9 Mayıs 2025 Cuma
Sonuç Bulunamadı
Tüm Sonuçları Gör
YIL:44 / SAYI: 520 / NİSAN 2025
SERXWEBÛN | JI SERXWEBÛN Û AZADIYÊ BI RÛMETTIR TIŞTEK NÎNE
  • ANASAYFA
  • TÜM YAZILAR
  • ÖNDERLİK
  • SERXWEBÛN
  • SERXWEBÛN KURDÎ
  • BERXWEDAN
  • ÖZEL SAYILAR
    • BERXWEDAN ÖZEL SAYILAR
    • SERXWEBÛN ÖZEL SAYILAR
  • DOSYALAR
    • ŞEHİTLER ALBÜMÜ
    • KİTAPLAR
    • TAKVİMLER
  • FOTO GALERİ
    • ÖNDERLİK
    • GERİLLA
    • HALK
  • ANASAYFA
  • TÜM YAZILAR
  • ÖNDERLİK
  • SERXWEBÛN
  • SERXWEBÛN KURDÎ
  • BERXWEDAN
  • ÖZEL SAYILAR
    • BERXWEDAN ÖZEL SAYILAR
    • SERXWEBÛN ÖZEL SAYILAR
  • DOSYALAR
    • ŞEHİTLER ALBÜMÜ
    • KİTAPLAR
    • TAKVİMLER
  • FOTO GALERİ
    • ÖNDERLİK
    • GERİLLA
    • HALK
Sonuç Bulunamadı
Tüm Sonuçları Gör
SERXWEBÛN | JI SERXWEBÛN Û AZADIYÊ BI RÛMETTIR TIŞTEK NÎNE
Anasayfa YAZILAR

DEMOKRATİK KURTULUŞ VE ÖZGÜR YAŞAMI İNŞA HAMLESİNİ KARARLILIKLA SAHİPLENELİM PRETİKLEŞTİRELİM

TÜRK ORDUSUNUN GERİ ÇEKİLMELERİNİ DOĞRU OKUMAK

Yeni bir sürece giriyoruz hareket olarak. Ortadoğu’da çok sıcak bir siyasal mücadele sürmekte. Türkiye de bölgede yoğun bir siyasal mücadele içinde. Aynı durum Kürdistan için de geçerli. Özgürlük sosyolojisi kitabında belirtilen yaradılış anı dönemini yaşıyoruz. Eski dengeler yıkıldıktan sonra yaşanan geçiş süreci de tamamlanmak üzere. Yeni dengelerin oluşacağı, oluşmaya başladığı ya da yeni dengeleri net biçimde oluşturacak bir zaman dilimi içindeyiz.

 

Özellikle Ortadoğu’da yaşanan siyasal mücadele sürecini böyle değerlendirmek gerekir. Tabii dünyanın durumunu, kapitalist sistemin durumunu ele almadan da Ortadoğu’daki, Türkiye’deki ve Kürdistan’daki gelişmeleri tam anlayamayız. Dünyadaki gelişmeler de bölgesel siyasal gelişmeyi etkiliyor.

 

Çok kapsamlı değerlendirmeden şunu söyleyebiliriz ki, 1939-45 yılları arasında yaşanan II. Dünya Savaşı, aslında devletçi sistemin büyük oranda iflasını beraberinde getirmiştir. Beş bin yıllık devletçi sistemin II. Dünya Savaşı’yla birlikte ne kadar gereksiz olduğu ortaya çıkmıştır. Bu yönüyle II. Dünya Savaşı’nda yaşananların devletçi sistemin krizi olduğu gibi, devletçi sistemin aşılma sürecini de hızlandıran gelişmeler ortaya çıkartmıştır.

 

Çokça tartışıldığı gibi pozitif bilimciliğin iflası da yine bu sürece tekabül ediyor. Yani II. Dünya Savaşı’yla birlikte pozitivist bilimin nasıl bir anlayış olduğu ortaya çıktı. Önderliğin sık sık savunmalarında sade bir dille ifade ettiği gibi, bu kadar katliamlara yol açılmışsa, bu kadar doğa krize giriyorsa, toplumsal sorunlar bu kadar ağırlaşmışsa ve bunu önleyemiyorsa o zaman bu bilimde sorun vardır. Hem de aydınlanmadan bu yanan bilim çağından söz ediliyor! Ama sosyal sorunların, insanlık sorunlarının en fazla ağırlaştığı süreç de bu süreç oluyor. Yani kapitalizm ve kapitalizmin pozitivist bilim anlayışının her alana yansıması sorunları ağırlaştırmış bulunuyor.

 

Kapitalizm Ortadoğu’ya hala hakim olamıyor

 

Gelinen aşamada 1945’lerde hızlanarak da gelişen, 21. yüzyılda görüldüğü gibi sürdürülemez bir kapitalist modernite gerçekliği var. Önderlik Bir Halkı Savunma kitabında; “sistem artık bir kriz merkezi gibi çalışıyor ve böyle kendini ayakta tutuyor,” diye belirtiyordu. Tabii kendini ayakta tutmaya çalışırken de esas olarak da topluma saldırarak, toplumu bitirerek bunu yapıyor. Yani kapitalist sistemin varlığını sürdürme kanunu toplumu bitirmekten geçiyor. Toplumu bitirmeden, toplumu yok etmeden, topluma saldırmadan kapitalist sistemin ayakta kalması mümkün değildir. Hele günümüzün tüketim toplumu denen ancak tüketimi hızlandırarak daha fazla tüketim diyerek kendisini yaşatma sürecine geldiği bir noktada bu şu anlama geliyor; daha fazla toplumu bitirme, toplumu tümden yok edecek noktaya getirme. Bu da krizi daha da derinleştiriyor. Önderlik kapitalizme kanserli toplum dedi, yani kendini yiyen, kendini tüketen, kendini tüketerek yaşatmaya çalışan, sonunda da kendini tüketerek bitiren bir sistem gerçekliği var. Toplumu tüketerek yaşayan bir sistemin ömrünün de uzun olmayacağı açıktır. Özcesi bunlar kapitalist modernist sistemin tümüyle gereksiz hale geldiğini göstermektedir.

 

Toplumlar da devletçi sistemlerin, iktidarcı sistemlerin toplum üzerinde yük olan sistemlerin gereksizliğini yakından görüyorlar. Önderliğin savunmalarında belirttiği gibi, eskiden toplumlar bir padişahı, bir kralı kaldırmazken şimdi her yerde toplumun üzerinde yük olan devasa bir burjuvazi var, asker- sivil bürokrasisi var. Öte yandan bireycilik de şahlandırılıp neredeyse herkes bir kral ve padişah haline gelince toplum artık bunların hiçbirisini kaldıramaz duruma gelmiştir. Öyle ki her burjuvazi bir kraldan daha fazla toplumu iliklerine kadar sömüren bir güce ulaşmıştır. Toplumlar bunu binlerce yılın yürütülen özgürlük ve demokrasi mücadelesiyle ve bunun yarattığı bilinçle görüyor. Sistemin yaşanamazlığını, her gün önüne yeni sorunlar çıkarması, bir nevi bireyinde, toplumunda her gün sorunlarla karşı karşıya gelmesi, sorunları yakıcı bir biçimde hissetmesi, devletçi sistemi, kapitalist modernist sistemi toplumlar açısından da gereksiz hale getirmiştir. ‘Artık tarihin sonu’ diyen kapitalizmin gerçekten sonuna doğru gidilmektedir. Tabii bu yirmi otuz yılda sonlanacak bir durum değil. İnsanlık tarihi bir bütün olarak düşünüldüğünde, insanlık tarihi açısından zamanların uzunluğu, kısalığı ifade edildiğinde gerçekten de çok uzun olmayan bir zamanda kapitalist sistemin ömrünün sonuna gelineceğini söylemek gerekmektedir.

 

Bu tabii önemli bir veridir. Bu veri halkların özgürlük ve demokrasi mücadelesinin, özgürlük ve demokrasi bilincinin gelişmesiyle birleştiğinde her yerde halkların özgür ve demokratik geleceğine umut veren bir durumu ifade etmektedir. Tabii bu sistemin kendiliğinden yıkılması anlamına gelmeyecek, determinist bir durum veya nihayet sonunda böyle olacak biçiminde bir yargıyla bunu söylemiyoruz. Ama gerçekten objektif durum böyledir. Bu objektif durum yanında, tarih ve toplum içinde bilinçlenme önemli bir düzeyi ifade ediyor. Eğer özgürlük ve demokrasi güçleri gerçekten güçlü bir ideolojik teorik yaklaşımla sistemi doğru çözer ve doğru politika, araç ve yöntemlerle cevap verebilirlerse, bu sistemi çözdürmek, geriletmek, toplumları demokratik topluma dayalı güç yaparak demokrasi, özgürlük, komünal demokratik yaşam çağını başlatmak zor olmayacaktır.

 

Önderliğin sıkça belirttiği gibi, 19. yüzyılda da kapitalizm önemli bir krize girmişti. 20. yüzyılda kapitalizmin peygamberleri olarak tanımlanan Marks, Engels sistemi çözümlemek, sistemi aşmak için önemli bir çaba içine girdiler, ideolojik teorik çaba içinde oldular. Bu çabaların hedefi gereksizleşen devletçi sömürü sistemine karşı insanların özgürlük, demokrasi, sosyalizm seçeneğini ortaya çıkartmaktı. Bunun için düşünsel olarak büyük bir yoğunlukta oldular. Pratiğe de girdiler. Gereksizleşen kapitalist modernist sisteme ve genelde de devletçi sisteme karşı, sömürücü sisteme karşı bir mücadele durumu ortaya çıktı.

 

Bu açıdan 20. yüzyıl bir mücadele dönemi olarak ifade edilebilir. Ancak esas olarak da bütün sorunların kaynağında yer alan devletçi sistemin iyi çözümlenmemesi, gereksizleşen ya da gereksizliği ortaya çıkan devleti aşan bir ideolojik teorik yaklaşımın ortaya konulamaması bütün emekleri, bütün çabaları nihai amaca ulaşma açısından verimsiz hale getirmiş ve sonuçsuz bırakmıştır. Şimdi tüm bu önemli deneyimlerim üzerinden Önder Apo beş bin yıllık sistemi başlangıcından, kökten çözerek ilk sömürü, ilk egemenlik biçimi olan erkek egemenliğinin kadın üzerindeki baskı ve sömürüsünden başlayarak, bütün sistemi çözerek, devletin ne olduğunu, devletin nasıl aşılması gerektiğini çok kapsamlı ortaya koymuştur.

 

Devletçi sistemin gereksizleşmesi ve toplumların özgür ve demokratik çağının gelmesini sağlayacak bir ideolojik teorik yaklaşım ve egemenlerin yapılanma gerçeği olan devletçi sisteme karşı ezilenlerin, halkların yapılanma gerçeğini, Demokratik Konfederalizm, demokratik toplum, ahlaki politik toplum ve komünal demokratik yaşam çerçevesinde bir alternatif olarak ortaya koymuştur. Sistemin sömürüsüne karşı halkların direnişini geliştirip kendi özgür ve demokratik yaşamlarını sağlatacak yapılanma gerçeğine ulaştırmak açısından Önder Apo’nun paradigmasını, değerlendirmelerini çok umut verici bir değer ve gelişme olarak görmek gerekir. Belki Ortadoğu’da yeterince gündemleştiremedik, dünya halklarının gündemine koyamadık, ama Önderliğin değerlendirmelerini, çözümlemelerini sadece Kürdistan açısından bütün insanlığın özgürlüğü ve kurtuluşu açısından geliştirilen çözümlemeler olduğunu söylememiz gerekiyor. Şimdi elimizde böyle bir ideolojik teorik çözümleme gücü var.

 

En başta da bizim böyle bir gücü elimizde bulunduruyor olmamız çok tarihi değerde bir imkan ve fırsattır. Kapitalist modernist sistemin krize girdiği bir dönemde, yine Ortadoğu’da yaşanan kriz ve yeni dengelerin oluşma sürecinde önümüzü doğru gören, doğru değerlendiren, önümüze çıkacak engelleri doğru taktik, strateji, politika ve yapılanma gerçeğiyle aştıracak bir donanıma sahip durumdayız. Yani böyle bir donanımla süreçleri karşılıyoruz. Her ne kadar önderlik paradigmasını tümden toplumsallaştıramamış olsak da, böyle bir pozisyonumuz bulunmaktadır.

 

Dünya durumunun Ortadoğu’ya yansıması daha da krizli durum olmaktadır. Her ne kadar kapitalist modernist sistem dünyanın başka yerlerinde kendi hakimiyetini sağlayarak ömrünü uzatmaya çalışsa da, gerçekten tam hakim olamadığı alanların başında Ortadoğu geliyor. Ortadoğu’ya hala hakim olamıyor. En önemlisi de kültürel olarak hakim olamıyor. Kendi zihniyetini, kendi ideolojik hakimiyetini bu alanda kurmada zorlanıyor. Bu coğrafyanın binlerce yıla dayanan kültürü ve değerleri vardı. Bunun içinde din formuyla oluşan değerleri de vardır. Şimdi buna bir de Önder Apo’nun paradigması eklenince sistemin Ortadoğu’da ideolojik hakimiyet kurma çabaları daha da zorlaştı. Askeri saldırılarla, ekonomik saldırılarla ve diğer saldırılarla bölgeye girmek istese de, bir türlü hakimiyet kuramamaktadır. Ortadoğu’da böyle bir siyasal, toplumsal, kültürel gerçekliği yaşıyoruz.

 

ABD müdahalesi Irak’ta sonuç alamadı

 

Soğuk savaştan oluşan dengelerin yıkılmasından sonra ABD bölgeye müdahale ederek kendi istediği bir bölge düzeni kurmayı hedefliyordu. Bu müdahale öncesi uluslararası komployla Önder Apo esaret altına alındı. Bir yönüyle müdahale bu komployla başlatıldı. O zaman da ideolojik ve siyasi hakimiyeti önünde en temel güçlerden biri olacak PKK’yi görüyordur. Komplo bu nedenle planladı ve pratikleştirildi. Ama geldiğimiz aşamada bunun başarılı olamadığını görüyoruz. Önder Apo’nun esareti sonrası Irak’a müdahale edildi. Eğer müdahale günleri hatırlanırsa, bu müdahaleyle kısa sürede Ortadoğu’ya çekidüzen verilmesi hesaplanıyordu. Ortadoğu’ya da verilen çekidüzenle dünya tamamen yeni bir sisteme kavuşacaktı. Yani Yeni Dünya Düzeni Ortadoğu’daki sistem hakimiyetinden sonra oturacaktı. Irak müdahalesi böyle değerlendiriliyordu.

 

2004’te içimizde çıkan tasfiyecilik de, ABD’nin müdahalesiyle artık herkesin hizaya geleceğini, hiç kimsenin bunun karşısında duramayacağını, ABD’nin ideolojisine ve politikalarına uymayan bütün güçlerin tasfiye olacağını, yok olacağını söyleyip, buna ayak uydurmazsak, bu sistemin bir parçası olmazsak biz de yok oluruz diyerek tasfiyeciliği hakim kılmaya çalışmıştı. Gerçekten de o dönemde emperyalizm hem askeri saldırısıyla hem kültürel saldırısıyla böyle bir algı yaratmaya ve böyle bir algı çerçevesinde de Ortadoğu’nun diğer güçlerini de teslim almaya yöneldi. Bu konuda yoğun bir psikolojik savaş yürütüldü. Herkes ABD kaybetse kaybetse bin tane asker kaybeder, fazlası olursa bu ABD için kıyamet gibi bir şey olur, diyordu. Ancak görüldü ki, kayıpları on bini aştı. Sonuç itibariyle ABD bölgeye hakim olamadı. Irak’ta şu anda sistem açısından eskisinden daha kötü bir durum ortaya çıktı. Sistem belki daha önce diktatörler üzerinden toplumları kontrol ediyor ve bu temelde bölgesel güvenliğini sağlıyordu. Saddam’ı yıkarak daha güvenli hale gelmediğini gördü. Kendisi açısından daha da tehlikeli hale gelen süreçler ortaya çıktı.

 

Hareketimiz sistem müdahalesinin hangi sonuçları yaratıp yaratamayacağını önceden görmüş, ona göre doğru yaklaşımını ve tutumunu ortaya koymuştu. Önderliğin Atina savunması, Ortadoğu’ya müdahaleden önce gerçekleşmişti. Önder Apo paradigma değişikliğini, ona bağlı sistemini ortaya koyduğu gibi, müdahale eden güçlere karşı da alternatif bir sistemin nasıl olacağını göstermişti. Aslında Önder Apo’nun Atina savunmasında ortaya koyduğu paradigma değişimi II. Kongre Gel döneminde tümü elimize ulaşan Bir Halkı Savunmak adlı savunmasıyla tamamlanmıştı. Yeni paradigmaya dayalı bu ideolojik müdahalesini sisteme karşı kendi alternatif sistemini kurmak için sunmuştu. Zaten savunmasının bölgeye müdahale eden güçlere karşı olduğunu açıkça ifade etmişti. Ama bu paradigma tasfiyecilik tarafından tersinden ele alınarak sisteme ayak uydurmanın bir vesilesi yapılmak istendi. Bunun sonucu örgüt ağır bir darbe aldı.

 

Eğer tasfiyecilik olmasaydı gerçekten önderlik paradigmasına doğru sahiplenme olsaydı, doğru hakim kılınsaydı, Önderliğin paradigmasını doğru uygulanabilseydi daha o dönemde 2003-2004 süreci ve sonrasına daha doğru müdahale ederek bugün sadece Kürdistan’da, Türkiye’de ve bütün parçalarda değil bütün Ortadoğu’da etkili hale gelirdik. Böylece ABD’nin müdahalesine karşı alternatif bir sistem olarak kendisini toplumlara, halklara sunabilecek bir düzey ortaya çıkacaktı. Ancak tasfiyecilik bize bu fırsatı vermedi. Hareketin üzerinde yük olan tasfiyecilikten kurtulmuş olsak da böyle bir büyük siyasi olumsuzluğu da ortaya çıkarmış oldu. Kuşkusuz o süreçten sonra belli düzeyde örgütte bir gelişme sağlandı. Belirli bir mücadele gücü ortaya çıktıysa Önderliğin paradigması önünde engel olan güçlerin etkisizleştirilmesi sonucu oldu. Çünkü gerçekten de paradigmanın önünde de engeldiler, öncesi de zaten sorundular. Daha sonra eksiğiyle, yetersizliğiyle önderlik paradigması çerçevesinde gelişmeler yaşandı. Ama gerçekten örgüt tasfiyeciliği yaşamasaydı onları da önderlik paradigması doğrultusunda çalışmalar içine soksaydık süreç çok farklı olabilirdi.

 

ABD müdahalesi Irak’ta sonuç alamadı. Yeni ciddi sorunlar ortaya çıkardı. ABD bölgede kendi sistemini kurmayı hedefliyordu, ama Irak’ta hakim olamayınca bölgenin bazı güçleriyle, eski bloklarla da uzlaşarak, geçmişten gelen çeşitli güç bloklarına da dayanarak kontrollü bir savaş, kontrol edebileceği bir kriz anlayışıyla Ortadoğu’da kendi stratejisini yürütme kararı aldı. Özellikle de Arap Baharı denen döneme kadar politikası böyleydi. Irak’tan geri çekilmesi de bu politika çerçevesinde olmuştu.

 

Ortadoğu tarihi bilinmeden doğru tahlil yapılamaz

 

Bu süreçte ‘Arap Baharı’ denen bir olgu devreye girdi. ‘Arap Baharı’, halkların uyanışı deniliyor. Bu bir gerçekliği de ifade ediyor. Bundan sonra Ortadoğu halkları eski durumda olmayacaktır. Yeni siyasi dinamikler devreye girecektir. Şunu vurgulamalıyız ki, bizim hareketimiz 30-40 yıldır mücadele eden bölgede en uzun süreli ve topluma dayanan en etkili harekettir. Ortadoğu’da bu kadar uzun süreli, bu kadar topluma dayanan başka bir hareket olmamıştır. Kırk yıldır bu halk ayakta, her gün yürüyor, neredeyse her ev bu mücadeleden etkilenmiştir. Belki İran İslam Devrimi biraz bütün toplumu etkileyen bir devrim olarak ortaya çıkmıştır, ama onun bizim devrimimiz gibi ne ideolojik olarak toplumu kökten değiştirecek bir doğrultusu vardı, ne de bu kadar uzun süreli bir mücadele yürüttü. Belki uzun süreli mücadelenin dezavantajlarından söz edilebilir, ama uzun süreli mücadelenin avantajları da var. Kürdistan Devrimi bütün gericiliği kıra kıra geldi bugünlere. Dolayısıyla devrimin toplum içinde derinleşmesi gerçekleşti. Belki uzun sürmesinin dezavantajları oldu, ama bir de olumlu, avantajları yönünden bakıldığında gerçekten toplumsal devrimi kökleştiren, derinleştiren bir mücadele gerçeği ortaya çıktı. Bu tabii Arap dünyasını da, bütün toplumları da etkiliyordu. Bunu görmezden gelerek, ‘Arap Baharı’ denen siyasi hareketliliği ve Ortadoğu’da yaşananları ifade etmek doğru olmaz. Tabii Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerin birçok nedeni var. Binlerce yıllık bir kültür geleneği var. Önder Apo daha önceki birçok savunmasında bunları değerlendirdi. Ortadoğu’da siyasal gelişmelerin belirlenmesinde askeri güç mü etkili olur, ekonomik güç mü etkili olur, şu mu etkili olur, bu mu etkili olur, irdelemesini yaptıktan sonra, yeni uygarlık gerçeğini veya yeni uyanışları, yeni hareketleri, yeni yükselişleri ortaya çıkaracak kültürdür dedi. Bu açıdan AİHM savunmalarının ikinci kitabında Ortadoğu yeni uygarlık sentezi olabilir mi sorusuna cevap veriyordu. Ortadoğu’nun hangi potansiyellere sahip olduğunu, sisteme karşı hangi tepkileri gösterebileceğini ortaya koymuş ve Ortadoğu’nun yeni uygarlık sentezini yaratacak güce sahip olduğunu belirtmişti. Bireyci kapitalizmin yükselişiyle birlikte bunun daha da gerekli ve olanaklı hale geldiğini söylemişti. Ortadoğu tarih boyu toplumsallığı temsil etmiş bir coğrafyadır. İnsanlığın ilk toplumsallaştığı coğrafya Ortadoğu olduğu için toplumsal karakteri olan tek tanrılı dinler de bu coğrafyada ortaya çıkmıştır. Bir yönüyle bu dinler toplumsallığa sahiplenme temelinde Ortadoğu’da neşet etmiştir.

 

Şimdi kapitalizmin bireyciliği şahlandırıp toplumu bu kadar dağıtmasına karşı toplumculuğu bu kadar form haline getiren, kültür haline getiren bir yerde tabii bu sisteme karşı tepki içten içe değerler düzeyinde yaşanacak ve yeni uygarlık alternatifini aramaya çalışacaktır. Öte yandan son iki yüzyıllık kapitalist modernite Ortadoğu’yu daha da bunalımlara ve çıkmaza sokmuştur. Belki de kapitalist sistemin en büyük darbesini Ortadoğu yemiştir. Bir nevi kapitalizm iki yüzyıldır Ortadoğu’ya yönelerek büyük acılar çektirmiştir. Sadece askeri saldırı değil, sosyal alanda, kültürel alanda saldırarak dağıtmaya, teslim almaya çalışmaktadır. Bütün bunların yarattığı etkiler var, bu etkilerin sonuçları var. Bunlar tabii toplumda kaynama, bir rahatsızlık, huzursuzluğu üst düzeye çıkartmıştır.

 

Kapitalist sistem son iki yüzyıllık pratiğiyle gördü ki kendisinin maketi olan, tamamen bir ajan karaktere sahip, toplumla tümden bağını koparmış iktidar bloklarıyla kendi egemenliğini sürdürmesi mümkün değildir. İşte Şah’ın beyaz devrimi ve Baas’ın modernleşme girişimi, Türkiye’de kemalist hareket ve onun yarattığı toplum, Arap dünyasının en güçlü hareketlerden biri olan El Fetih’in içine düştüğü durum. Bütün bunlar kapitalist sisteme bölgede yeni ve belirli düzeyde topluma dayanan ve meşruiyet kazanmış işbirlikçilerle bölgede varlığını sürdürebileceği gerçeğini göstermiştir. Zaten kapitalist sistem, emperyalist sistem yıllardır bunun hazırlığını yapıyordu. İlk başlarda Yeşil Kuşak adı altında Sovyetler Birliğine karşı belirli islami kesimleri örgütleyerek, içine ajan sızdırıp kendi politikaları doğrultusunda hareket ettirerek islami güçleri kontrol etme politikası izledi. Bu nedenle ABD’nin islamcılar içinde özellikle 1950’lerden sonra çalışması kapsamlıdır. Yani ilişkileri derindir. Birçok ajanı var, birçok işbirlikçisi var. Bunları komünizme, Sovyetler Birliği’ne, yine Türkiye’de ve başka yerlerde olduğu gibi sosyalistlere ve muhalif güçlere karşı kullanıyordu. Sovyetlerin dağılmasından sonra yeşil kuşak projesi ve kurduğu ilişkiler giderek yeni bir biçime kavuştu. Yeni işbirlikçi iktidar bloklarına ihtiyaç duyulduğu anda ilk akla gelen bunlar oldu. Önceleri hazırladığı belirli islami güçlere dayalı ajan yapıyı kullanması gerekiyordu. Hem kültür anlamında, hem ekonomik sistemini geliştirme anlamında bunu yapması gerekiyordu. Bu temelde Müslüman Kardeşlerle ilişkisini son 30-40 yılda geliştirmiştir. Önceden Seyit Kutub’un radikal söylemlerine dayanan bu akımı kontrol altına almıştır.

 

12 Eylül 1980’de de Türkiye’de de böyle bir ılımlı işbirlikçi siyasal islamı ortaya çıkarma, Türkiye’yi bunlar üzerinden kontrol etme politikası geliştirilmiştir. 12 Eylül bu yönüyle de sistemi başkalaşıma uğratma darbesidir. Artık o eski kemalist ve dar ufuklu iktidar bloğu ne Türkiye içinde sistemin ihtiyacına cevap verebilirdi, ne de bölgede. Bu açıdan 12 Eylül darbesi aslında AKP iktidarının oluşmasının ilk önemli adımıdır. Devrimci hareketler bu projenin önünde engel görüldüğü için ağır bir şiddet kullanılarak tasfiye edilmişlerdir. AKP’yi iktidara kadar taşıyan böyle bir proje tabii Kenan Evren’in veya 12 Eylül askeri darbesini yapanların kafasından çıkmış bir olay değildir. Bir ABD projesidir. Türkiye’de böyle bir akım zaten vardı. Yine komünizme karşı mücadele dernekleri içinde bu islami kesimlere de el atılmıştı. Fethullah Gülen’in bugün Atlantik ötesinde yaşaması böyle bir tarihsel sürece dayanmaktadır.

 

‘Arap Baharı’ Tunus’ta patlayınca, daha sonra Mısır’dan diğer alanlara doğru yayılınca sistem derhal müdahale etmiştir. Yani bu Arap Baharı denen gelişmeleri çeşitli güçler kendilerine göre değerlendiriyor. Kuşkusuz daha sonra sistem müdahale etmiştir. Ancak başlangıcında ABD yönlendirdi, bir ABD planı olarak ortaya çıktı demek yanlıştır. Bu hareketlerin ortaya çıkmasının bir tarihsel toplumsal temeli vardır. Zaten toplumlar mevcut iktidarlardan rahatsızdı. Bu iktidarların çoğu iki kutuplu dünya düzeninde bir tarafa dayanarak kendi halklarının kafaları üzerinde boza pişiriyorlardı. Bu iktidarlara yönelik derinden büyük tepkiler vardı. Buna bölge ve dünyadaki diğer gelişmeler de eklenip toplumca cesaretlenince bu hareketler ortaya çıktı. Bu hareketlerin tam da ABD’nin önceden öngördüğü işbirlikçi iktidarlara dönüştürebileceği görülünce müdahale edildi. Bu süreci fırsat bilerek şimdiye kadar hazırladığı kendine yakın olan işbirlikçi islamı teşvik edip onları öne çıkararak bu Arap Baharı üzerinden ılımlı işbirlikçi islama dayanan güçler üzerinden Ortadoğu’da yeni sistemini kurma doğrultusunda hareket etti. Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da, Yemen’de bunları uyguladı. Bu konuda belirli düzeyde başarılı da oldu. Hem kendi işbirlikçilerini iktidara getirdi, hem de halkların özgürlük eğilimini saptırarak onları böyle işbirlikçi islam iktidarları grupları, çevreleri içinde eriterek, onların içinde asimile ederek böylelikle muhalefeti kendi sistem gerçeğinin parçası haline getirmiş ve kontrol etmiştir. Tunus’ta, Libya’da, Mısır’da, Yemen’de yaşanan bunlardır.

 

Bu hareketler ne kadar yönlendirmeye açık olsalar ve yönlendirilmiş bulunsalar da bölgeyi değiştirecek bir dinamizmi taşıyorlardı. Nitekim Ortadoğu artık eski Ortadoğu olamayacaktır. Nitekim şimdiden ortaya çıkan bu Arap ruhu eksiğiyle, yetersizliğiyle, yanlışlığıyla bölgeyi şu veyahut da bu düzeyde değiştirmektedir. Artık ABD’nin yönlendirmesine giren güçler yanında Arap halkları içinde yeni siyasal güçler, yeni mücadele güçleri, yeni demokratik güçler, yeni özgürlükçü güçler başta olmak üzere radikal islamcılar gibi çok geniş yelpazede yeni toplumsal ve siyasal dinamikler ortaya çıkmıştır. Hiçbir siyasi eğilime fırsat vermeyen eski iktidarlar dağılıp Pandora’nın kutusu ya da kazanın kapağı açılınca basınç altına alınan toplumsal kesimlerin, siyasal kesimlerin hepsi tarih sahnesine çıktı. Bu açıdan Ortadoğu’da yeni bir toplumsal dinamizmin, siyasal dinamizmin ortaya çıktığını söylemek gerekiyor. Her ne kadar ABD buna müdahale edip, yönlendirmeye çalışsa da objektif gerçek budur. Bunu küçümsemek gerekiyor. Yeni güç odaklarının, toplumsal hareketlerin, siyasal güçlerin tarih sahnesine çıktığı bir Ortadoğu yaşıyoruz. Bu yönüyle Ortadoğu’da çok dinamik bir döneme girildi. ABD ve Avrupa belirli düzeyde etkisini artırıyor. Ancak Ortadoğu öyle sistemin istediği gibi kontrol edeceği bir coğrafya değil. Sistemin belirli bir müdahalesi ve etkisi gerçekleşmiş olsa da Ortadoğu öyle sistem tarafından kontrol edilecek bir konuma girmedi. Belli bir avantaj kazandı, ama sorunlar hala bütün ağırlığıyla devam ediyor.

 

Libya müdahalesinden sonra Türkiye çark etti

 

Mısır’dan sonra Suriye’de de toplumsal ve siyasal hareketlilik gelişti. Arap dünyası açısından geçmişten beri iki etkili ülke vardı. Biri Mısır, diğeri de Suriye’ydi. Mısır dağıldı, Suriye kalmıştı. Irak Baas iktidarı önceden çökmüştü. Suriye rejimi siyasal olarak Ortadoğu dengelerini çok önemli düzeyde etkiliyordu. Bunun tarihsel temeli de vardır. Ortadoğu’da hemen hemen birçok sistem Suriye’ye dayanarak kendini var edip geliştirmişti. Ortadoğu’da Suriye ve Mezopotamya’ya hakim olmadan bir sistem kurulamıyor. Emeviler Suriye’de hakim olduktan sonra Ortadoğu’da imparatorluk haline geldiler. Osmanlının da imparatorluk haline gelmesi Suriye’yi ele geçirmesi sonrasıdır. 1517’de Suriye’yi ele geçirdikten sonra bütün Ortadoğu kapıları Osmanlı İmparatorluğuna açılmıştır. Bu nedenle sistem burayı da değiştirmek, dönüştürmek, kontrol altına almak istedi. Libya süreci zaten biliniyor, Libya süreciyle birlikte yeni dengeler oluştu; yeni ilişkiler devreye girdi. Aslında Ortadoğu’daki bu süreç toplumsal ve siyasal anlamda yaratılış anıdır. Eskiden buna devrim dönemleri denirdi. Bu tür süreçlerde ittifaklar sorunu çok önemlidir. Siyasal güçler kurdukları ilişkilere dayanarak kendilerini etkin kılabilirler, güç olabilirler. Geçiş süreci tamamlanıp sonuca doğru gidilirken ittifaklar daha belirginleşmeye, herkes kendini daha da netleştirmeye başladı.

 

Geçiş sürecinde bundan üç yıl önce, beş yıl öncesine kadar ittifaklar sık sık değişiyordu, kaygandı. Bu geçiş sürecinde bir gün şununla ittifak kuruyordu, bir gün bununla kuruyordu. Yani anlık, günlük durumlara göre ittifaklar değişiyordu. Şimdi dengelerin yeniden kurulmasına doğru gidilirken ittifaklar daha da belirginleşmeye, herkes safını, yerini netleştirmeye başladı. Bu nedenle Libya müdahalesine kadar Türkiye hem ABD’yi hem de ABD ile sorunu olan ülkeleri idare ederek sıfır sorun politikası dediği herkesle dost olacağını hesapladığı bir politika izliyordu. Dünyada olmamış bir şeyi, yani bütün güçleri kendine dost yapacak bir politika izlemeye çalışıyordu. Ama Libya müdahalesiyle birlikte, o güne kadar ilişkide olduğu İran’ı, Irak’ı bırakarak tamamen ABD cephesinde yer aldı. Aslında bu yer alış başlı başına Ortadoğu’da artık dengelerin giderek netleştiğini, herkesin yerini net olarak ortaya koyduğu gerçeğinin en somut ifadesi olarak ele alınabilir. Türkiye Libya savaşına katılmadan bir hafta önce ne işi var NATO’nun Libya’da derken, bir hafta sonra NATO saldırılarının merkezi İzmir oldu.

 

Türkiye saf değiştirirken ‘dengeler kurulacak, Suriye’ye de müdahale edilecek o zaman ben tamamen ABD’nin atına bineyim,’ diye düşündü. ‘Tavrımı böyle koyayım, oluşacak yeni dengelerde bende etkili olayım’ düşüncesiyle hareket etti. Türkiye’yi bu noktaya götüren, ABD’nin bölge taşeronu olmasına götüren bu oldu. Kuşkusuz öncede de taşerondu. Ancak Libya müdahalesiyle birlikte tamamen tek yönlü bir politika izledi. AKP hükümeti buna dayanarak bizi tasfiye edeceğini hesapladı. AKP’nin esasa hedefi bizdik. Çünkü biz tasfiye edilmeden ne iktidarını güvenceye alabilirdi, ne de Ortadoğu’da ve bölgede etkili olabilirdi. Tümden bu saf değiştirmeyi, bizi tasfiye etmenin bir tercihi, bir hamlesi olarak da gündeme getirdi. Bu nedenle Suriye’de olaylar başlayınca Türkiye en öne atıldı. Suudi Arabistan ve Katar’la birlikte Suriye’yi yıkmanın öncülüğüne soyundular. Suriye’de kısa sürede bir muhalefet oluştu. İlk önce toplumsal hareketler olarak başlayan bu muhalefet rejimi sıkıştırdı. Gerilim ve çatışmalar artınca savaş durumu ortaya çıktı. İktidar birçok alanda hakimiyetini kaybetti. İslami güçler Türkiye tarafından desteklendi ve önemli bir güç oldular. Bu arada Suriye’deki Kürt özgürlük hareketinin de etkili bir müdahalesi oldu. Bu çabuk kararlaştırılmış ve hızlı hareket edilmiş bir müdahaleydi. Hem meşru savunma güçlendirildi hem de halk hareketiyle toplumsal güç yaratıldı. Kısa sürede Suriye’de üçüncü güç haline gelindi. Kim demokrasiden yana olursa onunla ilişkilenilecek bir politika izlendi. Tüm demokratik dinamiklerle ilişkilenildi. Bu politika sonuç alıcı oldu ve Kürtler kendi demokratik kurumlaşmaları temelinde özgürlük sistemlerini kuran konuma geldiler.

 

Suriye’de islamcılar da belirli bir güç oldular. Ama bunların gelişmesiyle birlikte Suriye’de Libya, Mısır ve Tunus’tan farklı bir durum ortaya çıktı. Suriye deyince akla tabii Fransa gelir. Fransa’nın eski sömürgesidir, orada halen etkindir. Fransa’nın yanında ABD de işin içine etkin girmiştir. Suriye’nin yanında İsrail ve Lübnan gerçeği var. Türkiye erkenden müdahale ederek Suriye rejiminin kısa sürede devrilmesini hedefledi. Esad rejimi erken devrilsin, yerine yeni bir iktidar olsun ki Kürtler güç kazanmasın! Türkiye’nin hesabı buydu. Eğer Suriye’de devrim süreci uzun sürer devlet çatlarsa, yani devlet dağılırsa ortaya özgür Kürdistan çıkar, bir de demokratik Suriye çıkar. Hem Kürdistan hem demokratik Suriye gerçeği kendisine kötü örnek olur düşüncesiyle bir an önce yıkıp yeni bir merkezi otoriter güç oluşmasını hedefliyordu. Hatta ilk önce Esad’ı ikna etmek istedi. Korkusu, sistemin dağılıp devrimci güçlerin ortaya çıkıp güçlenmesiydi. Devrim uzarsa devlet dağılır, bir daha merkezin güçlü olduğu bir iktidar kurulamazdı. Türkiye bu amaçla erken müdahale etti, ama klasik iktidar bloklarının yerine ne konulacak konusunda Türkiye ile Batı arasında çelişki çıktı. Rojava’daki Kürt devrimi gerçekleşmeseydi Suriye’deki dengeler farklı değişebilir, siyasal islamcılar Kürdistan’ı da kullanarak daha etkili hale gelebilirlerdi. O siyasal islamcı güçler tek alternatif güç olabilirlerdi. Ama Kürt devrimiyle birlikte sadece Kürtler açısından değil, Suriye geneli açısından da alternatif bir seçenek ortaya çıktı. Yeni bir güç, bir ve sistem alternatifi ortaya çıktı. Yani Esad’ın, Baas’ın ve siyasal islamcıların dışında da farklı bir sistem olabilir, farklı bir Suriye olabilir algısını ortaya çıkardık. Rojava’da sadece Rojava için, Kürtler için demokratik bir sistem ortaya çıkarmadık, bütün Suriye için bir örnek ortaya çıkardık. Kürdistan’daki demokratik topluma dayalı bu siyasal anlayış aslında bütün Arapları etkiledi. Yani bizim mücadelemiz Suriye siyasetindeki dengeleri çok etkiledi. Suriye’de radikal islamcıların etkili olamaması, hakim olamaması, Türkiye’nin hakim olamaması bu mücadelenin sonucudur. Kuşkusuz Baas’tan çok rahatsız olan ve kurtulmak isteyen önemli bir güç var. Bunlar devleti istemiyor, ama bizim alternatif toplumsal ve siyasal gerçekliğimizi görünce siyasal islamcıların gelişme dinamiği tıkandı ve dağıldı. Dolayıyla Türkiye’nin politikaları başarısız oldu.

 

Türkiye’nin politikalarıyla ABD ve Fransa’nın politikalarının örtüşmemesi de Türkiye’nin politikalarının başarısızlığında etkili oldu. ABD, Fransa ve diğer müttefikleri Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da siyasal islamcıları tercih ederken, Suriye’de bunların iktidar olmasını doğru bulmadılar. Yeni Ortadoğu stratejisinde kendi hakimiyetlerinin sağlanması açısından Suriye’nin siyasal islama teslim edilmesini kabul etmediler. Suriye’nin bir yanında İsrail, bir yanında hıristiyanların da önemli düzeyde varlığını sürdürdüğü Lübnan var. Lübnan’da yıllarca hıristiyan-müslüman çatışması oldu, ABD müdahale etti, Fransa müdahale etti. Bu yönüyle sadece bir İsrail hassasiyeti yok, bir de Lübnan hassasiyeti var. Öte yandan Türkiye’deki islamcı güçleri kontrol ediyorlar, ama Türkiye’deki siyasal islamcıların Suriye’deki islamcı güçlerle birleşip güç olmasını kendileri için tehlikeli gördüler. Hatta diğer ülkelerdeki siyasal islamcıları kontrol etme açısından da Suriye’nin farklı bir siyasal kimyada bir ülke olmasını gerekli görmektedirler. Eğer Türkiye’deki siyasal islamcılarla Suriye’dekiler birleşirse ne Türkiye’deki ne de Mısır ve diğer ülkelerdeki islamcıları kontrol edebileceklerini düşündüler. Bir taraftan Suriye ile böyle bir baraj kuruyorlar, diğer taraftan Güney Kürdistan’da etkileri var. Tüm bunlar işbirlikçi siyasal islama dayalı kurmak istedikleri Ortadoğu sistemini kontrol etmek amaçlıdır. Yani bu güçler için Suriye ve Güney Kürdistan frenini oluşturuyorlar. Böylelikle işbirlikçi siyasal islama dayalı yeni Ortadoğu düzenini düşündükleri kontrol açısından da dengelemiş oluyorlar.

 

Suriye’de Esad böyle bir siyasal konjonktür ve konsept çerçevesinde devrilmedi. Esad’ın devrilmemesinin esas etkeni Esad’ın gücü değildir. Ama Esad bu gerçekliği görerek direnci arttı, bundan güç aldı, direndi. Yoksa daha çabuk yıkılabilirdi. Biraz Rusya da, Çin de destek verdi. Mevcut rejim politikasını “ben gidersem yerime islamcılar gelir” söylemine dayandırıyor. Hem tabanını böyle tutuyor, hem de dış güçleri dengeliyor. Bu politikasıyla ömrünü uzatıyor. Tabii ki Esad gidecek. Baas sistemini götürmek istiyorlar. Ama bunu yaparken çeşitli güçleri de içine alan bir iktidar bloğu ve dayandığı toplumsal gücü oluşturmak istiyorlar. hıristiyanlar var, Kürtler var, Dürziler var, yine siyasal islamcı olmayan toplumsal kesimler var, emekçiler var, sol kesimler var. Bunlar içinde kendi politikalarına yakın olanları etkili kılmaya çalışıyorlar. Kuşkusuz geniş yelpazeye dayalı belirli düzeyde demokratikleşmeyi sağlayacak bir iktidar bloğuyla yeni Suriye oluşturulmaya çalışılıyor. Şimdi bunun görüşmeleri var. Çin’le görüşülüyor, Rusya ile görüşülüyor. Bu konuda bir uzlaşma aranıyor. Uzlaşmanın sonuç vereceğini de düşünmek lazım. Çin ve Rusya Esad’ın kalmasında ısrarlı değildir. ABD ve Batı da siyasal islamcıları saf dışı etmek istiyor. Bu çerçevede Esad’ın olmadığı, geniş toplumsal kesimlere dayanan, ama siyasal islamcıların ve Baas’ın bir kesimini de sistem içine alan bir Suriye üzerinde uzlaşma sağlanacağı görülüyor. Bu uzlaşma sağlandıktan sonra buna karşı çıkanların üzerine gidecekleri de anlaşılmaktadır. Bu açıdan Türkiye’nin dediği olmadı. Türkiye şimdi eski politikasını bırakarak ABD’nin öngördüğü politikaya gelmiş durumda. Şimdiye kadarki ilişkide olduğu siyasal islamcılarla bağını koparacak. Sadece ılımlı kesimlerle ilişki kuracak, bunları da ABD politikası doğrultusunda ikna etme görevi üstlenecek. Şimdi bu politika ekseninde kendime ne kadar avantaj sağlarım peşindedir. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry defalarca geldi görüştü. Bu görüşmeler de Türkiye’yi Suriye ve Ortadoğu politikasında ABD’nin istediği düzeyde dizayn etme temelinde gerçekleşmiştir.

 

KDP Rojava’da kendisini etkili kılmak istiyor

 

Suriye’de Rojava’nın durumu önemlidir. Kürtler önemli bir güç kazanmışlardır. Suriye eski Suriye olmayacak, Kürtler de bir statü kazanacaktır. Suriye’deki altüst oluşun uzun sürmesi ve sistemin dağılması Kürtlerin lehine olmuştur. Şunu söyleyebiliriz, bizim açımızdan önemli bir güç ortaya çıkmıştır. Eğer Suriye’deki altüst oluş kısa sürseydi durum farklı olabilirdi. Yeni bir Esad, yeni bir iktidar gücü oluşturularak devrimci demokratik güçler başta olmak üzere tarih sahnesine çıkan tüm yeni demokratik siyasal hareketlilikler kendini örgütleyemez ve boğulabilirdi. Bu açıdan Suriye’deki krizin uzun sürmesi olumlu olmuştur. Eski iktidar parçalanmıştır, dağılmıştır. İktidar aygıtı, devlet aygıtı dağılma göstermiştir. Şu anda kendini zor ayakta tutuyor. Bu açıdan belirli bir düzeyde demokratikleşecek Suriye içinde Kürtler de etkin bir demokratik güç olarak yerini alacaktır. Ama ABD “Apo Kürtünü” değil de Barzani Kürtünü Rojava’da etkili kılmak isteyecektir. Hala uluslararası güçler PYD’yi kabul edip etmemede tereddüt içindedirler. Kuşkusuz Kürt özgürlük hareketine ve PYD’ye yönelik eski katı yaklaşımları belirli düzeyde kırılmıştır. Fakat eski politikalardan tümden vazgeçmiş değillerdir. KDP’nin son günlerdeki yaklaşımları bunu gösteriyor. İran’ın da PYD’den rahatsız olması KDP’yi PYD üzerine sürme politikasına götürmektedir. Diğer yandan KDP’yi cesaretlendiren bir ABD-İsrail ve Türkiye gerçekliği var. KDP’nin son zamanlardaki yaklaşımları var. Rojava’da kendisine yakın olan, ama bize ılımlı yaklaşan kesimleri etkisizleştirip daha sert yaklaşım gösterenleri desteklemesi bunu ortaya koymaktadır.

 

KDP Rojava’da kendisini etkili kılmak istiyor. ABD de var olmasını istiyor. Bu hala bir tehlike olarak devam ediyor. Eğer mevcut gücümüzü doğru kullanırsak tehlike değildir, hiç kimse bu gücün karşısından duramaz, ABD de bir şey yapamaz, KDP de, dünya da. Dünyada Rojava devrimi kadar toplumsal tabanı ve siyasal pozisyonu güçlü devrim az görülür. Devrimler toplumun çoğunluğunu ayağa kaldırmaz. Devrim demek toplumun yüzde yetmişi, yüzde seksenini, yüzde doksanını harekete geçirmek demek değildir. Yüzde otuzunu güçlü örgütleyip harekete geçirdin mi devrim yapmış olursun. Geniş kesimler çoğu zaman izleyici olurlar. Ama Rojava devrimi toplumun yüzde seksenini kapsayan bir devrimdir. Çoğu da Önder Apo ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin etkisindedir. Yani toplumsal tabanı çok güçlüdür. Yaşlıdan, kadına, çocuğa kadar herkes bu devrimin içindedir. Bu yönüyle köklü bir devrim yaşanmaktadır. Eğer bu devrime doğru yaklaşılırsa, doğru örgütlendirilirse, toplum güç yapılırsa bu devrimin yıkılması mümkün değildir. Ama topluma dayanarak bunun yapılması gerekiyor. Ancak klasik yaklaşımların, reel sosyalist yaklaşımların, merkeziyetçi buyurgan yaklaşımların var olduğu söyleniyor ve eleştiriliyor. Gerçekten o tür eğilimler var. Bunların aşılması gerekiyor.

 

Şöyle bir yanılgı var; sanki Sovyetlerin ilk dönemlerinde böyle anlayış vardı. Sovyetlerin başlangıcındaki anlayış topluma dayanan, toplumun etkisinin var olduğu bir anlayıştı. Üstten bakan, merkeziyetçi reel sosyalist anlayışlar daha sonradan geliştirildi. Yoksa devrimin ilk yıllarında öyle bürokratik, öyle üstten dayatan, çok merkeziyetçi, ben derim tüm toplum yapar biçimindeki anlayış hakim değildi. Toplumdan gücünü alan bir devim yaşanmıştı. Reel sosyalist anlayışlar var diyoruz. Bunlar kabul edilemez. Kuşkusuz tümüyle böyle değil. Önderliğimizin paradigması da anlayışı da belirli düzeyde var. Birçok kadromuz bu yönlü eğitim görmüşlerdir. Bu nedenle Önderlik paradigmasını uygulamaya çalışıyorlar. Ama diğer taraftan eski klasik sol ve iktidarcı anlayışlar da sürüyor. Bunlar da toplumu rahatsız ediyor. Yani toplumu etkileyememe, üstte kalma, toplumun gücünü tam açığa çıkarmama, örgütlü gücüne dayanıp, yani demokratik topluma dayanıp gerçekten hiç kimsenin artık sarsamayacağı güç haline gelme düzeyi yakalanamadı. Belirli oranda örgütlendi, önemli bir güç oldu, önemli bir devrim oldu. Eğer Önderlik paradigması doğru uygulanır, yapılanma gücü doğru açığa çıkarılırsa bu devrimi kimse yenemez. Bu devrimi başarıya götürmemek sadece oradaki kadrolar için değil, tüm Özgürlük hareketi açısından sorgulanır bir durum yaratır.

 

Rojava’da kesinlikle başarı için her türlü koşul ve imkan vardır. Eksiklikleri gidererek paradigma doğru uygulanırsa ABD de, KDP de ne yaparsa yapsın sonuç alamazlar. Kuşkusuz KDP’yi etkisiz hale getirmede doğru araç ve yöntemlerin kullanılması gerekir. Bu açıdan da demokratik ulus anlayışını geliştirmek önemlidir. Demokratik ulus anlayışını geliştirirsek, toplumun diğer kesimini katarsak o zaman etkili olmazlar. Dar yaklaşım, sadece PYD’ye dayanan bir yaklaşım yetersiz kalır. Diğer Kürt siyasi kesimleri, etnik topluluklar var, dinsel topluluklar var, farklı sosyal yapılar sürece katılırsa, bu konuda sorun olmazsa Rojava’da devrimin tüm engellere rağmen başarıya ulaşacağını söylemek gerekir. KDP ve diğer güçler askeri güçler oluşturup provokasyon yaratarak Rojava Devrimi’ne müdahalenin gerekçesini yaratma gibi bir uğursuz plan peşindedirler. Herkes özgürce siyaset yapabilir, örgütlenebilir; ancak askeri güç örgütleyip provokasyon yaparak Rojava’ya müdahale gerekçesi yaratmanın da hiçbir haklı ve meşru yanı olamaz. Bu açıdan bu tür eğilimlerin de zamanla fark edilip etkisizleştirilmesi önem kazanmış bulunmaktadır.

 

İran’ı Libya ve Suriye gibi ele almak yanlıştır

 

Özcesi Rojava’daki demokratik devrim Suriye’de üçüncü güçtür. Hem de tek alternatiftir. Aslında bu karakteri tüm Ortadoğu için geçerlidir. Rojava devrimi Suriye’nin demokratikleşmesinin merkezidir. Suriye demokratikleşmesi Kürt ekseni üzerine oturacaktır. Nasıl olursa olsun, Suriye’nin demokratikleşmesinin rengini, mayasını Rojava devrimi belirleyecektir. Çünkü başka alternatifte yok. Tek alternatif Rojava’da Özgürlük hareketidir. Aslında Kürt özgürlük hareketi Rojava’da kendisini iyi anlatamamıştır. Eğer kendini iyi anlatabilseydi şu anda Suriye’de devrimin öncüsü olunur, Suriye genelinde etkili alternatif bir siyasal hareket haline gelerek kendisini her güce kabul ettirirdi. Çünkü başka alternatif yok. Hiçbir güç de Rojava Devrimi’nin ortaya koyduğu projeyi reddedemezdi. Bu projeyi bütün herkes, Araplarda kabul eder.

 

Suriye’deki sürecin sonucu Ortadoğu’daki şekillenmeyi belirleyecektir. Şimdi zaten belli ittifaklarda belirginleşmiştir. Suriye üzerinde İran’ın da etkisi var, Lübnan’da Hizbullah’ı da kullanıyor. Irak da mevcut durumda Suriye rejimini ayakta tutan etkenlerden biri. Suriye belli bir süreden sonra bir değişim yaşayacak, yeni sistem kuruluşuna gidecektir. Buradan bazı kesimlerin belirttiği gibi Suriye’den sonra sıra İran’a gelecek yaklaşımları gerçekçi değildir. İran’da büyük karışıklıklar olacak, İran’a ABD müdahale edecek gibi öngörüler içinde olmamak lazım. İran’ın durumu biraz farklıdır. Suriye üzerinde ABD ve Fransa anlaşacaklar, ama İran’ın durumu farklıdır. Çin, Hindistan ve Rusya için İran önemlidir. İran’da ABD’nin istediği bir rejimin olması Avrasya’nın, yani Çin, Rusya ve Hindistan’ın kuşatılması ve baskı altına alınması anlamına gelecektir. Bu açıdan bu durumu engellemek için Rusya ve Çin her imkanını kullanacaktır. Dolayısıyla ABD’nin bu alanda keskin bir müdahale girişimi içinde olması İran’ın konumu düşünüldüğünde zordur. İran’ı Libya ve Suriye gibi ele almak yanlıştır. İran’da değişim süreci zamana yayılarak sıkıntı yaratılıp gerçekleştirilmeye çalışılacaktır. ABD İran için böyle bir politika yürütüyor. İran toplumu da buna yatkındır. İran İslam Devrimi de bizim devrimimiz gibi uzun sürüp derinleşmemiş olsa da toplumsal bir devrimdi. Bu yönüyle İran’da dengeler biraz daha sarsılırsa İran toplumu patlayabilir. Yani İran’da zaman içinde muhalefete dayalı bir toplumsal hareketlilik ortaya çıkabilir. İran öyle bir toplumdur ki bir ayağa kalktı mı önünde asker, polis dayanamaz. İran’da kısa sürede bir şey beklenmemelidir. Bu tür değerlendirmeler eskiden beri vardır, ama gerçekleşmemiştir. Kuşkusuz Suriye’den sonra İran daralmış olacak, daha da sıkıntıya düşecek. Suriye’deki değişimden sonra İran’daki Hizbullah’ın da pozisyonu sınırlanacaktır.

 

İran kendisini Ortadoğu’daki istikrarsızlıklar üzerinden yaşatarak ayakta kalıyor. Ortadoğu hep istikrarsız oldu, ama İran hep ayakta kaldı. Mevcut istikrarsızlık yerine geçiş süreci tamamlanır da dengeler oturmaya başlarsa İran rejimi şuandaki mevcut haliyle ayakta kalamaz. Ancak kendini dönüştürerek ayakta kalabilir. O potansiyel var mı, var. Aslında İran rejimi Önderliğin Ortadoğu savunmasında belirttiği gibi milliyetçi daralma içine girerse kaybeder. Ama milliyetçi daralma içine girmez de tarihine uygun biçimde bütün diğer halkları kapsayan bir sistem olursa İran kendini kurtarabilir, ayakta kalabilir, hem de öz değerleriyle. İran’ın bir devlet geleneği var. Bu da farklılıkları kabul eden bir devlet geleneğidir. İran’ın genlerinde bu vardır. Hatta şu anda Yahudiler varlığını bile İran’ın (Perslerin) bu anlayışına borçludurlar. Roma İmparatorluğu döneminde hepsi bugünkü Güney Kürdistan’a göç ettiriliyor. Daha sonra Persler geliyorlar, onlara vatanlarına dönmeleri için yardımcı oluyorlar. Kalanlar da varlıklarını bir tehdit görmeden sürdürüyorlar. İran geleneğinde farklılıklarla yaşamak vardır. İlk Siyaset Bilimi kitabı olarak da ifade edilen siyasetnamede Nizamülmülk padişaha öğütlerinde; “ilişkilerini tek bir topluma, etnik kimliğe dayandırmayacaksın, ancak farklı milletlere dayandırırsan ayakta kalabilirsin,” diyor. Tarihte de böyle ayakta kalıyor. Ama şu anda böyle bir zihniyet yok. Ne Hamaney’de bu var ne de zaten Ahmedinejad’ta. Her ikisinde de milliyetçilik var. Bu nedenle tarihlerine ters bir konumu yaşadıklarından İran için muhalefet farklı etnik ve dinsel toplulukları da yanına alarak etkili hale gelebilir.

 

İran şu anda Irak’ta etkili olmaya çalışıyor, etkilidir de. Fakat Irak söz konusu olunca şunu belirtmek lazım; sünniler Irak sistemi içinde yer almadıkları müddetçe Irak’ı kimse istikrara kavuşturamaz. Bunun tarihsel, toplumsal temeli vardır. Sünniler Irak’ta tarihten beridir hep etkili olmuşlardır. Sadece Saddam zamanı değil, önceden de etkililerdi. Örgütlenmeye ve harekete geçmeye yatkındırlar. Bu özellikler şiilerde zayıftır. Yönetim gücü, yönetme kapasitesi sünnilerde var. Nüfusu azdır, ama örgütlenip sorun çıkarma, etkili olma potansiyelleri güçlüdür. Bu bakımdan Irak’ta demokratik ulusal yaklaşım gösterilirse sünniler de siyasal yaşamın içine etkin katılırlarsa o zaman Irak istikrara kavuşabilir. İran politikası şiilerin çok hakim olmasını istediği için, sünni kesimi sistem içine alamıyor; ilişki kuramıyor, sindiremiyorlar. Bu şu demektir, Irak’ta sorunlar bir süre daha devam edecektir. İran’ın şii hakimiyetini sağlama durumu ve buna dayanarak kendini ayakta tutması politikası Irak’ta sorunları devam ettirecektir. Dolayısıyla Irak’ta da sorunların kısa sürede biteceği gibi bir öngörüde bulunmamak lazım. Kürtlerle de sorunlar devam edecektir. Kürtlerin yapması gereken mezhepçiliğe düşmemesidir. Şiilerin de, sünnilerin de, bütün diğer farklılıkların da içinde olduğu bir demokratik ulus projesi dayatmalıdır. Bunu yapabilirlerse Kürtler Irak’ta öncü olabilirler. Hem şiileri, hem sünnileri bütün halkları etkileyebilirler. Yoksa şu anda sünnilerin anlayışıyla da şiilerin anlayışıyla da Irak’ın istikrara kavuşması mümkün değildir. Öyle kimse de sünnileri susturacak durumda değildir. Irak’ta sünnilerin susturulacağı sanılıyorsa bu büyük bir gaflettir. Irak tarihini anlamamaktır. Diğer taraftan sünnileri sürekli destekleyen Ürdün, Suudi Arabistan var. Bu bakımdan istikrarsızlık orada devam edecektir.

 

Şu anda Güney Kürdistan da bir altüst oluş içindedir. KDP şunu bunu zorlamak istese de eski gücünde değildir. Irak’ta da KDP’nin etkisi kalmamıştır. Siyasal İslamcılar Güney’de giderek güçlenmektedir. Öyle ki, demokratik bir ortam ve serbest seçim olsa Behdinan’da islamcılar önemli bir güç olurlar. KDP’nin dayandığı toplumsal taban giderek daralıyor. Toplumda tepki var. Bizim paradigmamız, alternatif bir hareket olmamız, alternatif bir toplum projemizin olması siyasal zihniyetimiz Güney Kürdistan’ı çok etkiliyor. Siyasal islamcılar daha fazla gelişmiyorsa nedeni budur. Bizim alternatif toplum projemiz nedeniyle KDP’ye olan tepkiler bu kesimlere yöneliniyor. Çünkü PKK gerçeği, önderlik gerçeği, bizim alternatif gerçeğimiz Güney toplumunu da etkiliyor. PÇDK’nin durumu ayrı. PÇDK doğru bir örgüt, yönetim ve kadro anlayışına ulaşamadığı, bu yönlü etkili bir projesi ve çabası olmadığı için gelişemiyor. Devrimci tarz, devrimci öncülük, akışkanlık ve sürükleyicilik yakalanamadığı için PKK’nin etkisini örgütleyemiyorlar. Çok fazla şu imkan tanınsın, şu imkan verilsin yaklaşımı olunca devrimci tarz tutturulamıyor, bu nedenle de etkili olamıyorlar.

 

Bizim paradigmamıza, bizim zihniyet ve karakterimize uygun bir öncülük ve kadro anlayışıyla Güney’de büyük gelişmeler yaratılabilir. Ancak bu eksikliği gideremedik. Öncülük, kadro anlayışını köklü değiştiremedik. Sorun niyette değil. Kuşkusuz Güney ortamı paradigmamızın ve önderlik gerçeğinin etkili kılınmasını ihtiyaç haline getirmiştir. Bu açıdan yakın zamanda böyle bir gelişme de mümkündür. Güney sisteminin varlığı gelişmeye engel oluyor demek doğru değildir. Orada da önderlik gerçeğimiz ve hareketimiz etkili olacaktır.

 

Yeni bir döneme girdik

 

Önder Apo’nun demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı yeniden inşa hamlesiyle mücadele tarihimizde yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz. Bu süreç yoğun tartışılıyor ve değerlendiriliyor. Doğru da anlaşılması gerekiyor. Kırk yıldır bir mücadele yürütüyoruz. Bu mücadele çıkışı itibariyle de gerçekten radikal, köklü değişimleri, dönüşümleri içeren bir hareketti. Bu hareketin devrimci, köklü değiştiren, dönüştüren karakteri ilk çıkışında oluştu. İlk çıkışından itibaren siyasal, sosyal, kültürel sorunlara da köklü değiştirme, dönüştürme çerçevesinde yaklaştı. Somut ifadesi olarak Önder Apo daha ilk çıkışında kendine ihanet ettirilmemiş tek bir Kürt kalmamıştır, değerlendirmesinde bulunmuştu. Kürt’ün siyasal duruşunu kendi gerçeğine ihanet olarak değerlendiriyordu. Başlarken şunu da söyledi, Kürdistan’da tam insan yoktur, sağlam insan yoktur, herkes eksiktir, siz de eksiksiniz; kendinizi böyle göreceksiniz. Toplum da böyle, çalışacağınız arkadaşlar da böyle. Bunu bilerek devrime gireceksiniz ve değiştireceksiniz, dönüştüreceksiniz, yaklaşımı içinde olmuştur. Böyle köklü eleştiri ve köklü dönüşümü ifade etmiştir. İlk hedef de kendine ihanet ettirilmiş Kürt’ten özgürlüğü için mücadele eden bir halk yaratmaktı. Esas hedef buydu. PKK ve Önder Apo gerçeğinin ilk ortaya koyduğu hedef buydu. Bu konuda kırk yıldır büyük, kıran kırana bir mücadele verildi. Bölge devletleri anlamında, iç gericilik anlamında, uluslararası güçlerin saldırısı anlamında bütün bu olumsuzluklara rağmen hepsine karşı koya koya, mücadele ede ede bugünlere geldi. PKK zor koşullarda mücadele etmenin devrimciliği olarak, zor koşullarda başarmanın devrimciliği olarak tarih sahnesine çıktı. Bütün zor koşulları da kendisi için mücadele ve varlık gerekçesi olarak gördü ve bu büyük mücadeleyi bugüne kadar kesintisiz sürdürdü.

 

Önder Apo’nun esaretiyle bu mücadele kesintiye uğratılmak, tasfiye edilmek istendi. Ancak Önder Apo önderlik gerçeği ve gücüyle bunu da boşa çıkardı. Halkın ve örgütün mücadelesine öncülük eden, hepsine perspektif ve doğrultu veren, uluslararası komployu boşa çıkarma sistemini de zihniyetini de yaratan Önder Apo oldu. Daha ilk yakalandığı an bile kendi esaretini Kürt sorununun çözümü için değerlendirmek istedi. İlk düşündüğü, komployu nasıl boşa çıkarırım, esaret koşullarını bile mücadelenin hizmetine nasıl sokarım olmuştur. Esaret altına alınır alınmaz uçakta düşündüğü, şimdi yeni pozisyonda nasıl mücadele edeceğim, kendimi nasıl konumlandıracağım, Özgürlük mücadelesini bu koşullarda nasıl sağlıklı, güvenlikli yürüteceğim, olmuştur. Düşüncesi bu oldu ve buna göre bütün davranışlarını ve sözlerini buna göre ayarlardı. İlk esaret altına alınma sırasındaki ve mahkeme koşullarındaki değerlendirmeleri bile tamamen mücadelenin gelişme zeminini yaratma ve kendi pozisyonunu da mücadeleye hizmet eder hale getirme amaçlıdır. Bulunduğu koşulları değerlendirerek mahkemeye söylediği ilk sözlerle şunu demek istedi; “ben esaret altındayım, bakın esarete aldınız, hiçbir kompleksiniz olmasın, gelin bu komplekssiz ortamda bu sorunu çözün.” Kendi pozisyonunu bile Türk devletinin kaygılarını giderme ve o durumunu bile bir çözüm için teşvik etme olarak ele aldı. Tabii sadece bir boyutu buydu, ama bir bütün olarak bir denge içinde bunu da ortaya koydu. Öte yandan saldırılar ağırdı, o saldırıları boşa çıkarmak istedi. Bir de o dönemde örgütün sıkıntısı vardı. Sıkıntı şöyleydi, onu da yeni bir döneme girerken ifade etmek lazım. Gerçekten örgütün bir değişime dönüşüme ihtiyacı vardı. Önderlik bunu hissediyordu, bunu yaratmaya çalışıyordu. V. Kongre’de de aslında bunu yaratmaya çalıştı. Genel olarak gerçekten de bir değişimi öngören bir kongreydi. Önderlik bütün belgeleri de ona göre hazırlamıştı. Ama kongre bu rolü tam yerine getiremediği gibi, kongre sonrası da hedeflenenler yerine getirilemedi.

 

V. Kongre sonrası hareketi daha etkili mücadele eder konuma getirecek değişimin yapılamamasının nedenleri vardı. Bunlardan biri, tasfiyeci eğilimdi. Zeki şahsında somutlaşan bu tür eğilimler Önderliğin radikal kararlar almasını engelliyordu. Çünkü ciddi değişim süreçleri sağlıklı ortamlarda olur. Ortam ve örgüt rahat değil ve sorunlar yaşıyorsa bazı değişiklikler yapmak ters sonuçlar verebilir. Nitekim 2003’te değişim neredeyse örgütün alabora olmasıyla sonuçlanacaktı. 1990’lı yıllarda Zeki tasfiyeciliği ve başka zorlayıcı etkenler köklü değişim yapmayı engelliyordu. Yoksa Önder Apo esaretinden önce de köklü değişimler yapmayı düşünüyordu. Ancak örgüt içindeki o yaşanan sorunlar Önderliğin değişim hamlelerini, değişim girişimlerini sıkıntıya soktu ve bedeli ağır oldu. Yoksa Önderlik daha 1990’lı yılların başında kendi düşünce dinamiğiyle değişimi yaratmaya, örgütü değiştirmeye başlamıştı. Ama dediğimiz gibi tasfiyecilik onu ve başka etkenler bunu engelledi. Değişimi zamanında yapamama sonucu komplo önlenemedi. Önderlik biz zindandayken bize hep şunu derdi, siz zindana düştünüz, başarısızsınız derdi. Doğru devrimcilik yapsaydınız, doğru tedbir alsaydınız zindana düşmezdiniz, derdi. Bizi hep öyle eleştirdi. Bizim zindana düşmemizi başarısızlık olarak eleştirdi. Kendisi zindana düştüğünde de bu durumu sorguladı. Önderlik zindana düşmesinin önemli nedenleri olarak yetersizlik ve vefasız dostları gösterdi. Kimi yaklaşımlarda ve sistemde sorunlar vardı. Bu bakımdan Önder Apo örgütü o sıkıntılarından çıkarmak ve yeniden mücadele eder hale getirmek için 2000’den sonra paradigmal dönüşümü gündeme getirdi. Böylelikle örgüt yeniden etkili mücadele eder hale geldi. O değişimlerin hepsi örgütü yeniden daha etkin mücadele eder hale getirme çabalarıydı. Önderlik çabalarını, değişimi, dönüşümü hep böyle gördü. Zaten bir devrimci hareket için değişim dönüşümün böyle olması gerekiyor. Hep daha etkili mücadele etmek, konumunu daha güçlendirmek, sistem karşısında daha güçlü pozisyona gelmek! Önderlik her zaman böyle bir yoğunlaşma içinde olmuştur.

 

İmralı yıllarını da uluslararası komployu boşa çıkararak örgütü daha etkili hale getirecek yoğunlaşma içinde geçirdi, Yoğunlaşmalarını örgüte yansıttı. Bu yoğunlaşma ve yeni paradigma çerçevesinde PKK belirli bir değişim dönüşüme uğratıldı. Örgütümüz 2000’lerdeki ya da 1995’lerdeki örgüt değildir. Adım adım bu örgüt önemli bir ideolojik, teorik, paradigmasal değişime uğradı. Zihniyet ve yapısal değişime uğradı. Önderlik AİHM savunmalarında zihniyet ve vicdan devriminden söz etti. Bunlar önemli düzeyde gerçekleşti. Bütün bunlar mücadelemizi güçlendirdi. Mücadelemizi daha etkili kılar hale geldi. Ya da düşman saldırıları karşısında kendini koruyabilen, kendini ayakta tutabilen bir pozisyon kazandı. Bunun görülmesi gerekiyor.

 

AKP’ye karşı büyük bir mücadele yürüttük

 

2004 1 Haziran Hamlesi’yle de mücadelemiz bu paradigma çerçevesinde sürekli bir gelişme gösterdi. Eksikliği ve yetersizliğiyle tasfiyeciliği atlatarak değişim sürecini yaratıp örgütü mücadele eden, toplumsal tabanda da kendisini güçlendiren, her alanda kendisini genişleten bir pozisyon kazandı. Yeni sürece değinmeden önce geçen yıllardaki mücadelemizi de kısaca değerlendirelim.

 

Biz son yıllarda AKP’ye karşı büyük mücadele yürüttük. Mücadele edip değiştirmek, dönüştürmek istedik. Önderliğin görüşme notları var. Bu görüşmen notlarında AKP için ittihatçılardan daha tehlikelidir değerlendirmesini yapmıştır. Son savunmasında da bu yönlü kapsamlı değerlendirmeler yapılmıştır. O yönüyle gerçekten büyük bir mücadele yürüttük. Son iki yıl nasıl bir mücadele yürüttüğümüzün somut kanıtıdır. Ancak bu mücadelemiz askeri ve siyasi olarak sonuç almalıydı. Sonuç alacak kapasitesi vardı. Mücadele geçen dönemden bugüne gelişmeler de yarattı, başarılar da oldu. O yönüyle bir gerileme değil, sürekli bir gelişme, güçlenme içinde oldu, ama istediğimiz kesin sonuçları da tam alamadık.

 

AKP’nin iktidara getirilmesinin bir nedeni de uluslararası güçlerin bölgeye müdahale etmesiydi. ABD Irak’a müdahale sürecinde Türkiye’de siyasal islamcı bir partinin iktidarda olmasını kendi çıkarına uygun gördü. Türkiye’deki egemen güç odakları da bize karşı mücadelede diğer partiler çok zayıf konumda olduğundan AKP’yi desteklediler. Bize karşı mücadele edecek başka bir güç kalmamıştı. Eski klasik güçler çökmüştü. Bize karşı mücadele edecek durumda değildiler. O nedenle o klasik iktidar blokları, asker sivil bürokrasi de AKP’yi destekledi, iktidar olmasını istedi. Çünkü diğer iktidar blokları üzerinden artık dış güçlerin desteği alınamazdı. Aynı zamanda dış güçler Irak müdahalesi çerçevesinde AKP’yi iktidarda görmek istiyorlardı. İç güçler de bundan faydalanarak hem bölgeye müdahale etme imkanına kavuşma, hem de dış destek alarak bizi tasfiye etmek istiyorlardı. AKP gerçekten uzun süre bizi tasfiye etmek için yoğun bir mücadele yürüttü. Bize karşı yürütülen bu savaşın süreçleri ve aşamaları var. Özeti şudur: Önderlik görüşme notunda da çok somut bir biçimde ifade ediyor; AKP “Kürtleri en iyi ben ezerim, en iyi ben tasfiye ederim, en iyi ben oyalarım” diyerek diğer güçlerin desteğini alarak iktidarda kaldı. Bu çerçevede bugüne kadar AKP’yi iktidarda tutan temel etken biz olduk. AKP Kürt özgürlük hareketini tasfiye etme iddiasına dayanarak ve başka da alternatif olmadığı için iktidarını sürdürdü. Yoksa klasik iktidar blokları AKP’nin bu kadar uzun süre iktidarda kalmasına tahammül etmezlerdi.

 

AKP’ye karşı hem gerilla olarak hem de halk serhildanı olarak mücadele yürüttük. Bunun yanında siyasi mücadele de yürütüldü. Eğer olabilirse AKP’ye de çözüm için adım attırma çabaları oldu. 2006 ateşkesi oldu, daha sonraları yapılan ateşkesler oldu. Fakat Önderlik 2006 ateşkesini hiç içine sindirmedi. 2006 ateşkes süreci şöyleydi: AKP de sıkışmış, devlet de sıkışmış, ikisi de sıkışık durumda. AKP ile devlet arasında da sorunlar var. Böyle bir dönemde biz ateşkes yaparak AKP’yi rahatlattık. Önderlik böyle değerlendiriyor. Eğer mücadele etseydik, sıkıştırıp belki daha erken sonuca gidebilirdik diye düşünmektedir. O nedenle 2006 ateşkesine hep soğuk yaklaştı. Bana doğru bilgi verilseydi yapmazdım dedi. Zaten 2006 ateşkesinden bir iki hafta sonra şunu söyledi. “Bir iki ay içinde adım atılmazsa bunu bir oyun sayarım, bir komplo sayarım” dedi. Nitekim AKP’nin sıkışık dönemden kurtulmasını sağladı. AKP o ara dönemi böyle geçirdi, sonra da sistemle bir uzlaşma içine girdi. Dolmabahçe’de klasik iktidar bloklarıyla uzlaşarak bize karşı savaş hükümeti haline geldi.

 

Bu süre içerisinde Oslo görüşmeleri de var. O süreçte örgütün yaklaşımı şöyleydi; AKP’nin politikaları da az çok biliniyor, bir çözüm politikası olmadığı görülüyordu. Ama Önderlik de hareket de toplumu ve devleti bir çözüme hazırlayıp AKP’yi zorlayabilir miyiz diye yaklaştı. Oslo görüşmelerinin mantığı, hareketin bu görüşmeleri yürütmesi böyle oldu. AKP’nin çözüm yaklaşımı var, AKP çözebilir diye bu görüşmeler sürdürülmedi. Hem devleti ve toplumu hazırlamak, hem bize saldıran uluslararası güçleri frenlemek için böyle bir yaklaşım uygun görüldü. Ama bu görüşmeler sürecinde AKP’nin bir çözüm yaklaşımı olmadığı daha net bir biçimde görüldü. Önder Apo çözümü kolaylaştıran üç protokol hazırlamıştı. Protokollerin reddedilmesi bunu ifade ediyordu. Yoksa şu andaki Önderliğin mektuplarında ortaya koyduğu ve bugün üç aşama dediği çözüm yaklaşımıyla o protokoller arasında çok fark yoktur. Aynısıdır. Şimdi sadece bu protokoller aşamalandırılmış ve bir proje biçiminde sunulmuştur. O zaman aşama yoktu, ama içeriği böyleydi. Fakat AKP’nin bir çözüm politikası olmadığı için ondan bir sonuç alınamadı. Ama sonuç alınmadı derken, herhangi bir somut sonuç çıkmamasından söz ediyoruz. PKK ile görüşmek zorunda kalmaları, Önderliğin yanına gidip gelmeleri, bizimle Önderlik arasında sürekli mektup alıp verişi yapmaları yeni bir durumdu. Önderlikle hareket arasında mektuplar gidip geliyordu. Biz AKP’nin ne düşündüğünün farkındaydık, öyle gözü küllü değildik. AKP hükümeti zorlandığı için bu görüşme sürecini kabul etmek zorunda kalmıştı. Biz de o koşullardan yararlanmaya, o koşulları değerlendirmeye çalıştık. Hem devlet ve toplumu hazırlama hem de kendi sistemimizi, kendi örgütlenmemizi geliştirme konusunda değerlendirmeye çalıştık. Ama sonuç itibariyle bir şey çıkmadı.

 

Önder Apo gerçekten de demokratik siyasal yollardan çözümü istiyordu. Düşünce sistemi ve paradigması bunu tercih ediyordu. Oslo’da da en son protokollerle bu tutumunu net olarak ortaya koydu. 2010’da Devrimci Halk Savaşı dönemi denen mücadele başladı, ama sonradan yine AKP’ye bir şans daha verdi. Fakat Önder Apo AKP’nin politikalarının bir çözüm politikası olmadığın görüyordu. Onun için “AKP çözmekten, PKK de devrim yapmaktan korkuyor” dedi. Böyle bir değerlendirme yaptı. Bu yönüyle Önderlik AKP’nin ve devletin durumunu kapsamlı olarak değerlendiriyordu. Şunu söyleyebiliriz; Önderliğin devleti ve AKP’yi tanıma düzeyi çok yüksektir. Hepimizin toplamından daha iyi tanıma kapasitesi vardır. Yaşadıklarıyla, yoğunlaşmasıyla, bu yönüyle Türk devleti üzerinde, iktidarları üzerinde en fazla yoğunlaşan bir önderlik gerçeğini ifade ediyor. Zaten bu yoğunlaşma Önderliği büyüttü. Önderliği büyük yapan Ortadoğu üzerinde, Türk devleti üzerinde, Kürt gerçeği üzerinde yoğunlaşmasıydı. Bu yönüyle içeride de Türk devletini tanıma, değerlendirme gücü çok yüksek oldu. Buna göre değerlendirmelerini yapıyor, buna göre politika belirliyor ve önümüze koyuyordu. Oslo görüşmelerinde de Önderlik de hareket de olabilirse adım attırmak istedi, ama olmadı.

 

2012’nin kazananı Özgürlük hareketi oldu

 

Sonra işte 2011 ve 2012 süreci yaşandı. Gerçekten de tasfiye edilmek istendik. AKP’nin bu tutumu takınmasında ABD’nin bölgeye müdahalesinin de etkisi var. Nasıl ki 2001 İkiz Kuleler olayından sonra ABD’nin terörizme karşı mücadele politikasından yararlandıysa, ABD’nin terörizmi önceden önlemek için her türlü müdahale yapma konseptinden Türkiye’yi yararlandırdıysa, yakın döneme kadar bize karşı mücadele ederken bunu da önemli oranda değerlendirdiyse, ABD’nin Arap Baharı’ndan sonra bölgede daha etkili olmak istemesini de değerlendirip bizi tasfiye etmek istedi. 2011 ve 2012’de savaşın bu kadar şiddetli sürmesinin nedeni buydu. Bizi tasfiye etmeyi hedefliyordu. Dış güçlere dayanarak bunu yapacağını düşünüyordu. İçeride de kendini güçlü hissediyordu. KDP’nin de büyük bir desteği vardı. Şunu belirtebiliriz, geçen dönemde mücadelemizin istediği sonucu almasındaki en büyük engellerden birisi de KDP olmuştur. KDP bu anlamıyla sadece AKP ile ilişkilenip mücadelemize karşı tutumu nedeniyle tarihsel olarak Kürt karşıtı bir konumda bulunmuştur. Devrim karşıtlığını sadece Kuzeyde değil, Kürdistan’ın bütün parçalarında Kürt halkının özgürlüğünün karşıtlığını yapmıştır. AKP buna da dayanarak, dış güce ve içerideki gücüne dayanarak bizi tasfiye etmek istedi. Buna inandı. Ama 2012’de görüldü ki bu olmadı. Bu yönüyle 2012’deki mücadelemiz, Devrimci Halk Savaşı Hamlemiz istediğimiz tüm hedeflere ulaşamadı, istediğimiz düzeyde olmadı, ama ilk defa bu düzeyde devleti sarstı. Bunu kendileri de herkes de kabul etti. PKK ilk defa bu düzeyde askeri bir hamle yaptı, Türk ordusunu zorladı. Bu yönüyle 2012 açısından, yani savaşların sonuçları açısından değerlendirilirse siyasi olarak askeri alanda kazanan biz olduk. Gerileyen, daralan, bize karşı tasfiye politikasından sonuç almayan Türk devleti oldu. Sıkıştı ve gerçekten önemli darbeler yedi. Botan’da, Bingöl’de, Dersim’de darbe yedi. Askeri olarak önemli bir zorlanma yaşadı.

 

Rojava Devrimi de mücadelemizi olumlu etkilerken, Türk devletini de bölgesel politikalar açısından önemli düzeyde daralttı. Sadece mücadelemiz Rojava’yı etkilemedi, Rojava devrimi toplumsal mücadeleyi, toplumun özgürlük tutkusunu, mücadele azmini pekiştirdi. Önderliğin duruşu da bu dönemde mücadelemize büyük bir güç kattı. Bu, devlete karşı bir duruştu. Mücadeleyi etkili hale getirme duruşuydu. Devlete, size karşı mücadele edeceğim, mesajı verirken bizi de kararlı bir biçimde mücadeleye sevk eden, bütün toplumsal güçleri etkili mücadeleye sevk eden bir duruş oldu. Önderliğin görüşmemesi, bizi etkili mücadele ettirmek içindi. Başka seçeneğiniz yok, mücadele edeceksiniz, sonuç alacaksınız, dedi. Devlete de adım atmazsan benim duruşum böyledir sonuna kadar mücadele edeceğiz, mesajı verdi. Bu duruşu mücadelemizin gelişmesinde etkili olduğu gibi, düşmanı da ürküttü. Öyle ki, Mehmet görüşmeye gittiğinde Kürt Halk Önderi, “sen nasıl gelirsin, sen bu yükü kaldıramazsın, bu yükü kaldıracak durumda değilsin” dedi ve reddetti. Önder Apo kendi duruşunun mücadele açısından, devlet açısından ne anlama geldiğini iyi bildiği için Mehmet’e öyle bir tutum gösterdi. Önderliğin duruşu, zindan direnişiyle birleşince AKP daha da zorlandı. O kadar zorlandı ki, Mehmet’in Önderlikle görüşmesini sağlamak için Önderlikle harekete kaygılandıracak haberler uçurdu. Bunun sonucunda Kürt özgürlük hareketi Mehmet’i göndererek Önderliğin durumunu öğrenmek istedi. Mehmet gittiğinde de Kürt Halk Önderi tutum koydu. Devlet sıkışınca Önderlikle bir görüşme yaptırıp kendi üzerindeki baskıyı hafifletmeye çalıştı. Bu, toplumu gevşetmeye yönelik bir adımdı. Zaten bu gevşetme tutumu kongre öncesiydi. Kongreden güçlü ve etkili çıkmak için de hem Önderliğin görüşmesini sağlattı, hem de KDP’yi ve Mursi’yi getirtti, böylece kongreden pozisyonunu güçlendirerek çıkmayı hedefledi. Daha sonra açlık grevi sürecinde Önderlikle görüşmeler yaptırıldı. Önderlik AKP’nin sıkıştığını, zorlandığını gördü. Bu yönüyle Önderlik girişim başlattı. Bu girişimi AKP’nin sıkıştığını gören Önderlik tarafından yapılmış bir hamle olarak ele almak gerekmektedir.

 

Bu hamleyi yaratan zeminin çeşitli boyutları var. Birinci boyutu kırk yıllık mücadelemizin geldiği düzeydir. İkincisi, Ortadoğu’da şu anda gelişen durumdur. Esas önemlisi de Önder Apo’nun paradigmasıdır. Yeni özgürlükçü demokratik paradigmasıdır. Bu paradigmanın devrimci karakteridir. Bu süreci değerlendirirken bu paradigmanın devrimci ve özgürlükçü karakterini çok iyi anlamamız gerekiyor. Bu çerçevede anlamadığımız, anlatmadığımız çerçevede anlaşılması zordur. Bizim açımızdan zor olur, toplum açısından zor olur, bütün dostlar, bütün güçler açısından zor olur. Tabii ki kırk yıllık bir mücadeleye dayanıyor, önemli bir toplumsal güç yaratmışız. Gerçekten büyük bir devrimle köklü devrimle demokratik toplum gerçeğini ortaya çıkarmışız. Bu çok önemli bir veridir. Çok önemli bir olgudur. Bu gerçeklik devrimsel gelişmeleri ifade edecek bir düzeyi ifade ediyor. Uluslararası durum da bu hamleyi daha da anlamlı kılıyor. Ortadoğu’da politik hamle yapma zamanıdır. Nitekim herkes kendine göre bir politik hamle yapmaya çalışıyor. Kim bu süreçte politik hamle yapar, politik sürece müdahil olursa o kazanabilir, o etkili olabilir. Geçen dönemde bunu yaptık. Silahlı mücadeleyi yükselterek, radikal bir duruş, devrimci bir duruş göstererek sürece müdahale ettik. Rojava Devrimi de bunun bir parçası olarak gelişmiş ve derinleşmiştir. Geçiş süreçlerinin karakteri şöyledir; kim etkili olursa, kim müdahil olursa, kim kararlı olursa onlar kazanır. Seyredenler, izleyenler kesinlikle bu süreçlerde kaybederler. Etkili olamayanlar, güçsüz olanlar bu süreçte kaybederler. Bunun en somut ifadesi 20. yüzyılın başında Kürtlerin kaybetmesidir. Örgütsüzdür, politika yoktur, izleyicidir. Birileri verirse hak elde edecek. En fazla yaptıkları, BM’ye, şuraya buraya dilekçe yazıp Kürtlerin de haklarının verilmesi istemedir. Bunun dışında bir şey yok. Bu nedenle sonuç alamamışlardır.

 

Önder Apo böyle tarihi bir dönemde aktif bir müdahale yaparak Kürtleri politikasız bırakmamak ve gelişmelere yön vermek istemiştir. Bu süreçte herkes politika üretirken, herkesin bir Kürt politikası varken, herkesin bir bölge politikası varken, Kürt politikaları ve bölge politikaları kapsamlıyken, bir bütünün parçası olarak yürürlüğe konulurken Önderlik de Türkiye’yi demokratikleştiren, Kürt sorununa demokratik çözüm arayan ve bu temelde de Ortadoğu’da demokratikleşme sürecini hızlandıran bir hamle yapmıştır. Bu hamleyi bir bütün Ortadoğu ve bunun parçası olan Kürt politikasını ortaya koymak ve pratikleştirmek için gerçekleşmiş bir siyasal müdahale olarak görmek gerekir.

 

Meşru savunma savaşı halklar için zorunludur

 

Kuşkusuz Ortadoğu gerçeğinde hemen bir normalleşmenin gelişmesi mümkün değildir. Bizim demokratik çözüm hamlemiz, Türkiye’yi demokratikleştirme ve Kürt sorununun çözüm yaklaşımımızın Ortadoğu’ya da bir müdahale olduğunu, bu gelişirse Ortadoğu’daki her şeyi değiştireceğini, bütün süreçleri etkileyeceğini, yani bütün ülkeleri demokratikleşme önünde bu sürece sokacağını, o eski gerici iktidarları sarsacağını görmek gerekir. Bu demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşa hamlesinin sadece Türkiye’nin demokratikleşmesini değil, Kürtlerin merkezinde olduğu bir Ortadoğu demokratikleşmesini sağlatacağını görmek ve bu temelde Türkiye’deki bu süreci bir yönüyle normalleşme, ama bir yönüyle de Ortadoğu’daki o kaos aralığındaki sürece müdahale ederek, daha aktif ve etkili mücadele eder hale gelip tüm Ortadoğu’yu demokratikleştiren, demokratikleşmeye sokan bir kulvara sokmak istiyor.

 

Demokratik çözüm hamlesinin paradigmasal yaklaşımı önemlidir. Şunu görmek lazım. Meşru savunma savaşı halklar için zorunlu bir savaştır. Egemenleri güç yapan iki şey vardır; Birincisi sistemlerin merkezi olmasıdır. Bütün merkezi sistemler, merkeziyetçilik egemenleri güç yapar, egemenler ancak merkezi sistemin olduğu, merkezileşmenin olduğu yerde ellerindeki imkanları kullanarak iktidarı ellerine geçirirler. Bütün merkezi sistemler, demokratik olmayan, gücün merkezde yoğunlaştığı örgütlenme modelleri de, siyasal sistemler de egemenleri güç yapar. Halklar bu tür sistemlerde güç olamazlar. Egemenlerin güç olmasının birinci kanunu budur, ikincisiyse şiddettir, savaştır. Savaş, ezilenlerin, toplumların özgürlük aracı, mücadele aracı, güç olma aracı değildir. Şiddet ezilenleri değil, egemenleri güç yapan bir araçtır. Bu her zaman böyleydi. Dün de böyleydi, bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır. Zorunlu Meşru Savunma Savaşları dışında ezilenlerin savaş araçlarına başvurması çıkarlarına değildir. Bu açıdan paradigmasal olarak da eğer gerekirse meşru savunma sonuna kadar yapılmalı, meşru savunma gerektiği zaman tek ferdi kalmayana kadar özgürlüğü için sonuna kadar savaşmayı bilmek lazım. Bu da bir özgürlük tutkusu, bu da bir özgürlük duruşudur, bir özgürlük çizgisidir. Ama özgürlüğü ve demokrasiyi kazanmak istiyorsak eğer gerçekten demokratikleşme imkanları varsa, demokratik siyaset imkanları varsa bunu değerlendirmek ise en büyük kazanım, en büyük avantajdır. Çünkü ezilenler, ezilen topluluklar, halklar ancak ve ancak demokratik süreçlerde, demokratik süreçlerin imkan dahiline girdiği süreçlerde kendilerini güç yaparlar. Çünkü toplumun ezici gücüdürler. Egemenler ise bir azınlıktır. Azınlıklar ancak şiddet aracı olursa güç olabilir. Ya da merkeziyetçi bir modelde ekonomik ya da başka güçlerini kullanarak –bu bir darbe de olabilir. Çünkü merkeziyetçi modeller darbe yapmaya yatkın modellerdir– kendilerini etkili kılarlar. Çünkü o merkezi düzeneği ele geçirdiğin zaman sitemi kontrol edersin, hakim olursun, sen sistemi yürütürsün. O açıdan ezilenlerin mücadele yaklaşımında, perspektifinde, mücadele araçlarında iki şeyi esas almaları gerekir. Bir demokratik mücadele imkanları varsa bunu kullanmaları, bunu tercih etmeleridir. Çünkü buna dayanarak güç olabilirler.  Egemenler ise demokratik süreçlerde güç olma imkanını ve avantajını kaybederler. Demokratik siyaseti, demokratik süreci, demokratik toplumu devreye sokmak demek egemenlerin güç olma avantajını kaybettirip toplumların güç olma avantajını devreye koymaktır. Bir diğeri de demokratik siyaseti devreye sokmak, buna dayanmaktır. Ezilenler kesinlikle merkeziyetçi olmayan modeller esas almalıdırlar. Onu oluşturmalıdırlar. Merkeziyetçi modellere karşı çıkarak merkeziyetçi olmayan topluma dayalı daha demokratik, daha tabana dayalı modelleri, yani merkeziyetçiliği aşındıran, merkezi etkisiz kılan, bir merkezin etkili olmasını engelleyen modelleri esas almalıdırlar. Çünkü etkili bir merkez olmazsa, merkeziyetçilik olmazsa egemenler istediği kadar uğraşsın hangi merkezi ele geçirip güç olacaklar? Olamazlar. O bakımdan Önder Apo Demokratik Konfederalizm dedi. Demokratik konfederalizmin mantığı esas olarak da egemenleri güç olmaktan çıkaran, ezilenleri, ezilen toplulukları güç yapan bir siyasal ve örgütlenme modelidir. Böyle olduğu için Önder Apo demokratik özgürlükçü sisteminde bu modeli tercih etmiş, bunu toplumların önüne koymuştur. Bu açıdan bu iki durumu dayatmak, buna dayanarak kendi paradigmasını, kendi özgürlük sistemini kurmak ezilenlerin amacı ve hedefi olmalıdır.

 

Önder Apo bu paradigmaya dayalı bir önderlik gerçeğidir. Aslında doğru olan, şimdiye kadar da uygulanması gereken, ama şimdiye kadar ezilenlerin yeterince sahip çıkmadığı bir modeldir. Geçmişte bu tür çabalar olmadı değil, ama tam bir sistem haline getirilemedi. Yani ezilenlerin kendilerini güç yapma modeli nedir? Ezilenler hangi sistemi tercih etmeliler ve hangi sistem için mücadele etmeliler konusunda muğlaklılar vardı. Hala da var. Hala devlet konusunda solun netleşmemesi bunu ifade ediyor. Hala demokratik siyaset, demokratik topluma dayanarak güç olma biçimindeki siyasal hamleye hiçbir değerlendirme yapmadan, bir ideolojik ve teorik yaklaşım göstermeden peşinen itiraz etmeleri ya da bunun üzerinde tereddüt ve kuşku uyandırmaları, aslında ezilenler cephesinde toplumların güç olma gerçeğine karşı muğlak yaklaşımın, belirsizliğin sonucudur. Soldaki yaklaşımları, belirli kesimlerdeki yaklaşımları böyle değerlendirmek gerekiyor.

 

Bu açıdan bu süreci değerlendirirken Önderliğin bu paradigmasal yaklaşımını iyi izah etmek gerekiyor. Bunun üzerinde önemli durmak gerekir. Önderlik demokratik siyaset olacak, fikir olacak, bunlar öne çıkacak, hatta sol da diğer güçler de yasallaşacak, artık solun üzerinde baskı olmayacak, artık Mustafa Suphiler dönemi kapanacak derken kast ettiği eğer demokratikleşmeyi biraz yaratabilirsek, ezilenlere böyle bir güç olma imkanı yaratabilirsek bu çok önemlidir, çok değerlidir, demek istemesidir. Bu ezilenler için, Türkiye’de ezilen topluluklar için yeni bir tarih başlatacak, Türkiye’de 1830’dan beri oluşan devleti sınırlama ve toplumun hak elde etmesi yaklaşımından çok daha fazla gelişme yaratacak, sonuç ortaya çıkaracaktır, diyor. Tabii ki 1830’dan beri söylenenlerin hepsi devletçi zihniyete dayanan demokratikleşme, yani üst toplumun tümden egemenleri güç olmaktan çıkarmayan, ama topluma da biraz mücadele içerisinde belirli haklar, belirli yumuşamalar tanıyan bir demokratik zihniyet ya da demokrasi perspektifti. Bizim demokrasi anlayışımız farklıdır. Yoksa egemenlerin halkın mücadelesi karşısında sınırlı bir uzlaşmaya dayanan ve bu temelde kendini yaşatma imkanı bulan bir sistemi ifade etmiyoruz. Ya da Batı’da 1215 Magna Carta’dan başlayarak, topluma da belirli nefes alma imkanları tanıyan ve üst toplum egemenliğini ifade eden bir demokratikleşmeden söz etmiyoruz. Radikal demokrasiden, toplumun tabandan örgütlenmesine dayanan ve güç olmasını sağlayan doğrudan demokrasiden söz ediyoruz. Önder Apo bu geri çekilme sürecini ya da yeni hamlesini silahlı güçleri geriye çekerek bir demokratikleşmeye, Türkiye’de demokratik adım atmaya fırsat verme, Kürt sorununun çözümü açısından adım atmaya fırsat verme yaklaşımıyla hareket etmektedir. Bu da bir taktik. Ama esas taktik biraz önce belirttiğim amaçlara ulaşmak içindir.

 

Başarı için önce tereddütsüz yüklenmek gerekir

 

Oslo sürecinde de geri çekilme çok dayatıldı, esas tartışma buydu. O zaman reddedildi. Önderlik de öyle bir şey gündeme koymadı. Ama gelinen aşamada devlet çok sıkıştığı için böyle bir adım atarak demokratikleşme imkanını yaratmak istiyor. Çünkü şimdiye kadar silahlı güçler sınır içindeyken adım atamayız diyorlar, gerillanın varlığını adım atmamaya bahane gösteriyorlardı. Önderlik silahlı güçleri geriye çekerek demokrasi güçlerini genişletmek, yani bak silahlı güçler geri çekildi, artık demokratikleşme adımları atılabilir, Kürt sorunu çözülebilir eğilimini güçlendirmek istemektedir. Bu sübjektif bir düşünceden kaynaklanmıyor. Bu yapılırsa demokratikleşmenin ve Kürt sorununun çözümünün önünün açılacağını düşünüyor. Önder Apo Türkiye’de bunun koşullarının oluştuğunu düşünüyor. Böyle bir ortamda Türkiye’de böyle bir demokratikleşmeye güç verecek kesimlerin olduğunu düşünüyor. Öte taraftan Kürt toplumunun geldiği önemli bir düzey var. Demokratik topluma dayalı güç düzeyi var. Bölgedeki dengeler çerçevesinde Türkiye’nin Kürt sorununu çatışmalı olarak kaldırmayacağını düşünerek de böyle bir adım atarak Türkiye’yi demokratik çözüm kulvarına sokmak istiyor. Türk devletini, AKP’yi böyle bir kulvara sokmak mümkün müdür, diyor. Belki taktik bir adım olarak görülebilir, ama başarıya ulaşırsa stratejik bir projeyi ifade edeceği de açıktır. AKP ve devleti demokratik çözüm kulvarına, sorunları demokratik siyasetle, demokratik yöntemle çözme kulvarına sokmaya çalışıyor. Bunu yapabilirse Kürt’ün demokratik toplum gücü var. Belki de dünyanın en demokratik toplum gücü Kürtlerde vardır. Buna inanmak lazım.

 

Kırk yıllık mücadele toplumda büyük bir demokratikleşme gücü ortaya çıkarmıştır, derinleştirmiştir. Kürtlerin demokratik topluma dayalı güçlenmesi söz konusudur. Kürtlerin son kırk yılda yaşadığı devrimleri küçümsememek gerekir. Devrimlerin gücü görüldüğünden daha fazladır. Kürt devrimi de çok etkilidir. Her zaman örnek verilir; 1789 Fransız Devrimi bütün dünyayı etkilemiştir. Öyle bir etkidir ki, Rusya Fransa ile savaştığında bu devrimin etkisindedir. Savaş ve Barış romanını yazan Tolstoy bu gerçeği çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Ruslar Fransızlarla savaşıyor, ama Rus sarayı, Rus burjuvazisı Fransız Devrimi’ne özeniyor, onu taklit etmeye çalışıyor, onu yaşıyor. Şimdi bizim de kırk yıllık devrimimiz öyle sıradan bir devrim değildir. Fransız Devrimi’nin de kendisine göre yeni bir toplum hedefi ve etkisi var, ama Kürdistan’da geliştirdiğimiz demokratik toplum devrimi ya da Kürdistan’da gerçekleştirilen demokratik, sosyal kültürel, ulusal devrim çok etkilidir, çok köklüdür. Bir kere bunu hissetmek lazım, devrimimizin gücüne inanmak lazım. Bu büyük Kürt Devrimi’nin bizim tarafımızdan da çok iyi tanındığını, hissedildiğini düşünüyorum. Bu devrimin etkinliğine, derinliğine inanmada ya da ona güven duymada zayıflıklar var. Bazı sorunlarımız bundan kaynaklanıyor. Önderlik devrimimizin gücünün yeterince anlaşılmadığını düşünerek klasik kaygılar dedi. Düşünebiliyor musunuz Fransız Devrimi Moskova’yı bile bu kadar etkiliyor, savaştığı gücü etkiliyor, ama bu kadar kapsamlı Kürt devrimi 21. yüzyıl iletişim ve bilişim çağında Güney Kürdistan’ı etkilemeyecek, Rojava’yı etkilemeyecek, Ortadoğu’yu etkilemeyecek! Bu mümkün müdür? Aksine çok derinden etkilemektedir. Bu açıdan Önderlik bu adımları atarken yarattığı devrimin gücüne, onun yarattığı Kürt gerçeğine, onun Türkiye’de yarattığı etkisine güveniyor. Sadece ben söyledim, doğrusu budur, pratikleşecek demiyor. Sadece imkanlar temelinde doğru siyaseti ve araçlarını ortaya koyuyor. Bunu pratikleştirecek de Türkiye’deki demokrasi güçleridir, Kürtlerdir. Ortadoğu’daki diğer demokrasi güçlerinin de bu sürece katılmasını istiyor. Eğer demokrasi güçleri bu hamleyi sahiplenirse başarının imkan dahilinde olduğunu söylüyor. Kürtlere, Türkiye’deki demokrasi güçlerine sahiplenirseniz Türkiye bu kulvara girer, Türkiye’ye demokratikleşme yönünde adım attırabiliriz, sonuçlar alabiliriz, Türkiye’yi değiştirebiliriz diyor. Bu bir gerçeği ifade ediyor, soyut değildir. Gerçekten de somut temelleri olan, tarihsel temelleri olan bir adımdır. Böyle bir kulvara AKP ve devlet girebilir mi? Girebilir. Eğer demokrasi güçleri ve Kürtler sağlam durursa AKP ve devleti böyle bir kulvara sokmak mümkündür.

 

Siyaset konusunda kafaların netleşmesi gerekir. Siyaset şudur; siyasetçilerin önünde tek seçenek yoktur. Siyaset, politikacı bunlardan en uygununu tercih eder. Siyaset, seçeneklerden en uygununu tercih eden ve uygulayanların, pratikleştirenlerin başarılı olduğu bir alandır. Tabii ki siyaset alternatiften birini tercih etme olgusu olduğu gibi, tercih ettikten sonra bunu kararlılıkla, tereddütsüz uygulamayı gerektirir. Önderliğin bu hamlesi konusunda en önemli duruş da özellikle bizim hareketimizin bu süreci sahiplenmesi ve pratikleşmesidir. Hem hareketin, hem toplumun, hem demokrasi güçlerinin bu sürece sahiplenmesi ve gereklerini yerine getirmesi gerekir. Çünkü siyasal hamlelerin, siyasal tercihlerin başarısı onun arkasındaki gücün kararlılığı ve kararlı bir biçimde uygulamasından geçer. Bu açıdan toplumda, demokrasi güçlerinde ve bizim güçlerimiz içinde var olan tereddütlerin tümden giderilmesi gerekir. Giderilmesi için belirttiğim ezilenler açısından belirttiğim mücadele parametrelerinin iyi kavratılması gerekir. Bunlar kavratılmadan, yani bu adım önderlik paradigması çerçevesinde ele alınmadan ve tarihsel mücadele içine iyi oturtulmadan toplumlar bu sürecin parçası olup harekete geçirilemez. Önderlik doğru ve yerinde tarihsel bir hamle yaptı. Bu hamle gerçekten çok doğru, çok etkili ve çözücü bir hamledir, ama bu kendiliğinden başarıya ulaşmaz. Ya da önderliktir, söylediyse doğrudur, denilerek bu mücadeleye etkili sahiplenilemez. O açıdan bu demokratikleşme sürecine, hamlesine katılımı daha bilinçli ve etkin hale getirmemiz gerekiyor. Bu yönüyle toplumdaki, belirli güçlerdeki tereddütleri mutlaka ortadan kaldırmamız gerekir. Başarı için bu şarttır. Çünkü tercih edilen bir siyaset ancak kararlı ve tereddütsüz bir biçimde sahiplenilirse başarıya götürülebilir. Tereddütlü yaklaşmak, şu kaygı, bu kaygı demek aslında bu hamleye sahiplenmemek ve sürece girmemek demektir. Hatta dolaylı olarak başarısızlığın parçası olmak demektir.

 

Kuşkusuz bu hamle ille de yüzde yüz başarıya ulaşacak değildir. Hiç kimse böyle bir garanti veremez. Siyasette böyle bir şey yoktur. Siyasette doğru seçeneği tespit etmek ve bu seçenek etrafında doğru mücadele ederek başarı elde etmeyi sağlamak yaklaşımı önemlidir. Önderlik bir ruhani lider gibi, ol dedi olacak diye bir şey yok. Mücadele böyle değildir, böyle anlaşılamaz. Siyaset de, devrimcilik de böyle yapılmaz. Önderlik adım attı sonucu ne olacak diye beklenebilir mi? sadece teorik olarak, siyasi olarak atılan doğru adımların kendiliğinden sonuç vereceğini beklemek devrimcilerin mahkum ettiği kendiliğindenciliktir. Böyle yaklaşmak devrimci olmamak, devrimci siyasi yaklaşımla düşünmemektir. Bu sürece yaklaşırken, mücadelenin örgütlenmesi, bir devrimci örgüt olarak bu hamleye bakmak, hem bir devrimci örgüt olarak, hem halk olarak böyle yaklaşmak ve sürece müdahil olmak çok çok önemlidir. Yoksa sürecin tökezlemesi, başarısızlığa uğraması da mümkündür. Bunun sorumlusu da bu demokratik çözüm hamlesi değil, bu çözüm hamlesine tereddütlü ve kaygılı yaklaşanlar ve bu temelde sürece etkili katılamayanlar olur. Bunu herkesin bilmesi gerekir. Yoksa ben şöyle kaygılıydım demek kimseyi kurtarmaz. Böyle sözlerin hiçbir değeri yoktur. Böyle sözleri söyleyenler daha baştan kendilerini suçlu gösterenlerdir. Başarısızlığın esas aktörleri bu tür yaklaşanlar olur.

 

Tabii ki Önderlik bu müzakereleri yaparken belirli adımları da tartışıyor. Adımların atılmasını istiyor. Niye istiyor? Türkiye demokratikleşecek. Nasıl demokratikleşecek? Demokratikleşme hiç şekli şemalı olmayan bir şey midir? Kürt sorununda bir çözüm olmadan, hiç adım atmadan demokratikleşme olabilir mi? Olamaz. Türkiye’nin demokratikleşmesi diyoruz, demokratik siyaset diyoruz, o demokratik siyasetin, demokratik kültür ve fikirlerin mücadelesi ortamının yaratılması bile demokratik mücadeleyle olur. Bu konuda adımlar atılmasıyla olur. Kürt sorununda hiç adım atılmayacak, hiçbir şey yapılmayacak, ama demokratik siyaset olacak, Türkiye demokratikleşecek, demokratik zemin de olacak, mümkün değildir. Çünkü demokratik siyaseti engelleyen zaten Kürt sorunundaki geriliklerdir, inkar ve imha siyasetidir. Zaten demokratikleşmenin olmamasına neden olan Kürt sorununda çözümsüzlük anlayışıdır. Şimdiye kadar Kürtler yararlanır denilerek demokratikleşme adımları atılmamıştır. Demokratik adımları bugüne kadar sınırlayan, Kürtlerin yararlanır korkusudur. Eğer Kürtler yararlanır korkusu olmasaydı, böyle bir kaygı olmasaydı Türkiye’de önemli adımlar atılabilirdi. İşte şimdi eyalet sistemi, federasyon tartışılıyor! Kürt sorunu olmasaydı Türkiye rahatlıkla federasyona gidebilirdi. Niye gitmiyor, bu kadar merkeziyetçiliğe dayanıyor? Çünkü Kürtler yararlanır diye düşünülüyor. Demek ki demokratikleşmenin de olması, demokratik zeminin de olması için Kürt sorununda belli adımlar atılması gerekmektedir. Önderlik bunları ortaya koyuyor. En son görüşme notunda şu şu adımlar atılmazsa o ajan anayasası olur, demektedir. Kürt sorununun çözümü konusunda; kimlik tanımından kültüre kadar, kendi kendini yönetmesine kadar adım atmazsa demokratik siyaset ortamı doğmuş olur mu? Türkiye belirli oranda demokratikleşmiş olur mu? Olmaz.

 

Amaç  önce çözüm zihniyetini yaratmak

 

Bu açıdan bu süreç Kürt sorununun çözümünü de öngören bir süreçtir. Çünkü demokratikleşmeyle Kürt sorununun çözümü arasında doğrudan bağ vardır. Bunu böyle de öngörmek lazım. Kürtler içinde bazı tartışmalar oluyormuş. Türkiye’nin demokratikleşmesi bizim derdimize mi kaldı, yönlü değerlendirmeler yapılıyormuş. Tabii ki bizim derdimizdir. Türkiye demokratikleşmeden Kürt sorunu çözülemez. Demokratik zihniyete ulaştırmadan Kürt sorunu çözülemez. Çünkü şimdiki yaklaşımımız, stratejimiz Türkiye sınırları içinde Kürt sorununa çözüm bulmaktır. Önderlik Kürt özgürlük hareketine sen kesin sonucu sağlayacak koparıcı bir mücadele yürütemedin, derken, devlete de sen de ezemedin, o halde siyaset yoluyla belirli bir çözüme ulaşacaksınız, demiştir. Belki Türk devleti hemen radikal bir biçimde çözüme gelemeyebilir, düşüncesiyle belirli bir makul çözümü yaratmaya çalışıyor. Mevcut süreç gereği politik değerlendirmeler yapıyor. Arabayı atın önüne koşmayalım diyor. Bu açıdan hem Önderliğin makul yaklaşımını anlamak hem de Kürt sorununda adımlar atılmadan bu sürecin gelişemeyeceğini görmek gerekiyor. Önderlik değerlendirmeleri ve tutumuyla Kürt halkına ve Türkiye’ye bu yönlü mesajlar veriyor.

 

Önderliğin Newroz açıklamasının her cümlesi, her paragrafı çok çok önemliydi. Önemli bir perspektifi, paradigmayı ifade ediyordu. Demokratik ve özgürlükçü karakteriyle devrimsel nitelikte sonuçlar yaratacak bir mesajdı. Bazı güçler bunu saptırdılar. Çok yüzeysel ve kaba bir saptırma içine girdiler Hiçbir ideolojik-teorik dayanağı olmayan tepkisel, duygusal değerlendirmeler yaptılar. Biz şimdi bir demokratikleşme hamlesi yaparak Türkiye’yi demokratikleştirmeye, dönüştürmeye çalışıyoruz. Hamlenin amacı ve hedefi budur. Kırk yıllık mücadele bunun için yürütülüyor. PKK’nin karakteri budur. Biz demokratikleşme yapacağız, ama Türkiye’de AKP hegemonyasına destek olacağız; ya da görüşmeler sonucu Türkiye’de islamcı bir devlet çıkacak; ya da önderlik misakı milliden söz etti diye bundan Türkiye’nin Ortadoğu’da hegemonyacı bir güç olmasına icazet sonucu çıkarılacak! Bunlar hiçbir ideolojik teorik değeri olmayan, Önderliğin mesajının tersini ifade eden boş değerlendirmelerdir. Demokratikleşme demek zaten her türlü hegemonyalaşmaya karşı mücadele demektir. Her türlü hegemonyanın önünün kesilmesi demektir. Türkiye demokratikleştiğinde ne kemalistlerin hegemonyası kalır ne islamcıların ne de başka bir gücün. Zaten demokratikleşme demek bir gücün hegemon zihniyette olmadan demokratik kurallar ve demokratik anayasa çerçevesinde siyasal mücadele etmesini, bu kurallar içinde mücadele yürütmesin ifade eder. Bir hegemonya yaratmayı değil, demokratik anayasa içinde, belirli kurallar içinde her gücün varlığını kabul etmeyi ifade eder. Yani hegemonya zihniyetinden vazgeçmeyi ifade eder.

 

Önderlik zaten AKP hegemonyasını kabul etmeyeceğiz, dedi. Kaldı ki demokratikleşme her türlü hegemonyayı etkisiz kılma mücadelesidir. Diğer taraftan da Kürt sorununu çözerek demokratikleşen Türkiye Ortadoğu’da artık yeni Osmanlı hegemonyacı zihniyetten vazgeçen Türkiye olur. Şu ayrıdır, Türkiye demokratikleşirse, tabii ki bu demokratikleşmenin merkezinde Kürtler olacaktır. Kürtlerin merkezinde olduğu, etkisinde olduğu bir demokratikleşme de Ortadoğu’yu, Suriye’yi, İran’ı, Irak’ı etkiler. Bu etki de kötü bir etkili değildir. Bunu İran yapsa İran etkili olur, Suriye yaparsa Suriye etkili olur, Irak yaparsa Irak etkili olur. Bu hegomon bir şey değildir. Bu etki özgürlükçü demokratik bir etkidir. Bu etkiden kimsenin rahatsız olmasına gerek yoktur. O yönüyle Önderlik bölgeyi etkilemekten söz ederken, Türkiye ile Kürtlerin sorununu çözüp bölgeyi etkilemek derken bu bütün Ortadoğu halklarının çıkarına olan, Ortadoğu halkların özgürlük ve demokrasisinin önünü açan bir olumlu etkilemedir. Bunda tartışılacak, olumsuzlanacak bir yan yoktur.

 

Bu sürece karşı çıkanlar olacaktır. Bu konuda saf olmamak lazım. ABD’de de Avrupa’da da çeşitli güçler Türkiye ile gerçek bir demokratik çözüm yapmamızdan rahatsızlık duyacaklardır. Türkiye ile demokratik bir uzlaşmayı kolay kolay sindirmeleri zordur. Bunu göz önünde tutmak lazım. KDP açıklama yapıyor, Avrupa, ABD açıklama yapıyor, ama bunların çoğu samimi değildir. Bu açıdan sonuca giderken bunlara inanarak değil, bunların bu çözüme karşı olduğunu düşünerek çok dikkatli, tedbirli, örgütlü ve sağlam durarak yürümek lazım.

 

Önderliğin paralel devlet dediği değerlendirmeler var. Üç paralel devletten söz ediyor. Bir, CHP’nin ve MHP’nin de içinde olduğu aslında Yahudi-Ermeni etkisinde olan paralel devlet. CHP ve MHP politikalarını Ermeni ve Yahudi lobilerinin izdüşümü gibi değerlendiriyor. Rum etkisinde olan paralel devleti de daha çok AB yanlısı kesimler olarak değerlendirdi. Bunlar gerçekten etkilidirler ve Kürt sorununun çözümünü istemiyorlar. Önderlik bunu değerlendirirken Ermeni soykırımına karşı çıktığı için değil, Ermenilerin o soykırımı kabul ettirmek için Kürt sorununu çözülmesin, Türkiye üzerinde baskı kurarız, Kürtlerin mücadelesi üzerinde de baskı kurar, kabul ettiririz, anlayışı olduğu için onların tutumunu eleştirmektedir. Yani Kürtlerin sırtından politika yapmalarını eleştirdi. Şu anda CHP ve MHP şiddetle karşı çıkıyor. Önderlik onları Ermeni, Yahudi etkisindeki paralel devlet olarak değerlendiriyor. Onların politikalarına hizmet eden bir paralel devlet yaklaşımı olarak değerlendiriyor. Bu açıdan bu sürece bu tür karşı çıkmalar olacak, bu tür engellemeler olacak. Bunu da bilmek gerekir. Bu yönüyle bu sorun çözülecek, Türkiye demokratikleşecek, Avrupa, ABD ve KDP de bunu destekleyecek biçiminde bir yanılgı içine düşmemek lazım. KDP de bizim mücadelemiz ortamında kendini yaşatıyordu. Bu nedenle sabote birçok yerden gelebilir. Bu konuda saf olmamak gerekiyor. Bu yönüyle engelleyici tutumların geleceğini bilmek lazım. Bu nedenle esas çözüm gücünü topluma, demokrasi güçlerine, dostlarımıza dayandırmamız lazım. Böyle yaparsak her türlü engeli aşarız. ABD engelini de Avrupa engelini de aşarız. Çünkü önemli bir toplum gücüne sahibiz. Bu yönüyle önümüzdeki sürecin zorlu bir mücadele olduğunu görmemiz lazım. Sıradan, yüzeysel yaklaşmamak gerekiyor. Saf olmamak lazım.

 

Kürt sorununun çözümü birçok çevre tarafından istenmiyor. Şunu belirtelim, verdiğimiz mücadeleyi Afrika’da, Uzakdoğu’da ya da başka bir yerde verseydik on defa bu sorun çözülürdü. Ancak çözümü istemeyenlerin engellemesiyle karşılaşıyoruz. Ancak ezilmemiz de istenmiyor. Rum lobileri, Ermeni lobileri Yahudi lobileri PKK’nin de ezilmesini istemiyor, Kürtlerin de ezilmesini istemiyor. Önderlik buna tavşana kaç, tazıya tut, politikası dedi. Bu gerçeğini bilmemiz lazım. Bunu bilmeden, bunu anlamadan da Kürt sorununda politika yapmak, üretmek kolay değil. Bu tehlikeleri de bilmek, politika üretirken bunu dikkate almak, tedbirleri de buna göre almak gerekir. Kaygıdan çok, tereddütten çok bu tür şeyleri görüp tedbirler almak daha anlamlıdır. Kaygı ve tereddütle kimse hiçbir şey yapamaz. Kaygılı ve tereddütlü yaklaşımlar bir politika ne kadar doğru olursa olsun başarısızlığı getirir. Kaygıya, tereddütte dayanan politikalar baştan kaybeder. Bu açıdan bu tür yaklaşımları almak gerekir.

 

Bizim süreci başarıya götürme açısından yapacaklarımız var. En önemlisi ideolojik mücadeledir. Basın başta olmak üzere ideolojik mücadele vermek çok çok önemlidir. Hem Kürt sorununun demokratik çözümü açısından ideolojik mücadele vermek önemlidir, hem de AKP’nin, diğer güçlerin Kürdistan’da etkili olma politikalarına karşı ideolojik mücadele gereklidir. Dünyada bireycilik çok gelişmiş, bireycilik o kadar gelişmiş ki, bizim özgürlükçü demokratik projelerimiz, mücadelemiz önündeki en büyük engel bireyciliktir. Yani ordulardan, ekonomiden, şundan bundan daha büyük engel bireyciliktir. O açıdan bireyciliğe karşı çok büyük bir mücadele etmek gerekir. Örneğin Rojava’daki devrim ortamı bireyciliği kırıp halkı toplumsallık etrafında örgütlemek açısından büyük bir fırsattır. Bu fırsat içinde örgütlenip bireyciliği alt etmek gerekiyor. Devrim ortamları bireyciliği alt etmenin, bu tür bireycilikleri ortadan kaldırmanın zeminini sunar. Rojava’da bu güçlüdür.

 

Önümüzdeki dönemde en az siyasal tartışmalar kadar Türkiye’de sosyal faaliyetlerimizi de yansıtmak çok çok önemlidir. Siyasal tartışmalara endeksli yaklaşımımızı aştırarak sosyal faaliyetlere endeksli çalışmalara ağırlık vermek toplumun zihniyetinin değişim ve dönüşüm yaşamasında devrimsel değişiklikler yaratır. Çünkü toplum yaşamı ve bununla ilgili faaliyetler yaşamın esasıdır. Ne var ki herkesin gözü siyasetçi olmada, herkesin gözü milletvekili olmada, bir şeyler olmada. Ama toplumun herhangi bir sorunuyla ilgilenme, bu konuda toplumun içinde, toplumla yaşayarak belirli toplumsal sorunlara çözüm bulma yaklaşımı zayıftır. Bizim paradigmamız bu konuda güçlü perspektifler sunuyor, ama gerçekten Türkiye’de şimdiye kadar bu temel çok zayıftır. Zayıf olduğu gibi bazı girişimler de aslında egemen sistemin ufkunu aşamıyor. Bu açıdan tehlike sistemin ideolojik saldırısı ve sosyal faaliyetleri karşısında savunmasız durumda kalmaktır. Sistem daha şimdiden ekonomik, sosyal, kültürel entegrasyon faaliyetlerini planlıyor. Her tarafa ekonomi girmeli, her tarafa sosyal bilimciler girmeli, toplumla ilgilenmeli, büyük bir rehabilitasyon yapılmalıdır diyorlar. Yani Kürdistan’da rehabilitasyon seferberliği planlıyorlar. Yani Kürdistan’da sistemi yeniden inşa etme hamlesi yapmak istiyorlar. Biz demokratikleşme hamlesi, özgür yaşamı inşa hamlesi diyoruz, onlar kardeşliği pekiştirme diyerek kültürel soykırımı yeni bir entegrasyon hamlesiyle yürütmeyi düşünüyorlar. Bu açıdan özgür yaşamı inşa etme hamlesi karşısında karşı tarafın da entegrasyon hamlesi bulunmaktadır.

 

Belki şimdiye kadar gerillamız vardı, başka güçlerimiz vardı, her yere kolay kolay giremiyorlardı, şimdi demokratik siyaset ortamı doğarsa, herkes çalışmasını serbestçe yapacak. Böyle bir ortamda seferberlik düzeyinde siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik inşa çalışmalarımız çok çok önemlidir. Sosyal çalışmalarımız çok çok önemli olacak. Eğitim çalışmaları çok önemli hale gelecek. Tüm toplumun paradigma temelinde eğitilmesi ve özgür yaşamı inşa seferberliğine katılması gerekmektedir. Toplumu, kadını, genci, erkeği, kadını, sokak sokak, mahalle mahalle eğitmezsek, bir zihniyet eğitiminden geçirmezsek, bir seferberlikten geçirmezsek o zaman başarılı olamayabiliriz. Önderlik fikir, ideoloji, demokratik siyaset dedi. Bunlar şudur; demokratik siyaset, örgütlü toplumun siyasetidir. Demokratik siyaset demek, komün örgütlemek demektir, meclis örgütlemek demektir, sokağı örgütlemek demek, köyü örgütlemek demektir. İdeolojik mücadele verip insanları uygun zemin yaratıp örgütlenmeye uygun hale getirmeden, örgütlü toplum haline getirmeden demokratik siyaset yapamayız. Demokratik siyaset BDP’lilerin yaptığı değildir. Onlar belirli yönüyle demokratik siyasetçi olabilir, ama onların yaptığı demokratik siyasetin çok azıdır. Demokratik siyaseti eğer öyle anlarsak, BDP’miz var, BDP örgütlenecek, oy alacak, BDP’ye endeksli kurumlar kurulacak demek demokratik siyaset değildir. Demokratik siyaset, toplumun, köyün, mahallenin örgütlenip siyasete müdahale edip kendi kararlarını kendi aldığı, kendi sistemini kurduğu, kendi kendini yönettiği Demokratik Konfederalizm sistemini yaratma çabasıdır. Demokratik siyaset odur. Bu bakımdan demokratik siyaset algısını da değiştirmemiz lazım. Kuzey Kürdistan’da özellikle demokratik siyaset derken BDP çok önde, etkili, hatta otorite. Herkes onlara uymak zorunda. Onlar topluma uymak, toplumun sesini dinlemek durumundadır. Ne var ki onlar biraz daha üsttedir. O algının kırılması lazım. Kuşkusuz BDP çalışması da olması lazım, ama esası o değildir.

 

Bir husus daha var, Kürt basının da bu konuda oynaması gereken önemli rol var. Demokratik çözüm bir yönüyle demokratik anayasa çözümüdür. Öyle görmek lazım. Hem bizim çabamızla hem demokrasi güçlerinin çabasıyla Türkiye nasıl demokratikleşir, Kürt sorunu nasıl çözülür algısını yaratmamız lazım. Öyle bir anlayış geliştirmeliyiz ki, AKP demokratik olmayan bir anayasa yaklaşımı içine girdiğinde toplum tepki göstermeli, bu demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü değildir diyebilmelidir. Öyle bir demokratikleşme algısı, öyle bir Kürt sorununun demokratik çözümü algısı yaratmalıyız ki, bunu toplumsal desteğe kavuşturmalıyız. AKP ya da devlet buna yanaşmadığı zaman toplum buna tepki göstermelidir. Bu açıdan demokratik anayasa çalışması yapma, bunun algısını yaratma çok çok önemlidir. Bunu yapmazsak, topluma mal edemezsek AKP kendine göre anayasa yapar, kendine göre de yasa yapar. Bakın demokratik adımlar attım, Kürt sorununun çözümünde gelişme sağladım diyebilir. Bu tür durumların ortaya çıkmaması için bu yumuşama sürecini iyi değerlendirelim. 2000’li yılları değerlendiremedik. Yine 2008-2009-2010 yıllarını iyi değerlendiremedik. Eğer uygun ortamları iyi değerlendirseydik Türk devleti siyasi soykırım operasyonlarını dahi yapamazdı. Dolayısıyla bu süreci fırsat olarak görüp demokratik anayasa algısı yaratmaktan her türlü örgütlenmeyi gerçekleştirmeye kadar değerlendirmemiz lazım. Önderlik 1999’da komplo sürecinde, ben size aylar kazandırıyorum, bunu anlayın, değerini bilin, diyordu.

 

Bizde muhalif olma eğilimi güçlüdür, ama pozitif eylem yapma etkisi gerçekten zayıftır. Önderlik beşinci savunmada pozitif eyleme ağırlık veriyor. Tamam muhalif olmak, devlete tepki göstermek önemlidir, mücadelenin parçasıdır. Ama inşa edici ve kurucu olmak mücadeleyi köklü güçlendirmek demektir. Dolayısıyla bu konuda algı değişmesi yaratmak çok önemlidir. Toplumumuz eyleme gidiyor, taş atıyor, ama örgütlenmeye gelince bu konuya yatkın değildir. Bunu mutlaka aştırmamız gerekiyor. Bu yönüyle mücadelemizin önemli bir yanını bu çerçevede değerlendirmemiz gerekiyor. Bunu derken demokratik serhildan tabii ki yine sürecektir. Hem bir taraftan demokratik sistemimizi inşa edeceğiz, hem de bir yandan demokratik serhildanlarımızla devlet üzerinde baskı yürüteceğiz. Demokrasi gerilim demektir. Demokrasi devletle toplum uzlaştı, yan yana kuzu kuzu yaşayacaklar değildir, sürekli bir gerilimi ifade eder. O gerilim içinde sürekli demokratikleşmeyi geliştirme, devleti geriletmeyi ifade eder. Yani sürekli bir mücadeleyi ifade eder. Demokrasiyi de böyle anlamak gerekir. Demokratikleşme mücadelenin yeni biçimidir. Toplum için en iyi mücadele biçimini ifade eder. Demokratikleşme mücadeleden vazgeçme anlamına gelmiyor. Nitekim Önder Apo yeni bir mücadele dönemi başlıyor dedi. Dolayısıyla demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşa hamlesi bizler için en uygun, en fazla mücadele imkanı verecek, en fazla kazandıracaktır. Dolayısıyla en fazla etkili olacağımız mücadele dönemi başlıyor. Yeni sürece böyle yaklaşıldığı zaman kazanılır; kendiliğinden bir şeyler gelecek yaklaşımı içinde ve beklenti ruh halinde bulunma durumu ise kaybettirir. Bu açıdan demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşa etme hamlesini mücadeleyi yükseltme ve bu temelde başarıya ulaşma hamlesi olarak görüp gereklerini yerine getirmek tüm özgürlük ve demokrasi savaşçılarının görevidir.

PaylaşTweet
Önceki Yazı

ANLAMLI VE ÖZGÜR BİR YAŞAMIN TEMSİLCİSİYDİ

Sonraki Yazı

ÖRGÜTSÜZ TEK BİR KÜRT KALMAMALI

Sonraki Yazı
KÜRT HALKI STATÜSÜZLÜĞÜ ARTIK KABUL ETMEYECEK

ÖRGÜTSÜZ TEK BİR KÜRT KALMAMALI

  • İLETİŞİM
  • HAKKIMIZDA

© 2024 Serxwebûn - Tüm Hakları Saklıdır!

Sonuç Bulunamadı
Tüm Sonuçları Gör
  • ANASAYFA
  • TÜM YAZILAR
  • ÖNDERLİK
  • SERXWEBÛN
  • SERXWEBÛN KURDÎ
  • BERXWEDAN
  • ÖZEL SAYILAR
    • BERXWEDAN ÖZEL SAYILAR
    • SERXWEBÛN ÖZEL SAYILAR
  • DOSYALAR
    • ŞEHİTLER ALBÜMÜ
    • KİTAPLAR
    • TAKVİMLER
  • FOTO GALERİ
    • ÖNDERLİK
    • GERİLLA
    • HALK

© 2024 Serxwebûn - Tüm Hakları Saklıdır!