İletişim ve teknik devrimin kapitalizmin sömürüsünü yoğunlaştırdığı, artık yapay zekanın devreye konduğu günümüzde kapitalizmin krizi azalmamış, daha da artmıştır. Kapitalist ülkeler arasındaki ekonomik rekabet ve bu temelde siyasi mücadele her geçen gün kendini daha fazla açığa vurmaya başlamıştır. Bir taraftan kapitalizmin küreselleşmesi yaşanırken diğer taraftan rekabetin artması siyasal mücadeleyi karmaşık hale getirmiştir. Hem küresel kapitalizmin parçası olmak hem de sürekli ve yoğun bir mücadele içinde olmak kapitalist ülkeler arasındaki mücadeleyi 19. ve 20. yüzyıllardaki mücadeleden farklı kılmaktadır. Bu açıdan 20. yüzyıldaki gibi katı kutuplaşmalara ve şiddeti yüksek savaş içine girmek beklenemez. Ancak aralarındaki mücadelenin de sürekli ve çok boyutlu olacağı görülmektedir.
Rusya-Ukrayna (NATO) savaşı
Rusya-Ukrayna (NATO) savaşı sürmektedir. Taraflar zorlansa da bir uzlaşma yaratılamadığından savaşın yakın zamanda sonlanması beklenmemektedir. Her iki taraf da uzlaşma için herhangi bir adım atmamaktadır. NATO Ukrayna’ya verdiği desteği sürdüreceğini açıklamıştır. Rusya ise resmi olarak ilhak ettiği yerler konusunda taviz almadan bu savaşı bırakmayacağını ortaya koymaktadır. NATO Rusya’nın zorlanarak pes etmesini beklemektedir. Rusya ise savaşın uzamasının kapitalist ülkelerde sorunlar ve çelişkileri artırıp kendisinin kabul edeceği bir uzlaşmaya yanaşmalarını sağlayacağını düşünmektedir. Şu andaki durum tarafların böyle yaklaştığını göstermektedir.
Fransa ve Almanya Ukrayna savaşında bir uzlaşma olması eğiliminde olsalar da ABD ve İngiltere buna yanaşmamaktadır. Son zamanlarda Fransa’nın, Avrupa ABD’nin her dediğine uymamalı, demesi bu gerçeği gösteriyor. Fransa’nın daha önce Zelensky’e bir uzlaşma önerisi götürdüğünün kamuoyuna yansıması bunu ifade ediyordu. Fransa tek başına böyle bir çıkış yapamazdı. Dolaylı da olsa Almanya’nın da benzer bir şey düşündüğünü dikkate alarak bu tutumu gösterme ihtimali yüksektir. Fransa ABD, İngiltere, Avusturalya ve Japonya’nın Pasifik NATO’sunu oluşturma yönlü adımlarına tepki göstermişti. Kendisinin küresel aktör konumundan dışlandığı kaygısıyla bu tepkiyi gösterdiği değerlendirmeleri olmuştu. Fransa’nın Çin’e yaklaşımı ve ortaya koyduğu tutum küresel kapitalizm koşullarında politik ilişkilerin nasıl karmaşık olduğunu gözler önüne sermiştir.
Bu durum kapitalizm küreselleşse de kapitalist ülkeler bir bütünün parçası haline gelseler de siyasal mücadelenin yeni tarzla yoğun biçimde süreceğini ortaya koymuştur. Küresel kapitalist güçler 1. ve 2. dünya savaşı gibi kamplaşıp bir dünya savaşı içine girmeseler de günümüzde gördüğümüz tarzda bir dünya savaşı yürütebileceklerini göstermektedir. Savaş tarzı, araçları ve enstrümanları değişmiştir. Ukrayna üzeri NATO-Rusya savaşı, Ortadoğu’daki mücadele tarzı, Çin ile ABD arasında ortaya çıkan gerilim ve sürtüşmeler yeni savaş tarzının yol ve yöntemleri olmaktadır. Yeni savaş tarzının yol ve yöntemlerinin daha boyutlu ve çeşitli olacağını da düşünmeliyiz. Özcesi; bir küresel kapitalizm vardır, ama bu küresel kapitalizm içinde de yoğun ve sürekli bir mücadele gerçekleşmektedir.
Bu mücadele küresel kapitalizmin daha küçük aktörlerin ve küresel kapitalizme karşı mücadele eden güçlerin bu durumdan yararlanma imkanlarını da ortaya çıkarmaktadır. Küresel kapitalizm koşullarının siyasi mücadele tarzını bilirsek bundan devrimci mücadelelerimiz için daha doğru ve zamanında yararlanabiliriz.
Son zamanlarda Ortadoğu’da bizleri de etkileyecek bazı gelişmeler olmaktadır. Ortadoğu’da katı karşıtlıkları ve düşmanlıkları ile bilinen İran ile Suudi Arabistan arasında Çin’in arabuluculuğunda bir uzlaşma süreci başlatıldı. Bunun doğrudan sonucu olarak Yemen’de İran ve Suudi tarafları arasında uzlaşma ortaya çıktı. İran’ın Çin ile yakın ilişkileri biliniyordu. Bu ilişkiler bazı yönleriyle bir ittifak ilişkisiydi. İran, Rusya ve Çin ile yakın ilişki içinde kendisine siyasi, ekonomik bazı avantajlar elde ediyor, yine bazı silahları bunlardan temin ediyordu. Çin’in İran ile Sudiler arasında bir uzlaşma yaratmasının Çin’in İran’la iyi ilişkileri sonucu olduğunu bilmek gerekir. ABD-İngiltere etkisi altında olan Suudi Arabistan’ın Çin ile ekonomik, siyasi ilişki içine girmesi beklenmedik bir durum oldu; ya da bu kadar hızlı gelişmesi beklenmiyordu. Çin’in bu tür girişimlerini anlamak mümkün. Kendisini Ortadoğu’da etkin kılmak istiyor. ABD-İngiltere ile ilişki içinde olan Suudiler böyle bir siyasi ekonomik ilişkiye niye girdi? Bu sorunun cevabı önemlidir. Anlaşılıyor ki, Suudi Arabistan siyasi ve ekonomik ilişkilerini çeşitlendirerek ABD-İngiltere ilişkisinde kendi konumunu biraz güçlendirmek istiyor. Avrupa ve ABD siyasi ilişkilerde kamuoyunun belli baskısıyla hareket edebiliyor, ya da kendilerinde demokrasi ve insan hakları olduğunu göstermek için zaman zaman ilişki içinde olduğu devletlerden bazı isteklerde bulunuyor. Çin’in siyasi ilişkilerde bu tür şeyleri hiçbir biçimde gözetmediği biliniyor. Suudi Arabistan gibi ülkeler bu nedenle siyasi ilişkilerini çeşitlendirip hareket kabiliyetlerini artırmak isteyebilir.
İran-Suudi ilişkilerindeki iyileşme girişimlerini dikkatle takip etmek önemlidir. Bunun Ortadoğu’da bazı politikalar üzerinde etkide bulunacağı düşünülmelidir.
Suudi Arabistan’ın İran’la siyasi ilişkilerini belli düzeyde düzletmesi bölgedeki birçok devletin ve siyasi aktörün İran’la ilişkilerinde gerilimin azalmasını beraberinde getirebilir. Özellikle Basra Körfezinde gerilimler azalacaktır. Kuşkusuz bu ilişkinin düzeyi ne olacak tam belli değildir. Suudi-İran çelişkilerinin tümden ortadan kalkması mümkün değildir. Sadece çelişkilerin ve çatışmaların şiddetinde biraz hafifleme olur. Yoksa İran-Suudi ilişkilerinin çok boyutlu iyileşeceğini düşünmemek gerekir. Çünkü Arap Sünni coğrafya ile Şia İran arasındaki çelişkiler tarihseldir. Bu çelişki ve mücadelenin de yoğun olarak Irak üzeri sürdüğü de bilinmektedir. Nitekim Irak üzerindeki siyasi mücadele devam etmektedir. İran Ortadoğu’da çok yoğun bir siyasal mücadele yürütürken ve kendisini sıkıştıran aktörlerin varlığı ortamında Suudiler ile ilişkileri yumuşatmayı kendi çıkarına görmüştür. Öte yandan Yemen’deki savaş her iki gücü de yıprattığından Çin, bu durumu görmüş, bu iki ülke arasında bir uzlaşma sağlama çabası içine girmiştir. Belli düzeyde sonuç aldığı da görülmektedir. Kuşkusuz bu durum küresel kapitalizm içindeki mücadele tarzına da bir örnek teşkil etmektedir. Artık çok yönlü ilişkiler geliştirme imkanı artmıştır. Soğuk savaş dönemindeki gibi bir güçle ilişki başka bir güçle düşmanlık tutumu anlamına gelmemektedir.
Türkiye’nin Suriye ile uzlaşması sanıldığı gibi kolay değildir
Bölgede dikkatle takip edilen siyasi bir durum da Rusya, Türkiye, İran ve Suriye ile ilişkilerdir. Burada yürütülen ilişkilerin özgürlük mücadelemizi ve Rojava’yı da doğrudan ilgilendirdiği açıktır. Türkiye’nin Suriye işgalinden Rusya da İran da Suriye de kurtulmak istiyor. Ancak Türkiye üzerinde etkide bulunacakları en iyi konunun Roajva üzerinden pazarlık olduğunu görüyorlar. Türkiye, Suriye’den çekilmesinin koşulunu gelinen aşamada Rojava Devrimi olarak ortaya koymaktadır. Türkiye hem Esad rejimini devirmek hem de Kürtlerin Suriye’de etkili olmasını engellemek için Suriye’nin içine müdahale etti; çeteleri örgütledi. Ancak Suriye’de Esad yönetimini devirip yerine kendisiyle ilişkili bir yönetim getiremeyeceğini anlamış bulunmaktadır. Bu nedenle şu anda Kuzey-Doğu Suriye özerk yönetimini tasfiye etmeyi önüne koymuştur. Kuşkusuz Suriye de bunu arzulamaktadır. Ancak Suriye ile Türkiye’nin bu temelde uzlaşmasını engelleyecek birçok etken bulunmaktadır. Suriye, Türkiye işgali sona ermeden bir anlaşmaya yanaşmamaktadır. Öte yandan Rojava Devrimi tasfiye olursa Türkiye’nin kendileriyle pazarlık yapacak konumu kalmaz, kaygısı taşıyorlar. Tersinden Kuzey-Doğu Suriye’nin varlığını onlar TC’ye karşı bir pazarlık olarak kullanıyorlar. Suriye, Türkiye’ye işgali sonlandır ondan sonra bu konu üzerinde duralım, demektedir. Öte yandan TC çeteleri hemen bırakmak istememektedir. ABD ve koalisyon güçleri de Türkiye’yi Suriye üzerinde baskı aracı olarak kullanmak için Türkiye’nin Suriye ile anlaşmasını istememektedir. Zaten Türkiye’nin işgallerine onay vermesi ve herhangi bir tutum ortaya koymamaları da böyle bir politikanın sonucudur. Türkiye’nin NATO üyesi olması da bu ilişkiler ve politikalar üzerinde etkide bulunmaktadır. Tüm bu gerçekler Suriye üzerinde ortak bir politikada uzlaşmalarını zorlaştıran etkenler olmaktadır.
AKP-MHP yönetiminin 10 yıldır izlediği politikalar Türkiye’yi başta Suriye olmak üzere tüm bölge ülkeleri karşısında güvenli olmayan bir ülke haline getirmiştir. Bu açıdan Suriye de seçimleri beklemektedir. AKP-MHP yerine gelecek bir iktidarla daha kolay anlaşabileceğini de düşünmektedir. Millet İttifakı içindeki güçlerin Suriye ile anlaşma mesajları verdikleri bilinmektedir. Kuşkusuz Türkiye’nin ABD ve koalisyon güçlerini de dikkate alacağı açıktır. Bu yönüyle Türkiye’nin Suriye ile uzlaşması sanıldığı gibi kolay değildir. Rojava Devriminin de Suriye politikasında görmezlikten gelinemeyeceği açıktır. Uzun yıllar savaş içinde yıpranın Suriye’nin Rojava Devrimi ile bir savaş içine girmesi Suriye’nin aleyhine sonuçlar doğurur. Suriye, Türkiye’yi Rojava Devrimi ve Kuzey-Doğu Suriye üzerinde bir baskı ve şantaj aracı olarak kullansa da Türkiye ile birlikte Rojava Devrimi’ne yönelik bir saldırının getireceği olumsuz sonuçları da hesaplayacak durumdadır. Bu açıdan Suriye esas olarak Rojava’yı en aza razı edip bu sorundan kurtulmayı hesaplamaktadır. Suriye’nin şu anki politikası esas olarak bu doğrultudadır.
Kuşkusuz Rojava devrimcileri, Kuzey-Doğu Suriye halkları örgütlü ve sağlam bir duruş içinde olurlarsa kendi üzerlerindeki her türlü hesap, oyun ve pazarlıkları bozarlar. Rojava ve Kuzey-Doğu Suriye Özerk Yönetimi öyle kolay yutulacak lokma değildir! Bu açıdan doğru politika ve sağlam duruşla öz yönetim iradelerini Suriye’ye kabul ettirerek Suriye politikasında etkili bir toplumsal ve siyasi güç haline gelebilirler. Yakın zamanda bir deklarasyon yayınladılar. Bu deklarasyon hem Suriye’nin birliğini sağlayacak hem de Suriye’yi güçlendirecek özelliklere sahiptir. Artık Kürtlerin varlığını, siyasi iradesini, öz yönetimini, demokratik özerk yapısını reddederek yeni bir Suriye yaratmak mümkün değildir. Böyle bir siyasi uzlaşma gerçekleşmeden Suriye’nin yaşadığı tüm sorunlardan kurtulması, istikrara kavuşması ve güçlenmesi zordur.
Ancak Kuzey-Doğu Suriye özerk yönetiminin her türlü olumsuz olasılığa hazır olması gerekir. Demokratik zihniyetin yokluğu, Kürtlerin ezilmesinde ortaklaşılan durumlar ortaya çıkarmaktadır. Öte yandan uluslararası güçler çıkarları gereği her türlü zulme ve soykırıma göz yumacak karaktere sahiptirler. Özellikle Türk devletinin soykırımcı karakteri her türlü gericiliği beslediği gibi uluslararası güçlerin bu gerici politikalara göz yummasını beraberinde getirmektedir. Kürt kapanı diyeceğimiz bu durum Kürt halkının özgürlük mücadelesiyle sarsılsa ve bu politikaların yürütülmesinde zorluklar ortaya çıkarsa da tehlike tümden atlatılmış değildir.
KDP Başurê Kurdistan ve Şengal’e yönelik TC saldırılarını meşrulaştırmaktadır
Kısa süre önce Rusya, Suriye, İran ve Türkiye savunma bakanlarının toplanmasının ne tür sonuçlar doğuracağının dikkatle takip edilmesi gerekir. Çünkü bu 4 ülkenin ortak olarak en fazla tartıştığı konu Kürtlerdir. Görüşenler savunma bakanı olunca her türlü askeri saldırıya hazırlıklı olmayı gerektirmektedir.
Türk devleti son zamanlarda Başurê Kurdistan’da YNK üzerinde baskıyı artırıp KDP çizgisine getirme politikasını yoğunlaştırmış bulunmaktadır. Yine Dicle ve Fırat sularının akışını barajlarla engelleyerek Irak’ı PKK karşıtı politikalara ortak etmeye çalışmaktadır. TC’nin tüm bu politikalarda baş destekçisi KDP olmaktadır. Irak’ın siyasi olarak bir parçası olmasına rağmen KDP’nin bir gün Türkiye Dicle suyunu kesiyor, diye şikayeti olmamıştır. Başurê Kurdistan ve Şengal’e yönelik TC saldırılarını meşrulaştırıp normalleştiren bir politik yaklaşım içindedir. QSD genel komutanlarından Mazlum Abdi’ye yönelik saldırıda Türk devletini kınayacağına YNK’yi hedeflemiştir. Rojava ve PKK’yi hedef göstermiştir. YNK başkanı Bafıl Talabani Rojava’yı ziyaret etmiş; Newroz’da yurtsever duruşlu bir mesaj vermiştir. Bundan en az TC kadar KDP de rahatsız olmuştur. Baskıyla Bafıl ve YNK’nin iradesini kırıp geri adım attırmak istemektedirler. Kuşkusuz Bafıl ve YNK yurtsever duruşu sürdürdükleri müddetçe tüm Kürt siyasi güçlerinin, Kurdistan halkının, aydınlarının YNK’ye sahip çıkması gerekir.
KDP çeşitli biçimlerde işbirlikçi gerçeğini bilmeyenleri aldatmaya çalışmaktadır. YNK’nin yurtsever duruşunu Başur’da birliği bozuyor biçiminde saptırmalara gitmektedir. TC desteği ile tüm Kürt siyasi güçlerini yedeğine alma politikası yürüterek demokratik yaklaşım göstermeyip Kürtlerin güçlenmesi önünde engel konumdayken bu gerçeğini saklamak için YNK’nin yurtsever duruşunu bir aleyhte propaganda konusu yapmaya çalışmaktadır. Bir toplumu en fazla güçlü kılacak olan şey demokratik ilişkidir. Toplumsal ve siyasi olarak demokratik ilişkilerin geliştirilmesidir. Otoriter güçler ise toplumdan koparlar, toplumun desteğini alamadıklarından da siyasi olarak zayıf kalırlar. Böyle siyasi güçler de zayıflıklarını gidermek için bazı güçlerin işbirlikçisi haline gelirler. Şu anda Başurê Kurdistan’da demokrasi yoktur. KDP hem toplum hem de siyasi güçler üzerinde baskı ile bir hakimiyet kurmuştur. Soran bölgesi halkı tarihsel olarak aydınlanma ve demokratik kültürün belli düzeyde geliştiği bir alandır. Zaten bu nedenle KDP’nin otoriter yapısına karşı çıkma temelinde bir ayrışma yaşanmıştır. YNK’yi bu noktaya iten Soran alanının toplumsal yapısının gerçeğidir. Bu yönüyle YNK KDP’den farklı bir siyasi yapıdır. Ancak bu farklılığa rağmen kendi iç demokrasisini oturtamadığı gibi toplumdaki demokratikleşmeyi geliştirme konusunda da ciddi yetersizlikler yaşamaktadır. Nitekim Goran hareketi daha demokratik bir siyasi hareketin ihtiyacını görüp bir çıkış yapsa da sonunda KDP’nin sağladığı bazı imkanların cazibesine kapılarak çıkışındaki karakteri ve kimliğinden uzaklaşmıştır.
Aslında Başurê Kurdistan halkının demokratikleşme isteği vardır. Ancak bunu karşılayacak bir demokratikleşme hamlesi yapacak bir siyasi yaklaşım ortaya konulamıyor. KDP hala diğer güçler üzerinde hakimiyet kurmaya çalışıyorsa nedeni diğer siyasi güçlerin demokratikleşme temelinde toplum desteğini alıp KDP karşısında durmadıkları içindir. KDP’nin Kürt halkının en fazla yüzde 20’sinin desteğini almasına rağmen toplum ve tüm siyasi güçler üzerinde baskı kurmasının nedeni de budur. İki yıl önceki seçimlerde KDP, oy verecek Kürtlerin yüzde 20’sinin oyunu bile alamamıştır.
Kürt halkının ve Kürt siyasi güçlerinin şu andaki temel görevi toplumda ve siyasi alanda demokratik zihniyeti geliştirip Kürt halkının ve siyasetinin güçlenmesini sağlamaktır. Bunun için de en başta da demokratikleşme önünde engel olan KDP’ye karşı tutum almaktır. KDP de Kürt siyasetinde var olacaksa kendini demokratikleştirerek güçlendirmesi gerekmektedir. O zaman zayıflığını giderdiğinde işbirlikçi politikadan da uzaklaşacaktır.
Başurê Kurdistan siyasi güçlerinin önüne 2003 yılından sonra tarihi bir fırsat çıkmıştı. Başurê Kurdistan’da demokratik bir yapılanmaya giderek tüm Irak’ın demokratikleşmesinde çok önemli rol oynayabilirlerdi. Böylece hem Irak’ta hem Ortadoğu’da Kürtlerin gücü artardı. Rêber Apo bu konuda Başurlu siyasi güçleri uyarmasına rağmen klasik milliyetçi ve ulus devletçi anlayışı bırakmadıklarından demokratikleşme temelinde Irak’taki güçlerini artırma yerine TC ile ya da başka güçler üzerinden Irak üzerinde baskı yapıp kendilerini güçlendireceklerini sandılar. Zaten sonuçta Kürtlerin birçok alanı kaybetmesine yol açılmıştır. Halbuki demokratikleşme esas alınsaydı Kerkük dahil birçok alanda Kürtler demokratik güçleriyle etkili olurlardı. Özcesi doğru politikayla Irak’ta ve Ortadoğu’da etkili hale gelinecekken birçok alandaki etkinin yitirilmesi durumuyla karşılaşılmıştır.
Türk devleti KDP ile ilişkisini PKK’yi tasfiye etmek için yürütmektedir
Şu anda KDP’nin bu kadar TC ile işbirliğine girmesi ve gerillanın tasfiye edilmesi için saldırılar yapılması bu yanlış politikanın sonucu ortaya çıkmıştır. Kuzey Irak’ta yaptığımız hatayı Suriye’nin kuzeyinde yapmayacağız, diyen Türk devleti KDP ile ilişkisini PKK’yi tasfiye etmek için yürütmektedir. TC, PKK tasfiye olursa diğerlerini kolay dize getiririm hesabı içindedir. KDP işte bu politikanın içindedir. Şu anda Suriye, İran ve Irak’ta Kürt karşıtı zihniyet ve politikalar varsa bunun kaynağı Türk devletidir. Bu gerçeği Rojava ve Kuzey-Doğu Suriye’dekiler de Irak ve İran’daki Kürtler de demokrasi güleri de iyi bilmelidir. Bu gerçeği anlamayanlar ne Kurdistan gerçeğinde ne de Ortadoğu’da doğru politika yürütebilirler.
AKP-MHP’nin iktidar olduğu Türk devleti 2021 Şubat’ından beri gerillayı tasfiye etme saldırısı yürütmektedir. Bu tasfiye saldırısının en büyük meşrulaştırıcısı ve destekçisi KDP olmuştur. Ancak iki yıldır kesintisiz süren saldırılara rağmen Türk devleti amacına ulaşamamıştır. Bu iki yılda ABD’nin Vietnam’da kullandığı saldırıların toplamı kadar yıkıcı ve yakıcı silah kullanmış, ancak gerillanın direnişini aşamamıştır. Bazı yerlere indirmeler yaparak konumlanmış olsa da bu iki yıldaki saldırısı bir yenilgiyi ifade etmektedir. Zaten AKP-MHP iktidarı bu saldırılarla gerillayı ezip seçimlere giderek iktidarını ve faşist diktatörlüğünü kalıcılaştıracaktı. Şimdi bu iktidarın gidici olduğu söylenmektedir. Provokasyon, komplo ve hilelerle seçim kazandıklarını ilan etme durumu olmadığı taktirde iktidarı bırakmak zorunda kalacaklardır. Eğer iktidarda kalırlarsa bu, tüm diktatörlerde olduğu gibi zorla iktidarda kalma olacaktır. Gerilla onu sadece yenilgiye uğratmamış; bir bütün olarak Özgürlük Hareketimizin mücadelesi bu iktidarın maskesinin hem içerde hem dışarda düşmesini sağlamış; halk düşmanı gerçek yüzünü açığa çıkararak yıkılış noktasına getirmiştir. Eğer demokrasi güçleri AKP-MHP’nin provokasyon, komplo ve hilelerle iktidarda kalma inadına izin vermezse bu iktidarın düşüşü şimdiden gerçekleşmiştir. Bu düşüşte bir bütün olarak özgürlük mücadelemizin ve ittifak içinde olduğumuz demokrasi güçlerinin belirleyici olduğu görülmek durumundadır.
Kürt nüfusu depremle birlikte göçertilmek isteniyor
Seçim sürecine girildiği bir dönemde Fırat’ın batısında sonuçları ağır olan bir deprem gerçekleşmiştir. Fırat’ın batısında depremden etkilenenlerin yarısı Kürt’tür. Aslında Fırat’ın batısındaki coğrafyanın yüzde 80’i Kürtlerin yaşadığı coğrafyadır. Ancak Şark Islahat planından bu yana izlenen politikalarla bir taraftan kültürel soykırım yürütülürken diğer taraftan bu toprakların Kürtsüzleştirilmesi amaçlanmıştır. Yüzde 80’i Kürtlere ait bu coğrafyada Kürtlerin nüfusu yüzde 20 kalmıştır. Türk devletinin izlediği soykırımın sonucu budur. Kalan Kürt nüfusu bu depremle birlikte göçertilmek isteniyor. Nitekim bu depremde Alevi Kürtlerin özellikle yaşadığı kırsal alana bilinçli biçimde hiçbir yardım-müdahale yapılmamıştır. Kuşkusuz başta Kurdistan’dan gidenler olmak üzere demokratik örgütler ve HDP bu alanlara müdahale etmiştir. Örgütlü Alevi kurumları da bu depremde çok önemli rol oynamıştır. Cemevleri depremden zarar görenlere sahiplenmiş; Alevi kurumları depremzedelerin yardımına koşmuştur. Bu depremde cemevleri ve Kurdistan’dan gidenler Kürt-Türk, Alevi-Sünni ayrımı yapmadan depremden zarar görenlerin tümünün yanında olmuştur. Türk devletinin şimdiye kadar Kürt-Türk, Alevi-Sünni ayrımını kışkırttığı bu alanlarda halkımız devlet gerçeğini görmüş, daha fazla bütünleşmişlerdir.
Aslında soykırımcı devlet bu depremi de soykırım amaçlı kullanmak istemiştir. Kürtlerin yaşadığı topraklardan tümden gitmesini teşvik etmiştir. Ancak hem Kurdistan halkının ve Alevi kurumlarının yardıma koşarak büyük bir dayanışma örneği göstermesi, yine Avrupa’daki halkımızın ilk günden duyarlı davranıp yardım ulaştırmaya çalışması Türk devletinin bu amacını önemli oranda boşa çıkarmıştır. Hala da hem Kurdistan ve Türkiye’den hem de Avrupa’dan deprem alanlarına her türlü yardımı ulaştırmak için çaba gösterilmektedir. Türk devletinin soykırımcı amacını boşa çıkarmak için bu yardımların durdurulmadan sürdürülmesi gerekir. Zorunluluk nedeniyle metropollere ve Avrupa’ya gidenlerin ana topraklara dönmesi için her türlü çabanın gösterilmesi gerekmektedir.
Depreme asrın felaketi denildi. Asrın felaketi olduğu doğrudur. Ama bunu yaratan AKP-MHP iktidarı olmuştur. Aynı düzeyde depremler olduğunda dünyanın başka yerlerinde sadece yüzlerce insan yaşamını yitirirken, Pazarcık ve Elbistan merkezli depremde yüz binlerce insan ölmüştür. Devlet, depremde 50 bin kişi öldü açıklaması yapıyor. AKP’nin bölgede görevlendirdiği valisi ise kayıplar ve yıkımlar bilinenin 4-5 katıdır, dedi. AKP-MHP faşist iktidarı Koronada da ölümlerin suçlusu kendisi olduğundan rakamları az verdi. 1999 Marmara depremi sonrası 70 ile 100 milyar dolar arası toplandığı söylenen deprem vergisi yandaş müteahhitlere aktarıldı. Zaten deprem parası sorulduğunda yol yaptık cevabını vermişlerdir. Bu paraları depreme harcamadıkları gibi halktan milyonlarca dolar imar affı parası alarak insanlara parayla mezar yerlerini satmışlardır. İmar affı verdikleri binalar insanların mezarı olmuştur. İmar affı ile bu binalar insanlara mezar yeri yapılmışken şimdi yüzsüzlükle artık imar affı yapmayacağız açıklaması yapabilmişlerdir.
Depremde böyle ağır bir suç işlemiş olan bir iktidarın bir gün bile iktidarda kalmaması gerekirdi. İlk 4-5 gün sonra binlerce enkazın sadece 5-10 tanesinin üzerine gidebilmiştir. On binlerce insan bu gecikme sonucu hayatını kaybetmiş, on binlercesi de enkaz kaldırma adı altında diri diri enkazlara gömülmüştür. Bu iktidar depremin altında kaldığı halde hala hem suçlu hem güçlü misali deprem alanlarında boy göstermesi gerçekten ibretliktir. Aslında bu durum Türkiye’de her şeyin olduğu gibi ahlakın ve vicdanın da dibe vurduğunu göstermektedir. Bu iktidar zaten ahlakı ve vicdanı körelmiş bir toplum yaratarak zulüm düzeninin sürdürmek ve Kürt soykırımını tamamlamak istemektedir. Vicdan ve ahlak duyarlılığını kaybetmiş bir toplum yaratmadan bu düzeni sürdüremezler. Çünkü vicdanı ve ahlakı olanlar bu düzene isyan ederler.
İktidar ne yaparsa yapsın bu depremdeki sorumluluğundan kurtulamaz. Bunu insanların hafızalarından silemez. Bu deprem 10 milyonlarca insanı etkiledi. Belki çeşitli yollarla birkaç milyon insandan gerçeği saklasa da milyonlarca insanın hafızası, vicdanı ve ahlakı sadece bu iktidarı götürme yetecektir. Türkiye tarihinde bir değişimin de dönüm noktası olacaktır. Her ne kadar AKP-MHP iktidarı var gücüyle bu değişim dinamizmini kırmaya ve engellemeye çalışsa da gücü yetmeyecektir. Türkiye tarihinde bu depremden önce ve sonra değerlendirmeleri ileriki tarihlerde daha fazla ifade edilecektir. Bu kadar büyük acı ve ağır travmanın önemli sonuçlarının olmayacağını söylemek dinamik bir yaşam olan toplumsal gerçeği anlamamak olur. İktidar belki ilk öfke ve tepkileri olağan üstü hal ve baskıyla önlemiş olabilir. Ancak toplumsal derinliklere inen bu travma ve öfkenin sonuçlarını engellemesi mümkün değildir. Kukusuz demokratik güçler, aydınlar, sanatçılar da bu depremin yarattığı acıları unutturmamalı, bu acıların karşılığı olarak toplumsal yaşamda ve siyasi alanda demokratik toplumcu zihniyetin gelişmesinde rollerini oynamalıdırlar. Herhangi bir deprem ve doğa olayına yaklaşır gibi yaklaşmak kapitalist modernite ve AKP-MHP iktidarının yaratmak istediği vicdansızlığın ve ahlaksızlığın parçası olmak olur ki, böyle bir duruma düşmek kadar kötü ve düşkün bir şey olamaz. Bu depremin acısı her gün derinden hissedilmeli, bunun için de Türkiye’nin demokratikleştirilmesi mücadelesi deprem öncesinden katbekat bir kararlılık ve irade ile verilebilmelidir.
Seçim depremde iktidarın sorumluluğunu gözden kaçırmanın bir aracı haline de getirildi. Zaten Erdoğan seçimi bir ay öncesine alarak deprem tartışmaları yerine seçimin tartışılmasını amaçladı. Muhalefet başından beri seçimin yapılmasını istiyordu. Bu iktidarın gerçekten de bir gün önce düşürülmesi ve Türkiye’nin bu iktidarın yarattığı kabustan kurtarılması gerekir. Yoksa Türkiye vatan-millet-Sakarya sloganlarıyla tarihinin en büyük yıkımıyla karşılaşacaktır. Kürtleri soykırıma uğratmak adına Türkiye’nin tüm dengelerini bozan, Türkiye’yi kirleten bu iktidar Türkiye’yi gelecekte daha büyük acıların yaşanmasına yol açan bir felakete doludizgin götürmektedir. Kürt düşmanlığı her türlü kötülüğün kılıfı yapılmakta; her türlü çirkinlik, kirlilik, zulüm ve sömürü bu kılıf altında gizlenmektedir. Kim kirli bir iş yapmak istiyorsa, kim Türkiye’nin kanını emmek istiyorsa vatan-millet-Sakarya diyerek Kürt düşmanlığı yapmaktadır. 1990’lı yıllarda kirliliğin ve sömürünün rantı olan Apo ve PKK düşmanlığı bugün o günkünden katbekat daha fazla artırılmış bulunmaktadır. Rêber Apo 1990’lı yıllardaki bu durumu devletin kirlenmesi, yozlaşması, çürümesi olarak ifade etmişti. Şimdi bu durum akıl almaz bir düzeye ulaşmıştır. Hala da bu kokuşmuşluk, çürümüşlük Kürt düşmanlığıyla örtülmeye çalışılmaktadır. Ancak bu çürümüşlük ve kötülükler o kadar açık hale gelmiştir ki, artık AKP-MHP yandaşları dışında kimse tarafından kabul edilmemektedir. Kürt düşmanlığı ile yaratılan parçalanma ve ötekileştirme şimdi tüm Türkiye toplumuna yönelik yapılmış bulunmaktadır. Kürt halkının özgürlük mücadelesiyle Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesinin hiç olmadığı kadar buluşması ve ortaklaşması bu gerçekliğin sonucu olmaktadır.
AKP-MHP bu seçimde tüm rakiplerini yok edilmesi gereken bir düşman gibi görüyor
14 Mayıs seçimini herkes önemli görmektedir. Zaten AKP-MHP iktidarı bu seçime 1. ve 2. dünya savaşından daha büyük bir savaş olarak bakmaktadır. Dolayısıyla AKP-MHP iktidarı 14 Mayıs’a bir seçim olarak bakmıyor. Seçimi çok önemli görmek ayrı, büyük düşmanla yapılan bir savaş gibi görmek ise ayrı bir konudur. Zaten AKP-MHP bir seçim olarak görmediğinden tüm rakiplerini yok edilmesi gereken bir düşman gibi görmektedir. Bu nedenle de her yol ve yöntemi kullanmayı mubah saymaktadır. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir seçim görülmemiştir. Diktatörler seçim yapmaz! AKP-MHP de aynı anlayıştadır. Sadece özel savaş gereği dünyayı ve toplumu aldatmak için biçimsel bir seçim yapmayı, ama ne yapıp edip iktidarını bırakmamayı hedefliyor. Bu nedenle sadece iç ve dış siyasi güçlerde değil, toplumda da bu iktidar gitmez düşüncesi var. Bu düşünce yersiz bir düşünce değildir. Çünkü bu seçim bir iktidarın düşüp başka bir yönetimin gelmesi gibi görülmüyor. Miadı dolmuş zihniyet ve politikalarının tarihin çöp sepetine gideceğinden korkuyorlar. Dolayısıyla bu seçim Türkiye’de seçimle iktidarların değişip değişmediğinin kanıtlanacağının seçimi olacaktır. Demokrasi güçleri açısından önemli olması buradan kaynaklanmaktadır. Eğer demokrasi güçleri sağlam durur ve AKP-MHP iktidarının yönetimi yeniden gasp etmesine izin vermezse bu Türkiye siyaseti için önemli bir süreç ortaya çıkarır.
Bu seçimle Türkiye’nin demokratikleşeceğini ve Kürt sorununun çözüleceğini beklemek yanılgı olur. Türkiye’nin demokratikleşmesi sancılı ve mücadeleyle olacaktır. Çünkü köklü bir Kürt düşmanlığı, gerici bir zihniyet ve bunun yarattığı toplumsal gerçeklik ve devlet yapılanması var. Bunlar sadece bir seçim ve yeni hükümetle pazarlık temelinde aşılacak konular değildir. Kürt sorunu söz konusu olduğunda pazarlıklarla sonuç alınacağını sanmak ve buna göre politika yapmak ve söylem tutturmak büyük bir yanılgıdır. Böyle bir beklenti içine girmek Türk devlet gerçeğini ve onun yarattığı sistemi anlamamak olur. Seçimle, faşizm bir mevzi yenilgisi almış olacaktır. Tümüyle yenilgisi ise mücadelenin sürekliliğiyle olacaktır. Eğer Türkiye halkıyla Kürt halkının özgürlük ve demokrasi güçlerinin mücadelelerindeki ortaklıkları daha fazla büyütülürse o zaman demokrasi mücadelesi gelişir. Özcesi Türkiye’ye demokrasi ancak mücadeleyle gelir. Kürt halkının özgürlüğü de bu mücadelenin etkili ve güçlü aktörü olmakla sağlanır.
Yeşil Sol Parti, Emek ve Özgürlük İttifakının önemli bileşeni haline gelmiştir
Bu açıdan seçimde HDP çizgisinde etkili mücadele verilmesi gerekir. HDP ne Kürt ne Alevi ne de başka bir toplumsal kesimin partisidir. Türkiye’de radikal demokratikleşme isteyen herkesin partisidir. Bu çerçevede aynı zamanda Kürtlerin, Alevilerin, kadınların, ekolojistlerin, emekçilerin, gençlerin, farklı ezilen etnik ve inanç toplulukların partisidir. HDP’yi bir kimliğin partisi haline getirmek HDP çizgisine yapılacak en büyük kötülük olacaktır. Bu açıdan HDP çizgisinde mücadele yürütenlerin HDP’yi herhangi bir kimliğin partisi yapmak isteyenlere karşı tutum göstermeleri gerekir.
HDP, kapatılma ihtimali yüksek olduğundan seçimlere Yeşil Sol Parti ile girme kararı almıştır. Eğer HDP kapatılırsa HDP çizgisini Yeşil Sol Partinin sürdüreceği görülmektedir. Ekolojiye vurgu yapması açısından da ismi önemlidir. Yeşil Sol Parti, Emek ve Özgürlük İttifakının önemli bileşeni haline gelmiştir. Türkiye İşçi Partisi dışında tüm partiler Yeşil Sol Parti çatısı altında seçime girmektedir. TİP, Emek ve Özgürlük İttifakı şemsiyesi altında seçime ayrı girecektir. Aldığı oylar Emek ve Özgürlük İttifakına yazılacak, ama Yeşil Sol ve İşçi Partisi kendi aldıkları oy düzeyinde vekil çıkaracaklardır. Kukusuz biz İşçi Partisinin Yeşil Sol çatısı altında seçime girmesini isterdik. Bu, Emek ve Özgürlük İttifakı için daha iyi sonuç verebilirdi. Ancak TİP kendi logosuyla seçime girmek istemiştir. Böyle olmasaydı daha iyi olabilirdi. Ancak irade ve karar onlara aittir. Bu nedenle artık ayrı girmesine bir şey diyemeyiz. Umarız ayrı olarak seçime girmesi ne Yeşil Sol’a ne TİP’e zarar verir.
Bizim için önemli olan Emek ve Özgürlük İttifakının güçlenmesidir. Seçimden sonra bu ittifakın daha da güçlenmesi ve genişlemesidir. Seçimi önemsiz görmüyoruz, ancak Emek ve Özgürlük İttifakı esas olarak bir demokrasi mücadelesi ittifakıdır. Bu açıdan bu ittifakı daraltacak hiçbir söylem, yaklaşım ve tutumu doğru bulmayız. Soykırımcı sömürgeci Türk devleti Kürt özgürlük ve demokrasi güçleri ile Türkiyeli demokrasi güçlerinin bir araya gelmesini istememektedir. Bunun için özel savaş yürütmekte; Kürt özgürlük güçleri ile Türkiyeli demokrasi güçleri arasındaki ilişkiyi koparmak için her yolu denemektedir. Bu açıdan TİP’in seçime ayrı girmesini ittifakı dağıtmak isteyenlere zemin sunacak ve fırsat verecek biçimde ele almamak gerekir. Sanal medyada bazı iyi niyetli yaklaşımla söylemde bulunanlar olsa da AKP trolleri ve MİT’in Emek ve Özgürlük İttifakını parçalamak için tahrik ve provoke edici paylaşımlarda bulunduğunu herkes bilmelidir. Bunu dikkate alarak bu tür şeylere zemin olacak söylem ve tutumlardan kaçınmak gerekir.
Bir Ermeni adaya yer verilmemesi eleştiri konusu olmuştur
Bu seçimleri Türkiye demokrasi güçleri ile Kürt halkının özgürlük ve demokrasi güçlerinin daha fazla ortaklaşması süreci haline getirmek esas alınmalıdır. Türkiye’nin demokratikleşmesini isteyen her kesime seslenmek gerekiyor. Faşizme karşı mücadeleden söz ediyorsak ortak mücadele ve tutumun en geniş yelpazede olması önemlidir. Deprem, eğilim yoklaması ve ön seçim gibi süreçlerin gerçekleşmesine imkan vermemiştir. Ancak listelere baktığımızda olabildiğince farklı kesimlerin temsiline yer verilmiştir. Belki daha geniş yelpazede farklı kesimlere yer verilmesi gerektiği söylenebilir. Kurdistan’daki listelerde Türkiye demokrasi güçlerinden bazılarına yer verilebilirdi. Bir Ermeni adaya yer verilmemesi eleştiri konusu olmuştur. Başka eleştiriler de olabilir. Ancak listeler kesinleştikten sonra bunların tartışılmasının anlamı yoktur. Artık bundan sonraki seçimlerde bu eleştiriler dikkate alınarak listelerin hazırlanması duyarlılığı gösterilmesini sağlamak önemlidir. Zaten demokrasi güçlerinin demokratik güçlerin ben ya da biz milletvekili olmalıydık yaklaşımı olamaz. Daha iyi temsil önerileri olabilir. Ama bunlar küsme, kopma, tepki duyma gibi tutumlara gerekçe olamaz. Artık herkesin tüm gücüyle çalışması gerekir. Yeşil Sol Parti’nin seçimden en güçlü biçimde çıkmasını sağlamak; Tayyip Erdoğan’ı da düşürmek doğrultusunda oy kullanmak ve en güçlü biçimde bir sonuç almak önemlidir. Bu açıdan bu seçimin sloganı Tek Yol Yeşil Sol olmalıdır.
Türk devletinin seçim yaklaştıkça provokasyonlarını ve saldırılarını artıracağını görmek gerekir. Bunun karşısında halkın örgütlü davranması ve geri adım atmaması gerekir. Kurdistan’da gazeteci, sanatçı, avukat ve siyasetçilerin tutuklanması nasıl bir ortamda seçim yapmak istediklerini göstermektedir. AKP-MHP faşist iktidarı özellikle Kurdistan’da ‘taşları bağlayıp köpekleri serbest bırakma’ politikası yürütmektedir. Bu tür saldırılar bir yönüyle de Kürt halkının özgürlük ve demokrasi güçlerinin tüm baskılara rağmen sindirilememesine yönelik bir öfkenin de ifadesidir. Bugün Türkiye’de demokrasi güçleri hala ayaktaysa, faşizme karşı bir duruş gösteriyorsa bunda Kürt halkının özgürlük mücadelesinin belirleyici etkisi vardır.
Kürt halkı ile Türkiyeli demokrasi güçleri büyük bedeller ödeyerek mücadeleleriyle AKP-MHP faşist iktidarını yıkılma noktasına getirdiler. Eğer kararlı mücadele edilir; seçimde sandıklara da iyi sahiplenilirse bu iktidarın kaybetmesi kaçınılmazdır. Kaybetmesine rağmen iktidarı bırakmazsa bu durumda demokrasi güçleri direnerek bu faşist iktidarı yenilgiye uğratma mücadelesi içinde olmalıdırlar. AKP-MHP iktidarının seçim günü ve sonrası saldırılar yapacağı söylenmektedir. Zaten faşist cepheden her gün birileri çeşitli biçimlerde bu bir seçim değildir; artık başka yollardan gereği yapılmalı, diye ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan bu yola girmek isteyenlere karşı hazırlıklı olmak ve onların bu yollara başvurma cesaretini duruşlarımızla kırmak gerekir.