Amaç Ortadoğu’dan Başlayarak Dünya Hegemonyasının Yeniden Biçimlendirilmesiydi
Ortadoğu’da yaşanan sorunlar, çatışma ve savaşlar, ABD’nin 1991’de Körfez’e müdahalesi ile fitili ateşlenen Üçüncü Dünya Savaşı’ndan kopuk değildir. Üçüncü Dünya Savaşı’nı başlatan küresel sermaye güçleri, bu sorunları yeniden alevlendirerek; yaratmaya ve bilinçlere yerleştirmeye çalıştıkları böyle bir algıya dayanarak; “ideolojilerin sonu” aldatmacası altında; Reel Sosyalizm sonrasının dünya koşullarını yeniden şekillendirmeye çalıştılar. Asıl olarak da bununla öne çıkardıkları “İdeolojilerin sonu” safsatasını doğrulamak istediler.
Fitilinin ateşlendiği Ortadoğu’da Üçüncü Dünya Savaşı ile birlikte yaşananlar, kafalara yerleştirilmeye çalışıldığı gibi olmadığını gösterdi; ne ideolojilerin ne de tarihin sonu gelmişti. Yaşamakta olan ise hiçbir şekilde son insan değildi, aksine; kıyasıya mücadele ederek, insan olarak kalma iddiası ve kararlılığı içerisinde olandı. Küresel sermaye güçleri ise, böyle bir gerçekliği karartmak, gözlerden uzak tutmak ve dünyaya çıkarları doğrultusunda yeni bir düzen vermek için harekete geçmişlerdi.
Ellerinde tuttukları en güçlü silah ise, liberalizm ideolojisiydi. Oluşan tek kutuplu dünyada dünyayı çıkarlarına göre yeniden düzenleme “özgürlüğü”ne kavuşmuşlardı. Nasıl ki, 18. yüzyılın sonlarından itibaren “ticaret özgürlüğü” adı altında halkların yağmalanmasında sonsuz serbestlik isteyerek ellerinde tuttukları liberalizm bayrağını dalgalandırmaya başlamışlarsa, tek kutuplu dünyada da neo-liberalizm bayrağını dalgalandırmaya başlamışlardı. Bu sefer hedeflerinde; dünyanın girilmedik hiçbir parçası ve pazara sunulmadık hiçbir şeyin bırakılmaması vardı. Böylece liberalizmin “bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler” de ifadesini bulan; “ticaret serbestliği”, “sınırların gevşetilmesi”, “vergi ve gümrüklerin aşağı çekilmesi” istemlerini de aşarak, bunları tamamen gereksiz hale getirecek bir dünya hedefini önlerine koymuşlardı.
Özgürlük sadece kendileri için
İstedikleri “özgürlük” kendileri içindi. Kendileri her yere gidebilirlerdi. Ancak kendileri dışında olan dünya halkları, mazlumları, o güne kadar hep sömürülmüş, horlanmış, aşağılanmış; bunların hiçbiri onlar için geçerli değildi. Kapitalizmin mekanı olan Avrupa’nın sınırları içerisine giremezlerdi. Bunun yasalarını çıkarmaktan, ideolojik argümanlarını oluşturmaktan da geri kalmamışlardı. Bu doğrultuda ilk hamleyi yaptıkları yer Ortadoğu olmuştu. ABD yönlendirmesinin çok belirgin olduğu Irak’ın, Kuveyt’e müdahalesi gerekçe gösterilerek, yine bunun asıl sorumlularından olan ABD öncülüğünde koalisyon güçleri, askeri müdahalede bulunarak savaşı başlatmışlardı. Ama bu müdahaleyi uzun soluklu kılamadılar. Fakat savaştan da vazgeçmediler. Başka biçimler ve görüntüler altında belirledikleri istikamette yol almaya devam ettiler. Bu çerçevede daha çok; Ortadoğu’nun tarihsel, toplumsal iç çelişkilerini; kabileler, dinler, mezhepler, kültürler, etnik-kimliksel bazda; o güne kadar çözülmemiş, en ufak bir kıvılcımla yangına dönüşecek sorunlarını kullanmaya başladılar. Bu şekilde “ideolojilerin sonu” söylemlerinin tam zıddını uygular, savunur hale geldiler; savaşın ağırlık merkezini bu alana kaydırdılar. Zamanının ideolojileri olan; din, mezhep, kabilecilik, kavimcilik devreye sokuldu. Fars, Arap, Türk ve Yahudi milliyetçiliği olan Siyonizm şahlandırıldı. Bunların hepsi de belirli çıkarların, ideolojik görüntülerinden başka bir şey değildi. Körfez müdahalesiyle başlayan Üçüncü Dünya Savaşı’na, Irak’a yapılan askeri müdahalenin geri çekilmesiyle birlikte başlayan süreçte, böyle bir biçim kazandırılmış olunuyordu. Irak’ta Saddam Hüseyin iktidardı; fakat 32. ve 36. Paralel arasında kalan alanda hem kara hem de hava hakimiyetini kaybetmişti. Şia ve Sünniler arasında fırtına öncesinin sessizliği yaşanmaktaydı. Saddam Hüseyin Kuran’ı Kerimi her zamankinden daha fazla eline alır bir hale gelmiş; Yahudi karşıtlığı temelinde Arap milliyetçiliğini körüklemekteydi. Bölgede var olan devletler arasında mezhep ve kabile bağlarına dayalı yakınlaşmalar başlamıştı. Reel Sosyalizm çözülmeden önce SSCB ile yakın ilişki içerisinde olan devletler “sıranın kendilerine” geleceğini gördükleri için, hem kendi aralarında bir yakınlaşma hem de uluslararası alanda yeni partnerler arayışı içerisine girmişlerdi. Yahudi-Müslüman çelişkisi yoğunlaştırılırken; Asuri-Süryani-Keldani, Ermeni gibi bölgenin kadim halkları, sahip oldukları inançları nedeniyle kıskaca alınmışlardı. Bu sorunların hepsi de “İdeolojilerin sonu”nun geldiği savunulan “sağcı”- “solcu” kavramlarının kullanımından ısrarla kaçınıldığı bir dünyada yaşanmaktaydı. Öyle ki, Afrika’nın içlerine kadar uzanan; Somali ve Sudan’ı da içerisine alan Ortadoğu -yeni adlandırılmış haliyle Büyük Ortadoğu- bölgesel anlamda Üçüncü Dünya Savaşı içerisine çekilmek üzere hazırlanmaktaydı. Buralarda kolları uluslararası alana; Avrupa, Amerika’ya kadar uzanan CIA, MİT vb istihbarat örgütlerinin kontrolünde olan, din istismarcılığına dayalı birer provokatör çete örgütleri oluşturulmaya başlanmıştı.
Irak’ta, mevzilerde beklemeye alınan savaş, bu haliyle hem üstlenilen alanların tahkimi hem de Ortadoğu geneline taşınma sürecine alınmış oluyordu. Ortadoğu’da politikalar buna göre belirleniyor ve hazırlıklar yapılıyordu. Savaşın olası bölgesel bir karaktere bürünmesiyle, kendilerinin doğrudan hedef haline geleceğini gören; İran, Suriye, Libya gibi devletler de farklı arayışlar içerisine girmiş bulunuyordu. Kaddafi’nin; Batıyla, Suriye’nin; Türkiye’yle, İran’ın ise; Rusya, Çin ve Fransa gibi Avrupa devletlerle ilişkilerini geliştirme arayışları da bunun bir sonucuydu. Önder Apo’ya karşı düzenlenen uluslararası komploya kadar da bu böyle devam etti. O nedenledir ki, uluslararası komplo Üçüncü Dünya Savaşı içerisinde bir dönüm noktası oldu. O zamana kadar bölgesel düzeyde düşük yoğunluklu tutulan, soğumasına izin verilmeden zemini güçlendirilmeye çalışılan Üçüncü Dünya Savaşı’nın dozajı yeniden yükselmeye başladı.
Bu yönüyle Önder Apo’ya karşı uygulamaya konulan uluslararası komployu, Üçüncü Dünya Savaşı içerisinde bir dönüm noktası olarak ele almak gerekmektedir. Hatta Üçüncü Dünya Savaşı’nın köşe taşlarının oturtulması olarak da değerlendirilebilir. Böyle bir değerlendirme yapmaya götüren nedenlerin başında da coğrafya olarak; Kurdistan’ın, Üçüncü Dünya Savaşı’nın kaderini tayinde Önder Apo’nun rolü belirtilebilir.
Gerek bölgesel, gerekse de uluslararası alanda karşı karşıya gelindiği ve şiddetli bir mücadelenin yaşandığı koşullarda, Üçüncü Dünya Savaşı’nın başlangıç merkezi olan Ortadoğu’da başlatılan küresel ölçekli hedefleri olan bir savaşın amacına ulaşabilmesi için zeminin de buna hazır hale getirilmesi gerekiyordu. Ve bunun sağlanabilmesi için de önünde engel olarak görülenler bir an önce aşılmalıydı. Birinci Körfez Savaşı ile başlayan Üçüncü Dünya Savaşı’nın hemen ardından yaşananlar da bunu somut olarak göstermişti. Bu temelde de zemin olarak, Kurdistan’ın böyle bir savaşın temel üssü haline getirilmesi belirlenirken, aşılması gereken engel olarak da Önder Apo görülmüştü. Çünkü Kurdistan, Birinci Körfez Savaşı sonuçlarından en fazla etkilenen coğrafya olan Ortadoğu’nun merkezinde yer alan bir ülke olma konumundaydı. Kurdistan’da kendini gösteren bu etkinin gücüyle, başta sömürgeci egemen ulus-devletler olmak üzere bölgedeki tüm devletlerin ve halkların etkilenmesi kaçınılmaz bir sonuç olarak yaşanacaktı. Kurdistan’da açığa çıkan bu etkiyi Kurdistan ve bölge halklarının çıkarlarına, devrimlerden yana çevirecek olan da Önder Apo’ydu.
Üçüncü Dünya Savaşı’nı başlatanların da hedeflerine ulaşabilmeleri için ihtiyaç duydukları koşulların oluşması ve bunun sağlanması önünde teşkil eden engellerin aşılması gerekiyordu. Başta işbirlikçi-ihanetçi KDP olmak üzere Başûr Kurdistan’da kimi güçler de böyle bir hedefe ulaşılması için önceden hazır hale getirilmişti. 17 Eylül 1998’de Washington’da varılan mutabakat da bunun en somut bir belgesiydi. Yapılan bu anlaşmanın hemen ardından da engel olarak görülen Önder Apo’ya karşı planlanan uluslararası komplo devreye konuldu. Böylece kendilerine göre Önder Apo ‘devre dışı’ bırakılarak işbirlikçi hain KDP ve kullanabileceklerini düşündükleri bazı Başûr Kurdistanlı güçlerin de önü açılmış olacaktı. Yapılan planlama tamamen bunun üzerine kurulmuştu. Zaten uluslararası komplo sonrasında Üçüncü Dünya Savaşı açılan bu yolda, hedefine ulaşabilmek için yeniden Ortadoğu’da aktif hale getirildi.
11 Eylül provokasyonu
11 Eylül 2001’de, New York’taki İkiz Kulelere yönelik provokasyonun hemen ardından, “Terörle Savaş” adı altında harekete geçildi. 11 Eylül provokasyonundan sonra dönemin ABD Başkanı George W. Bush tarafından yapılan bu ilanla; daha çok da El Kaide’yle doğrudan bağlantılı olarak kabul edilen örgütlere, gruplara karşı “Büyük Ortadoğu” diye adlandırılan coğrafyanın değişik bölgelerine yönelik askeri harekatlar gündeme geldi. Afganistan’la başlatılan bu saldırıyı sırasıyla Irak ve diğer ülkeler izledi. Hedeflerinden de anlaşılacağı gibi başlatılan bu askeri harekatlar, El Kaide ve onunla bağlantılı gruplarla sınırlı değildi, Taliban gibileri de dahildi. “Terörle Savaş” adıyla başlatılan saldırıların hedefinde ise “terörü destekleyen” olarak ilan edilen rejimler ve hükümetlerde vardı.
Bu askeri harekatların en dikkat çekici yönü ise George W. Bush’un başlattığı “Terörle Savaş”a gerekçe gösterilenlerin sahada yaşananlarla tezatlık göstermesiydi. Saldırıların yapıldığı bölgelerde El Kaide, Taliban ve türevlerinin varlığı çoğunlukla kullanılan bir gerekçe olurken, daha sonra görüleceği gibi Libya ve Suriye’de yürütülen askeri harekatlarla birlikte, bu sefer de bunlar “özgürlükçü” ilan edilerek desteklenmekteydi. Türkiye’de görüldüğü gibi bir ABD projesi olarak örgütlenerek, hazırlanan AKP’nin lideri Tayyip Erdoğan, SSCB’nin Afganistan’dan çekilmesiyle birlikte başlayan süreçte başbakanlık yapan Gulbeddin Hikmetyar’ın önünde diz çökmüş foto görüntülerin yer aldığı fotoğraflarının gazetelerde yayınlanmasına herhangi bir ‘itirazda’ bulunulmuyordu.
“Büyük Ortadoğu” adıyla anılan yer altı zenginlik kaynaklarının yoğun olduğu Orta Afrika’nın, Atlas Okyanusu kıyılarına kadar olan coğrafyada bir kampanya halinde yürütülen ve adına“terörle savaş” denilen bu askeri harekatlarda, daha çok NATO devletleri ve ABD ile yakın ilişki içerisinde olan devletler, kimi zamanda bu “müdahaleleri” kendi çıkarlarına gören bölgesel devletler yer alıyorlardı. Daha çok iç ve komşu devletler arası savaşların yaşandığı bölgelerde yaşanan bu saldırılar, isim olarak birbirine yakın adlandırmalarla adlandırılıyorlardı. “Afrika Boynuzu” olarak kabul edilen Afrika’nın Kızıl Deniz ve Hint Okyanusu kenarında ve yakınında olan ülkelerde: denizlerde konumlandırılan filoların üs haline getirilerek kullanıldığı “Özgür Afrika Boynuzu Harekatı”, Afrika’nın Sahra Çölü etrafındaki ülkelere ABD 6. Filosu’nun komutası altında yürütülen NATO’nun İtalya-Sicilya’daki üssünün komuta merkezi olarak kullanıldığı “Özgür Sahra Harekatı”, Irak’a yapılan askeri harekata “Özgür Irak Harekatı” gibi verilen adlandırmalar da bunlar arasında yer alıyorlardı. Bunlar biçim olarak da birer özel harekat kapsamında planlanarak uygulamaya konulmaktaydılar. Bu yönleriyle de klasik cephe savaşlarından farklıydılar. Hatta Üçüncü Dünya Savaşı’nın başlangıcı olarak kabul edilen Irak’ın, Kuveyt’e girmesinin gerekçe olarak gösterildiği ABD’nin Körfez’e yapmış olduğu askeri harekattan da farklılıklar taşımaktaydılar. Ve bu farklılıklar da kendisini belli başlı noktalarda dışa vurmaktaydı. Bunlardan, birincisi; ABD’nin 1991 yılının ilk aylarında Körfez’e düzenlediği askeri harekatın hazırlıkları, Irak’ın Kuveyt’e yönelik saldırısıyla başlatılmış, geniş bir koalisyon cephesine dayandırılmıştı. Askeri olarak da ezici askeri gücün ve konvansiyonel silahların kullanıldığı, stratejik klasik savaş yöntemlerine başvurulan, hatta bunlardan daha fazla etkili medya kullanımının olduğu psikolojik savaşın eşliğinde başlatılmış olmasıydı. Tüm bunlara dayalı olarak, ABD’nin başını çektiği “koalisyon güçleri”, sunulan mali kaynak, gelişkin savaş tekniği ile eğitimli hava, kara ve deniz güçleriyle harekete geçmişti. Başlatılan bu savaşta ise, önce “Çöl Fırtınası” adını verdikleri yoğun hava bombardımanıyla saldırılarda bulunmuş, ardından da kara güçleri harekete geçirilmişti. Ve bu saldırılar düzenlenirken de deniz kuvvetlerinin aktif bir şekilde kullanımı söz konusu olmuştu. Yaşanan bu saldırılar karşısında ise; sekiz yıl İran’la savaşmış yıpranmış bir orduyla, altına girdiği ağır borç yüküyle, moralden düşmüş olan Irak’ın, hiçbir şansı bulunmamaktaydı. Bunun bir sonucu olarak da 17 Ocak 1991 tarihinde başlayan Birinci Körfez Savaşı iki ay gibi kısa bir sürede 1991 yılının Nisan ayının ilk haftasında Irak’ın ateşkes için kendinden istenen şartları kabul etmesiyle birlikte durdurulmuştu.
Komplodan iki yıl sonra İkiz Kuleler
İkincisi; Önder Apo’ya yönelik uygulamaya konan uluslararası komplodan yaklaşık iki yıl sonra yaşanan 11 Eylül 2001 İkiz Kuleler provokasyonunun ardından, “Terörle Savaş” adıyla özel harekatlara dayalı bir kampanya halinde yürütülen saldırılar ise, birçok yönüyle Üçüncü Dünya Savaşı’nın başlangıcı olarak kabul edilen Birinci Körfez Savaşı’ndan bu yönleriyle farklılıklar taşımaktaydı. Buna neden olan da NATO kurmaylarının, CIA uzmanlarının yapmış oldukları analizler sonucunda, Birinci Körfez Savaşı’ndan çıkarmış oldukları sonuçlardı. “Çok devletli” koalisyon güçlerine dayandığı, Birleşmiş Milletler’e ait üslerin, güçlerin kullanımını içerdiği, karasal alanda olduğu gibi, Akdeniz ve Afrika Boynuzu’na kıyı olan; Kızıldeniz ile Hint Okyanusu bölgelerindeki deniz filolarına dayanarak, denizlerde oluşturulan üstlerin kullanımını da içermekteydi.
Üçüncüsü; Birinci Körfez Savaşı, iki kutuplu dünya koşullarının ortadan kalktığı, tek kutuplu dünya içerisinde yaşanan ilk en kapsamlı bir savaştı. Bu, ABD’nin ve diğer batılı kapitalist emperyalist devletlerin, Uzakdoğu’dan Japonya’nın da mali cepheden yer aldığı 37 devletten oluşan koalisyon güçlerinin, görünen yüzüyle; Irak Saddam rejimine karşı yürütülen bir savaş olma özelliği taşımaktaydı. Çok kısa sürede Saddam Hüseyin rejimini devirme imkanına sahip olunmasına rağmen, belirli bir yere gelince durdurulan bir savaş olarak tarihe geçmişti. Bunun nedenini oluşturan da Reel Sosyalizm’in çözülmesiyle birlikte oluşan dünya koşullarında başlayan bu savaştan çok kısa sürede çıkarılan sonuçlardı. Çünkü karşılarında başını SSCB’nin çektiği askeri, teknik, eğitim ve donanım olarak NATO ile yarışan bir güç yoktu. Askeri anlamda kesin bir sonuç elde edilmiş olsa da, siyasal ve sosyal olarak aynı ölçüde sonuç elde edemeyeceklerini görmüşlerdi. Hatta daha farklı tetiklenen sorunlarla karşı karşıya gelme olasılıkları daha fazlaydı. Savaşın daha başındayken, Irak’ta Saddam Hüseyin rejimi bu doğrultuda daha farklı sorunları tetiklemeyi de amaç eden bir hareket tarzı içerisinde olmuştu. Bu çerçevede başlayan savaşı devletler arası yaşanan herhangi bir sorundan değil, farklı dinler ve inançlara sahip olunmasından kaynaklandığını, o nedenle de kendilerine saldırıldığını göstermeye çalışmıştı. Elindeki SSCB’den aldığı Scud füzelerini İsrail’e yönelterek ateşlemesinin nedeni de buydu. Bu şekilde Müslüman Arap halklarının desteğini alarak, savaşı Irak devlet sınırları dışına tüm Ortadoğu’ya taşımak istemişti.
Saddam’ın ‘Cihat’ çağrıları
Saddam Hüseyin bu doğrultuda “Cihat” çağrılarında da bulunmuştu. Irak’ın işgali ve buna karşı başlatılacak bir savaşın orta ve uzun vadede böyle bir sonuç ortaya çıkarma olasılığı da vardı. Bu da kaçınılmaz olarak daha farklı; askeri, siyasal, ideolojik, kültürel vb gibi sorunlarla karşılaşılması anlamına gelecekti. Sadece bu da değildi. Müslüman dünyasıyla karşı karşıya gelinmesi, farklı dinamikleri de tetikleyerek, ABD, -dolayısıyla koalisyon güçleri- ile Saddam Hüseyin rejimi karşıtlığını da içeren savaşın iki temel tarafı dışında, üçüncü bir tarafın da kendi alternatifini öne çıkararak daha etkili bir konuma gelmesine de imkan sunabilirdi. Tarihte yaşanan 1917 Ekim Bolşevik Devrimi bu konuda en somut bir örnek teşkil etmekteydi. Özellikle de Kürt devrimci dinamiği için böyle bir olasılık mümkündü. Yine Bolşevik Devrimi’nden farklılıkları olsa da, tarihte Selahattin Eyyubi’nin de oynamış olduğu rol de dikkat çekici bir örnek olma özelliğine sahipti. Selahattin Eyyubi’nin kendisi Arap olmamasına rağmen İslam Birliği’ne dayanarak etrafında Arap kavimlerini bir araya getirerek; Haçlı Ordusu’nun saldırılarını kırmış ve Kudüs’ün Müslümanların eline geçmesini sağlamıştı. Önder Apo içinde “ikinci bir Selahattin mi” biçiminde yapılmaya başlanılan benzeştirmelerin de varsayılan böyle bir olasılıkla doğrudan ilişkisi vardı.
Dördüncüsü; “Terörle Savaş” adı altında ağırlık olarak “Büyük Ortadoğu”da başlatılan saldırılarla yapılmaya çalışılan da, tek kutuplu dünya içerisinde kapitalist-emperyalist güçlere karşı alternatif olarak devrimci dinamiklerin ortaya çıkmasının, potansiyel güçlerin harekete geçmesinin önünün alınmak istenmesiydi. Büyük Ortadoğu olarak adlandırılan coğrafyada hem tarihselliği hem de bu tarihsellik içerisinde oluşan; toplumsal, kültürel, inançsal, dil, kimlik gibi farklılıkları içerisinde oluşan bir zenginliğe sahipti. Kimi zaman bu farklılıklar arasında değişik sorunlar nedeniyle, çatışmalara varan karşı karşıya gelişler de söz konusu olabilmekteydi. Bu farklılıkların birbirine karşıtlık temelinde tahrik edilmesi de her zaman bu çatışmaları olanaklı kılmaktaydı. Bu coğrafyada günümüze kadar eksilmeyen kabileler, inançlar, kültürler, kimlikler arasında çatışmalara, katliamlara kadar varan sorunların varlığı da bunun bir göstergesiydi. “Terörle Savaş” adı altında bir kampanya halinde yürütülen saldırılar da bu sorun ve çatışmaların yaşandığı ve farklı boyutlara ulaşma olasılığı karşısında kapitalist-emperyalist güçlerin kendilerini tahkim ederek, çıkarlarını sağlama alma ve “alan hakimiyeti” sağlama amacı taşımaktaydı. Bir nevi Büyük Ortadoğu’nun stratejik bölgelerinde temel üs alanları yaratmaktı. Bunu yaparken de kendi donanımlı güçlerini kullandığı kadar, bölgenin çatışmalara kadar varan sorun ve çelişkileri ile kontrol altında tuttukları paramiliter güçleri kullanmaktan da geri kalmamıştı.
Böylece, tek kutuplu hale gelen dünya koşullarında başlatılan savaşta mutlaka bu tür planlamaların yer aldığı, olasılıkların da hesaplandığı, stratejilerin gerektiği açığa çıkmış oluyordu. Zaten Birinci Körfez Savaşı’nın ardından NATO kurmaylarının CIA uzmanlarının yaptıkları da bundan başka bir şey değildi. ‘Modern Savaş Teorisi’ de böylesi bir süreçte NATO tarafından geliştirilmişti. 11 Eylül 2001 İkiz Kuleler provokasyonundan sonra “Terörle Savaş” adı altında başlatılan saldırılarda geliştirilen böyle bir ‘teori’ içerisinde anlam kazandı.
Öne çıkarılan özel savaş yöntemleri
ABD, 11 Eylül’ün ardından ilan ettiği “Terörle Savaşı”nı, 7 Ekim 2001 tarihinde daha çok havadan yoğun saldırılar eşliğinde, kara güçlerini de devreye koyarak Afganistan’da başlattı. El Kaide gerekçe gösterilerek başlatılan bu saldırıyla başkent Kabil ele geçirilerek, Taliban iç bölgelere çekilmeye zorlandı. Bu da Afganistan’da 20 yılı bulacak bir savaş döneminin başlaması anlamına gelecekti. ABD ve koalisyon güçleri yürüttükleri bu savaşta teknik ağırlıklı, daha çok Silahlı İnsansız Hava Araçları’nı (SİHA) kullanıp, istihbarat ve keşfe dayalı, özel harekatlara dayalı bir savaş stratejisi izledi. Taliban, diğer gruplar ve güçler de üstlendikleri alanlara dayalı, içerisinde ayaklanma ve gerilla taktiklerinin de yer aldığı uzun süreli bir savaş içerisine girdi. Afganistan’ın ardından, ikinci askeri harekat ise 20 Mart 2003 tarihinde Irak’a karşı başlatıldı. Yoğun hava saldırılarıyla başlayan ve kara güçlerinin harekete geçirilmesiyle yürütülen bu savaşta, ABD ve İngiltere’nin başını çektiği koalisyon güçleri Irak’ı bir aydan kısa bir sürede 15 Nisan’da kontrol altına aldı.
Afganistan’a yönelik yürütülen askeri harekatta olduğu gibi, Irak’a karşı başlatılan saldırılarda da benzeri “gerekçeleri” dile getirmekten geri kalmadı. Sonuçta Saddam Hüseyin rejimi devrildi. Kurulan mahkemelerde Saddam Hüseyin ve birlikte yargılandıkları kişiler içerisinden önemli bir kısmı, idam edildi. ABD ve İngiltere’nin başını çektiği koalisyon güçleri bu şekilde Saddam rejimini devirmiş oldu. Ancak bu Irak’ta savaşın bittiği anlamına gelmemekteydi. Saddam Hüseyin rejiminin yıkılmasından kısa bir süre sonra 2004 yılında, El Kaide ve Usame Bin Ladin’e bağlılık yemini eden Ebu Musab ez-Zerkavi tarafından Irak El Kaidesi kurulduğu açıklanarak, örgütlenme çalışmalarına ve eylemlerine hız kazandırıldı. Bunlar, ABD ve İngiltere’nin başını çektiği koalisyon güçlerinin Irak’taki varlığını ‘kabul etmedikleri’ gibi, Sünni bir ‘İslam Devleti’nin oluşmasından yanaydı. Daha sonra hedefler itibarıyla benzerleriyle de ittifak kuran bu grup, “Irak İslam Devleti” adını alarak etki gücünü arttırdı ve giderek saldırılarını Irak’ın geneline taşırdı. Sonradan terk etmek zorunda kalınsa da Dora kentini ele geçirdi. Daha sonra Felluce’yi de kontrol altına alarak merkez haline getirdi. Oluşan bu toprak hakimiyeti, kendilerini ‘İslam Devleti’ olarak adlandırmalarına neden oldu. Daha sonra da Suriye’de örgütlenmelerini geliştirerek buralarda toprak hakimiyeti kurmaya başlamasıyla birlikte Irak ve Şam İslam Devleti (DAİŞ) adını aldı.
Öncesinde yapılan hazırlıklar, sonra El Kaide, daha sonra da ‘İslam Devleti’ adını alarak süreç içerisinde -en son adıyla adlandıracak olursak- DAİŞ, gerek koalisyon güçlerine gerekse de onlarla işbirliği halinde olan kişi ve çevrelere ‘karşı’ askeri bir hareketlilik içerisinde oldu. Bununla birlikte Irak’ta yaşayan ve çoğunluk Şia nüfusa sahip olanlar ile Müslüman olmayan topluklara karşı örgütlenme ve saldırılarda bulunarak hakim hale gelmeye çalıştı. 2014 yılında Musul’u ele geçirerek ‘Hilafet’i ilan etti. Bunlar yaşanırken hem koalisyon güçleri hem de Saddam sonrası oluşan Irak rejim ordularıyla aralarında şiddetli çatışmalar meydana geldi. Yaşanan bu çatışmalarda koalisyon güçleri cephe savaşına girmekten daha çok, belirlenen bölgelere yönelik yoğun hava saldırıları ile kara unsurlarının birlikte, eş güdümlü hareket ettikleri özel birlik hareketlerini esas aldı. DAİŞ ise oluşturduğu psikolojik korku atmosferinin etkisiyle, karşısındakilerin geri çekildikleri kentlere girerek, kendi hükümranlığını ilan etti. İlk başlarda savaşan bir güç olma görünümünden uzak olan Irak rejim ordusu ise bu pozisyonuyla DAİŞ’in etki gücünün artmasına zemin sunmaktan öteye geçmedi. DAİŞ’in ilerleyişi karşısında savunma pozisyonunda kaldı ve savaş yerine; silah, mühimmat, erzakını bırakarak kaçmayı tercih etti. Denilebilir ki, DAİŞ, büyük oranda -ağır silahlar; tank, top, füze dahil- silah, cephane, erzak ve mali gücü bu şekilde elde etti. DAİŞ karşısında başından itibaren mevzilerini, silahlarını geride bırakarak kaçan -Saddam sonrasının- Irak rejim ordusu, ancak daha sonra koalisyon güçlerinin yoğun desteğiyle kendini toparlamaya başlayabildi. Bunun dışında örgütlenen İran’ın, büyük oranda desteğini alan Şia milis güçlerinin aktif, savaşan bir güç konuma gelmeleri de Irak rejiminin pozisyonunun güçlenmesinde önemli bir rol oynadı. 1991 Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra Irak’a yasaklanan ve koalisyon güçlerinin koruması altında olan; 32. ve 36. paralel arasında kalan coğrafyada yaşayan Kürtler ise, yaşanan bu çatışmalardan diğer bölgeler kadar etkilenmediler. Yaşanan böylesi bir süreçte, Irak devleti resmi olmasa da fiilen; Şia, Sünni ve Kürt coğrafyası olarak üçe bölünmüş oldu.
Libya ise, Afganistan ve Irak’ın ardından “Terörle Savaş” saldırılarının bir sonraki adresi olmuştu. Ancak Libya’ya yönelik başlatılan özel savaş saldırısı Afganistan ve Irak’tan farklıydı. 18 Aralık 2010 tarihinde Muhammed Buzizi’nin kendisini yakmasıyla başlayan gösteriler, Tunus’ta 18 Aralık 2010 tarihinde Zeynel Abidin Bin Ali ve Muhammed Gannuşi yönetiminin devrilmesini sağlarken, aynı zamanda neredeyse tüm Arap ülkelerini etkisi altına alan “Arap Baharı” diye anılan bir dönemin başlamasına neden olmuştu. Başlayan böylesi bir süreçte ise, Tunus’u başka Arap ve Müslüman ülkeler izlemiş hatta etkisi, Arap dünyası dışına taşarak; Ermenistan, Arnavutluk, İran vb ülkelerde domino etkisi yaratmıştı.
“Arap Baharı”nın etkilediği Arap ülkeleri arasında Libya da vardı. Refah düzeyi diğer Arap ülkelere oranla yüksek olmasına rağmen, bu ülkede demokratik hakların daha genişletilmesi istemlerinin de içerisinde olduğu temel hak talepleri vardı. Tunus’ta başlayan ve başarılı olan halk ayaklanmasının etkisiyle, Libya’da da demokratikleşme taleplerinin öne çıktığı ve giderek ülke genelinde etkili olmaya başlamasıyla ABD, İngiltere ve Fransa bunu kendileri için bir fırsat görüp harekete geçtiler. Böylece Arap dünyası içinde öne çıkan demokratikleşme istemlerinin dile getirildiği “Arap Baharını” “Arap Kışına” çevireceklerdi. Afganistan’la başlayıp, Irak’la devam eden sürece yeni bir halka daha ekleme imkanına kavuşmuş olacaklardı. Çünkü, Birinci Körfez Savaşı ile başlayan Üçüncü Dünya Savaşı içerisinde yeniden biçimlendirilmesi için iktidar değişikliğinin ön görüldüğü ülkeler arasında Libya da bulunmaktaydı. Bunun bir sonucu olarak da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararını gerekçelendirerek 18 Mart 2011 tarihinde Libya’ya yönelik hava saldırıları başlatıldı. Aynı yılın Ağustos ayı sonlarına kadar süren çatışmalar sonucunda amaçlarına ulaşmış oldular. Ancak askeri saldırıların biçimi ve yaşanan sorunlar itibarıyla Libya’da yaşananlar, Afganistan ve Irak’tan farklıydı. Gösteriler bahane edilmiş; bazı işbirlikçilerle de anlaşarak ülke bir “iç savaşa” sürüklenerek, başlatılan askeri saldırıyla Muammer Kaddafi yönetimine darbe gerçekleştirmek istenmişti. Buna karşı direniş ancak beş ay sürebilmişti. Rusya ve İran’ın, Libya’yı yalnızlaştıran politikalarından da yararlanan ABD’nin öncülüğünde gerçekleşen bu askeri müdahale, Muammer Kaddafi’nin linç edilerek katledilmesiyle sonuçlanmıştı. Muammer Kaddafi’nin katliamından sonra her ne kadar ülke yönetimine el konulmuş olsa da, Libya’da savaş daha sonra da devam etmişti. Ancak bu sefer, Kaddafi karşıtları arasında iktidar odaklı, zengin enerji kaynaklarından pay kapmaya yönelik bir savaşa dönüşmüştü. Karşı karşıya getirilerek savaştırılanlar; uluslararası alanda toplanılan paralı askeri güçler ve yine uluslararası güçler tarafından örgütlenerek bir araya getirilen İslami görünüm verilen çeteler olmuştur.
15 Mart 2011’de Suriye’de başlayan ve yine aynı yılın Nisan ayında ülke geneline yayılan gösteriler, Libya’dakine benzer bir seyir izlemiş olsa da içerisinde farklılıklarda taşımaktaydı. Bu farklılıkların başında Suriye’de “Arap Baharı”nın etkisi 2011 yılının Ocak ayından itibaren kendisini göstermeye başlaması ve küçük gruplar halinde de olsa kendini görünür kılmasıydı. Yine potansiyel olarak uluslararası ilişkileri de olan rejim karşıtlarının Suriye’de bir biçimiyle hep varlığını korumuş olmaları da söz konusuydu. Kuşkusuz rejim karşıtları da oluşmaya başlayan bu koşulları kendileri için değerlendireceklerdi. Bunun dışında Irak El Kaidesi de etki alanı olarak gördüğü Suriye içerisinde örgütlenmekteydi. Yine toplum içerisinde rejim karşıtları dışında, demokrasi ve insan hakları konusunda duyarlılık sahibi kesimlerin cılız da olsa bir örgütlülükleri bulunmaktaydı.
Suriye’de de “Arap Baharı” nın etkisi kendisini göstermeye başlamasıyla birlikte, tüm bu güçlerin harekete geçmesi için koşullar oluşmuş oluyordu. Otokratik yanı ağır basan Suriye rejimi ise o süreçte Libya’da yaşananları dikkatle izliyor, Irak’tan sonra sıranın kendisine geldiğini görüyordu. Suriye rejimi tüm bunların yarattığı korku ve telaşla, gösterileri geleneksel katliamcı, baskıcı tutumuyla ezmeye çalışması ve “ateşin üzerine benzinle gitmesi” başlayan gösterilerin daha da yaygınlaşmasının ve giderek de ayaklanmaya dönüşmesinin önünü açtı.
TC’nin işgalinde bir uzlaşma durumu var
Bunun bir sonucu olarak da rejim karşısında silahlanmış gruplar sokaklara çıkmaya, devlet kurumlarına, rejim yanlılarına saldırı pozisyonuna geçmişti. Daha sonra bu gruplar ordudan firar edenlerin katılımıyla büyümeye ve örgütlenmeye başlamıştı. Büyük oranda ordudan firar edenlerin yer aldığı “Özgür Suriye Ordusu” (ÖSO) böylesi bir süreçte oluşmuştur. ÖSO, hem rejim karşıtlarının bir araya geldiği hem de ABD, Suudi Arabistan, Katar ve TC gibi devletlerin el attığı; askeri, mali, eğitim ve nitelikli güç verme dahil birçok konuda destekledikleri adres haline gelmiştir. Bu aynı zamanda ABD’nin “Terörle Savaş” adı altında başlattığı, özel savaş kapsamında planladığı “Özel Harekatların” hedefinde olan Suriye’ye doğrudan yönelmesi için ‘en uygun an’ anlamına gelmiş ve bunu kendisi için bir fırsata dönüştürmüştür. Ancak ABD için oluşan bu fırsat, yıllardır böyle bir imkanın oluşmasını bekleyen başta soykırımcı, sömürgeci faşist TC olmak üzere kimi devletler için de benzeri bir anlam ifade etmiş ve onun içindir ki, ABD’den daha hızlı davranmayı kendi çıkarları doğrultusunda, bölgesel amaçlarına ulaşmak için değerlendirmiştir.
Suriye’de çatışmaların giderek boyutlanması, farklı grup ve örgütlerin denetiminde kentlerin ve bölgelerin oluşmasına neden olmuş, rejim Şam merkezi ve Arap Alevilerinin yoğun olduğu Lazkiye, Tartus gibi bölgelere sıkışmıştır. Giderek de Arap dünyası dahil uluslararası alanda, meşruluğu tartışmalı bir hale gelmiştir. Bu şekilde bölge devletleri ve uluslararası güçlerin Suriye’ye müdahaleleri cepheden bir savaş olma boyutuna taşırılmamıştır. Böyle bir tablonun oluşumunda Rusya, İran ve Çin’in rolü büyüktür. Özellikle de İran ve Rusya’nın doğrudan Suriye rejiminin yanında saf tutmuş olması, Suriye’nin Libya’laşmasının önüne geçtiği gibi; bölge devletlerinin ve uluslararası güçlerin doğrudan Suriye Devleti ile savaşa girmelerini engellemişlerdir. Fakat Suriye devlet sınırları içerisinde bu devletlerin askeri güç bulundurmalarının ve özel askeri harekatlar geliştirmelerinin önüne geçememişlerdir. Hatta denilebilir ki, kimi zaman onlarla özel harekatların geliştirilmesi konusunda konsensüs sağladıkları da söylenebilir. TC Devleti’nin Suriye devlet sınırları içerisindeki varlığı her ne kadar görünen kısmıyla, kontrolü altında örgütlenen çeteler üzerinden sağlanıyorsa, özünde böyle bir uzlaşmaya dayanmaktadır. Aynı şekilde ABD ve koalisyon güçleri de DAİŞ’e karşı mücadele ya da “Terörle Savaş” kapsamında ele aldığı El Kaide’nin isim değiştirmiş hali olan Cephet El Nusra yine DAİŞ gibi çete gruplarına karşı “mücadele” adı altında uygun gördüğü bölgelere konumlanmışlardır. Bu şekilde yarattıkları gerekçeler üzerinden kendilerini Suriye’ye askeri olarak konumlandırmışlardır. Burada yürüttükleri askeri faaliyetler de özel harekatlar kapsamında yürütülmektedir.
Özellikle de TC Devleti’nin Suriye’deki varlığının hem Üçüncü Dünya Savaşı içerisinde ifade ettiği anlam ve bunun uygulamaya konulmasında kullandığı yöntemler, hem de yürüttüğü özel savaş harekatları ve taktikleri boyutuyla ele almanın gereği vardır. Çünkü, TC Devleti aktif bir unsuru haline geldiği Üçüncü Dünya Savaşı’nın özel savaş boyutuyla yürütülmesinin en belirgin örnekleri arasında yer almaktadır. Öyle ki, Suriye savaşının ilk başladığı andan, hatta öncesi süreçlerden itibaren TC Devleti hep özel savaş planlaması temelinde hazırlıklarını yapmış, koşullar yaratmaya çalışmış, fırsatını yakalayınca da harekete geçmiştir. Bu çerçevede Suriye’deki çete gruplarını örgütleyerek, silahlandırarak paramiliter bir güç haline getirmiş ve ihtiyaç duydukları alanlarda, bölgelerde, ülkelerde paralı askerler olarak kullanmıştır. Yine bu güçlere dayanarak işgal ettikleri bölgeleri fiilen ilhak etmekten ve buraların demografisini değiştirmekten de geri kalmamaktadır. Sadece bununla da sınırlı değil. Son derece bilinçli bir şekilde Suriye halkını, göçe zorlayarak, bazen de teşvik ederek, yönlerini Türkiye’ye çevirmelerini sağlamış ve Türkiye’de açtığı sözde mülteci kamplarını birer kontra yetiştirme ‘okuluna’ çevirmiştir. Buralardan devşirdiklerinden paramiliter güçler oluşturarak, ihtiyaç duydukları alan ve bölgelerde kullandığı gibi, bu kampları hem fuhuş ve uyuşturucu “yuvaları” hem de ucuz işgücü deposu haline getirmekten geri kalmamıştır. Ayrıca soykırımcı TC Devleti, kontrolü altına aldığı DAİŞ gibi çete yapılanmalarının işledikleri cinayet ve yaptıkları katliamlara dayalı korku atmosferi yaratarak tam bir psikolojik savaş yürütmüştür. Bu çete gruplarını, Kurdistan’da, Türkiye’de olduğu gibi, Avrupa ülkelerinde de birer katliam gücü olarak kullanmıştır. Hepsi birer özel savaş planlaması ve taktiği olan bu yönelimleriyle de Efrîn’den, Halep’e ve İran sınırına kadar olan; Rojava ve Başûr Kurdistan’ı içerisine alan coğrafyayı işgal ederek; sınırlarına dahil etmek istemektedir. Bununla da Ortadoğu’nun temel hegemon gücü haline gelme stratejisini pratikleştirmeye çalışmış ve böyle bir hedefe ulaşmak için de, uluslararası güçler arasındaki çelişkiyi kullanmaktan ve Türkiye’nin jeostratejik konumu pazarlanmaktan geri kalmamıştır.
Demokrasinin önü kesildi
“Büyük Ortadoğu” coğrafyasının geneline taşırılan Üçüncü Dünya Savaşı’nın almış olduğu bu biçim Tunus ve Mısır’a karşı biraz daha farklı yaşanmıştır. Bu yönleriyle de Libya ve Suriye’den farklı bir yol izlenilmiştir. “Arap Baharı”na ev sahipliği yapan Tunus diktatör Zeynel Abidin Bin Ali ve Muhammed Gannuşi iktidarın devrilmesine rağmen demokratikleşmenin önü, önce örgütlü İslami görünüm altındaki örgütler, ardından da uluslararası güçlerin doğrudan desteklediği güçler tarafından kesilmiştir. Aynı şekilde Mısır’da, Tahrir Meydanı gösterileri ile yıkılan Hüsnü Mübarek rejimi yerine önce İslami görünümlü Mursi yönetimi oluşturulmuş, ardından da onun yerine ordu tarafından yapılan darbe ile Sisi iktidara taşınarak demokratikleşmenin önüne geçilmiştir.
Üçüncü Dünya Savaşı’nın Ortadoğu’da -daha geniş bir coğrafyayı kapsayan adıyla “Büyük Ortadoğu” sınırları- bahsini ettiğimiz ülkelerle de sınırlı kalmamıştır. Bu ülkelere başkaları da dahil edilerek, sınırları daha da genişlemektedir. “Büyük Ortadoğu”da Üçüncü Dünya Savaşı’nın sınırları genişletilirken, çözümsüzlük içerisinde adeta kangrene dönüşen; ulusal, dinsel, bölgesel sorunların olduğu kadar, bunlara dahil edilen başka sorunların kullanılmasından geri kalınmamaktadır. Hatta bunların dışında politik stratejik hedefler doğrultusunda oluşturulan, eklemlenen sorunların varlığı da söz konusudur. Öyle ki, eklemlenen bu sorunların yaratıcısı Üçüncü Dünya Savaşı’nın en temel aktörlerinden her hangi birisi olabilmektedir. Bu anlamda belirlenen stratejik hedeflere ulaşmak için savaşın tarafları aynı taktikleri hem belirlenen jeo stratejik bölgelerde hem de birbirlerine karşı uygulamaktan geri kalmamaktadırlar. 2023 yılının başlarından itibaren Orta Afrika ülkelerinde birbirinin ardı sıra yapılan darbeler bu konuda en somut örneklerdir.
2023 öncesinde yaşanmaya başlamış olsa da en dikkat çekici haliyle 2023 ortalarına kadar ard arda Orta Afrika’nın batı kıyısına varıncaya kadar birçok ülkede (Gana, Burkina Faso, Nijer ve Gabon) yaşanan askeri darbelerde her ne kadar ülke içi siyasal ve toplumsal sorunlar gerekçe olarak gösterilmeye çalışılmış olsa da, bu darbelerin Üçüncü Dünya Savaşı ile olan bağları görmezden gelinemez. Darbeyi yapan kesimlerin uluslararası ilişkileri ve bağları da bunu gerekli kılmaktadır. Özellikle de Nijer ve Gabon darbelerinde çok net bir şekilde kendisini göstermektedir. En dikkat çekici olanı da bu darbelerle birlikte Üçüncü Dünya Savaşı’yla ilgili gündemin birden Ukrayna’dan, Orta Afrika’ya kayması ve Rusya’yı rahatlatmış olmasıdır. Burada görülmesi gereken, bir başka husus da Orta Afrika ülkelerinde bu darbeleri yapanların, Rusya ile olan ilişkileridir. Yine ABD’nin özel savaşın temel ayaklarından biri olarak gördüğü askeri darbelerin, Rusya tarafından Üçüncü Dünya Savaşı içerisinde ABD’yi zayıflatmak ve etki gücünü kırmak için kullanılmış olmasıdır.
7 Ekim 2023 günü Hamas’ın saldırıları ile başlayan İsrail-Hamas çatışmasının ise, Orta Afrika’da yaşanan darbelerle benzeştirilmesi mümkün olmasa da, doğrudan Üçüncü Dünya Savaşı ile olan bağı görmezden gelinemez. Aksine Üçüncü Dünya Savaşı’nın varmış olduğu boyutla doğrudan ilişki halinde yaşanan bir çatışma olma özelliğine sahiptir. Hatta çatışmanın temel aktörleri ile çatışmanın yaşanmaya başladığı koşullar birlikte ele alındığında bir provokasyon ve özel savaş oyunu olduğu yönünde bir belirlemede bulunma olasılığı da söz konusu olabilmektedir. İsrail’in Ulusal İstihbarat Teşkilatı (MOSSAD) ile Hamas (İslami Direniş Hareketi) arasındaki ilişki de böyle bir olasılık kapsamında tutmaktadır. Çünkü çatışmaların başlamasının ardından, İsrail’in temel gündemi olan iç sorunlar ve protesto gösterileri birden kesilmiştir. Yine başlattığı saldırı ile Filistin içerisinde Hamas kendi pozisyonunu güçlendirirken, rakibi konumunda olan hareketleri ve örgütleri de oldukça zayıf bir konuma düşürmüştür. Bu durumda başlayan çatışmadan en kazançlı çıkan; kendi cephelerinde dincilik ve milliyetçilik gibi ortak bileşkelere sahip olan; Binyamin Netanyahu hükümeti ile Hamas olmuştur. Ayrıca Hindistan’da yapılan son G20 toplantısında Hindistan-Suudi Arabistan-İsrail-Güney Kıbrıs-Yunanistan hattını izleyen Asya-Avrupa yeni enerji yolu projesinin neden olduğu çıkar çelişkisi ve çatışmalar da söz konusudur.
Erdoğan enerji yolunu sabote edeceğini açıkça duyurmuştu
Soykırımcı, sömürgeci TC ise ilan edilen bu projenin karşısında yer aldığını ve bunu bizzat Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ağzından açıkça sabote edeceğini açıklayan bir devlet pozisyonundadır. TC’nin, Hamas ilişkileri dikkate alındığında, Hamas’ın, İsrail’e yönelik başlattığı saldırıda böyle bir etkenin rolünün olma olasılığı da bulunmaktadır. Hamas’ın bir taraftan Binyamin Netanyahu hükümetiyle İsrail ve Filistin halkının kanı üzerinden kurduğu kirli ortaklık, diğer taraftan İsrail devlet çıkarlarına olan bir projeyi baltalamaya yönelik saldırıda bulunması birbiriyle çelişkiymiş gibi görünse de, Hamas gibi örgütlerin karakteri dikkate alındığında özünde bunun bir çelişki olmadığı da kendiliğinden anlaşılmış olacaktır. Ki, çoğu kez karşı karşıya geldikleri devletlerin hizmetinde rol sahibi kılınan El Kaide, DAİŞ gibi provokasyon örgütlerinin pratikleri de bunun örnekleriyle doludur.
Birinci Körfez Savaşı ile başlayan Üçüncü Dünya Savaşı “Büyük Ortadoğu” olarak adlandırılan coğrafya üzerinde bir özel savaş yöntemleri biçiminde sürdürülüyor. Özel operasyonel güçlerin kullanıldığı, kirli ilişkilerin kurulduğu, her türlü istihbarat ve keşif imkanının sunulduğu planlama ve hazırlıkların yapıldığı, bağlayıcı her hangi bir kuralı olmayan, ama tüm yaptıklarına, işlenen insanlık ve savaş suçlarına; “terörle savaş” adı altında ‘yasallığın’ kazandırıldığı bir süreç sözkonusu. Her türlü tekniğin kullanımına imkan sunulduğu, entrika, komplo ve provokasyona başvurulduğu, sınırsız ve denetimsiz bir bütçenin kullanımına olanak sağlandığı, hesap sorma ve hesap vermenin olmadığı, yargılanma muafiyetinin getirildiği, sınırsız imkanlarla donatıldığı Özel Harekatlar olarak günümüze kadar yürütülerek getirilmiştir.
Siyasal ve askeri taktik açıdan Birinci Körfez Savaşı’ndan önemli sonuçlar çıkarılmasına rağmen, sorunları ele alış ve çözüm yönteminde ise; yaşananlardan da anlaşılacağı gibi, 20. yüzyılın dünyasının düşünce kalıplarına ve alışkanlıklarına sarılarak, attıkları her adımda sorunların daha da içerisinde çıkılmaz hale gelmesine ve büyümesine yol açmışlardır. Tepeden iktidarı değiştirerek asıl sorunların “çözüleceği”ni düşünerek hareket etmişler ve stratejilerini de buna göre belirlemişlerdir. Bunu sağlamak için de İkinci Dünya Savaşı sonrası sosyalizme, ulusal kurtuluş hareketlerine, sınıf mücadelesi ve devrimci hareketlere karşı geliştirilen, kullanılan klasik özel savaş taktiklerinin sınırlarını mantık ve strateji olarak aşamamışlardır.