2013 Newrozu’yla birlikte yeni bir sürece girdik.Önder Apo’nun yürüttüğü çalışmalar 2013 yılında izlememiz gereken mücadele yol ve yöntemlerini ortaya çıkardı, belirledi.Kendi hazırlıklarımızla birlikte bunları da birleştirerek yeni bir süreci geliştirmeye çalışıyoruz.Mücadele yol ve yöntemlerinde, mücadele sürecinde yeni bir değişikliği yaratma çabası içindeyiz.Gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğimiz daha çok yürüteceğimiz çalışmaların sonuçlarıyla, başarısıyla belli olacak. Dolayısıyla süreç yeni bir değişim süreci oluyor.
Değişen süreç görevlerimizi azaltmıyor, sanıldığının aksine daha fazla çoğaltıyor, büyütüyor. O nedenle daha çok yönlü olma, dikkatli olma, daha fazla çaba harcama zorunluluğumuz var. Bunlar üzerinde durmak, yeterli bir bilinç oluşturmak gerekli. Bu temelde yeni süreç bizden neler istiyor, görev ve sorumluluklarımızın kapsamı ne, başarıya götürmek için neler yapmalıyız, nasıl bir üslup, tarz ve tempoyla çalışmalı, nelere dikkat etmeliyiz konuları üzerinde durmak gerekir.
Süreci yürüten Önder Apo’dur
Yeni süreci hazırlayan, içeriğini ve çerçevesini belirleyen, ilan eden ve yürüten Önder Apo’dur. Sürecin görev ve sorumluluklarını başarmak üzere ideolojik, örgütsel, askeri, kültürel, siyasi, sosyal alanda planlı, örgütlü ve yoğun bir pratik çalışma yürütülmektedir. Newroz’la birlikte oluşan süreçte tartışma sürecini yoğunca yaşadık, belli bir bilinç ve kararlılık düzeyi yarattıktan sonra planlamamızı yeniden oluşturup pratik çalışma içine girdik. Bu doğrultuda gerillanın yeni sürecin gereklerine göre yapması gerekenleri gerçekleştirme yönünde bir çabası var; ateşkes konumunda, Kuzey’deki güçler neredeyse tamamı Medya Savunma Alanları’na çekildi, çekiliyor. Siyasi mücadele hem kitle direnişi temelinde hem de Önder Apo’nun öngördüğü konferanslar çerçevesinde yoğunca geliştiriliyor. Her alanda bu yönlü toplantılar, konferanslar, paneller düzenleniyor. Toplum bilinçlenme, planlama geliştirme, kendi görüşlerini, taleplerini daha genel planda somutlaştırarak ortaya koyma, bu temeldeki değişik biçimlerdeki direniş eylemliliğini geliştirme çabası içindedir. Bu ekonomik boyutlu oluyor, siyasi boyutlu oluyor, sosyal boyutlu oluyor, kültürel boyutlu oluyor. Tabii bunlarla birlikte yoğun bir ideolojik mücadele, propaganda ajitasyon çalışması da yürütülüyor. Her alanda çok boyutlu yeni sürecin üzerimize yüklediği görev ve sorumluluklara göre kendi planlamamızı oluşturup yeterli bir tempo yakalayarak pratik çalışmaları geliştirme süreci içine girmiş bulunuyoruz. Hem bunların plan projesini oluşturma, yürütme, örgütleme, yürütme çabası içindeyiz, hem de ilk atılan adımların sonuçlarını değerlendirme, oradan daha yeni adımları belirleyip planlama, bu sonuçları topluma bildirme çabası içinde bulunuyoruz.
Bütün bunlar gösteriyor ki yeni sürecin birinci öznesi Kürdistan özgürlük hareketidir. Bu durum Kürdistan açısından, Türkiye açısından, hatta Suriye açısından tamamen böyle olduğu gibi, tüm Ortadoğu açısından da çok büyük oranda bu biçimdedir. Kürt özgürlük hareketi Türkiye ve Suriye’deki gelişmeleri, olayları hemen hemen belirleyen bir noktada olduğu gibi, Ortadoğu’daki gelişmeler üzerinde de çok büyük etkide bulunan birinci aktörler içinde yer almaktadır. Hem 2010-2012 döneminde yürütülen Devrimci Halk Savaşı’nın ortaya çıkardığı sonuçlar, hem de Newroz’da Önder Apo’nun ilan ettiği yeni sürecin yarattığı etkilerle Kürt özgürlük hareketi böyle bir siyasi etkinlik düzeyine ulaşmış bulunuyor. Bu çok ileri düzeyde bir gelişmeyi ifade ediyor. Bu gelişme hareketin Kürt sorununu çözmek için, Kürdistan’da daha fazla kökleşmesini sağladığı gibi, başta komşu halklar olmak üzere bütün Ortadoğu’daki özgürlükçü demokratik gelişmeleri, siyasi askeri mücadeleyi birinci elden, derinden etkileyen bir konuma da ulaşmışlığı ifade ediyor. Şu an ulaştığımız düzey hiç de öyle basite alınacak, küçümsenecek bir düzey değildir. İyi bir tırmanış ve zirveleşme konumunu Önder Apo’nun ilan ettiği demokratik siyasi mücadelesinin ilk adımlarını atma temelinde sağlamış bulunuyoruz.
Fakat bu da yeni bir başlangıçtır, bu başlangıcın ilk adımlarını henüz attık, atıyoruz. Önder Apo “yeni bir başlangıç yapıyoruz” dedi. Dolayısıyla bu düzey iyi bir gelişmeye işaret ediyor, ama kalıcı bir duruma, amaçlanana, hedeflenene ulaşılmış da değil. Hedeflerimizi gerçekleştirmek için çok büyük ve kapsamlı bir mücadele yürütmemiz gerektiği açıktır. Önder Apo bunu esas çözümleyici mücadele süreci olarak tanımladı. Şimdiye kadarki mücadeleyi bir hazırlık evresi olarak ifade edip esas kalıcı ve sonuç alıcı mücadele sürecine şimdi girildiğini belirtti. Bu süreçte demokratik siyasi mücadele hamlesiyle Kürdistan ve Ortadoğu’da önderlik çizgisinin yaratması gereken değişiklikleri ortaya çıkarmayı sağlayacağız. Bu anlamda hem çok kapsamlı ve sonuç alıcı bir yeni mücadele süreci içine girmiş bulunmaktayız, hem de bu sürecin ilk adımlarını atma çabasındayız. Süreç gelişmeye açık, çok boyutlu, çok kapsamlı her kesi içine alıyor, herkesten katkı istiyor, herkese büyük görev ve sorumluluklar yüklüyor. Bunun derin bilincine vararak kırk yılık pratik mücadelenin ortaya çıkardığı büyük deney ve tecrübeye dayanarak bu görev ve sorumlulukları bu süreçte daha yüksek bir başarıyla yerine getirmek gerekir.
Bu anlamda bu süreci tanımlarken, değerlendirirken kendimize bakmamız gerekiyor. Özenesi biziz. Süreci Önder Apo hazırladı, planladı, tasarladı, kararlaştırdı, ilan etti. Dolayısıyla da Önder Apo’nun karar ve planıyla, çağrısıyla ortaya çıkan görev ve sorumlulukları başarıyla yürütme de birinci elden Apocu militanların görev ve sorumluluğu kapsamındadır. Bu görevin yerine getirilmesi başkasından beklenmemelidir. Süreç yeterince anlaşılmazsa görev ve sorumluluklar da tam yerine getirilemez. Görev ve sorumlulukların hangi tarz, üslup ve tempoyla başarılacağı da bilinemez ve sürecin başaran gücü haline gelinemez. O bakımdan öncelikle süreci doğru anlamak, kavramak gerekli. Bunun için de sürecin nasıl hazırlandığını, bu demokratik çözüm süreci denen sürecin nasıl gündeme geldiğini, nereden geldiğini, nasıl hazırlandığını, nasıl planlandığını, esas olarak hangi güçlerin görev ve sorumluluğu temelinde başarılacağını bilmek lazım. Bunun için de öncü gücünü, esas sürecin gücünü her şeyden önce iyi tanımak gerekli. Bu doğru bir anlayış oluşturulması açısından da şarttır. Buradan bakıldığında Önder Apo’nun tasarlayıp, hazırlayarak yürüttüğü bu sürecin öznesi önderlik gerçeğimiz, hareketimiz, halkımız olduğuna göre o zaman sürecin başarısında da yetersizliklerinde de birinci dereceden sorumlu olan güç biziz. Bu sürecin nasıl bir süreç olduğunu, hangi temelde ortaya çıkıp neleri hedeflediğini ifade etmek açısından, anlamak açısından da kendi durumumuza bakmamız lazım. Bunun dışındaki durumlara bakmak bizi doğru bir anlayışa kesinlikle götürmez.
Ortadoğu’ya hakimiyet dünyaya hakimiyettir
Ortadoğu insanlığın şekillenmesinin, mevcut uygarlık sisteminin merkezi. İnsanlık ve uygarlık tarihi bu merkez etrafında şekillenmiş bir küresel güç haline gelmiştir. Dolayısıyla bu alanda yaşanan her şey küresellik özelliğine sahiptir. Bu bakımdan da Kürdistan’daki sorunlar, bunları çözmek için yürütülen mücadeleler içerisinde kuşkusuz herkes vardır. Yerel güçler var, bölgesel güçler var, küresel güçler var, şu ya da bu düzeyde herkes katılıyor. Olumlu ya da olumsuz sürecin yürütülüşü üzerinde herkes etkilidir. Tabii bütün bunlara bakarak herkesi aynı kefeye koymamak gerekir. Mademki birçok güç bu sürecin içinde yürütülen mücadeleyi etkiler konumda, o halde herkes aynı durumda, süreçten herkes aynı düzeyde sorumlu ya da sürecin gelişimi üzerinde herkes aynı düzeyde etki yapıyor demek yanlıştır. Onun için küresel güçlerden çok fazla çözümleyicilik bekleme anlayışı yanlıştır. Ortadoğu’yu dış güçler şekillendirecek, kapitalist modernite sisteminin hegemonları şekillendirecek, yeni bir Ortadoğu yaratacak beklentisi içinde olanlar, varlıklarını oraya bağlayanlar, çabalarını onlarla birleştirenler hata içindeler, doğru düşünmüyorlar.
Kuşkusuz küresel güçler zayıf değildir ve etkilemeleri de az değildir; binlerce yıllık tarihin ortaya çıkardığı birikime el koymuş durumdalar. Bu birikimin hakimi, egemeni oluyorlar ve bu birikimi kendi çıkarları doğrultusunda pervasızca kullanıyorlar. Tarihi yok edecek, insanlığı yok edecek silahlar, tahrip edici şeyler üretmiş durumdalar. Bu silahları çok vahşice kullanabiliyorlar. Herhangi bir ölçü, kural tanımadan kendi çıkarlarına ne hizmet ediyorsa o temelde hareket ettiriyorlar. Her şeyi bir silah olarak kullanıyorlar. Maddi yaşam güçlerini, kültürel birikimi, her şeyi toplumlara karşı, insanlara karşı etkili bir biçimde öldürücü savaş araçları olarak kullanıyorlar. Ortadoğu gerçeğini, tarihsel rolünü, konumunu, misyonunu da çok iyi biliyorlar. Tarihsel birikime sahip olabilmek, el koyabilmek, küresel gelişmelere yön verebilmek için Ortadoğu’da hakim olmak, egemen olmak gerektiğinin de bilincindeler. Bunlar temelinde Ortadoğu’ya daha büyük bir yoğunlukla yöneliyorlar, saldırıyorlar. İttifak halinde egemenlik planları, projeleri geliştirip ekonomik, sosyal, siyasi, askeri, kültürel, ideolojik saldırılar geliştiriyorlar. Bölge açısından bir dış güç konumundalar, ama çeşitli dönemlerde bölgeyi etkileme açısından bir iç güç kadar, hatta daha fazla yönlendirici düzeyde bölgedeki gelişmeleri etkiliyorlar. Bazen öyle oluyor ki, askeri müdahaleler döneminde zorla kendi istediklerini egemen kılmaya çalışıyorlar.
Bütün bunlar dikkatle değerlendirilmesi, ciddiye alınması gereken hususlar, ama bunlara belirleyicilik vehmetmek, başarı şansı tanımak ya da bölgedeki gelişmelerin kalıcı olarak bu saldırılar temelinde şekilleneceğini söylemek pek doğru değildir. Bu gücü, onun etkisini göz ardı etmemek lazım, ama kesinlikle hem büyük gücü elde tutuyorlar, hem de vahşi, gözü kara saldırıyorlar diye her şeyi bu güç yapar, dolayısıyla bölgede yaşam bunların isteğine göre şekillenir biçimindeki düşünce kesinlikle yanlıştır. Bunu en iyi biçimde son 20-25 yıllık süreç içerisinde reel sosyalizmin yıkılışıyla birlikte Körfez Savaşı’yla başlayan süreçte iyi gördük. Yirmi yılı aşkın süredir ekonomik olarak, diplomatik olarak, kültürel olarak, en önemlisi de askeri olarak Ortadoğu’ya dönük yapılmayan saldırı biçimi kalmadı. En son silahlar Ortadoğu’da denendi. Körfez Savaşı’yla başlayıp Afganistan, Irak Savaşlarıyla devam eden, 2011’den bu yana da Libya, Suriye Savaşlarıyla doruğa çıkartılmak istenen bir askeri saldırı düzeyi var. Bunu mevcut güçler kendi çıkarları doğrultusunda sonuç almak için devam ettirmeye çalışıyorlar. Böyle bir saldırı için yapmadıkları şeyi kullanmadıkları silah kalmadı. Her türlü yönteme başvurdular. Ağır katliamlardan toplumları örgütsüz, yönetimsiz bırakmaya kadar her şeye yol açtılar, ama öngördükleri sistemi yaratamadılar. Ancak kalıcı, kendilerine hizmet eden bir sistemi oluşturamadılar. Hala büyük bir çabayla, saldırıyla kendi çıkarlarını bölge üzerinde nasıl biraz daha fazla yürütecekler onun çabası, mücadelesi içindeler. Her şeylerini neredeyse buraya yöneltiyorlar, bu temelde kullanıyorlar. Fakat kalıcı sonuç alma, istikrar yaratma, öngördükleri gibi Büyük Ortadoğu Projesi temelinde yeniden bir Ortadoğu şekillendirmesine yol açmada başarılı olmuş değiller. Tabii bütün gelişmeleri belki de en çok etkileyenlerden biridirler, ama birincisi değiller; kalıcı sonuç alamıyorlar. Bunu çok somut, net bir biçimde gördük, görüyoruz. En son Arap sahasında yaşanan gelişmeler bunu gösteriyor, Suriye savaşı bunu açıkça gösteriyor. Sonunda savaşla sonuç alamayacaklarını neredeyse kendileri itiraf eder noktaya geldiler. Başka çözüm yolları, yöntemleri arıyorlar. ABD, Rusya, Avrupa arasındaki görüşmeler, BM güvenlik konseyinde sürekli yaşanan tartışmalar bunu net bir biçimde ortaya koyuyor. Bir irade, inisiyatif, çözüm üretici, kendi egemenliklerini kuracak bir sonuç ortaya çıkarmış olmaktan uzaklar.
Diğer yandan bölgenin egemen güçleri, ulus devlet diktatörlükleri de bölgeyi etkileyen, bölge mücadelesi içerisinde aktif yer alan güçlerden birisi oluyor. Kürsel aktörlerle birlikte I. Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı ulus devlet diktatörlükleri de rol oynuyor. Bu iki güç arasındaki savaş III. Dünya Savaşı denen olayı tanımlıyor. Eğer bir dünya savaşından söz edeceksek bu küresel güçlerle kapitalist modernitenin küresel hegemonlarıyla onların bölgede ortaya çıkardıkları ulus devlet diktatörlükleri arasında süren çatışmadır. Yoksa Üçüncü Dünya Savaşı ya da savaş egemen güçlerle ezilenler arasında süren bir savaş değildir. Bu ayrı bir mücadeleyi ifade ediyor. Egemenlik savaşı, hegemonik savaş küresel aktörlerle bölgesel diktatörlükler, ulus devlet egemenleri arasında süren iktidar kavgalarıdır, çıkar savaşlarıdır. Bu anlamda bölgenin ulus-devlet yapılanmaları da kendi çıkarlarını korumak, etkinliklerini sürdürmek, egemenliklerini devam ettirmek için yoğun bir çaba içindeler. Onlar da yoğun saldırılar yürütüyorlar. Yaşamın her alanını bir savaşa dönüştürüyorlar. Bu anlamda efendilerinden öğrendikleri özel savaş gerçeğini çok boyutlu bir biçimde toplumlara karşı sürdürüyorlar. Esas olarak toplumlar üzerindeki egemenliklerini daha da derinleştirerek, katılaştırarak, sertleştirerek baskı ve katliamı, sömürüyü daha da derinleştirerek yürüttükleri çıkar savaşında, iktidar savaşında sonuç almak istiyorlar, etkinliklerini korumak istiyorlar. Bunun için tarihten gelen egemenlik güçlerine ve tecrübelerine de dayanıyorlar. Bütün bunları birleştirerek sonuç almak istiyorlar. Bu bakımdan onlar da bir aktördür. Fakat çıkış yapan, hamle yapan, gelişme içerisinde olan bir aktör değiller. Daha çok tutucu, savunmacı, baskıcı, despotik konumu ifade ediyorlar. Bunu ideolojik düzeyde milliyetçilik saldırılarından tutalım da askeri katliamlara kadar yaşamın her alanında sürdürüyorlar.
AKP’nin tanımı tahlili yapılmış maskesi iyi düşürülmüştür
Bölgenin bütün devlet yapılanmaları böyledir. Irak için söylendi, Libya için söylendi, Suriye için söyleniyor; fakat biz biliyoruz ki bütün bunların öncüleri Türkiye ve İran’daki ulus devlet yapılanmalarıdır. Bölgede mevcut egemenlik yapıların hepsi benzer özellikler taşıyorlar. Bunlar da bir güç, varlıklarını korumak, sürdürmek, egemenliklerini devam ettirmek için yoğun bir çaba içindeler. Bir birikimi, gücü elde tutuyorlar. Fakat bir yenilik yaratma, gelişme sağlama durumları da söz konusu değildir. Ne böyle bir hedefleri, ufukları, düşünce ve siyasetleri var, böyle bir zihniyete sahipler ne de bunu sağlayacak güçleri var. Bir yerde küresel sistemin baskılarıyla, saldırılarıyla başta kadınlar ve gençler olmak üzere tüm ezilen kesimlerin, halkların özgürlük ve demokrasi için yürüttükleri mücadele arasında sıkışıp kalmış durumdalar. Küresel hegemonlarla, efendileriyle uzlaşmaya çalışıyorlar. Onların yeni düzenlemeleri içerisinde yer alma gayreti içindeler. Bir yandan kendilerini biraz değiştirmeye çalışarak, cilalayarak, diğer yandan ise ellerindeki gücü kullanarak, daha çok da toplumsal direnişleri, demokrasi ve özgürlük eğilimlerini bastırarak sistem içinde yer almaya, küresel hegemonları kendileriyle uzlaşmaya mecbur bırakmaya çalışıyorlar. Onların bütün marifetleri bu. Bir, kendilerini alternatifsiz kılarak egemen sisteme pazarlamak, iki, toplumları, halkları bastırarak, her türlü vahşeti kullanarak özgürlük ve demokrasi eğilimini ezmek, toplumsallığı yok etmektir.
Mevcut mücadele içerisinde bunlar etkili. Bu etkilemeler Kürdistan üzerinde de var. Kürt sorunu üzerinde hem küresel aktörler hem de bölgenin bu ulus-devlet sistemleri rol oynuyorlar. Bunu Irak Savaşı içinde net gördük. Şimdi Suriye Savaşı içerisinde daha iyi açığa çıkmış durumda. Rojava’daki gelişmeler Batı Kürdistan’ın konumu, oradaki Kürtlerin direnişi Suriye’nin gerçek yüzünü biraz daha açığa çıkardı. Suriye’nin ne olduğunu, nasıl bir devlet olduğunu, devletle toplum arasındaki ilişkinin ne olduğunu, Suriye’de ne tür toplumların yaşadığını bütün dünyaya biraz daha net gösterdi.
Aynı durum Kuzey Kürdistan’daki mücadeleyle Türkiye’de daha fazla yaşanıyor. Özellikle son üç yıl içerisinde dördüncü stratejik dönem çerçevesinde gelişen Devrimci Halk Savaşı direnişi hem Kürt halk gerçeğini, onun gücünü, özgür ve demokratik yaşama tutkusunu, direnme azmini ve bu doğrultuda yenilmezliğini ortaya koydu, hem de Türkiye Cumhuriyeti devletinin ideolojik ve askeri yapısını, Kürdistan üzerindeki inkarcı ve imhacı karakterini, soykırımcı gerçeğini daha fazla açığa çıkardı. AKP’nin de bu politikayı en kapsamlı, en sinsi, en örtülü ve saldırgan bir biçimde yürüten iktidar bloklarından, güçlerinden birisi olduğunu kanıtladı. Kürt Halk Önderi beşinci savunmada ortaya çıkan sonuçları çok kapsamlı bir biçimde değerlendirmiş durumda. O değerlendirmelerin hepsi Türkiye ve AKP gerçeğinin en net bir biçimde analiz edilmesini içeriyor. Gerçeği su yüzüne çıkarıyor. Bütün bu değerlendirmeler mevcut haliyle de geçerliliğini koruyor. AKP’nin tanımı, tahlili iyi yapılmış, maskesi iyi düşürülmüş, gerçek yüzü iyi açığa çıkarılmış durumda. Hem Önder Apo’nun savunmalarında geliştirdiği kapsamlı teorik analizler hem de Devrimci Halk Savaşı direnişinin yenilmez sonucu bu gerçeği net bir biçimde ortaya koydu.
İran’daki durum ve Irak’taki gelişmeler de bundan çok farklı değil. İran’daki durum biraz daha dinsel maskelidir. Milliyetçilik, inkar ve imha dinle örtülmüş, biraz daha liberalize edilmiş biçimde sürüyor. Bu bakımdan bazı değişiklikler var, ama işin özünü değiştirmiyor. Irak’ta ise yürütülen savaşla ortaya çıkan sonuçlar Güney Kürdistan’da belli bir kimlik, duruş ortaya çıkardı, ama şunu görüyoruz; hiçbir kalıcılığı yok, netliği yok. Güney Kürdistan özgür ve demokratik hale gelemiyor, kimlik kazanamıyor, geleceğe güvenle bakamıyor. Eğer başta Kuzey Kürdistan olmak üzere Kürdistan’ın diğer parçalarındaki büyük özgürlük direnişi olmazsa, yine bölgede süren bu büyük savaşın Irak üzerindeki etkisi devam etmezse Güney Kürdistan’daki yapılanmanın çok fazla yaşama, kendini ayakta tutma şansı kesinlikle olmaz. Zaten her gün tehdit altında. O tehdit nedeniyle ne yapacağı, nasıl gelişeceği, nereye evrileceği çok fazla görülemiyor. Bunlardan şunu söylemek istiyoruz: Ulus devlet güçleri Kürdistan ve bölgedeki gelişmeleri de etkilemeye çalışıyorlar, ama etkileri zayıftır. Sanıldığı gibi çok hakim, belirleyen, yönlendiren durumda değildirler. Kendilerini zar zor ayakta tutmaya, yeni sürece uyarlamaya çalışıyorlar. Daha baskıcı, saldırgan olarak bu egemenlik düzeyini korumak istiyorlar.
Bu durum hepsi için geçerli, ama Türkiye ve AKP hükümeti için çok daha geçerlidir. Bu bakımdan AKP’den bir şeyler beklemek, bütün bu ulus devlet yapılanmalarından, bölgesel gelişmelerden yeni bir şeyler yaratacak, rol oynayacak gibi bir çıkış beklemek doğru değildir. Aynı küresel güçlerin etkilemeleri gibi onlar da gücü elde tutuyorlar, etkiliyorlar, ama bir savaşla yapıyorlar bunu. Günlük özel savaş konumundalar, savaşla egemenliklerini sürdürüyorlar, varı yoğu yağmalayarak, talan ederek yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Kalıcı düzen kurmaları gerçekleşmiyor. Bu güçlerden demokrasinin önünü açmak, demokratik gelişme yaratmak, Ortadoğu’da halkların özgür, demokratik, kendi kimlikleriyle kardeşçe yaşamalarına yol açacak bir sisteme yol açmalarını beklemek bir yana; kendi egemenliklerini, çıkar sistemlerini bile zorla, günlük yürüttükleri özel savaşla ancak sağlayabiliyorlar. O da kalıcı değildir. Üçüncü Dünya Savaşı denen geçen yirmi yıllık süreç içerisinde her dönemde aşılan, parçalanan, yıkılan güçler bunlar oluyor. 2011 başından itibaren bu yana da bu tür ulus devlet diktatörlüklerinin yıkılma, aşılma süreci çok daha fazla yaşanıyor. Arap toplumunun direnişi Kürdistan’da PKK öncülüğünde kırk yıllık süren ulusal demokratik direnişle birleşince bu ulus-devlet yapılarının aşılması, parçalanması konusunda çok daha elverişli bir durum, hızlı gelişen bir süreç ortaya çıkarmış bulunuyor.
Bunu şunun için belirttik; sürecin birinci öznesi, bu ulus devlet diktatörlükleri, güçleri değil. Bunlara böyle bir rol vermemek lazım. İran acaba bölgeyi nasıl yapılandıracak, AKP yeni Türkiye’yi nasıl şekillendirecek, Suriye’de şu ya da bu iktidar bloku nasıl egemen hale gelecek, hep bunları tartışmak, buradan gelişme beklemek, geleceği bunların yaratacağını öngörmek, bunlara bağlamak da kesinlikle doğru değildir. Güçlerini görmek, öyle kolay aşılmayacaklarını, bir anda yıkılıp yok olmayacaklarını bilmek lazım. O bakımdan varlıklarını da küresel hegemonik güçlerle çelişkilerini de hep dikkate almak, değerlendirmek; strateji ve taktikler oluştururken bunları dikkate almak gerekli; ama bunların belirleyici olacağını, yeni Ortadoğu’yu yaratacağını, şu veya bu ülkede kalıcı gelişmelere yol açacağını kesinlikle beklememek lazım. Yeni süreç gelişirken sürecin temel aktörünün, yürüten gücünün doğru tespit edilmesi açısından bunları belirtiyoruz.
Sürecin temel aktörü, birinci öznesi, gelecek yaratacak, kalıcı bir sistem ortaya çıkartacak gücü halklar oluyor, ezilenler oluyor, kadınlar ve gençler oluyor. Bu aktörler en net bir biçimde kendisini Kürdistan’daki özgürlük mücadelesinde açığa çıkartmış bulunuyor. Bunu Türkiye ile paylaşıyor, Ortadoğu’yla paylaşıyor, gençlik hareketinin bölgesel düzeydeki gelişmeleri, kadın hareketinin bölgesel düzeydeki gelişmeleri, çabaları, etkinlik düzeyleri, toplantıları, konferansları, dayanışmaları bu gerçeği bize net bir biçimde gösteriyor. Belki henüz daha bir ideolojik fikirsel boyut olarak öne çıkıyor; yeni gelişen bir eylem gücü, değişim yaratma, yeni sistem yaratma gücü olarak ortaya çıkıyor; bu anlamda örgütsel yapısı henüz zayıf, maddileşme, somutlaşma durumu sınırlı görülebilir. Bu tür gelişmelerin henüz başında bulunulduğu bir gerçek. Dolayısıyla büyük oranda daha çok teorik, ideolojik, siyasi formülasyonlar, projeler düzeyinde bu olma, bu temelde kendini pratikleştirme çabası içindeler, ama aktif olanlar, yeni projelere sahip bulunanlar, yeni yaşam öngörenler, var olanı köklü bir biçimde değiştirerek insana özgü özgür, farklılıklara dayalı eşit, paylaşımcı, dayanışmacı bir sistemi kurma gücüne, iddiasına, düşüncesine sahip olan güçlerin bunlar olduğu açıktır. Gerçekten de bölgedeki gelişmeleri Kürdistan merkezli olarak yönlendiren gelişme merkezi burasıdır.
Yeni sürecin temel aktörü öznesi hareketimizdir
Bunları biz çoğu zaman düşünce düzeyinde ifade ediyoruz, ama iş pratiğe, politika yapmaya geldiğinde düşünceyi bir anda unutabiliyor, maddi politik güçlere daha çok rol biçen, yer veren bir anlayışa kayabiliyoruz. O bakımdan da yeni süreçte AKP’ye fazla rol tanıyan, AKP ne yapar ne yapmaz, acaba AKP bize aldatır mı gibi düşünmek, bunu çok öne çıkartmak, birincil plana çıkartmak yanlış oluyor. Teorik, gerçek analizlere de uygun değildir. Aslında politik mücadele gerçeğine de derinden bakmayı bilirsek pek uygun değildir. Fakat maddi planda egemen oldukları için politika üzerinde yönlendiriciler. Dolayısıyla düşünce düzeyini etkileyebiliyorlar insanın. Sanki birinci aktörlermiş gibi, her şeyi onlar yaratacakmış gibi, onlarsız bir şey olmazmış gibi kendilerini ortaya koyabiliyor, gösterebiliyor, insanların bilincini çarpıtabiliyorlar. Toplumları etkileyebiliyorlar.
AKP böyle bir yanıltma, etkileme gücüyle Türkiye’de yüzde elli oy alabilecek duruma geldi. Aslında kesinlikle öyle bir tabanı yoktur. Hiçbir projesi yok, müslüman bile değil. İslami devrim döneminde, peygambersel çıkış döneminde islamın büyük bir toplumsal projesi vardı. Fakat şimdi AKP islamının böyle bir devrimsel çıkış, toplum projesiyle hiçbir alakası yoktur. İslamın etkilemesinden katbekat fazla kapitalist modernitenin etkilemesi altında. Çok eklektik, oradan buradan bir şeyler almış, tam bir göz boyayıcı, bukalemun gibi renk değiştirici, demagojisi güçlü, dolayısıyla bilinçsiz, örgütsüz insanları kandırabiliyor, etkileyebiliyor. Bütün marifeti buradadır. Bu gerçeği iyi görmek, doğru anlamak gerekli. Bunlar güncel planda etkili olabilirler, bazen öne çıkabilirler, ama kalıcı olacaklarını sanmak, doğrunun bu olduğunu sanmak, büyük bir gücün ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Öyle ne bir şey yaratıcı, kalıcı gücü var, ne de örnek alınacak bir yanı vardır. Her şeyi sağdan soldan çalıyor, topluyor, birleştiriyor. Tarihin birikimine biraz sahip, güncel planda da yakın tarihte küresel alanda neler gelişmişse onları toplayıp birbirine yamayarak bilinçsiz kitlelerin gözünü kamaştırıyor, bilinçlerini çarpıtıyor. Basit yaşam güdülerini biraz hitap ediyor, imkan sunuyor, kitlesel alana kısmi bir maddi imkan taşırıyor, onunla herkesin gözünü boyuyor. Bunu yaparken de esas vurgunu kendisi yapıyor. Tarihin oluşturduğu birikimi, güncel yaşamın yarattığı değerleri vurup, talan edip, yağmalayıp kendi egemenliğinde etkisinde sürdürmeye, yaşatmaya çalışıyor. Bugün olup bitenler bundan ibarettir. Bunun anlaşılmayacak bir durumu yok. Bu bakımdan yeni süreç diyeceksek, bu konuda başkalarına, dışımızdaki güçlere değil, esas olarak kendimize bakacağız. Yeni sürecin temel aktörü, öznesi olarak kendimizi göreceğiz. Onun başarısından kendimizi sorumlu tutacağız ve bu başarıyı nasıl yaratacağımız sorusunu iyi sorup doğru, çok yönlü yanıtlar, cevaplar vermeye de çalışacağız. Başka türlü bakış açısı doğru değildir, diğer bakış açıları kesinlikle yanıltıcı, onlara düşmemek gerekli.
Kendi açımızdan baktığımızda da bu yeni süreç neyle gündeme geldi? İki boyutu var; bir bölgedeki gelişmeler, iki Kürdistan’da yürüttüğümüz mücadele. Bölgedeki gelişmeleri ele aldığımızda Tunus’tan, Mısır’dan başlayan, Libya Savaşı’yla gerçek yüzü daha iyi açığa çıkarak Suriye’de odaklanan mücadelenin Ortadoğu’da yaşanan III. Dünya Savaşı’nın geldiği düzey oluyor. Dikkat edilirse Suriye’de bir tıkanma var, diğer alanlarda yürütülen mücadeleler, izlenen yöntemler Suriye’de sonuç vermedi. Ne dış müdahale olabiliyor, ne iç savaş gelişebiliyor, ne Tunus’ta, Mısır’da olduğu türden ifade edilen bir ayaklanma var. Dolayısıyla küresel aktörlerin de, bölgesel ulus devlet güçlerinin de çözüm üretmede en çok zorlandıkları yer Suriye oldu. Onların gerçek yüzü Suriye savaşında çok daha net bir biçimde açığa çıkmış durumda. Dikkat edilirse çözüm projeleri yok, etkileme güçleri yok. Tunus’ta, Mısır’da toplumun ulus devlet diktatörlüklerine, tek insan yönetimlerine olan tepkilerini biraz kullanmaya çalıştılar, devrim yapıyoruz dediler, sonuçlara yeni sistem yaratıyoruz diye el koymak istediler, ama ortaya sistem diye bir şey çıkmış değil.
Yeni Libya, özgür Libya yaratıyoruz diye bütün askeri güçlerini ortaya koyup Kaddafi yönetimini vahşi bir biçimde devirdiler. Ancak ortaya çıkan Libya’nın durumu ortada. Şimdi Suriye bu konuları daha iyi anlamamıza hizmet ediyor. Suriye’de bunların hiçbirisini yapamıyorlar. Libya’daki gibi bir askeri müdahalede de bulunamıyorlar. Bulunurlarsa birbirleriyle savaşa girecekler. I. Dünya Savaşı, II. Dünya Savaşı gibi büyük bir askeri çatışma ortaya çıkacak ki ne Amerika, ne Rusya, ne Çin, ne Avrupa bunu göze alabiliyor. Çünkü sonuçta kim kazanır belli değil. Hiçbirisi yalnız başına kazanacağına dair kanaat getiremiyor. Mevcut askeri siyasi düzey bakımından bu oldukça önemli bir durumdur. Dolayısıyla dış askeri müdahalelerin bir çözüm olmadığı, her yerde yapılamayacağı Suriye örneğinde açıkça ortaya çıkmış durumdadır. İçeride, bazı yerlerde olduğu gibi rejime büyük bir tepki ortaya çıkartma, ona dayanma gücünü de gösteremediler. Suriye’deki Baas yönetimine karşı gerçekten toplumu içine alacak bütünlüklü bir tepki yok. Ona da dayanamadılar. Mısır’da, Tunus’ta olana benzer bir durum gerçekleştiremediler.
İç savaşı tırmandıralım dediler, büyük destek verdiler, kısmen dıştan destekleyerek Libya’dakine benzer bir biçimde askeri yolla sonuç alabiliriz hesabını yaptılar, ama olmadı. Özellikle AKP hükümetinde bu strateji ve düşünce öne çıktı, fakat başarısızlığı ortada. Şimdi bütün bunların, bütün yöntemlerin çözümleyici yöntem olmaması sonucunda diplomatik faaliyeti öne çıkardılar, siyasi çözüm arıyorlar. 2013 baharından itibaren Amerika seçimleri ardından yönetimin yenilenmesine dayalı olarak Suriye’deki girişimler, arayışlar hızlandı, ama bunun da askeri boyutu tümden dışlamamak kaydıyla esas olan diplomatik siyasi çözüm arayışı olduğu ortada. ABD’nin Avrupa ile ilişkileri, ABD-Rusya görüşmeleri, yine Çin’in sürece dahil oluşu tamamen bu çerçevededir. Dikkat edilirse askeri müdahaleyi hiçbirisi göze alamıyor. İçten gelişme, değişiklik yaratamadılar, kendi uydularını büyütemediler. Bu durumda bir uzlaşma, siyasi çözüm arayışı içine girdiler. Bu boyut daha çok öne çıktı. Suriye’de değişim arayışının esas yönteminin şu an birincil yöntemin siyasi, diplomatik arayış olduğu ortaya çıktı.
AKP ve topyekun savaş konsepti
Önder Apo’nun geliştirdiği yeni sürecin bu durumla bağlantısı var. Bölgedeki III. Dünya Savaşı’nın Suriye’de aldığı yeni biçim, güncel olarak öne çıkan yöntemiyle bağlantısı var. Eğer Suriye’de yeni süreç diplomatik yollarla, siyasi uzlaşma ve mücadeleyle gerçekleşecekse, bu arayış öne çıkmışsa o halde Kürdistan’daki savaşa bu temelde son vermek, Kürt sorununun demokratik çözümü temelindeki mücadelede demokratik siyaseti öne çıkartmak, şarttır. Bölge savaşı, bölgedeki çelişki ve çatışmalar, siyasi çözüm arayışına doğru yönelirken Kürdistan’daki mücadeleyi sadece silahlı direniş içinde tutmak elbetteki bu bölgesel gelişmelerle çelişir, ters düşer. O zaman onun ön açıcısı olma şansı, imkanı kaybolur. Önder Apo’nun bu gelişmeleri daha önceden görerek, değerlendirerek Kürt sorununun çözümünü, bölgede çözüm arayışlarının temel bir boyutu, öncü gücü haline getirmek için böyle bir değişim sürecini geliştirdiğini değerlendirmek, anlamak gerekli.
İkinci boyut ise esas olarak uluslararası komploya karşı direnişin ortaya çıkardığı sonuçlar. Daha dar anlamda da 2010-2012 dördüncü stratejik döneminin Devrimci Halk Savaşı direnişi temelinde yarattığı sonuçlar olarak değerlendirmek lazım. Tabii büyük bir mücadele, savaş yaşandı. Aslında böyle bir savaşa neden girdik hareket ve halk olarak, bunun bir tercihimiz, isteğimiz olmadığı; bir zorunluluk olduğu açık, kesin. Buna niye zorlandık? Neden zorlandık? Bunları bilmemiz lazım. Ne değişti ki biz bu tür değişiklikler yapıyoruz? Nelerin değiştiği konusunda derinleşme, yoğunlaşma gerektiren bir soru. Çok yuvarlak, düz bir yaklaşımla hiçbir şey değişmemiş, biz yine aynı durumdayız yaklaşımıyla cevap verilemeyecek bir soru. Öyle bir genellemecilik kesinlikle doğru değil, gerçeği tam ifade etmiyor. Maddi planda elle tutulur, çok kesinleşmiş sonuçlar göremeyebilir insan, ama bu süreçlerde çok şeyin değiştiğini de görmek lazım. Eğer bunları göremezsek o zaman siyasi ve askeri bakış açımız, teorik analiz gücümüz çok zayıf kalır. Olay ve olguları değerlendirmede de çok zayıf ve dar kalmış oluruz. Oysa 1 Haziran 2010 dördüncü stratejik hamlesini isteyerek, tercih ederek geliştirmedik; hareket ve halk olarak buna zorlandık.
Nasıl zorlandık? Bunun ta Ağustos 2005’e uzanan boyutu var. Tabii esas olarak uluslararası komplo ve ona karşı yürüttüğümüz mücadeleyle bağı var. Böyle bir süreç içerisinde 23 Ağustos 2005 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısında hareketimize karşı kararlaştırılan topyekun savaş konseptiyle bağı var. AKP hükümeti bu temelde 2006 saldırısını geliştirdi. Bu saldırıyı daha çok da genelkurmayla uzlaşma vesilesi olarak kullandı. Ardından 2007-2008 saldırısını geliştirdi. Bir yandan içte muhalefetle uzlaşarak, yine genelkurmayla Dolmabahçe görüşmesine tam bir uzlaşma sağlayarak işbirliği yaratıp diğer yandan 5 Kasım 2007’de Amerika yönetimiyle görüşüp Amerika desteğini alarak geliştirilen bir saldırıydı bu. Askeri boyutu oldu, ideolojik boyutu oldu, siyasi boyutu vardı. Bu temelde savaş Kuzey Kürdistan’ın dışına, Medya Savunma Alanları’na Güney Kürdistan’a taşırıldı. Savaşın içerisine bizzat Güney alanı, ABD sokuldu. Savaşta her türlü araç, tekniki güç daha fazla kullanılır hale geldi. Güneye dönük saldırılar sonunda Zap operasyonu olduğunu biliyoruz ve bu saldırganlık esas olarak Zap operasyonunda kırıldı.
Zap’taki direniş bu stratejik planlamayı boşa çıkardı, başarısız kıldı. İdeolojik boyutta Önder Apo üzerinde İmralı’da geliştirilen saldırıları, baskıları biliyoruz. Zehirlemeden tutalım da tehdide kadar, fiziki zor kullanmaya kadar, saç kazıtmaya kadar birçok baskı türü denendi. Buradan farklı yaklaşımların önderlik tarafından geliştirilmesi umut edildi. Bütün bu baskıların bir amacı vardı. Önderlik “bana dayanarak PKK tasfiye edilmek isteniyor” dedi. Bütün bunların hepsine karşı büyük bir direniş gösterdi. Tıpkı 1982 Amed zindan direnişinin, o büyük direnişin sağladığı ideolojik zafere denk bir ideolojik duruşu 2008’de İmralı’da bütün bu saldırılara karşı 2007-2008’de gösterdi. Sonuç, 29 Mart 2009 yerel seçimlerinin ortaya çıkaracağı sonuca bağlandı. Onun bir referandum olduğunu kendileri ifade ettiler. Bütün devlet gücüyle, partileriyle AKP’nin arkasında birleşti, 29 Mart yerel seçimlerini bir referanduma dönüştürerek siyaseten hareketimizi marjinal, dar bir hareket konumuna düşürmek istediler. Bunun için her türlü çabayı harcadılar. Ama 29 Mart yerel seçim sonuçları da hesaplarını bozdu.
Referandumu demokratik siyaset kazandı, Kürt özgürlük hareketi önemli bir seçim başarısını elde etti. yüzde yetmişi aşan bir oyla sonuç alındı. Böylece askeri, siyasi, ideolojik saldırılar kırılmış oldu. Büyük bir siyasi zemin de 29 Mart seçimleri sonucunda oluştu, Kürt sorununun demokratik siyasi çözümü eğer gerçekleştirilecekse onun için uygun bir zemin ortaya çıktı. Bunun pratikleşmesi için ön açmak üzere yönetimimiz 13 Nisan 2009’da tek taraflı çatışmasızlık ilanında bulundu. Fakat biz biliyoruz ki buna karşı gerçek bir AKP darbesi yaşandı. 13 Nisan’da dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ harp akademisinde dönemin Kürtlere karşı, PKK’ye karşı mücadele planını, programını ortaya koyan kapsamlı bir konuşma yaptı. Ardından 14 Nisan 2009’da da bu planın uygulanma adımı olarak AKP hükümeti Kürt demokratik siyasetini tasfiye etmek üzere siyasi soykırım operasyonlarını başlattı. Bu önemli bir değişiklikti. Bu değişikliği göremezsek, siyasi olaylara çok yüzeysel bakmış oluruz. O yüzden böyle bakmak yetersiz, yanlış bir bakış açısı olur. 14 Nisan 2009’da başlatılan siyasi soykırım süreci derinleştirilerek devam etti 2009 yılı boyunca. Biraz bu durumun kendileri açısından siyaset propaganda da zarar verdiğini görünce onu maskelemek için Kürt açılımı, demokratik açılım gibi maske kavramlar geliştirmeye çalıştılar.
Bunu da Önder Apo Kürt sorununun demokratik siyasi çözümü için yol haritası hazırlayarak bozdu. Böylece kendi çözüm gücünü ortaya koydu. Bunu AKP uygulamaya koymayınca, toplumdan gizleyince ve bir yandan da Önder Apo’nun etki gücünün kalmadığını propaganda etmeye birçok çevre başlayınca, bunu da boşa çıkartmak üzere barış gruplarının Türkiye’ye gönderilmesini istedi. 19 Ekim’de yönetimimiz Maxmur’dan ve Kandil’den iki grubu hazırlayıp gönderdi ve Habur’dan Amed’e görkemli bir yürüyüş oldu milyonlara varan halk desteği, gösterisiyle. Böylece Önder Apo’nun gücü, hareket ve toplum üzerindeki iradi gücü net bir biçimde kanıtlanmış oldu. Ondan sonra 14 Nisan’da başlatılan siyasi soykırım operasyonları genelleştirildi. Tayyip Erdoğan’ın sil baştan yapıyoruz sözünü unutmayalım. Bu sil baştan projesi temelinde Önderliğe saldırı oldu, yeri değiştirildi. Önder Apo buna 17 Kasım darbesi dedi, darbe tanımını da kullandı. Ardından tutuklamalar daha da yaygınlaştırıldı, genelleştirildi. Aralık başında DTP kapatıldı, milletvekillikleri düşürüldü, siyaset yasağı kondu, çok sayıda belediye başkanı, partili tutuklandı, tam bir faşist siyasi terör ortaya çıkartıldı. Mc Cartizm diyorlar buna Amerika’da. 1950’lerin başında yaşanan teröre benzer bir siyasi terördür. Gerçekten bu ciddi bir darbeydi. Belki 12 Eylül gibi gözle görülen bir askeri darbe değil, ama bu da bir sivil darbeydi, AKP darbesiydi. Bütün uyarılara, direnişlere rağmen AKP bu tutumunu sürdürmekten vazgeçmedi, Önderlik bunun sonucunda artık siyasi mücadele etmenin zeminin kalmadığını, demokratik siyasetin sonuç vermediğini değerlendirerek mayıs sonunda aktif pratik yürütemez durumda olduğunu ilan edip geri çekildiğini belirtti. Taraflar ihtiyaç duyarlarsa demokratik siyasi çözüm için çalışmaya hazır olduğunu, ama mevcut koşullarda bir şey yapamayacağını belirtti.
Önder Apo AKP’ye barış için son bir şans verdi
1 Haziran 2010 stratejik hamlesine böyle gelindi. Biz değişiklik yapmadık, dışımızdaki değişiklik sonucunda stratejimizi değiştirmek zorunda kaldık. AKP’nin geliştirdiği topyekun savaş konsepti temelindeki demokratik siyaseti tümden tasfiye etme, bu temelde Kürt demokratik siyasetini ezme, yok etme saldırısına karşı siyasi, ideolojik mücadele koşulları kalmayınca tek ve son çare olarak Devrimci Halk Savaşı stratejisinde direnmek zorunda kaldı. Nasıl ki 12 Eylül darbesi ardından gerillalaşmak, silahlı direnişi geliştirmek zorunda kaldıysa hareketimiz, AKP’nin 14 Nisan 2009’da başlayan darbesi ardından da 1 Haziran’dan itibaren Devrimci Halk Savaşı direnişini yeniden geliştirmek zorunda kaldığını bilmemiz lazım. AKP’nin bu tutumu çok büyük bir değişiklikti. Bu temelde binlerce insan tutuklandı, soruşturmadan geçirildi, işkence altına alındı. Ondan fazla toplu dava açıldı. Halk üzerinde kadınlar, gençler üzerinde faşist terör ileri bir düzeye çıkartıldı. Yani evet demokratik siyaset adına konuşan, yaşayan bazı çevreler var Kürdistan’da, ama bunlar kendi güçleriyle olmuyor. Eğer PKK ve Önderlik duruşu, bunu pratikleştiren gerilla duruşu olmasaydı bu saldırılar karşısında siyaset adına, demokratik siyaset adına söz söyleyen, çalışma yapan bir kişi bile kalmazdı. Geçmişten daha ağır baskıcı bir durumun varlığı ortaya çıkardı. Ama öyle olmadıysa, hala BDP varlığını koruyup, seçime girip milletvekili çıkarabildiyse, hala demokratik siyaset adına biraz konuşulabiliyor, sınırlı bazı eylemler yapılabiliyorsa bu, saldırının azlığı nedeniyle olmadı, büyük bir direnişin, gerilla direnişinin, halk direnişinin, Önderlik ve Özgürlük hareketi duruşunun varlığıyla bağlıdır. Bu güçlerin varlığı ve desteği olmazsa demokratik siyaset diye bir şey olmaz. Tayyip Erdoğan bunu çok açık söylüyor. Her şeyi PKK’nin gücüyle elde ediyor, diyor. PKK’nin gücü ortadan kalksın, görelim diyor. PKK’nin gücü ortadan kalkarsa BDP diye bir şey olmaz, diyor. Çünkü geriye sadece AKP faşizmi kalıyor. Arkasında tam bir terör devleti var, soykırım devleti var, inkar ve imha devleti var. Her şeyi tekeline almış, tekelciyiz diyor zaten. O güce dayanarak saldıracak, bakalım karşıma kim çıkabilir diyor. BDP ne yapabilir, söz söyleyeni hapse koyuyor zaten. Ona göre hapishaneler de yaptırmış. Amed’te 12 Eylül’ün hapishaneleri küçüktü, kötüydü, ben size daha iyisini yapacağım, dedi. İyisini yapıp daha fazla hapse doldurmaya çalıştı. AKP’nin 2009’dan sonraki pratiği Tayyip Erdoğan’ın bu sözlerinin uygulanması oldu.
Topyekun savaş temelinde derinleşen ve gelişen bir saldırganlık vardır. buna karşı 1 Haziran 2010’da belli bir direniş içerisine hareket olarak girince ürktüler, korktular, baktılar ki seçimler var, bu durumda seçimleri kaybedecekler, yeniden İmralı’ya gittiler, Önderlikle görüştüler, bir şans verilmesini istediler. Önderlik de ihtiyatlıydı, ama kısa süreli olarak son bir şans vermeyi yine de gerekli gördük. Çünkü sonradan biz şans istedik verilmedi denmesin, ya da acaba bu şanstan bir şey çıkar mıydı, denemedik demememiz için bütün imkanları sonuna kadar siyasi çözüm açısından varsa kullanmış olmak için Önderlik o şansı verdi. Bunu daha da uzun süreli kılmak için Önderlik bir sürü yöntem geliştirdi. İmralı görüşmeleri, Oslo görüşmeleri, siyasi çözüme sanki evet diyeceklermiş gibi bir tutum takındılar. Bunu ta 12 Haziran 2012 seçimine kadar götürdüler. Bu süreçte de Önderlik yeni bir yol haritası hazırladı, protokoller sundu. Seçime kadar AKP oyaladı, seçimde yüzde elliye yakın oy alınca ve bunun başarı olduğunu çevresi çok fazla ifade edip AKP’yi pohpohlayınca seçim ardından siyasi soykırım operasyonlarını bütün muhalefetin siyasi iradesini kırma saldırısına dönüştürdü. Buradan PKK’ye düşen de imha ve tasfiye edilmekti. Terörü yok edeceğiz iddiasıyla yola çıktı, terörden kastı hareketimizdi. Dolayısıyla kendisinden önceki özel savaş hükümetleri gibi AKP hükümeti 12 Haziran 2012 seçimleri ardından silahlı saldırıyla Özgürlük hareketini imha ve tasfiye etme planını uygulamaya koydu. Özel savaşı, ki yedi boyutlu olduğunu hem İlker Başbuğ hem de Tayyip Erdoğan söylüyordu, bütün boyutlarıyla harekete geçirdiler.
2011-2012’de Türk devletinin en kapsamlı saldırılarından biri, belki de en fazlası yaşandı. İdeolojik boyutu da, askeri boyutu da, ekonomik boyutu da, siyasal, sosyal boyutu da böyleydi. Hiçbir özel savaş hükümeti 12 Eylül darbesinden bu yana AKP kadar içte ve dışta güçlü bir siyasi desteğe sahip olmadı, özel savaş tecrübesine sahip değildi. Yaşamın bütün alanlarını savaş aracına dönüştürmedi. AKP’nin yürüttüğü saldırıyı hiç hafife almamak lazım, küçümsememek gerekli. Daha önceki özel savaş hükümetlerinin hiçbirisinin gücü AKP kadar değildi; çünkü AKP kadar demagojik değildiler, oy sahibi değildiler, böyle tek başına iktidar değildiler. Dolayısıyla geçen süreç böyle kapsamlı bir saldırganlığa karşı devrimci halk savaşı halinde direniş süreci oldu. Sonuçta AKP’nin silah zoruyla PKK’yi imha ve tasfiye planı başarısız kılındı. Kendinden önceki özel savaş hükümetlerinin yapamadığını yapma iddiasını başaramadı AKP. Başarısız kaldı. Gördü ki savaşta ısrar ettikçe kendisi güç kaybediyor, geriliyor, seçim kaybedecek, iktidarı kaybedecek. Kürdistan’da iyi teşhir oldu. Türkiye toplumunu da artık aldatacak gücü kalmadı. Çünkü halk savaşı kaldıramaz duruma geldi. Böylece politika değiştirmek zorunda kaldı.
Silahların susup fikirlerin konuşacağı süreç
2012 Ağustos Milli Güvenlik Toplantısı’nda bir sonuç çıkardılar, ondan sonra gittikçe AKP üslubunu ve politikasını değiştirdi, bazı fırsatları yakalayarak yeniden Önderlikle görüşme başlattı. Önderlikle görüşmeleri kendi siyaseti açısından yoğun bir propagandaya dönüştürdü, toplumu etkilemeye çalıştı. Açıkça “silahlar sussun fikirler konuşsun” dedi. Demokratik siyasi mücadelenin önünün açılacağını deklare etti kamuoyu önünde. Diğer yandan da buna paralel devlet heyetinin İmralı’da Önder Apo’yla yeniden görüşmelerin başladığı ve sürdürüldüğü gittikçe kamuoyuna yansıdır. 2013 başından itibaren bu BDP heyetiyle görüşmeler düzeyine geldi. Burada da önemli bir değişiklik var mı, var. 2009’dan itibaren demokratik siyaseti, ona dayalı olarak Özgürlük hareketini imha ve tasfiye etmek isteyen, silah zoruyla PKK’yi yok edeceğim diyen AKP, söylemleriyle, silah zoruyla PKK’yi yok edemeyeceğini itiraf etmek zorunda kaldı. Silahı susturuyoruz, siyasal mücadele gerçekleştirelim dedi. Silahla başarılı olamayacağını ortaya koydu. Kendisinden önceki özel savaş hükümetleri gibi silahla Özgürlük hareketimizi imha ve tasfiye edemeyeceğini, gerillayı yenemeyeceğini, yok edemeyeceğini kabul etmek, itiraf etmek zorunda kaldı. Bu önemli bir sonuçtu. Buna dayalı olarak da mücadele tarzında değişiklik yapmak istedi. Bunu kamuoyunda deklare etti, Önderlikle görüşmeler de bu temelde sürdürüldü ve yeni süreç bunun üzerinden gelişti.
KCK tutukluları bırakılmadı, davalar sürdürülüyor, Önderliğin durumunda değişiklik olmadı, İmralı sistemi, baskı düzeni devam ediyor. AKP güvenilmezdir, her fırsatta imha ve tasfiye edeceğini söylüyor, imha ediyor, yansıtıyor, o halde bir değişiklik yok, biz niye değişiklik yapıyoruz, yeni süreçten kastımız ne oluyor denilebilir. Bu düzeyde bir değişiklik henüz yok, ama böyle bir değişiklik yapmaya dönük açıklamalar var, istekler var, söz vermeler var. Bir de kısmi değişiklikler de var. Bu düzeye gelmiş değişiklik yok, ama siyasi soykırım operasyonlarının sürdürülmesinde azalma var, durdurma var. Önderliğin konumunda değişiklik olmadı, ama BDP heyeti gitti görüştü. 15 yıldır devlet avukatlar ve kardeşleri dışında ilk defa bir heyet, hem de siyasi hüviyete sahip bir heyet siyaset konuşmak üzere gitti Önderlikle konuştu. Bunu devlet sağladı, devlet düzenledi. MHP ve CHP bunu çok açık ifade ediyorlar. Bu anlaşılır bir durumdur, önemli bir durumdur. İmralı sisteminin parçalanması açısından, Önderliğin Kürt toplumunun iradesi ve Kürt sorununun çözümünün tek muhatabı, birinci muhatabı görülmesi açısından önemli bir gelişme. Bizim istediğimiz kadar yeterli bir değişiklik değil, ama bu durum hiç de değişiklik dersek olup bitenleri doğru anlamamış oluruz. Olup bitenlerin zayıflığını çok abartmış oluruz. O durumda Kürt sorununu, Kürt toplumuna dayatılan kültürel soykırım rejimini doğru anlamamış oluruz. Böyle bir soykırıma karşı mücadelede mevcut gelişmeler hiç de öyle basite alınır, küçümsenir gelişmeler değil. Çünkü bir imha, soykırım var Kürtler yok edilmeye çalışılıyor. Bu soykırım yalnız başına fiziki olarak sürmüyor, toplum yaşamının bütün alanları soykırımın aracı olarak kullanılıyor. Dolayısıyla Kürt soykırımı diğer soykırımlardan çok farklı. Böyle bir soykırıma karşı mücadelede bu değişiklikler önemsenmeli. Büyük mücadeleyle, kahramanca direnişlerle elde edildi çünkü.
Diğer yandan ise bir değişikliği deklare etme var. Önderlikle görüşmelerde deklare edildi. Silahlar sussun, fikirler konuşsun, demokratik siyaset işlesin, sorunlar siyasi mücadeleyle çözülsün! AKP bunu söyler hale geldi. Oysa 2010’un başında söylemiyordu. 2011’ün güzünde, 2012’nin başında söylemiyordu. O zaman ne söylüyordu? “Terörü yok edeceğim” diyordu, orduyu da yanına almış, kendinin karargahı haline getirerek böyle savaşı yürütür kılmıştı AKP hükümet, Tayyip Erdoğan ve arkadaşları. Diğer hükümetlerden çok daha fazla AKP savaşa girdi ve savaşta başarısız kaldı. Devrimci Halk Savaşı direnişi AKP’nin savaş planını, saldırı planını başarısız kıldı. Başarısız olduğunu, savaş dursun sorunları siyasetle çözelim diyerek kendisi itiraf etmiş oldu. Böyle bir durum önemli bir değişiklik oluyor. Bu da hiç değişiklik değil diyemeyiz. Henüz tam bir gerçeklik haline gelmiş, birçok alanda yeterince pratikleşmiş değil, ama yeni bir süreç geliştirme yönünde bir istek, başlangıç, bir tutum koymadır. Hükümet böyle bir tutum koyarsa Önderlik bunu dikkate almamazlık edemez, görmezden gelemez.
PKK ideolojik ve siyasi çizgi, önderlik hareketidir. PKK bir şiddet örgütü olarak doğmadı ve öyle de olmadı. Herkes bunu iyi bilmeli. Bir önderlik hareketi olarak doğdu, yıllarca ideolojik grup olarak varlık gösterdi, propaganda mücadelesi yürüttü. Yıllarca partileşme mücadelesi içinde oldu, siyasi hareket haline geldi. Ne zaman silah kullandı? 12 Eylül darbesinden sonra ideolojik-siyasi mücadelenin koşulları 12 Eylül askeri darbesi tarafından ortadan kaldırıldıktan sonra tek çare askeri olarak direnmek olunca, PKK öyle bir direnişe girmekten de kaçmadı, geri durmadı. Rejim, inkar ve imha sistemi silahlı şiddeti, savaşı savaşla Kürt soykırımını sürdürme, PKK’yi tasfiye etme, imha etme saldırısını dayatınca buna karşı silahlı direnişi gösterdi. O zaman mücadele yönteminde değişiklik yaptı ve bu değişikliğin doğru olduğunu daha sonraki süreç kanıtladı. Bu değişikliği yapamayanlar yok olup gittiler o süreçte 12 Eylül faşist saldırıları karşısında direnemeyen, silahlı saldırıya karşı silahlı direniş geliştiremeyen bütün örgütler, gruplar sıfırı tükettiler, tarih sahnesinden silindiler. Böyle bir direnişe giren PKK ise Kürdistan’ın ve Türkiye’nin tek özgürlük ve demokratik gücü olarak gelişti, halktan destek buldu ve Kürt sorununun çözüm bilincini ve gücünü ortaya çıkardı. Bu değişiklik demek ki önem taşıdı, ama süreç ilerledi, silahlı direnişle elde edilebileceklerin bir kısmı elde edildi, silahlı direnişin gerektiren ortamda belli değişiklikler oldu, Türkiye yönetiminde sorunları siyaseten çözelim diye sesler yükselmeye, çağrılar gelişmeye başladı, işte o zaman Önder Apo hiç tereddüt etmeden 1993 Martı’nda ateşkes ilan etti ve Türkiye yönetimiyle görüşmeler başlattı. Demek ki siyasi mücadelenin imkanı, zemini olduğu müddetçe PKK, önderlik çizgisi siyasi mücadele yürütmeyi öngörüyor. Silahlı direnişe ne zaman öngörüyor? Siyasi ideolojik mücadelenin koşulları kalmadığı, bunlar egemen sistem tarafından baskıyla yok edildiği, sadece şiddet dayatıldığı zaman gündeme silahlı direniş geliyor.
2010 başında, 2011’de AKP hükümetinin ortaya çıkardığı tablo da bu oldu. Bakanları açıkça söylüyorlar, öncekiler öldürüyorlardı, biz zindanlara koyuyor, hapislerde yaşatıyoruz ne istiyorsunuz. Yani öldürmekle hapse koymayı fark olarak ortaya koydular. 12 Eylül rejiminden başka bir farkı kalmadı AKP rejiminin. Dolayısıyla bu da bir darbeydi tabii. AKP hükümetinin yürüttüğü darbeydi. Bundan vazgeçeceği, demokratik siyasete dönük imha ve tasfiye saldırılarını durduracağını, ortadan kaldıracağını vaat etmesi elbette yeniden PKK tarafından, Önderlik tarafından değerlendirildi. Egemen sistem, yönetim siyasetin önünü açtığı müddetçe Önderlik ve PKK siyasal mücadeleden kaçamaz, bu durumu görmezlik edemez. Ederse her şeyden önce kendi çizgisine ters düşer. Diğer yandan öyle bir durumda destek alamaz, tecrit olur. Siyasi mücadelenin koşulları olsun, karşı taraf siyaseten mücadele edelim desin buna PKK şiddeti dayatsın, bu mümkün mü? Böyle olsa her şeyden önce Kürt halkından aldığı desteği alamaz. Kendi çizgisiyle ters düşer. O bakımdan böyle bir söz verildikten sonra buna göre değişiklik yapmak Önder Apo ve parti açısından şarttı. Yine de birçok ihtiyat payını koymak kaydıyla Önderlik bu durumu önemsedi. Çünkü bu durumun Ortadoğu’daki gelişmelerin seyriyle uyumluydu. Yine tümüyle 2010’dan 2012’ye kadar dördüncü stratejik mücadele dönemi temelinde Devrimci Halk Savaşı direnişinin sonucu olarak ortaya çıkartılan bir durum oluyordu. Bunu mücadele ederek yaratıyorduk. Bizim mücadelemizin sonuçları buna yol açıyordu. O halde bütün bunları değerlendirerek mücadele yol ve yöntemlerinde değişiklik yapmaya karar verdi. Stratejik değişim yeniden böyle gündeme gelmişti. Üç yıldır süren silahlı direnişin birinci planda olma durumunu değiştirdi, “silahlı direnişi geriye çekelim, ikinci plana düşürelim, demokratik siyasi mücadeleyi birinci plana çıkartalım” dedi. Olan değişiklik budur.
Mücadele bitmiyor aksine daha yeni başlıyor
Bu tür değişiklikleri hareket olarak çok yaptık şimdiye kadar. Dolayısıyla donanımlıyız, nedenlerini biliyoruz. Bu da bir değişikliktir ve bir anda olmuyor da. Böyle bir değişiklik yapmayı başarmaya çalışıyoruz, onun mücadelesini veriyoruz. Burada yapılan değişikliği doğru anlamak lazım. Mücadele yol ve yönteminde değişikliktir, yoksa mücadelenin amaçları değişmiyor. Karşıtımızın tutumu da değişmiyor. Biz de geçen yıllarda Devrimci Halk Savaşı direnişiyle Demokratik Özerklik çözümünü gerçekleştirmeyi, Kürt sorununu bu temelde çözmeyi, AKP’nin imha saldırılarını boşa çıkartmayı hedefledik. Şimdi demokratik siyasi mücadele hamlesiyle de Kürt sorununun çözümünü gerçekleştirmeyi hedefliyoruz. Daha ileri, kalıcı çözüm yaratma adımı atıyoruz. Öyle amacımızda bir değişiklik yok. Bunun için inkar ve imha zihniyetini ve siyasetini yok etmek istiyoruz.
Önderlik mücadele bitmiyor, aslında daha yeni başlıyor, dedi. Bu daha da büyük bir mücadeledir. Madem ki karşı taraf siyasi mücadelenin önünü açıyor, o halde savaşla kazanmaya çalışılan ideolojik siyasi mücadeleyle de kazanılabilir. Kazanmaya çalışabilmeliyiz. PKK böyle bir hareket, bunu yapmak için de Önder Apo mevcut değişikliği gündeme getirdi, bunu yaptı. Bu doğaldır. Mücadele bitmiyor, taraflar amaçlarından vazgeçmiyorlar; mücadele yöntemleri değişiyor, değişen mücadele yöntemleriyle taraflar amaçlarına ulaşmak istiyorlar. O halde yeni dönem de mücadele dönemi. Demokratik mücadele hamlesi de, süreci de bize büyük görev ve sorumluluklar yüklüyor. Hatta daha karmaşık bir süreç, daha çok kesimleri içine alan bir süreç. Örneğin Devrimci Halk Savaşı süreci daha çok gerilla öncülüğüne dayanan, halkı kısmen işin içine çeken daha dar bir mücadele süreciydi. Çeşitli mücadele yöntemleri kullanılıyordu, ama sınırlıydı bunlar. Demokratik siyasi mücadele sürecinde herkese görev var; mücadele yöntemleri çok daha zengin ve çeşitli. Herkesin görev ve sorumluluğunu yerine getirmesi, rolünü oynaması temelinde başarılacak bir mücadele sürecidir. Daha karmaşıktır, daha geniştir, daha kapsamlıdır, daha çok sevk edicidir. Dolayısıyla çabuk anlamayı, görev ve sorumluluklarını görüp gereğini yerine getirmeyi gerektirir.
Önderlik tartışmalarla ulaştığı sonucu önce yazılı bir yol haritasına döndürdü ve taraflara sunuldu. Bu süreci sabote etmek için yılbaşında Paris katliamı gibi provokatif olaylar da gelişti. Buna rağmen Önderlik bu olayların aydınlatılmasının yöntemi olarak da bu süreci geliştirmekte daha kararlı ve ısrarlı davrandı. Kürt özgürlük hareketi Önderliğin yapmak istediği bu değişikliklere ilişkin tartışmalar yürüttü, önerilerde bulundu, kaygılar, endişeler belirtti. Önderlik hepsine cevap verdi. Bazı endişe ve kaygıları “klasik endişe bunlar” dedi. Hareketi gerçeği görmeye davet etti. Sonuçta yönetimimiz bu süreci aktif olarak yürütmeye karar verdiğini Önderliğe ifade etti. Bazı taleplerini daraltılmış birkaç noktada somutlaştırdı. Bir tanesi yeni anayasada Kürt inkarının aşılması, Kürt varlığının kabul edilmesi. Diğeri, Önderlikle görüşmelerin sürmesi, Önderliğin gerillanın çekilmeyi uygulayabilmesi için doğrudan gerillaya hitap eder hale gelebilmesi. Önderlik bunları ikinci aşamada tartışılıp gerçekleştirilebilecek hedefler olarak tanımladı ve bunlara takılmadan, bunları yapabilecek gelişmeyi sağlamak için de mücadeleye girmemizi istedi. Bu temelde süreç gelişti. Önce esirler bırakıldı, sonra Newroz’da Önder Apo’nun kapsamlı çağrısı kamuoyuna duyuruldu. 23 Mart’ta yönetimimiz ateşkes ilan etti. 25 Nisan’da da 8 Mayıs’tan itibaren çekileceğini duyurdu. 8 Mayıs’tan itibaren de gerillanın kademeli ve planlı bir biçimde geri çekilişi sürüyor. İlk grupların Medya Savunma Alanlarına geçişi 14-15 Mayıs’ta gerçekleşti. Bu süreç devam ediyor, planlıdır, kademelidir.
Bu süreçte Kürdistan ve Avrupa’da gelişen konferanslar, yine yaygın bir şekilde her yerde sürdürülen Önderliğin özgürlüğüne ilişkin imza kampanyası oldukça etkili oldu. Zaten önemli bir direniş gücü, durumu vardı. Başur’daki gelişme yine öyle. Bütün partiler, yönetim sürece katılma ihtiyacı duydu ya da zorunda kaldı. Meclis olarak imza kampanyasına katıldılar. Önder Apo’ya selamlarını gönderdiler. Mesut Barzani bölge başkanı olarak KNK Genel Kuruluna gönderdiği mesajda Önder Apo’nun özgürlüğünü de istediğini ifade etti. Güney Kürdistan’da Önder Apo’nun özgürlüğü üstüne büyük bir kampanya yürütülüyor. Güney Kürdistan’daki durumu önemsemeliyiz, çünkü uluslararası komploda Güney Kürdistan’daki gelişmelerin payı büyüktür. Komployu başlatan PKK’nin terör örgütü olduğunu ileri süren süreçlerden bir tanesi 1980’lerin başında Kemal Burkay’ın Avrupa’da yürüttüğü faaliyetleriydi. Avrupa’nın PKK’yi terör örgütü kapsamına koymasında diğer birçok provokasyonlar vardı, ama Kemal Burkay’ın bu çabalarının da payı önemli oldu.
İkincisi 2 Ekim 1992’de Hewler’de kurulmuş olan parlamentonun PKK’nin terör örgütü olmasına dönük almış olduğu karardı. 4 Ekim’de de bu karar doğrultusunda Güney savaş başladı. Uluslararası komplo fiili olarak da 17 Eylül 1998 Washington Anlaşması’yla başladı. KDP-YNK arasında gerçekleşen bir anlaşmaydı. Şimdi bütün bu güçlerin Önder Apo’nun özgürlüğünü istemeleri, komploya karşı çıkma tutumunu ifade ediyor. Çok önemli bir değişikliği gösteriyor. Bunu küçümsememeliyiz, ciddiye almalıyız. İşte bu düzeye kadar geldi. Sürecin şu ana kadar ki gelişme düzeyi iyidir, ama esas sonuç verici gelişmeler ikinci aşamada, bundan sonra olacak. Tabii ona da bakmalıyız, izlemeliyiz, gözlemeliyiz.