçekliği fark eden, cumhuriyetin başarmasa da kuruluşunda demokratikleşmeye açık yanları olduğuna inanan kesim ile, bugün AKP- MHP adıyla iktidarda olan dinci-ırkçı faşist klik arasında çatışmalar yaşanarak bugüne gelinmiştir. Fakat hiçbir önyargıya kapılmadan belirtilmesi gereken nokta, bugün AKP-MHP çizgisinden rahatsız olan laik milliyetçilerin, Kürtlere ve sosyalistlere karşı dinci faşistleri desteklemesinin bugün ki tablonun ortaya çıkmasında önemli rol oynadığının bilinmesidir. Demokrasi karşıtı bu ittifakta, adına solcu, laik denilen devletçi Türklerin temsilcisi her zaman CHP olmuştur. Her iki kanadın Kürtlere ve sosyalistlere karşı ittifak içinde olması, Türkiye modernitesini geciktirmiş ve geriletmiş, demokratik cumhuriyete en az yüz yıl kaybettirmiş, değerlerini de tasfiyenin eşiğine getirmiştir.
Türkiye’de küresel sermaye tarafından dinci faşistlerin AKP adı altında iktidara taşınması laik ve milliyetçi Kemalistlerin de kabul ettiği gibi bir ABD projesidir. Fakat Kemalist milliyetçiler bu projenin kendilerinin Kürt inkar ve soykırımcılıklarının yol açtığı politik ortamdan beslendiğini, Kürtlere saldırılarının devlete yarattığı tahribattan zemin aldığını, dinci faşistlerin Kemalist milliyetçilerin Kürt düşmanlığını fırsat bildiğini kabul etmeyerek bu işin sadece yarısını biliyorlar. Yani günümüzdeki durumu, sadece yeşil faşist Türk’ün beyaz faşist Türk ile mücadelesine dayanarak anlattıkları ve anladıkları için işin Ortadoğu boyutunu hiç bilmiyorlar, küresel sermaye boyutununsa ancak yarısını biliyorlar. AKP sıradan bir proje değildir. En az Kemalistlerin Osmanlı yerine yeni bir devlet ve iktidar kurması kadar farklı kodları, amaçları olan bir projedir. Bu kliktekiler, Türk egemenlerinin iktidar İslam’la Ortadoğu’da edindiği tüm tecrübeleri kullanmak istemektedir. Kendi anlayışı dışındakileri düşman, hain, milli olmamakla itham etmelerinin nedeni bu anlayışlarıdır. Bunlar kapitalist modernitenin seküler-pozitif bilimsel yöntemine dayananını değil, dine ve mitolojiye dayananını esas almaya çalışıyor. Batı değerleriyle kurulmuş diyerek, demokratikleşme imkanı bulunan cumhuriyeti “batıcı, kendilerine yabancı, kafir işi” gibi nitelemelerle sıfatlandırarak toplumda karşıtlık oluşturmaya çalışıyor; emperyalist amaçlarına daha iyi hizmet ettiğine inandığı için sultan halife rejimini güncelleyerek geri getirmek istiyor. Daha da sıralayabileceğimiz nedenlerle kendilerini sistem haline getirmeye çalışan bu dinci faşist zihniyete sahip olanların içinde bulunduğumuz çağın özelliklerinden ötürü işi oldukça zordur. 2010’den sonra iktidar İslam çizgisinde yaşananlar, El-Kaide, DAİŞ gibi bunlarla akraba örgütlerin yaptığı insanlık dışı eylemler, işledikleri Ezidî soykırımı gibi suçlar, başta Araplar olmak üzere birçok çevrede iktidar İslam dinciliğinin yeniden ele alınmasına yol açtı. Arap ulus devletlerindeki değişim, para zengini körfez Arap devletlerinin İsrail ile diplomatik ilişki kurması gibi bölgedeki önemli gelişmeler Türk İslamcı faşistlerin işini daha da zora sokmuştur. Bunların temsil ettiği dincilikle sistem yönetme politikası güden sadece Taliban Afganistan’ı kalmış gibidir.
Türk dinci faşistleri zorlandıkça Anadolu topraklarını ve Türkmen halkının yüzlerce yılık değerlerini küresel sermayeye peşkeş çekmeye başladılar. İşledikleri suçları görünmesin diye ellerindeki tüm imkanları Kürdistan Özgürlük Mücadelesi’ne karşı savaşa yatırarak kendilerini akla hayale gelmeyecek anlatımlar ve kavramlarla yerli, milli ve aynı zamanda da dindar göstermeye çalışıyor. Bunlar tüm suçlarının, çirkinliklerinin ve ihanetlerinin üstünü Kürt düşmanlığı ile örtmek istemektedir. Laik milliyetçi Kemalistlerin Kürt düşmanlığı devam ediyor olsa da, dinci faşistlerin Kürtlere karşı işlediği suçlarını meşrulaştırmaya, gerektiğinde yasalarla güvence vermeye yardımcı da olsalar, artık mızrak çuvala sığmamaktadır. Türk dinci faşistlerin sistemini kurması için, laik, milliyetçi ve batıcı denilen gurubun da kendilerini kabul etmesi, bu gurubun da kendilerine biat etmesi gerekiyor. Ancak laik milliyetçilerin dincileri desteklemesi şartı Kürt soykırımını tamamlamalarına bağlanmıştı. Dinci faşistler, Kürt soykırım savaşında yenilmiştir. Bu da Türkiye’de iktidar kliği bu iki kesim arasındaki çelişkileri derinleştirmiş, sonu henüz belli olmamış ya da bugünden kestirilmesi zor çatışmaya yol açmıştır. Yaşanan gerginlikler, işlenen cinayetler, yapılan tutuklamalar ve yaşanan gelişmeler -önümüzdeki aylarda olursa şayet yapılacak seçimlere kader seçim süreci denilerek- Türkiye’de çok daha zorlu bir sürecin yaşanacağını göstermektedir.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra Türk tarikat ve cemaatlerinin çoğu özel savaş örgütlerine, Kürtlerde ise birçoğu ulusal ihanetin dinselleştirildiği mekanlara dönüştürüldüler.
Türk dinci ve faşistlerinin bu kadar güçlenmesi, Kürt halkına ve Türkiye demokrasi güçlerine bu kadar pervasızca saldırmalarında Kürt hainlerinin ve zaman içinde teslim alınan tarikat çevrelerinin etkisi de değerlendirmeye değer bir konudur. Bugün AKP-MHP ile bu Kürt çevreler arasındaki ilişki ve ittifakı anlamak için 12 Eylül 1980 askeri darbesinin devreye koyduğu Kürt politikasını anlamayı gerektiriyor.
PKK’nin öncülük ettiği Kürdistan demokratik ulus mücadelesinin halk içinde kabul görmesi, Kürt halkında ulusal bilincin gelişmesi 12 Eylül faşist darbesini yapan generalleri ürkütmüştür. Faşist Evren, darbenin yapılma nedenlerinin başında PKK mücadelesini göstermişti. Sömürgeci soykırımcı devlet, 1980’den sonra Kürdistan’da din istismarına dayanan propagandayı daha sistematik olarak devreye koymuştur. Hatırlanacağı gibi Türk ordusu defalarca Kürdistan’da Kuran ayetlerini dağıtmıştı.
Türk devletinin 1980’den sonra din istismarı politikasında yeni olan başka bir şey de sadece Bakur’dakileri değil Rojava ve Başûr’daki tarikat ailelerinin bazı üyeleriyle ilişkilenerek kullanmak olmuştur. Sömürgeci ve soykırımcı Türk devleti kırk yıldan fazladır, üç parça Kürdistan’da dini geleneği temsil eden Kürtlerden ajan devşirmeyi en temel işleri içine almıştır. TC bu Kürtleri kullanarak, Kürdistan’daki katliamlarını meşrulaştırmaya, Kürtlere saldırılarını “ben Kürtleri dinsizlere karşı koruyorum” yalanına oturtarak propaganda etmeye devam ediyor; Kürdistan özgürlük mücadelesini din karşıtı, kendisini ise dindar bir güç olarak sunuyor. TC’nin bu propagandası ANAP zamanında Bakur’da, AKP iktidarıyla birlikte de Başûr’da Barzani ailesine biat etmiş kimi Nakşiler içinde karşılık bulmuştur.
Türk devletinin resmi olarak Kürtlere dincilikle düşmanlık yapmaya başlaması, hainlikleri tescilli bazı tarikat ailelerine, Şeyhlerine rüyalarında görmediği kadar maddi imkan bulma olanağı sunmuştur. Tahmin edileceği üzere bunun da başını Barzani ailesinden siyasi lider konumundakiler çekmektedir. Bu ailenin Türk İslam sentezi ideolojisine sahip, Nakşiliğin Türk Halid-i koluna bağlı Erdoğan ailesiyle her gün 450 bin varil petrolü piyasaya sürdüğü basına yansımıştır. Varil başına Erdoğan ve adamlarının altı dolar rafine parası aldığını ve varil başı fiyatın da bir iddiaya göre 40 dolarda sabit tutulduğunu göz önünde bulundurursak, Kürt hainleriyle, faşist ve Türk halk düşmanı Türk Nakşi guruplar arasındaki çıkar ilişkisinin ne kadar büyük olduğu kendiliğinden ortaya çıkmış olacaktır. Fakat maalesef Türklerin çoğuna sirayet etmiş Kürt düşmanlığı, bilindiği halde bu kirli çıkar ilişkisinin halktan saklanmasına yol açmaktadır.
Türk İslam sentezi ideolojisine dayalı Türk tarikat ve cemaatlerine göre, Kürt alimlerin İslam fikir dünyasında yarattığı gelişmeler, Kürt kültürünün gücünden ve tarihinin kadimliğinden ileri gelmiyor, Türk devletinin varlığından, Türklerin Kürtleri çalıştırmasından ileri geliyor. Bu faşist zihniyettekilere göre, Türk egemenleri olmamış olsaydı, Kürtler hiçbir şey yapamazdı. Tabi bu iddia, faşist zihniyetteki dincilerin özellikle de 1980’den sonra Kürt soykırım politikasına din sahasından katılmasıdır; büyük bir saptırma ve kocaman bir yalandır. Çünkü Türklerde herhangi bir tarikata veya cemaate mürit olanların neredeyse tümü, aslında Pîr’i ve Şêx’i Kürt olan bir tarikata girerek bu kültürü edinmiştir.
Türkiye’de toplumsal doku bozuma uğratıldı, bu, ahlaki çöküşe yol açtı
1980 sonrasında Türklerde dindar olanları da dahil kimliklerini dinle tanımlayanlar milliyetçileştirilme sürecine alındı. 2002’den sonra da AKP-MHP ittifakıyla faşistleştirildi. AKP iktidarına kadar dindar geçinen ve devletle aralarında belli bir mesafe de olan bu kesimin faşistleştirilmesi, Türk toplumunda şimdiden kestirilmesi zor sonuçlara yol açacaktır. Bu kesimin Kürdistan’ı talan edilecek, zenginliklerine ganimet olarak el konulacak yer olarak görmesi, ilerde Türk toplumunda ortaya çıkacak sonuçlar hakkında bir fikir verebilir. Türklerde kendisine dindar diyerek devletin Kürt soykırımına tümden destek vermeyen kesimin faşistleştirildikten sonra, Kürtlere karşı TC DAİŞ ittifakına tepki vermemesi de üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur. Yine 2015 özyönetim direniş sürecinde Kürt halkına karşı savaştırılan askerlerin formalarına Kuran’dan ayetler yazdırılarak cepheye sürülmeleri de bu devşirilmenin bir sonucuydu. Türk devletiyle ideolojik ve siyasi ittifak kuran DAİŞ’in Kürt katliamı yapmasına, şehirlerini talan etmesine “dinen caizdir” diyenlerin aynı zamanda Erdoğan’a İslam halifesi gözüyle baktıklarını da unutmayalım. Efrîn’in işgalinden haftalar önce İstanbul’da bu Türk dincilerden bazı gurupların, güvendikleri ve tanıdıkları insanlara ganimete hazırlanmaları yönünde konuştukları, işgale katılmaya teşvik ettikleri, Kürt düşmanlığını propaganda ettikleri görülmüştür.
TC’nin dincileşmesi, Kürtlerden de başını Barzani ailesinin çektiği Nakşi gurupların bu dincilerle ortaklaşması 20. yüzyılda Kürt halkına karşı en büyük ihanet olmuştur. Bu Kürt Nakşiler, Türk devletinin Türk İslam sentezini esas alan politikalara yönelmesini çıkarları için kullanarak milyarlarca dolar parayı Türk bankalarına aktararak aklamıştır. Türk dinci faşist tarikat ve cemaatleri de bundan milyarlarca dolar kazanmıştır. Bu gerçeği başta ABD Hazine Bakanlığı olmak üzere uluslararası alanda kara para aklayan devlet ve devlet dışı kuruluşları takip eden ve denetleyen kurumların hemen hepsinin bilmesi olasıdır. Ancak Kürtler ve Kürdistan sahipsiz görüldüğü ve uluslararası kanunlarda yeri olmayan bir yer olarak kabul edildiği için pek fazla bu gündemleştirilmemektedir. Ancak vicdan sahibi ve demokratik duyarlılığı olan bazı kişi ve kurumlar, Barzanilerin Birleşik Arap Emirlikleri’nde, İngiltere’de ve ABD’de yüzlerce lüks konutlarının, aracı şirketler kullanarak transfer ettikleri milyarlarca dolar paranın, çok az bir kısmını deşifre etmiştir. Barzani ailesinin bilinen siyasi liderlerinin Erdoğan ve çevresiyle parasal ilişkileri araştırılmaya muhtaç dünyanın en kirli işleri arasında olduğu kesindir. Bunların dinci faşist Türk soykırım rejimini Kürtler içinde propaganda etmesinin asıl nedeni bu kirli para ilişkisidir. Başûr Kürdistan’da KDP denetimindeki yerleşkelerden bazılarında Türkiye ve Erdoğan için dua eden, Kürdistan özgürlük mücadelesine de beddua eden resmi cami imamlarının konuşmaları dijital medya ortamında da yayınlanabiliyor. Bu gurup Kürtler, uluslararası alanda da Kürt halkının taleplerini terörize ederek Türk soykırım rejiminin suçlarının üstünü örtebiliyor. Rêber Apo Avrupa’ya çıktığında suçlayan ve hakkında “terörist dosyası” hazırlayan ilk yapı KDP yöneticisi konumundaki Barzaniler olmuştu. Kürtün her şeyine karşı olduğunu gizleme gereği duymadan düşmanlık yapan AKP-MHP rejim gerçekliğine rağmen, bu dinci faşist Türklerin Kürtlere değil sadece PKK’ye düşman olduğunu içerde ve dışarıda utanmadan söyleyenler içinde de bu Kürt Nakşi guruplar vardır. Hatta bu söylemi dillendirenlerin başını çekmektedir. Tekrar tekrar belirtmek isteriz ki Barzanilerin ya da siyasi organizasyonları olarak KDP’nin Türk dinci ve faşistleriyle Kürt karşıtlığı temelinde kurduğu ilişkinin başlıca nedeni, kesinlikle maddi çıkardır. Barzaniler Türk devletini yöneten Türk Nakşiler eliyle paralarını temizliyor, resmiyete kavuşturuyor, Türkler de bundan milyarlarca dolar para kazanıyor ve Kürt soykırımını çok daha rahat yapabiliyor. Bu iki gerici gücün ittifakına bu pencereden bakınca, Türk egemenleriyle Kürt hainlerinin halklara karşı dinci ve gerici bir mücadele içinde oldukları daha iyi anlaşılmış oluyor. DAİŞ-TC ve KDP ilişkisi, bu üç gücün Ezdî düşmanlığı ve yaptıkları Ezdî katliamı, gerillaya yapılan kimyasal silah saldırılarının Mesut Barzani ve oğlu tarafından neden ve kim için engellendiği de daha kolay anlaşılmış oluyor. AKP-KDP gericiliğinin aynı zamanda yurtsever Kürt tarikat ve cemaatlerine de düşman olduklarını belirtmemiz gerekiyor.
2012’den itibaren Türk dinci ve faşistlerinin ilişkilendiği Kürt dincilerle aralarında yeni bir ilişki düzeyi ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu ilişki biçiminde Türk dincileri devlet oldukları için Kürt olduğunu söyleyenlerden en başta Türk MİT’i için ajanlık yapmalarını, PKK’ye karşı savaş cephesine sürülecek eleman yetiştirmelerini istiyor ve dayatıyor. Bölgemizde yaşanan gelişmeleri de dikkate alarak Kürt olduğunu söyleyen hainlere ajanlık dışında başka bir alan bırakmamaya çalışıyor. Bu ajanlık dayatmasının özellikle Başûr’daki bazı siyasi parti ve cemaatler içinde kabul gördüğü Başûr kamuoyunda sıkça dilendirilir olmaya başlamıştır. Yine KDP’nin, Başûr’da MİT ve Türk ordusu için çalışmasının Kürt halkında teşhir olmasına ve halkta tepkiye yol açmasından kaynaklı, bu partinin bu defa da Başûr’lu kimi dinci parti ve gurupları MİT için çalışmaya ikna etmeye çalıştığı da iddia edilmektedir. Başûr halkı içinde konuşulan bir diğer husus da budur. KDP’nin son birkaç yıl içinde Hüdapar ile daha sık ilişkilenmeye başladığı, Hüdapar’lı bazı elemanların işadamı adı altında Başûr’a giriş ve çıkışlarını kolaylaştırdığı da dikkatlerden kaçmıyor. Daha da ilginç olanı ise Hüdapar’ın Başûr üzerinden Rojhilat Kurtlerini etkilemeye çalışmasına zemin sunması, arka çıkmasıdır.
AKP-MHP iktidarı sadece Türk dinci ve faşistlerinin iktidarı değildir. Bu iktidarın başta Arap körfez sermayesi olmak üzere uluslararası destekçileri de vardır. Kürtlerden de Barzani ailesinin para desteği verdiği Nakşi guruplar ve Hüdapar gibi Hizbikontra uzantısı yapılar yer almıştır. AKP-MHP devleti, kayyum atadığı Bakur’daki belediyeleri kendi adamları ve Hüdaparcılar arasında üleştirmiştir. Bunun karşılığında da Hüdapar’a Kürtler içinde artık kimsenin kabul etmediği iktidar İslam yorumuna dayalı dinciliği yayması görevini vermiştir. Başûr’da Barzaniler AKP’nin işaret ettiği müteahhitlere milyar dolarlık ihaleler vermiştir. Dünyanın ikinci kirli işi, kara para aklama usulü de Erdoğan ailesi ile Barzaniler arasındaki bu ihalelerdir. Bu kirli ve kara para aklama ilişkisi, siyaset adı altında da Kürt halkının demokratik uluslaşmasını engelleme, Kürtlerin ve Anadolu’da yaşayan halkların dinci faşist Türk egemenlerine kölece bağlamayı amaçlıyor. TC’nin Kürt soykırımını tamamlamak için yirmi yıldır iktidarda tuttuğu dinci faşist Türklerin partisi AKP, Başûr Kurdistanı da sömürü alanı haline getirdiği için buradan kazandıklarından Kürt Nakşiler içinde hainleştirdiği kesime de biraz pay veriyor. Her iki gurubun bir de bu yolla çok büyük paralar kazandığı bilinmelidir. Yurtsever Kürt dindar kesim ise yoksulluğa mahkum edilmiştir. Bu iki güç Kürtlerdeki dindarlığı yozlaştırarak önlerine dini alandan çıkabilecek muhalefeti ortadan kaldırmaya da ayrı bir önem veriyor. Örneğin yurtsever Kürt Nakşi ve Nurcu kesimden seydaların da içinde olduğu Din Alimleri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneğine dönük operasyonlar, seksen yaşındaki Kürt mele ve seydalarının tutsak edilmesi bu korkularının ifadesidir. Bu saldırılar aynı zamanda kadim Kürt alim geleneğinin kendisini güncellemesine de düşmanlık olmaktadır.
Dinci faşist Türk iktidarının Kürtler içinde kullandığı hain dinci Kürt gurupların en alçakça diyebileceğimiz bir saldırısı da TC’nin Kürt halkı içindeki özel savaş saldırılarına dönük yaklaşımında görülmektedir. TC’nin özel savaş elemanlarının bir devlet politikası olarak oldukça planlı bir tarzda Kürt halkı içinde uyuşturucu, fuhuş, hırsızlık gibi gayri ahlaki saldırılar ile Kürtleri yozlaştırmasına karşı bu münafıklar ya sessiz kalmakta ya da düşmanın bu saldırısını utanmadan PKK’ye mal edebilmektedir. Sadece bu tutumları bile bunların düşmanla hangi düzeyde ortak çalıştıklarını anlamak için yeterlidir. AKP-MHP adı altında örgütlenmiş faşist dinci Türklerin sonu aynı zamanda kendisiyle müttefik konumda olan Kürt dincilerinin de sonunu belirleyecektir. Bu nedenle 2023 yılında AKP-MHP cephesinde yaşanacak her türlü gelişme, bu Kürt kökenliler için de hayati olacaktır.