A- BİLİMSEL SOSYALİZMİN BUNALIMI
Uygarlık sistemlerinde bu husus bariz bir biçimde görülebilir. Hegemonya sadece ekonomik ve askeri alanlarla sınırlı kalmaz; tüm toplumsal alanlarda, ideolojik, hukuki, politik, sosyal, kültürel ve ekolojik olarak toplumsal yaşamla ilgili her alanda kendisini tesis etmeye çalışır. Kapitalist uygarlık veya diğer bir deyişle modernite sistemindeki toplumsal alanlarla ilgili hegemonya hem çok yoğundur, hem de bu hegemonyaya şiddet öğesi damgasını vurur. Kapitalist modernite Batı Avrupa’da yükselişe geçtiğinde (16. yüzyılda) ve geleneksel toplumun her alanıyla çatışmaya girdiğinde, kendini meşrulaştırmak için güçlü ideolojik araçlar geliştirdi. Özellikle üç büyük tek tanrılı dinle yoğun bir mücadeleye girişti. O dönemde daha çok Avrupa’da egemen olan hıristiyanlığın katolik mezhebini dönüşüme zorladı. Bilindiği gibi hıristiyanlığın bir nevi millileşmesi demek olan protestanlık mezhebi bu süreçte resmen ilan edildi. İlkin Almanya’da (1517’lerde) ilan edilen protestanlık, kapitalizmin ilk ideolojik zaferidir. Daha sonra gelişen Rönesans’la birlikte antikçağ felsefesinin tercüme edilmesi ve islami kültürün aktarımı, felsefenin yeniden güçlü ideolojik bir tema olarak doğuşuna yol açtı. 17. yüzyıl bir anlamda felsefi devrim yüzyılıdır. Descartes, Spinoza, Bacon, Bruno, Erasmus gibi değerler bu devrimin yolunu açanların başında gelmektedir. Kapitalizmin gelişmesi geleneksel dinsel ideolojinin gerilemesinde ve kendi çıkarlarını meşrulaştıran felsefi ekollerin gelişmesinde de etkili oldu.
Felsefi devrimle birlikte 18. yüzyılda bilimsel devrim gerçekleşti. Aynı zamanda ‘Aydınlanma Yüzyılı’ olan 18. yüzyılda, dinden bağımsız laik düşünce büyük gelişme kaydetti. Yüzyılın sonunda gerçekleşen Fransız politik devrimiyle İngiliz sanayi devrimi sosyal bilimlerde de devrime zorladı. 19. yüzyıl bu bakımdan sosyal bilimlerde devrim yüzyılı olarak da anlam ifade eder. Sosyoloji her ne kadar Auguste Comte’nin kavramsallaştırmaya çalıştığı sosyal bilimlerin yeni adı olsa da, gerçek sosyolojiyi Karl Marks ve Friedrich Engels ‘Bilimsel Sosyalizm’ olarak inşa ve ilan ettiler. Tarihsel ve materyalist temeli olan bilimsel sosyalizm, düşüncede diyalektik yöntemi esas alıyordu. Ayrıca sınıf temelliydi ve proletaryayı özne olarak değerlendiriyordu. Hem tarih felsefesinin hem de diyalektik düşüncenin yeni peygamberi olarak Hegel, tüm sosyal bilimleri, bu arada A. Comte sosyolojisi ile K. Marks ve F. Engels’in bilimsel sosyalizmini derinden etkilemişti. Hegel ulus devleti en son ve en gelişkin toplumsal kategori olarak ilan etmişti. Ulus devletle bireyin azami özgürlüğüne kavuşacağını sanıyordu. En gelişmiş toplumsal yapı olarak ulus devletin bireye azami özgürleşme imkanı sağladığı ideası buydu. K. Marks ve F. Engels’in kendileri de Alman oldukları için, Hegel’in Alman devletinin merkezileşmesi ve ulus devlet olarak şekillenmesi gerektiği yolundaki görüşlerini ilerlemeci bir gelişme olarak yargılamaktan geri kalmadılar. Başta Bakunin olmak üzere, anarşistler bu yargılamaya karşı çıktılar. Ulus devletin en gelişmiş birey özgürlüğünü değil modern köleliği ifade ettiğini, komüniteler halinde yaşamanın bireysel özgürlüğe daha çok katkı sağlayacağını idea ettiler.
Bilimsel sosyalizm kendisi için çatı olarak merkezi ulus devleti aldı. Her ülkenin proleter sınıfı öncelikle hem bu çatının gelişmesi için çaba harcamalı, hem de bu çatı altında kendi sınıf örgütlenmesini yaratmalıydı. Enternasyonalizmin yolu milli sınıf devletinden geçecekti. Bilimsel sosyalizm realize oldukça kendini reel sosyalizm olarak ifade etmeye başladı. Sovyetler Birliği’nin inşasıyla kendini resmen reel sosyalist sistem olarak ilan etti. Reel sosyalizmin devleti de proleter öncülüklü ulus devletti. Hatta proleter ulus devlet burjuva ulus devletten çok daha fazla merkezileşmek ve topluma yayılmakla farkını ortaya koymaktan da geri durmadı. Bir nevi proleter ‘Firavun Sosyalizmi’ doğmuştu. Geri kalmış ve kapitalist hegemonyaya bağlanmış ülkeler ve ulusların kapitalistleşme modeli olan bürokratik kapitalizme sosyalizm adı verildi. Bilimsel sosyalizm reel sosyalizm, reel sosyalizm olarak gerçekleşen bürokratik kapitalizm (kolektif kapitalizm) de sosyalizm olmuştu. Bu sosyalizmin iç nedenlerle çürüye çürüye 1990’ların başlarında gümbürtüyle çözüldüğüne ve çöktüğüne bizzat tanık olduk. Sosyalizmin böylesi çözülüşüne inanamıyorduk, ama çözülüş ve çöküş gerçekti. Aslında çözülenin sosyalizm değil, bürokratik kapitalizm olduğu açıktı; o da ulus devletin kendisini bizzat kapitalist özne olarak örgütlemesiydi. Yani sınıfsız bir toplum yaratmak isteyen proletaryanın kendisi en vahşi kapitalist sınıfa dönüşmüştü. Diyalektiğin bir cilvesi de böyle gerçekleşmişti.
Reel sosyalizmin devletinin ne olduğunu tam bilmiyorduk
PKK çok kalın hatlarıyla bir taslağını sunduğumuz reel sosyalizmin bu ulus devlet anlayışından etkilenmişti. Hem de sığ ve kaba biçimde bir etkilenme söz konusuydu. Kültürel düzeyimiz bu kadarına el veriyordu. Daha doğrusu, reel sosyalizmin devletinin ne olduğunu tam bilmiyorduk. Muğlak, her türlü yoruma açık kapı bırakan bir bilinçten bahsedilebilirdi. Gerek ideolojik ve siyasi görüş olarak doğuşta, yani parti oluşta, gerekse savaşan bir örgüt haline gelişte ‘bağımsız, birleşik, demokratik Kürdistan’ kavramını sıkça kullandık. Ama bu Kürdistan’ın tam olarak ne olduğunu doğrusu netçe tanımlayamıyorduk. Eşit ve özgür bir toplum muydu ya da dönemin sosyalist devletleri gibi bir devlet mi olacaktı? Daha da geri biçimiyle sadece milli bir devlet olabilir miydi? Yoksa demokratik toplumlu bir Kürdistan’ı mı kastediyorduk? Doğrusu, tüm bu sorulara ilişkin net bir cevabımız yoktu.
Devrimci halk savaşımızın ve militan örgütün hedefi bu sorular kapsamında muğlaktı; her yöne doğru yorumlanabilirdi. İçinde bulunulan koşullar gereği sapmaya yol açabilecek sorularla karşı karşıyaydık. Bir savaşın ve ordusunun hedefleri net olmadıkça, hatalara düşmesi ve hatta yozlaşması daima mümkündü. Zaferin eşiğine de gelinse, ne yapılacağının tam ve net olarak bilinememesi dağılmaları da beraberinde getirebilirdi. Örneğin Spartaküs’ün savaşçıları Roma’yı düşürebilecek durumdaydılar, ama Roma’yı ne yapacaklarını ve nasıl yöneteceklerini bilmiyorlardı. Belki yağmalayabilirlerdi. Yağmalamak ise, yenilgiye giden yolun kendisiydi. Devrimci halk savaşı deneyimimiz de birçok büyük başarının eşiğine gelmişti. Ama sonrasında ne yapacağımızı tam kestiremiyorduk. Birçok bölgede devrimci otoritenin koşulları doğmuştu. Fakat kadro veya komuta adaylarımız devrimci otoritenin ne olduğunu bile bilmiyorlardı. Hatta bir ara şu halk deyişini bir uyarı olarak dillendirmiştim: “Çingene’ye paşalık verilmiş, o da önce babasını asmış.” Durum bizde de biraz böyleydi. Devrimci otoriteyi halkımızın başında patlattık. Halen hatırımdadır: Hakkarili üniversite öğrencisi bir genç, Hogir’ın yanına hizmet etmeye ve her türlü katkıyı sunmaya geliyor. Bu alçağın yaptığı ilk iş ise ‘ajandır’ deyip öldürmek oluyor. Yine desteği çok kritik olan bir aşiretin reisinin oğlu her gün en zor koşullarda aşiret üyeleriyle birlikte hizmet sunmaya geliyor, sürekli hizmet ediyor. Onu da öldürüyor. Çok değer verdiğim ve sonra ailenin tek erkek çocuğu olduğunu öğrendiğim (babası çok büyük bir trajedi yaşadı. Hiç unutamadığım binlerce trajik olaydan biridir) Cihan kod adlı fedakar militan arkadaşı Dersim’e, Hıdır Yalçın (Serhat ) ve Aysel Çürükkaya’nın yanına destek amacıyla göndermiştim. Sırf otoritelerine ortak olacak endişesiyle kendisini alçakça katletmekten çekinmemişlerdi.
Şemdin Sakık alçağının da bu tarzda işlediği cinayetlerin haddi hesabı yoktur. ‘Çingene paşası’ sözünü onun bu özelliği için kullanmıştım. Fakat sadece bunlar değil, komutanın ezici bir çoğunluğu da tarihsel bir zaferin eşiğinde olan devrimci halk otoritesini böyle alçakça, haince ve amansızca kullanmaktan çekinmiyordu. Bu yöntemle otorite olacaklarını, astığı astık kestiği kestik kalacaklarını zannediyorlardı. Denilebilir ki, tam da zaferin eşliğine gelmişken bu otorite yozlaşmasını yaşadık. Şüphesiz gladio-JİTEM’in bu yozlaşmadaki direkt ve dolaylı etkileri göz ardı edilemez. Ama olumsuzlukların büyük çoğunluğu kesinlikle ‘otorite ve iktidar hastalığı’ndan kaynaklanıyordu. Halkın desteğinin zirve yaptığı süreçte halka böylesine hor ve hodkam yaklaşılması, bilinçli yapılan en büyük ihanetten daha tahripkar sonuçlara yol açtı. Bu yaklaşım kontrgerilla uygulamalarıyla birleşince, halkın desteği sadece azalmadı veya kesilmedi, birçok insan kendisini korumak için korucu olmaktan bile çekinmedi. Halktan milyonlarca fedakar insanımız devrimci otoritenin kendilerine sahip çıkmamasından ötürü aç, perişan ve sefil bir biçimde metropollerin varoşlarına yığıldı. Çöplüklerden beslendi. Bu tipte alçak komuta adaylarının ise hiçbir şeyleri eksik değildi. Şüphesiz burada büyük fedakarlık pahasına halkı için her şeyi yapanları, amansız koşullarda aç ve susuz kalanları, karda kışta son nefesine kadar direnerek şehit olanları ve halen yaşayanları tenzih ediyoruz.
Otorite felsefede en çok tartışılan politik, toplumsal konulardan biridir. Toplumlar geliştikçe otoritenin de gelişmesi kaçınılmaz olur. Klan toplumundan günümüzün hegemonik toplumlarına kadar tüm toplumlarda çok değişik ve farklı otorite türlerine tanıklık edilmiştir. Kural olarak otorite kötülenemez. Otoriteler kendi koşulları ve işlevleri ışığında değerlendirilerek tanımlanmak durumundadır. Anaerk de bir otoritedir, ama çok değerli ve üretkendir. Ataerk daha değişik bir otoritedir. Olumlu ve olumsuz yanları iç içe geçmiştir. Hiyerarşik otorite başlangıçta oldukça düzenleyici rol oynasa da, daha sonra giderek yozlaşmıştır. İktidara dönüşen otorite, mutlak kötülük sınırına dayanmış otorite anlamına gelir. İktidar otoritesinin tarih boyunca kötülük kaynağı olarak düşünülmesi, gaspçı ve köleleştirici karakterinden ötürüdür. Devlet otoritesi olumlu ve olumsuz özellikleri iç içe taşır. Kamusal anlamda zorunluluk arz eden yanları vardır. Sıkça iktidar amaçlı kullanılan ve zorunluluk arz etmeyen olumsuz yanları da vardır. Demokratik otorite çok daha değişik bir otorite türüdür. Toplumun günlük olarak kendi kendini yönetmesi anlamına gelir. Politik yönetim kolektif tartışmayı ve özellikle tüm halkın hayati çıkarlarını esas almak zorunda olduğundan ötürü çok değerlidir ve ahlaki yaşamın güvencesidir, bu yaşamın köşe taşıdır. Bunların dışında bilimsel, ekonomik, dinsel vb birçok alanda değişik otorite biçimlerine tanık oluyoruz. Tutuculaştırılmamak, kişisel ve zümresel çıkarlara dönüştürülmemek kaydıyla tüm bu alanlardaki otoriteler değerli ve vazgeçilmezdir.
Devrimci otorite tüm bu alanlarda olması gereken otoritenin doğuş anını ifade eder. Daha sonra kurumlaşacak olan otoritedir. İlk başlarda kişisel yanı ağır bassa da, kolektif olması hep tercih edilir. Şüphesiz her kişisel otorite kötü değildir. Yerinde ve tarihi toplumsal anlamda kullanıldığında, kişisel otoriteler büyük değerler üretir. Toplumsal değişim ve dönüşümün daha hızlı ve başarılı olmasını sağlar. Ama bazen tersi de söz konusu olabilir. Olumlu tarihsel kişilikler kadar olumsuz kişilikler de vardır. Dolayısıyla kolektif otoriteden hiç vazgeçmemek gerekir. Kişisel otorite olumlu olduğunda bile, yanından kolektif otoriteyi eksik etmemek büyük önem taşır. İster kolektif ister kişisel olsun, toplumun daha sonraki kurumsallaşmasına yol açacağından, devrimci otorite çok değerli ve hassastır. Doğru ve yerinde kullanılması hayati önem arz etmektedir. Zamanında kullanımı da çok önemlidir. Böylesi koşullarda devrimci otoriteyle oynamak, onu bencil kişisel çıkarları adına olumsuz ve kötüye kullanmak topluma, halka ve hatta devlete en büyük kötülük olur.
Biz otorite olabilmiştik. Ama otoriteyle neyi gerçekleştireceğimizi ya bilmiyorduk ya da ‘ne oldum delisi’ misali herkes kendinden yana yontmaya çalışıyordu. Herkes derken, çok değerli ve fedakar isimsiz kahramanları değil, komutaya hakkını vermeyenleri ve yetkisini oportünistçe kullananları kastetmekteyim. Devlet otoritesini veya herhangi bir otoriteyi temsil etmeleri bir yana, bu tiplerin onu en aşağılık amaçları için kullanmaktan vazgeçmedikleri açığa çıkmıştı. PKK’deki bunalımın temelinde otorite olma ve iktidarlaşmanın çarpık, yoz ve düşürücü biçimlerinin gelişmesi yatar. Yaşanan, iktidarlaşma hastalığıdır. Reel sosyalizmde de yoğunca yaşanan bir hastalıktır bu. Uygarlık tarihindeki tüm hastalıkların veya toplumsal sorunların temelinde ağırlıklı olarak iktidar gücünün, özellikle bu gücün toplumu baskı altına alması ve istismar etmesinin yattığını iyi bilmek gerekir. PKK’de bu hastalık ağırlıklı olarak 1990’lar sonrasında olanca ağırlığıyla etkili olmaya başladı. Hiç şüphesiz bu tür anlayışların kültürel temelleri toplumlarda hep vardır. Fırsat bulduklarında sorunları çözme adına alevlendirmekten çekinmezler. Kültürel etkinin olumsuz biçimlerinin üstesinden gelmek için ideolojik ve politik partiye gereksinim duyuluyordu. Fakat partinin kendisi reel sosyalizmde sınırsız otorite ve iktidarın kaynağına dönüştü. Ulus devlet modeli en çok partileşme yoluyla kendini üretiyordu. Ulus devletlerde partiler, ulus devlet iktidarını ele geçirmenin veya aynı iktidarı topluma taşırma ve meşrulaştırmanın aracı olarak rol oynadılar. Reel sosyalizm bu anlayışın en çok uygulandığı ve tekleştirildiği sistem oldu. Tek partili sistem olmak, parti devleti olmak demektir. Sosyalizmin sonunu getiren işte bu parti devleti olma anlayışıydı.
Kürt toplumu gibi yüzyıllarca ezilmiş bir toplumda şekillenen birey, eline geçen her otoriteyi kendine uygulandığı gibi uygulamaktan kolay kolay vazgeçemez. Çünkü bu kültürle yoğrulmuştur. Doğru otorite anlayışı geliştirilmeyince, geriye düşmanından öğrendiğini uygulamak kalır. Bu kısır döngünün reel sosyalizmde kırılması şurada kalsın, daha da geliştirildiğini biliyoruz.
1995’ler ilk defa kendim de bıkkınlık hissettiğim dönem oldu
PKK’nin reel sosyalizmden öğrenmeye çalıştığı ve devlet anlayışı dışında yaşadığı, muğlaklığı artıran diğer önemli bir etken olan bu yönlü otorite, Türkiye Cumhuriyeti adı altındaki iktidarın doğasından kaynaklanmaktadır. Ortadoğu ve Bizans iktidar mirası üzerine kurulmuş olan Osmanlı İmparatorluğu, bu mirası kısmen de olsa olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti’ne devretti. Yeni rejim bu mirasa kapitalist modernitenin ulus devlet unsurunu aşılayarak, adeta toplumu yutan yeni bir canavara (modern Leviathan’a) dönüştürdü. Cumhuriyet iktidarında Kürtler hem ana unsur rolündeydiler, hem de kısa süre sonra varlık olarak inkar edilmişlerdi. Bu durum sadece Kürt sorununu en acılı ve kanlı bir sorun haline getirmekle kalmıyor, aynı zamanda iktidar sorunu konusunda çok karmaşık ve köreltici bir işlev görüyordu. İktidardan payını (burjuvazi veya egemen sınıflar için) görünmez kıldığı gibi, toplum olarak da Kürtleri boşta ve hiçlikte bırakıyordu. Bu durum doğal olarak yanlış bir iktidar veya otorite anlayışına yol açıyordu. Ayrılıkçılık denen tutumu aslında rejimin kendisi yapıyor, fakat inkar ettiği ortağını ayrılıkçılık ve bölücülükle suçluyordu. Falsifikasyon böyle yapılıyordu. Şüphesiz bu gerçeği ortak örgüt veya iktidar gerçeği için belirtmiyorum; gerçeğin nasıl saptırıcı ve köreltici bir olguya dönüştürüldüğünü ifade etmeye çalışıyorum. Bu gerçeklik yanlış kurgulanmış bir ulus devlet talebine yol açar. Temel yanlış olunca da, örgütte veya PKK’de ideolojik ve politik muğlaklığın artması söz konusu olur.
Muğlaklığa iki katlı olarak düşmüş bulunuyoruz: Birincisi, reel sosyalizmin tek partili ulus devletçiği; ikincisi, TC adı altındaki iktidar kurgulanmasının Kürt inkarına dayalı karmaşık ve köreltici yapısı. Ayrıca kendine yabancılaştırılmış ezik Kürt kimliğindeki zaaflar da buna eklenince, PKK’nin iktidar ve otorite konusundaki bünyesel sorunları daha iyi anlaşılmış olur. 1990’larda iktidar ve otorite sorunları arttıkça, halkın kendini koruyacak bir otoriteye ihtiyacı gündemleştikçe ve bu ihtiyaca doğru yanıtlar verilmedikçe, sorunlar bunalıma dönüşecekti. Benim dışımda ne bu sorunları düşünen, düşünmek isteyen, ne de kaba da olsa yanıt üretmeye çalışan kimse vardı. Benim tüm gücümle yerine getirmeye çalıştığım şey örgüt ve eylemliliğin sürekliliğiydi, büyütülerek ortaya çıkarılan sorunların çözülmesiydi. Bu yaklaşım ise sonuçta sorunları daha da büyütüyordu. 1995’ler ilk defa kendim de bıkkınlık hissettiğim dönem oldu. Yöntemi aşırı tekrarladığımın farkındaydım. Bu tarzı bırakmanın, başka bir alanda başka bir tarz geliştirmenin çok daha çözümleyici ve geliştirici olacağını sadece fark etmiyor, ihtiyacını da duyuyordum. Ama Suriye’deki stratejik konumdan vazgeçmeyi siyasi ve örgütsel nedenlerle doğru bulmuyordum. Dolayısıyla tıkanmayı yaşadığım söylenebilir. Ama bu durum çalışmaların verimini asla azaltmıyor, herhangi bir kayba yol açmıyor, çok yönlü kazanmanın yolunu açmaya devam ediyordu. Fakat yine de derinden bir yöntem değiştirme ihtiyacını hep duymaktaydım.
1997-98’de yeniden dolaylı da olsa (Suriye Devlet Başkanı Hafız Esat’ın Başyardımcısı Abdülhalim Haddam’ın arabuluculuğuyla) gelişen diyalog yeni bir yönteme yol açabilirdi. Suriye bu yöntemin uygulanması için elverişli bir alandı. Dolayısıyla alanı terk etmek bu yönüyle de tercih edilmedi. Ayrıca özellikle 1990’lı yıllar sonrasında büyük evler temelinde kamplaşmayı Suriye’ye taşımıştık. İktidarla bağlarımız daha da gelişmişti. Bu yeni durumun yaşamım üzerindeki etkisinden de kısaca bahsetmem aydınlatıcı olacaktır. Hafız Esat Suriyesi’nde yaşamak büyük sorumluluk ve yetenek istiyordu. Kolayca üstesinden gelinecek bir konum değildi. İlişkinin temelinde Türkiye üzerinden gelebilecek tehdide karşı varlığımızı bir güvence olarak değerlendirme yatıyordu. Suriye’nin tarihsel olarak da kuzey komşusundan endişeleri vardı. Varlığımız kendileri için her bakımdan bir sigorta görevi görüyordu. Suriye PKK açısından bölgeye açılmanın kilit ülkesi konumundaydı. Güneybatı Kürtlerinin konumu önemimizi daha da artırıyordu. Doğru değerlendirilmesi halinde ilişkiler stratejik bir önem kazanacaktı. Ayrıca Kürtlerin iktidarın iç dengeleri üzerinde de önemli rolleri vardı. Tarihte de Kürt sürgünlerinin ilk durak yerlerindendi; değerli dostlukların alanıydı.
Bölgedeki yaklaşık yirmi yıllık yaşamımın ana noktalarına değindim. Suriye’deki son dönem çalışmalarımda iktidarın yakın etkisinden sıkıntı duyuyordum. Bu sıkıntı herhangi bir baskıdan ötürü değildi. İktidarın bozucu etkisinden endişeleniyordum. İktidara dayalı diplomasi devrimci çalışmaların doğasına pek uymaz. Lübnan’daki çalışmam bir nevi dağ çalışmasıydı. Orada daha huzurluydum. Hareket imkanları ve sağlık şartları daha uygundu. Suriye’de eve ve arabaya hapsedilmiştik. Çözümlemelere dayalı eğitim Lübnan’daki eğitimden geri değildi; daha yoğun ve nitelikliydi. Adaylarla tek tek ilgilenememeyi hep bir eksiklik saydım. Benim için o kadar değerli adaylar vardı ki, tüm ömrümü onlarla geçirmek isterdim. Ama çalışmalar beni o kadar dağıtıyordu ki, bu yüzden kendileriyle gönlümce ilgilenmeye hiç fırsat bulamadım. Büyük kısmı şehit oldu. Hepsinin yüreğimde bir ukde değeri vardır. Aslında bu tutumun altında devrimci mücadelenin yüceliğine duyduğum inanç yüzünden kişisel ilişkileri ikincil düzeye düşürmem yatıyordu. Kolektivist yaklaşım adeta bir hastalık haline gelmişti. Kişisel ilişkileri özel ilişki kategorisinde görüp horlayıcı yaklaşıyordum. Bu yüzden o yüce insanların özlemlerine tam yanıt vermemiş olmam yüreğimi hep sızlatır. Yine de hepsiyle sembolik de olsa gelişte, gidişte ve derslerde diyalog geliştirmekten geri durmadım. Halk ziyaretlerini de dilediğimce yapamıyordum. Bazı yıldönümü kutlamalarında halka hitap etmek çok genel kalıyordu ve yetersizdi. Resmi ilişkilere, iktidar kokan yaklaşımlara bu nedenle soğuk bakardım. Beni halktan uzaklaştırmanın alternatifi gibi gelirdi. Yanımıza gelen çeşitli dost kişi ve gruplara yeterince ilgi göstermemek hep iktidarlaşmanın bir sonucuydu sanki. Adeta halkla iktidar arasında gidip geliyordum. İktidar ve demokrasi ikilemindeki derinleşme bu ilişkilere çok şey borçludur.
Kadınları ayrı bir halk kategorisi gibi değerlendirdim. Koşullar çok elverişsiz olsa da, onlara yer bulmak hep dikkat ettiğim bir husustu. Kaldıkları evleri onların sorumluluğuna vermekten çekinmedim. Bazı alçaklar kadın kimliğini doğru çözümleyip özümseyemedikleri için bu yaklaşımı ve çalışmaları yanlış değerlendiriyorlardı. Kadın veya kız deyince akıllarına hep kaba cinsellik ve hafif ilişkiler geliyordu. Halbuki kadın çalışmalarında gerçeği, tarihsel ve toplumsal hakikatin önemini daha çok fark ediyordum. Onlar benim için sosyolojinin özüydüler. Çok dar da olsa kendi öz sahamda onların üzerine kurulu olan hiyerarşik düzeni yıkmam, yüzlerce kitaptan çok daha eğitici oluyordu. Onlarla kurduğum ilişki platformu erkek egemen karılı kocalı statüyü paramparça ediyordu. Aslında en çok da bu statünün parçalanmasından mutlu oluyordum. Bir cinsel obje değil, değerli bir insan oldukları açığa çıktıkça gururlanıyorduk. Bu yaklaşım özlü sevgiye giden yolu da açıyordu. Karşılıklı ama mutlaka hiçbir baskı duymadan, tarihsel ve toplumsal gerçeğin bağrında kurulan sevgi ve saygı dünyasının eşsiz bir gücü vardı. Aralarında düşkün kadınlığı aşamamış bazıları çıksa da, dedikodularıyla lekelemeye çalışsalar da, çok sayıda ve çok nitelikli kadın değerler de çıkmıştı. Onların da çoğu şehit düştü. Onlara adsız kahramanlar demeyeceğim, gerçek kahramanlar diyeceğim. Eğer yaşanılacak bir toplumsal yaşam olacaksa, bu ancak onların ölümsüz anılarına bağlılıkla ve deniz feneri gibi aydınlattıkları yolda yürümekle mümkündür. Kadınla ancak bu yücelikte bir yaşam en değerli yaşamdır. Diğer yaşamlar kuş tüyü yataklarda da geçse, bana göre çukurlarda debelenen yaşamdan farksızdır. Özcesi, şu sonuca ulaştım: Kadındaki tanrısal güzelliği, iyiliği ve doğruyu yakala ve onunla yaşa! İşte çok az da olsa bu yaşamdan karşılıklı olarak payımızı aldık, bu yaşamı paylaştık, yaşadık. Yaşadık derken, özgür yaşam felsefesinin ancak bu paylaşım temelinde anlam bulabileceğini ve tanımlanabileceğini belirtmek istedim.
Birçok sanatçı dostla bu sahada tanıştık. Birbirimizden karşılıklı ilhamlar aldık. Sanatın gerçeği açıklayan bir ifade tarzı olduğu bilgisine ulaşmamı bu dostça ilişkilere borçluyum. Tabii ki benim için bu sanatçılar içinde ilk sırada yer alan Aram Tigran’la bu sahada tanışmanın büyük tarihsel değerinden bahsediyorum. Benim için onun sanatı, dile gelen gerçek Kürt ve Kürdistan’dı. Daha lise sıralarında ona ait ilk şarkıyı tesadüfen duyduğumda kendi kendime şunları söylediğimi hiç unutamam: “Bu sesin ifade ettiği gerçeklik mutlaka yaşatılmalıdır, hem de özgürce!” Suriye’den ayrılmadan bir gün önce beraberdik. Bir daha görüşmeyebileceğimizi hiç aklımdan geçirmemiştim. Böylesi bir ayrılışı hiç istemezdim. Diyarbekir konserlerini gerçekleştirmesi onun için de mutluluktu. O bizi, biz onu takip ediyorduk. Ölüm sessizliğinin geçerli kılınmaya çalışıldığı dönemin bu davudi sesi, özgür gerçeğimizin ses sultanı olarak bizimle birlikte hep yaşayacaktır.
B- Büyük gladio komplosu
1- Suriye’den çıkış
Suriye’den çıkış NATO-gladio operasyonuyla bağlantılıdır. Türk ordusundaki ayrışmayı ve gladioyu dikkate almadan, bu operasyonu doğru yorumlayamayız. İ. Hakkı Karadayı ve Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun Genelkurmay Başkanlığı döneminde sanıldığı kadar her şeye hakim değillerdi. İkisi de Kürt sorununda Eşref Bitlis’in yaklaşımına daha yakın düşünmekteydiler. Savaşın Kürtlerin toptan tasfiyesine yönelmesini hem doğru hem de mümkün görmüyorlardı. Turgut Özal ve Eşref Bitlis’in başlatmak istedikleri barış ve siyasi çözümü hem yurtseverliğin gereği sayıyor, hem de klasik savaş anlayışına daha uygun buluyorlardı. Sakıp Sabancı da bu çizgiyi TÜSİAD içinde savunan kesimi temsil ediyordu. MİT içinde Kontrgerilla Daire Başkanı Mehmet Eymür ile Emniyetten Hanefi Avcı’nın yaklaşımı da aynı çizgi paralelindeydi. Bu ekip Susurluk olayını da değerlendirerek savaş lobisine karşı bir hamle yapmıştı. Karşı ekibi veya gladiocu kanadı esas olarak Doğan Güreş ve Çevik Bir temsil ediyordu. Sakıp Sabancı ve Hüseyin Kıvrıkoğlu’na yönelik suikast girişimlerini bu ekip yönlendirmişti. Ayrıca daha önceleri başta Turgut Özal ve Eşref Bitlis olmak üzere devlet içinde bazı kişileri tasfiye etmeyi amaçlayan çok sayıda suikastı da aynı ekibin selefleri, daha önceki uzantıları gerçekleştirmişlerdi. 1990’da genelkurmay başkanlığı sırası ordu teamüllerine göre Muhittin Fisunoğlu’na gelmişti. Doğan Güreş kuraldışı biçimde genelkurmay başkanlığı görevine getirilince, aralarındaki çatlak büyüdü. Diğer ekip ordu içinde iki PKK sempatizanı askerle Doğan Güreş’e zehirli çayla suikast girişiminde bulundu. Bu girişim tam başarıya ulaşmadı. İmralı’da özel askeri savcı bu konudaki kararı kimin verdiğini sorunca, iki askerin PKK sempatizanı olduğunu, olaydan sonra kaçıp gerilla saflarına katıldıklarını ve şehit olduklarını söylemiştim. Asıl kararın ordu içinden verildiğini tahmin ettiğimi belirtmiştim. Bu yöndeki soruşturma böylelikle kapanmıştı.
Ordu içinde bu nitelikteki çelişki 20. yüzyılın başına, hatta daha öncelerine kadar uzanır. Sultan Abdülhamit’in (hatta Sultan Abdülaziz’in) düşürülüşünden Mustafa Kemal’e suikasta, 15 Şubat 1925’te Şeyh Sait’e karşı düzenlenen komployla başlayan ve 18 Kasım 1937’de Seyit Rıza’nın komployla idam edilmesine kadar giden Kürtlere yönelik soykırım uygulamalarına, Serbest Fırka’nın kapatılmasından (1930) İnönü’nün başbakanlıktan düşürülüşüne (1937), 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden 28 Şubat 1997’deki postmodern darbeye ve en son 2000 sonrası darbe hazırlıklarına kadar geçen yaklaşık yüz yıllık süredeki tüm benzer olaylarda aynı çizgi çatışması vardır. Önce Almanya, sonra sırasıyla İngiltere ve ABD hegemonik güçler olarak bu çatışmaları dışarıdan destekleyip kontrol ediyorlardı. Tüm bu komplo ve suikast olayları özünde Ortadoğu halklarına, özellikle Anadolu ve Mezopotamya halklarına karşı yürütülen hegemonya savaşlarının birer yansımasıydı. Bunlardan PKK’nin öncülük ettiği Kürt direnişinin payına düşen ve daha önceki bölümlerde taslak halinde sunduğum dört önemli gladio savaşı dönemi vardır. Kapitalist güçlerin hegemonik savaşı Beyaz Türk faşizmi kılığına bürünerek sürdürülüyordu. M. Kemal’den beri ordu içinde bundan rahatsız olan bir kesim de her zaman vardı. Bunlar yurtsever ve Anadolucuydu. 27 Mayıs 1960 darbesinden 2000’ler sonrası darbe hazırlıklarına kadar bu yurtsever ve daha barış yanlısı diyebileceğimiz kesimin durumu darbeciler ve komplocularınkinden farklıydı. Darbeciler ve komplocuların arkasında esas olarak NATO gladiosu durmaktaydı. Ayrıca sivil toplum içinde de her iki tarafın güçlü uzantıları, odakları mevcuttu. Bunlar aralarında daimi bir ilişki ve çelişkiyi yaşarlar. Dönemlere göre birbirlerine üstünlük kurarlar. Sınıfsal olarak da millici ve işbirlikçi burjuvaları temsil etmek durumundadırlar.
İşte Suriye’den çıkış öncesinde bu iki kesim arasında yine rekabet baş göstermişti. Bizimle diyalogdan yana olanlarla karşı olanlar arasındaki rekabet, İsrail ve ABD’nin de desteğiyle NATO-gladiocu kanadın yani savaş ve imha yanlısı kesimin lehine sonuçlanmıştı. Çıkışın az öncesinde İsrail istihbaratı dolaylı yoldan ısrarla Suriye’den çıkmam gerektiği mesajını vermişti. Ayrılmayı uygun bulmamıştım. Suriye’deki konumumuzun büyük darbe almasından çekinmiştim. Stratejik ve ideolojik olarak da bunu doğru bulmuyordum. Savaş doğal seyrinde yürüyecek, kaderde olan yaşanacaktı. Kaderci çizgide değildim. Ama yaklaşık otuz yıllık ideolojik, politik ve askeri çizgiyi bir anda bir tarafa bırakarak rota değiştirmek de anlamlı bir kadere karşı çıkış tavrı olamazdı. Dürüst olmak gerekiyordu, kendimi kurtarmayı esas alamazdım. Atilla Ateş’in NATO-gladiosu adına yaptığı son uyarıdan sonra, ancak Suriye ve Rusya’nın kararlı bir biçimde arkamızda durması halinde savaşı bir üst aşamaya tırmandırma şansımız olabilirdi. Fakat bu destek sağlanmadığı gibi, her iki ülkenin şahsi varlığımı kaldırabilecek gücü veya niyetleri bile yoktu. Suriye için bu gerçekten mümkün olamazdı. Kuzeyden Türk, güneyden İsrail ordusu tarafından bir günde işgal edilebilirdi. Panik içine girmeselerdi, benim için daha uygun bir üslenme imkanı yaratabilirlerdi. Bunu da göze alamadılar. Rusya’nın tavrı daha onursuzcaydı. Mavi Akım Projesi ve 10 milyar Dolarlık IMF kredisine karşılık, bizi Moskova’dan zorla çıkardı.
28 Şubat darbesini doğru kavramadıkça olup biteni tam anlayamayız
Atina ve Roma macerasına geçmeden önce, çıkış öncesini ve sırasını daha yakından görmek oldukça öğreticidir ve büyük önem taşır.
28 Şubat darbesinin ikilemini doğru kavramadıkça olup biteni tam anlayamayız. Darbecilerin bir kanadı gerçekçi bir barış önerisi ile bize yaklaşmıştı. Sanırım arşivimizde buna ilişkin belgeler vardır. Tıpkı Turgut Özal ve Necmettin Erbakan’ın yaklaşımında olduğu gibi ciddi olduklarına ve barış istediklerine ikna olmuştum. Darbe içinde darbeye de bu barışçı ve siyasi çözüm yanlısı tutum yol açmıştı. Şimdi gayet açıkça ortaya çıkmıştır ki, o dönemde yani yakalanmama kadar, İsrail ve ABD kesinlikle barış ve siyasi çözümden yana değillerdi. Düşük yoğunluklu da olsa, savaşın devamını ve Kürt sorununun çözümsüz kalmasını ısrarla istemekteydiler. Ortadoğu’nun, özellikle Irak’ın kontrolü ve düşürülmesi için buna şiddetle ihtiyaçları vardı. Ancak bu yolla Türkiye’yi pasifize edip kendi planlarını uygulayabilirlerdi. Turgut Özal, Necmettin Erbakan ve Bülent Ecevit bu planlara dikkat etmedikleri, daha Anadolucu, millici ve Kürt sorununda barışçı ve siyasi çözümcü yaklaşım gösterdikleri için düşürülmüşlerdi. Düşürülmelerinin ölümle sonuçlanıp sonuçlanmaması savaş yanlıları için o kadar önemli değildi. Zaten savaşın içindeydiler. Savaşla sonuna kadar devam ederek, önlerine çıkan her engeli devirip amaçlarına ulaşmak istiyorlardı. Buna Kürt gerçekliğinin askeri yoldan tamamen tasfiyesi, yani bir nevi soykırım da dahildi. Hegemonik güçler klasik İttihat ve Terakkici çizginin devamı olan bu anlayışın arkasında durmadıkça asla başarı şansları olamazdı. Onlar da bunu bildikleri için ABD, İngiltere ve İsrail’in desteğine mutlak gereksinim duyuyorlardı. 1998’de Suriye’den çıkışımda bu destek sağlanmıştı.
1990’ların başında ABD ve İngiltere’nin, 1996’da (Türkiye ile İsrail arasında askeri alanda stratejik işbirliği antlaşmaları) da İsrail’in mutlak desteği alınmıştı. Sıra işin iç yanını halletmeye, yani gerekli hükümet değişikliklerini ve ordu içi tasfiyeleri yapmaya gelmişti. Onu da 1990’dan itibaren adım adım hayata geçireceklerdi. Genelkurmay başkanlığı görevini devralan Doğan Güreş’in İngiltere’ye ilk gezisini yapıp geri döndüğünde “PKK’nin tasfiyesi için bize yeşil ışık yakılmıştır” demesi bu gerçeği ifade eder. Daha sonraki süreçte sadece Kürtlere ve PKK’ye yönelik imha saldırılarıyla yetinilmediğini, cumhurbaşkanını katletmeye, hükümet değişikliklerine, ordu içi tasfiyelere, topluma yönelik pasifikasyon hareketlerine, bir dizi aydın ve işadamı suikastlarına, kitlesel katliamlara ve medyanın teslim alınmasına varana kadar hangi korkunç olaylar ve çatışmaların sahnelendiğini iyi bilmekteyiz. Eksik olan şey, tüm bu olayların zincirleme bağlantılar içinde olduğunu anlamaktır. NATO’ya girişinden 1998’e kadar Türkiye’nin yaşadığı tüm önemli siyasi ve sosyal olayların temelindeki kalın NATO-gladiocu çizgiyi görmeden, hiçbir önemli olayı, çatışmayı ve suikastı doğru olarak çözemeyiz. Özde halkların özgürlük, eşitlik ve demokrasi isteklerine karşı bir NATO’cu savaş açılmış ve bu savaşın son halkasına 1998’deki Suriye’den çıkışım eklenmiştir.
Çıkışta önümde iki yol vardı: Bunlardan birincisi dağ, ikincisi Avrupa yoluydu. Dağ yolunu seçmek savaşın şiddetlenmesi, Avrupa yolunu tercih etmek ise diplomatik politik çözüm şansını aramak demekti. Dağ yolu hazırlıklarının günler öncesinde yapıldığı bilinmektedir. Kuvvetli ihtimal dağa çıkış yönündeydi. Fakat tam o sırada bir Yunanlı heyetin yanımıza gelişi ve Atina temsilcimiz Ayfer Kaya’nın yoğun telefon görüşmeleri (ki, görüşülenler üst düzey yetkili sayılmaktadır), rotayı Atina’ya çevirmemize yol açtı. Suriyeli yetkililerin sorunu çok acil çıkış yapmamdı. Fakat Avrupa’ya çıkışımdan pek de rahat görünmüyorlardı. Bu konuda alternatif yaratmamaları kendilerinin ciddi kusurudur. Atina’ya çıkış aslında hesapta yoktu. Bir fırsattı ve oradaki dostların ciddiyetine inanarak bu fırsatı değerlendirmekten kaçınmadım. Eğer karşılaştığım tablodaki gibi olduklarını bilseydim, kesinlikle çıkış yapmazdım. Burada sorulması gereken soru şudur: Yunanistan’da da çok güçlü olduğu bilinen gladio bölümü mü acaba bu çıkış senaryosunda rol oynadı? Buna kesin yanıt veremiyorum. Bu konunun araştırılması gerekiyor. Türkiye’ye teslim edilmemde ABD’nin Türk yönetimiyle sağladığı uzlaşmada Yunanlılarla olan sorunların çözümünde ilke anlaşmasına varılmış, en azından bu doğrultuda söz alınmış olması ihtimal dahilindedir. Özellikle Ege ve Kıbrıs sorununun çözümünde bu yönde niyet belirtmeleri kuvvetli bir ihtimaldir. Türkiye’nin bu konuda sınırsız tavizkar tutum içinde olduğu mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır.
Dost görünenlerin ihaneti
Suriyeliler 9 Ekim’de uçağın yönünü ustaca değiştirerek beni Atina’ya indirdiklerinde rahatlamışlardı. Atina’ya indiğimde karşıma Kalenderidis çıktı. Kalenderidis uzun süre Türkiye’de de kalmış olan NATO’da görevli bir subaydı. Aynı görevi İsveç’te de sürdürmüştü. Yunan gladiosundan olma ihtimali vardı. Oldukça dost görünüyordu. Aramızda ilginç bir kurye de vardı. Bazı NATO belgelerini bana sızdırmıştı. Güven yaratmak için de böyle davranmış olabilir. Kendisi aynı havaalanında beni bir odada bekleyen havacı general ve İstihbarat Şefi Stavrakakis’in yanına götürdü. Stavrakakis, adeta Nuh der peygamber demez bir tavırla, geçici bile olsa Yunanistan’a giriş yapamayacağımı söyledi. Sözleştiğimiz dostlar ortalıkta yoktu. Akşama kadar didiştik. Tesadüfen devreye Moskova’daki ilişkimiz Numan Uçar girdi. Bir Yunan özel uçağıyla yönümüzü Moskova’ya çevirdik. Liberal Demokrat Parti Başkanı Jirinowski kanalıyla o sırada ekonomik kaos yaşayan Rusya’ya inmeyi, Moskova’ya giriş yapmayı başardık. Fakat bu sefer karşımıza Rus İç İstihbarat Şefi çıktı. O da Nuh der peygamber demez havasındaydı. O koşullarda kalış olamazdı. Yaklaşık otuz üç gün sözde gizli kaldım. Yanında kaldıklarım ve benimle ilgilenenler Yahudi kökenli siyasilerdi. Dürüst olduklarına inanıyordum. Beni gerçekten gizlemek istiyorlardı. Ama bu yöntemi doğru bulamazdım. Bu süre içinde hem İsrail Başbakanı Şaron, hem de ABD Dışişleri Bakanı Allbright Rusya’ya gelmişlerdi. Rusya’nın Başbakanı Pirimakov’du. Hepsi de Yahudi kökenliydi. Ayrıca dönemin Türkiye Başbakanı Mesut Yılmaz da devredeydi. Sonunda Mavi Akım Projesi ve 10 milyar Dolarlık IMF kredisi üzerinde anlaşarak ayrılmamı sağladılar.
Moskova’yı hemen tercih etmem, “ne de olsa yetmiş yıllık bir sosyalizm deneyimi yaşadılar; ister çıkarları ister enternasyonalist tutum gereği olsun, beni rahatlıkla kabul ederler” inancından kaynaklanıyordu. Sistemin çöküşüne rağmen, moral açıdan bu kadar düşmüş olabileceklerini beklemiyordum. Liberal kapitalizmden çok daha kötü bir bürokratik kapitalizm çöküntüsüyle karşı karşıyaydık. En az Atina’daki dostlar kadar Moskova’daki dostların tutumundan da hayal kırıklığına uğradık. Daha doğrusu, kurulu dost ilişkilerinin pek güvenilir olmadığı açığa çıkmıştı.
Üçüncü rotamız yine tesadüfen Roma ilişkilerinden yararlanma temelinde oldu. Yeni ilişki kurduğumuz Komünist Parti-Yeniden Yapılanmadan iki dost Milletvekilinin yardımıyla Roma macerasına başladık. Bu sefer İtalyan istihbaratının göstermelik senaryosuyla altmış altı gün sürecek Roma günlerimiz başladı. Dönemin Başbakanı Massimo D’Alema’nın tavrı dürüst, ama yetersizdi. Siyasi güvenceyi tam verememişti. Durumumuzu yargıya terk etti. Buna öfkelenmiştim. İlk fırsatta İtalya’dan çıkma kararlılığındaydım. D’Alema son haftadaki demecinde, İtalya’da dilediğim kadar kalabileceğimi belirtmişti. Ama bu bana zoraki bir tavır gibi geldi. Bu arada yanılmıyorsam ortak bir Arap girişimi oldu. Açıklamadıkları bir yere götürmek istediklerini söylediler. Resmiyeti ve güvencesi olmadığından kabul etmedim.
Rusya’ya ikinci sefer gidişim hataydı. Ama bu hatada Numan Uçar’ın laçka tavrının rolü vardı. Halen içyüzünü tam bilemediğim bu laçka tavra güvenerek yola çıktım. İçyüzünü bilseydim, kesinlikle Roma’dan çıkış yapmazdım. Yanıltılmıştım. D’Alema’nın özel uçağıyla NATO sahasından çıktığımda derin bir oh çektiğimi hatırlıyorum. Fakat bu tutum yağmurdan kurtulayım derken doluya tutulmak gibi bir şeydi. Bu sefer Rus İç İstihbaratı beni gidişin Ermenistan’a olacağına ikna ettikten sonra havaalanına götürdü. Sanırım anlaşmaları gereği havaalanında Ermenistan işinin yattığını, istersem bir haftalığına Tacikistan’a gidebileceğimi, bu bir hafta içinde alternatif yaratabileceklerini söylediler. Beni bir nevi aldatarak bir kargo uçağıyla Tacikistan’ın başkentine indirdiler. Bir hafta hiç çıkmadan bir odada bekledik. Moskova’ya tekrar döndük. Mecburen tekrar Yunanlı dostlara başvurduk. İki gün içinde hayli maceralı, karlı soğuk bir Moskova gününden sonra yönümüzü tekrar Atina’ya çevirdik.
Hatırladığım kadarıyla bu sefer tam anlamıyla Olympos tanrılarının oyunlarına geldiğimi kendi kendime fısıldar oldum. Tam da bu tanrı hayaletlerinin arasında bulunuyordum. Özellikle Hades aklıma düşmüştü. Havaalanının VIP salonundan giriş yaptım. Giriş yapmamla Cehennem Tanrısı Hades’in amansız takibinin başlaması bir oldu. Dostum Nagzakis’in eski çağın büyücü kadınlarına benzeyen kaynanasının epey dağınık evinde bir gece kalabildim. Kadına “Pangalos ne yapar?” diye sormuştum. “Seçimlerde kullanır” derken, çağın gerçeklerinden ne denli kopuk olduğunu anlatır gibiydi. Bana biraz da eski, soylu, ama çok güçsüz bırakılmış Yunan halk gerçeğini anımsattı. O geceden sonra bir nevi ölüm kampına doğru gidiş başladı. Tümüyle Hades devredeydi. Söylenen ve yapılan her şey sahteydi. Dürüst unsurlar yok muydu? Vardı, fakat hepsi modernite canavarı karşısında çaresizdi. Afrika’ya doğru yola çıkışta bu sefer Mandela figürü etkili oldu: Moskova’ya doğru yola çıkışta Lenin figürünün etkili olması gibi. Güya Güney Afrika’ya gidecek, hem sağlam diplomatik ilişki kuracak, hem de resmi geçerli pasaport alacaktım. Yunan devlet sahtekarlığı bu oyunda da başarılı olmuştu. Aslında tarih boyunca Yunan halkının demokrasisinin bu sahtekarlar tarafından hep aldatıldığını ve büyük trajedilere duçar edildiğini bilerek yaklaşmalıydım. Dostluklara çocuk saflığıyla inanmam bu tavrımda etkili oldu. Yunanistan’dan çıkış sırasında her iki havaalanına gidişte içinde olduğum arabanın şoförleri ayılıp kendime gelmem ve gitmemem için yoğun çaba harcadılar. Büyük bir komplonun yürürlükte olduğunu belirtmek için ellerinden geleni yapma dürüstlüğünü gösterdiler. Muhtemelen onlar da alt düzey istihbarat memurlarıydı. Birincisi arabayı uçağa çarptırarak gidişi engelledi. İkincisi ise arabayı gizli olması gereken havaalanına yakın yerde yedi sefer dakikalarca bozulmuş süsü vererek durdurdu. Verilen sözlere o kadar güvenmiştik ki, hiç ayılmadım. Tersine, bir an önce kaderde ne varsa görmek için acele gitmek istiyordum. Uçak gladionun gizli operasyonlarda kullandığı bir araçtı.
Yalnız ondan önce bir de Minsk seferimiz vardı. Nairobi’den önce Minsk üzerinden Hollanda’ya geçiş yapacaktım. Yine özel uçakla Minsk’in dondurucu soğuğu altında iki saatten fazla bekledim. Beklenen uçak gelmedi. Beyaz Rusya havaalanı polisleri uçağı dakikalarca kontrol ettiler. Bir ihtimal ve belki de son fırsat olarak beni Minsk Havaalanı’na bırakacaklardı. Gerisi Beyaz Rusya yönetiminin insafına kalmıştı. İlginç olan odur ki, o sırada Türk Milli Savunma Bakanı İsmet Sezgin de Minsk’e bir ziyarette bulunmuştu. Beklenen uçak gelmeyince, güya son fırsat da kaçmış oldu. Geriye dönüş bir nevi ‘beyaz ölümdü.’ Gladio uçağı Akdeniz üzerinden süzülürken, bu gidişi sonraki yorumumla Yahudi soykırımında kullanılan tren seferine benzetmiştim. Şahsımda bir halka uygulanan soykırım rejiminin en kritik dönemine girilmişti. NATO’nun gizli ve gerçek yüzünü bu seferler sırasında gördüm. Minsk’ten dönerken, uçağın herhangi bir Avrupa havaalanına inmemesi için yirmi dört saatlik alarm verilmişti. Anlaşılıyor ki, o dönemde tek isyankar devlet olan Beyaz Rusya’nın Minsk Havaalanı dışında inişi kabul edecek tek bir havaalanı bırakılmamıştı. Nairobi’deki cehennemde önüme üç yol konulmuştu: Birincisi, uzun süre emre itaatsizlikten çatışma süsü verilmiş bir ölüm; ikincisi, CIA’nin bir dediğini iki etmeden emrine girmem ve teslim olmam; üçüncüsü, çoktan hazırlanmış Türk özel savaş timlerine teslim edilmem.
Nairobi’deyken yanımda bulunan kişilerden Dilan tedirgin bir ruh hali içindeydi. Düşüncelerini tam açıklasa ve sivil toplum örgütlerini harekete geçirebilseydi, belki de komplo kısmen bozulabilir veya boşa çıkarılabilirdi. Kendisinin bir tabancayla kendimizi savunmayı önermesini yadırgamıştım. Bu, bizim ve benim için intihar demekti. İntihara niyetim yoktu. Israrla silahı üzerimde taşımam için son ana kadar fır dönüyordu. Silah üzerimde olsaydı ve çekmeye çalışsaydım, bu tavır kesinlikle ölüm demek olacaktı. Daha sonra sorgulama sırasında, silah kullanmam halinde vur emri olduğu söylenmişti. Elçilikten çıkmamın da ölüm demek olduğunu söylediler. En akıllı tavrı aldığımı belirttiler. Ne kadar doğruyu söylediler, bilemeyiz. On beş günlük Nairobi sürecinde Büyükelçi Kostulas’ın tavrı anlaşılmaya değer. Acaba kullanılmış mıydı? Yoksa çok önceden planın bir parçası olarak mı hazırlanmıştı? Kendim bunu çözemedim. Teslim edilmemden önce kendi ikametgahı olan eve hiç gelmedi. Elçilikten bir nevi zorla çıkarılmak istenmem yüzünden Nairobi zebanisine biraz sert çıkıştı. Ama bu tavrı sahtekarca da olabilir. Bu sefer de güya Hollanda’ya gidiş için Pangalos izin çıkarmıştı. Buna pek inanmamıştım. Çünkü Yunan özel timleri evden çıkmamam halinde zorla saldırıp çıkarmak için pusuda bekliyorlardı. Kenya polisi de aynı şeyi yapmaya hazırlanmıştı. Tabii Güney Afrika Cumhuriyeti’ne gidiş çoktan bir aldatılış öyküsü olarak kalmıştı. Kiliseye, BM’ye sığınma gibi senaryolar hep kuşkuluydu. Çıkmamakta diretmiştim.
Irak’ın işgal senaryosu benim teslim edilmemle sıkı sıkıya bağlantılıdır
9 Ekim 1998’den 15 Şubat 1999’a kadarki dört aylık süreç müthiş geçmişti. Dünya hegemonu ABD dışında hiçbir güç bu süreçte bu dört aylık operasyonu düzenleyemezdi. Türk özel savaş güçlerinin (bu güçlerin başkanı General Engin Alan’mış) bu süreçteki rolü sadece beni uçakla İmralı’ya, o da kontrollü olarak taşımaktı. Süreç kesinlikle NATO tarihinin en önemli operasyonunun gerçekleştirildiği bir süreçti. Bu o kadar açıktı ki, gidilen hiçbir yer aykırı bir tavır sergileyemiyordu. Sergileyenler anında etkisizleştiriliyordu. Büyük Rusya bile çok açık bir biçimde etkisizleştirilmişti. Yunanlıların tavrı zaten her şeyi açıklamaya yetiyordu. Roma’da kaldığım evin içinde ve dışında alınan güvenlik tedbirleri, durumu oldukça açıklayıcıydı. Tutsaklığa özgü olağanüstü tedbirler almışlardı. Dışarıya adım bile attırmadılar. Özel güvenlik timleri odamın kapısına kadar her yeri yirmi dört saat kontrol altında tutuyorlardı. D’Alema hükümeti sol demokrat bir hükümetti. D’Alema tecrübesizdi, kendisi yalnız başına karar alamadı. Tüm Avrupa’yı dolaştı. İngiltere ona kendi öz kararını alması gerektiğini belirtti. Pek dayanışma göstermedi. Brüksel’in tavrı net değildi. Sonuçta yargıya havale edildik. Bu tavırda gladionun etkisini görmemek mümkün değildi. Zaten İtalya gladionun en güçlü olduğu ülkelerden biriydi. Berlusconi tüm gücünü harekete geçirmişti. Kendisi gladionun adamıydı. İtalya’nın beni kaldıramayacağını bildiğim için ayrılmak zorunda kalmıştım. Tabii Türkiye bunun karşılığında ABD ve İsrail’in en güvenilir, ama en uydu ülkesi haline getirilmişti. Çılgınca küreselleşiyor denilen süreç, aslında Türkiye’nin küresel finans kapitalizmine peşkeş çekilmesi öyküsünden başka bir şey değildi.
Irak’ın işgal senaryosu da benim teslim edilmemle sıkı sıkıya bağlantılıdır. İşgal aslında bana yönelik operasyonla başlatılmıştır. Aynı husus Afganistan’ın işgali için de geçerlidir. Daha doğrusu, Büyük Ortadoğu Projesi’nin hayata geçirilişinin kilit adımlarından biri ve ilki bana yönelik olan operasyondu. Ecevit’in “Öcalan’ın niçin teslim edildiğini bir türlü anlamadım” demesi boşuna değildi. I. Dünya Savaşı nasıl Avusturya Veliahdının bir Sırp milliyetçisi tarafından vurulmasıyla başlatıldıysa, bir nevi ‘Üçüncü Dünya Savaşı’ da bana yönelik operasyonla başlatılmıştı. Operasyondan sonraki süreci anlamak için operasyon öncesinde ve sırasında olup bitenleri iyice anlamak gerekir. ABD Başkanı Clinton Suriye’den çıkarılmam sorununu görüşmek için Başkan Hafız Esad’la biri Şam’da, diğeri İsviçre’de dört saatten fazla süren iki toplantı yaptı. Hafız Esad o görüşmelerde konumumun önemini fark etti. Sürece yaymayı kendisi açısından daha uygun gördü. Geçici bile olsa, Suriye’den çıkmam konusunda bir talepte bulunmadı. Türkiye’ye karşı iyi bir dengeleyici unsur olarak sonuna kadar değerlendirmek istiyordu. Ben ise Suriye’yi stratejik tavır almaya zorladım. Ama gücüm veya durumum bunu başarmaya elvermiyordu. İran’da olsaydım, belki de stratejik bir ittifak geliştirilebilirdi. O konuda da ben İran’a güvenemiyordum; geleneksel tavırlarından (Simko ve Qasimlo cinayetleri ve bunun gibi komplolar, Med Kralı Astiyag’ın Harpagos tarafından düşürülüşüne kadar eskiye giden oyunlar) çekiniyordum. Clinton ve ilişki içinde olduğu Irak Kürt liderleri Suriye’de bulunmamı kendi stratejik amaçları için uygun görmüyorlardı. Çünkü Kürdistan ve Kürtler giderek kontrollerinden çıkıyordu. İsrail de bu durumdan çok rahatsızdı. Kürdistan’daki gelişmelerin seyri ve Kürtlerin kontrolünün ellerinden çıkması onlar için kabul edilemez bir durumdu. Kürdistan’ı kontrolleri altında tutmak, özellikle Irak’la ilgili planları için hayati rol ifade ediyordu. Mutlaka ayrılmam ve bağımsız Kürt kimliği ile özgürlük çizgisine son vermem dayatılıyordu.
Bizim varlık nedenimiz ise, partimiz ve özgürlük çizgisiydi. ABD ve İngiltere 1925’ten beri Türkiye’ye verdikleri sözü (Güney Kürdistan’a dokunmamak şartıyla Kuzey Kürdistan’ı feda etmek) tutmak durumundaydılar. Türkiye bu temelde NATO’ya girmiş, kendisiyle bu temelde Kürt sorunu üzerinde anlaşmışlardı. Konumumuz ve stratejimiz, geleneksel ve güncel olarak büyük önem arz eden Ortadoğu’daki bu dengeyi ve hegemonyayı tehdit ediyordu. Ya bu hegemonyanın yörüngesine girecektik ya da tasfiye edilecektik. Türkiye Cumhuriyeti 1925’ten beri bu hegemonik güçlerle yaptığı antlaşmaları (1926’da Musul-Kerkük konusunda anlaşma, 1952’de NATO’ya giriş, 1958 ve 1996’da İsrail’le yapılan anlaşmalar) Kürtleri tarihten silme temelinde kullanmak istiyordu. Laik milliyetçi pozitivist ideoloji bu imkanı veriyordu. Cumhuriyet kadrosu buna inandırılmıştı. Bu aslında tarihsel Türk-Kürt ilişkilerinin ruhuna ve ittifakına çok aykırı bir durumdu. Ama İsrail’in kuruluş hesapları nedeniyle sistemin yapamayacağı çılgınlık yok gibiydi. Beyaz Türk gerçeği denilen yapay ideoloji, kadro ve sınıf oluşumu bu temelde inşa edilmişti. Ayrıca PKK bu oluşuma öldürücü darbe vurmuştu. Çünkü Kürt kimliğinin kabulü ve özgürlüğünün tanınması bu oluşumun inkarı anlamına geliyor, en azından bu ölümcül politikaların terk edilmesini gerektiriyordu. İsrail’le yapılan antlaşmalar bu oluşum için hayati anlam ifade eder. Zaten Türk ulus devleti proto İsrail olarak inşa edilmişti.
KDP bağlamında da benzer bir beyaz Kürt oluşumu inşa edilmeye çalışıldı. Aynı merkez hem Türklerde hem de Kürtlerde benzer, ama aralarında çelişkiler bulunan iki güç yaratmayı varlıkları için (ABD ve İngiltere başta olmak üzere, Batı’nın Ortadoğu’daki hegemonik çıkarları ve İsrail’in güvenliği için) hayati önemde görmekteydiler. Kendilerine bağlı, ama aralarında hep problemler olan bu iki güç bağlamında bölgedeki çıkarlarını kollamak son derece akıllı bir politikaydı. PKK’nin çıkışı, tarihsel olduğu kadar güncel geçerliliği de olan bu oyunu bozuyordu. 1993 ve 1998’deki çözüm ve barış imkanının doğması bu oyunun sonu demekti. Onun için bu tarz bir çözüme müsaade edilmedi. Büyük suikastlar ve komplolar düzenlendi. PKK’nin Kürtleri denetim altından çıkarıp, başta Türkler olmak üzere diğer toplumlar ve devletlerle barıştırması, bu güçlerin Ortadoğu’daki hegemonik oyunları ve çıkarlarının devamı açısından stratejik bir darbeydi. Gerekçelerini daha da kapsamlı biçimde sıralayabileceğimiz bu hususlar, 1998 komplosunun neden büyük ve stratejik amaçlı olduğunu yeterince kanıtlamaktadır.
Clinton o dönemde Ortadoğu’daki hegemonik hamleye büyük önem veriyor ve Türkiye’nin rolünün bundaki önemini hep vurguluyordu. Özel Danışmanı General Galtieri, bana yönelik operasyonu Clinton’ın emriyle yönettiklerini bizzat açıklamıştı. ‘Üçüncü Dünya Savaşı’ meselesine gelince, Irak, Afganistan, Lübnan, Pakistan, Türkiye, Yemen, Somali ve Mısır başta olmak üzere belli başlı ülkelerde olup bitenlerin bilançosunun çoktan I. ve II. Dünya Savaşlarındaki bilançoları birçok yönden aşmış olması, bu savaşın gerçekliğinin anlaşılması için yeterlidir. Zaten nükleer silahlar nedeniyle ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın parçalı olacağı, uzun bir sürece yayılacağı ve değişik teknolojilerle yürütüleceği anlaşılır bir husustur. NATO’nun son Lizbon Zirvesi, ABD’nin İran etrafındaki ablukayı derinleştirmesi, ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın seyri hakkında gereken bilgiyi vermektedir.
‘Üçüncü Dünya Savaşı’ bir gerçektir ve ağırlık merkezi Ortadoğu coğrafyası ve kültürel ortamıdır. Sadece ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın yoğunluk merkezi olarak Irak’ta yaşananlar bile buradaki savaşın bir ülke ile ilgili olmadığını, dünya hegemonik güçlerinin çıkarları ve varlığı ile ilgili olduğunu gayet iyi açıklamaktadır. Bu savaş ancak İran’ın tamamen etkisizleştirilmesi, Afganistan ve Irak’ın istikrara kavuşturulması, Çin’in ve Latin Amerika’nın tehdit olmaktan çıkarılmasıyla sonlandırılabilir. Dolayısıyla savaşın daha ortalarındayız. Savaş en az on yıllık (NATO’nun son stratejik planları da on yıllık bir süreyi öngörmektedir) bir süre daha devam edebilir. Kesin böyle olacaktır demek sosyal bilimler açısından doğru değildir, böyle olması yüksek bir olasılıktır. Bazen diplomasi, bazen şiddet yoğunlaşacaktır. Gündeme şiddetli ve kontrollü ekonomik krizlerle müdahale edilecektir. Alanların önceliği değişecek, ama şöyle veya böyle savaş komple olarak birçok alanda cereyan edecektir. Ancak savaşın bu temel doğası göz önüne getirildiğinde, bana yönelik 1998 operasyonunun neden uluslararası çapta yürütüldüğü ve NATO’nun en büyük gladio operasyonu olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Şüphesiz büyük savaşlarda hep hegemonik güçler kazanmazlar, halklar da çok şey kazanabilirler. Hatta hegemonik güçler sistemsel kaybedebilir, halklar sistemsel kazanabilirler. Bu konuyu bundan sonraki bölümün ana konusu olarak çözümleyeceğim.
2- İmralı Süreci
Büyük Gladio komplosunun en önemli bölümü İmralı’da yaşama geçirilmeye çalışılmıştır. Beni Ada’ya getiren birimin şefi General Engin Alan’ın görevi bile bu gerçeği aydınlatmaya yeter. Engin Alan, dönemin Özel Kuvvetler Komutanlığı yani Türk Gladiosu’nun resmi şefi durumundaydı. Ada’da beni karşılayan AB Konseyi yetkilisinin yaklaşımı, komplonun AB boyutunu daha da açıklayıcı nitelikteydi. ABD, AB ve Türk yönetimi arasındaki antlaşma böylece açığa çıkmış durumdaydı. Operasyonun baştan sona ABD ve AB’nin siyasi sorumluluğu altında NATO Gladiosu tarafından yürütüldüğünü bu üç göstergeden (ABD Başkanı Clinton’un özel danışmanı General Galtieri, AB’nin siyasi komiserliği adına bayan yetkili ve Türk Özel Kuvvet Komutanlığı Şefi Engin Alan) daha açıklayıcı kanıt olamaz. Daha sonra ortaya çıkan bu gerçeklerden önce de beni etkisizleştiren gücün Türk hükümeti güvenlik güçleri olmadığından şüphe etmiyordum ama operasyon mekanizmasını tam kavrayamamıştım. Süreç gerçekte olduğundan çok farklı yansıtılıyordu. Sanki Türk hükümeti bastırıyor ve sonuç alıyor gibi bir hava ısrarla yaratılıyordu. Başbakan Bülent Ecevit’in başlangıçta beni niçin yakaladıklarından ve iade etmek istediklerinden haberinin bile olmaması, bu iddiamı doğrulayıcı önemli bir kanıttır. Gelişmeler çözümlendikçe iddiam daha da doğrulanacaktır.
Ada’da beni ilk karşılayan askeri elbiseli albay rütbeli bir askerdi. Kendini Genelkurmay’ın temsilcisi olarak tanıttı. İkili ve gizli olmasında yarar gördüğü önemli konuşmalar yaptı. Daha sonra sorgulama resmen başladığında da aynı yetkilinin ayrı ve önemli konuşmaları olmuştu. Dört güvenlik biriminden (Genelkurmay, Jandarma, Emniyet ve Milli İstihbarat) oluşan bir heyetin çapraz sorgulaması 10 gün sürmüştü. Bu arada kuvvet komutanlıklarına hitaben bir kaset konuşmam oldu. Daha sonra da aylarca süren sohbet niteliğinde karşılıklı konuşmalar oldu. Başka kişiler de ara sıra devreye giriyor, Avrupa’dan da ara sıra heyetler geliyordu.
İmralı sürecinin uluslararası komplo niteliğini göz önünde bulunduran bir savunma anlayışına öncelik tanıdım. Yaşadıkları ağır Türklük bilinci, Türklük adına hareket edenlerin gerçekle bağlarını kopartmıştı. Komplonun ardındaki felsefeyi kavramaları doğalarına aykırıydı. Çünkü onlar da en az yüz yıllık bu komplo felsefesinin inşa ettiği yapılanmaların ürünüydüler. Dolayısıyla inşa edilmiş bu yapılanmalarını inkar etmeleri ve eleştirel yaklaşmaları beklenemezdi. İster yargılanma komedisi sırasında ister hükümlülük sürecinde olsun, kendilerinden herhangi olumlu bir değişim iradesi beklemek anlamsız olurdu. Genelkurmay Başkanlığı temsilcisinin fısıltı halinde söylediklerine uygun davranılacağına inanmak, mevcut koşullarda safdillik olurdu. Zaten sözlerini uygulayabilecek kadar bir karar gücünden yoksundular. Benim için ABD’nin arkasında durduğu ve AB’nin kontrol ettiği bir sistem icat edilmişti. Sistemin kurgulanması İngiltere’ye aitti, icrası da Türklerin payına düşmüştü. Komplonun ardındaki felsefi ve politik zihniyeti anlamak büyük önem taşır. Sıkça komplonun asırlık bir temeli olduğundan bahsediyor, döne dolaşa bunu açıklıyorum. Her dönemin kilometre taşı olan komplolardan bahsettim. Bunlardan sadece Kürtlere yönelik olanlarından Hamidiye Alayları komplosu, 1914 Bitlis’teki Melle Selim, 1925 Şeyh Sait, 1930 Ağrı ve 1937 Dersim komploları, 1959’da 49’lar ve 1960’ta 400’ler Davaları, Faik Bucak’ın öldürülmesi ve Sait Kırmızıtoprak’ın KDP tarafından katledilmesi, yine PKK’nin ideolojik aşamasından günümüze kadar aynı zihniyet tarafından organize edilen yüzlerce komplo bir çırpıda sıralanabilir. Komploları düzenleyenler bunu ustaca düzenlenmiş iktidar sanatı saymaktadırlar. Yani komplo iktidar sanatının en önemli aracı ve ruhu durumundadır. Bu sanat Kürtler için kesinlikle komplo temelinde yürütülmek durumundaydı. Komplonun açıktan bir yöntemle uygulanması, çocuğun “Anne bak, kral çıplak” demesine yol açacaktı. Hedefinde soykırıma dek giden uygulamalar bulunan bir iktidar gücünün elinde komplo dışında bir araç ve buna yön veren zihniyet yoktur. Burada önemli olan, komploya dahil olan güçlerin doğru tanınması ve tanımlanmasıdır.
Mutlaka etkisizleştirilmem konjonktür gereğiydi
İmralı sürecinde bu konuda zorlandığımı belirtmeliyim. Öyle ki, komplonun içinde birbirleriyle oldukça çelişkili güçlerin varlığı söz konusudur. ABD’den Rusya Federasyonu’na, AB’den Arap Birliği’ne, Türkiye’den Yunanistan’a, Kenya’dan Tacikistan’a kadar birçok devlet komploya dahil olmuştu. Asırlık düşmanlar olan Türkler ve Yunanlıları birleştiren neydi? Neden benim sırtımdan bu kadar ilkesiz ittifaklar veya çıkar birlikleri kuruluyordu? Ayrıca hedeflenmeme için için sevinen Türk ve Kürt sol ve ulusal işbirlikçilerin sayısı hesaplanmayacak kadar çoktu. Resmi dünya sanki benim şahsımda en tehlikeli rakibini kıstırmış gibiydi. PKK içinde bile kendileri için ikbal günlerinin geldiğine ve diledikleri gibi yaşamaları fırsatının doğduğuna inananların sayısı küçümsenemezdi. Şüphesiz en başta ve en genel bir tanımlama, tüm bu güçlerin kapitalist modernitenin liberal çıkarlar peşinde koşan önde gelen kesimlerinden oluştuğunu ortaya koyuyordu. Ben birçoğunun liberal faşist zihniyetini ve çıkarlarını tehdit etmekteydim.
Örneğin İngiltere bu güçler içinde en tecrübelisidir. Benim Avrupa’da politika yapmamam için ilk işaret fişeğini sıkan güçtür. Avrupa’ya adım atar atmaz beni hemen ‘persona non grata’ yani ‘İstenmeyen Kişi’ ilan etmişti. Bu basit bir adım değildi, sonucu önceden belirleyen adımlardandı. Peki, Humeyni için, Lenin için bile alınmayan böylesi bir tavır neden hemen benim için alınmıştı? Savunmamın birçok bölümünde buna yönelik birçok ipucunu açıklamaya çalıştım. Bu nedenle fazla tekrarlamaya gerek yoktur. Özcesi, Ortadoğu’ya yönelik iki yüz yıllık hegemonik hesapları önünde, özellikle Kürdistan politikasından ötürü (TC’den “ver Kerkük-Musul’u, yok et kendi Kürtlerini” politikası) ciddi bir engel olarak ortaya çıkmıştım. Bütün planları ve uygulamacıları karşısında tehlikeli olmaya başlamıştım. ABD’nin derdi daha başkaydı. BOP devreye konulmak istenmekteydi. Bunun için Kürdistan’daki gelişmeler kilit önemdeydi. Mutlaka etkisizleştirilmem en azından konjonktür gereğiydi. Tasfiye edilmem o günler için küresel politikalarına uygun düşmekteydi. Tarihinin çok önemli bir ekonomik krizini yaşayan Rusya’nın o dönemde çok acil krediye ihtiyacı vardı. Eğer derde derman olacaksa, bana karşı düzenlenen komploda yer alıp rolünü oynamaması için neden kalmayacaktı. Zaten diğerleri ‘Büyük Ağabey’in uslu küçük kardeşleriydi. Ne söylese başları üzerinde yeri vardı. Türk solculuğu (istisnalar hariç), Kürt işbirlikçileri ve PKK’deki rahatsızlar için ciddi bir rakiplerinden kurtulma fırsatı söz konusuydu. Hepsinin bu tavırlarının derinindeki felsefe son tahlilde liberalizmin günlük çıkarcılığının, pragmatizminin, egoizminin felsefesidir.
Bunları söylerken sanırım gerçeği biraz daha aydınlatmış oluyorum. O günlerde Kürdistan’ın özgürlüğünden ve Kürtlerin kimliğini kazanmalarından yana olmak, her türlü günübirlik liberal çıkarları, pragmatizmi ve bencilliği aşmayı gerektiriyor; sağı ve soluyla kapitalist modernite yaşamından vazgeçmeyi veya bu yaşamın karşısına dikilmeyi emrediyor, buna zorluyordu. Tersine o günlerin dünyası, küresel liberalizmin dünyayı fethetme savaşında şahlandığı günlerin dünyasıydı. Liberal faşizmin dünya çapında egemenliğini ilan ettiği yıllar yaşanmaktaydı. Politik açıdan ise, Ortadoğu hegemonik mücadelenin merkezi konumundaydı. Kürdistan üzerindeki mücadele hegemonik hesaplar açısından kilit roldeydi. PKK’nin ideolojik ve politik konumu hegemonik hesaplarla açık çelişki içindeydi. Dolayısıyla tasfiye edilmem bu hesapların önünün açılması anlamına geliyordu.
İmralı döngüsünde tüm bu tarihsel hesaplar şahsımda yeniden canlandı. İmralı sürecini çözümleyebilmem için uzun bir tarihsel temeli bulunan güncel çıkar çatışmalarının farkına varabilecek bir bilince sahip olmam gerekiyordu. Hegemonik sistemin komplo hesaplarında çok dikkat edilmesi gereken hususlardan biri de, ustaca planlanmış ve son iki yüzyılda uygulanan bölgeye ilişkin ‘böl yönet’ politikalarına alet olmamak, özellikle hedeflenen Türk-Kürt çatışmasının derinleşmesinde bu güçler yararına kullanılmamaktı. Bu politikalara alet olan Ermeniler, Grekler, Balkanlardaki etnik yapılar, Araplar, Süryaniler, Türkler ve Kürtler çok şey yitirmişlerdi. Bunlardan bazıları binlerce yıllık vatanlarından ve kültürel varlıklarından olmuşlar, hatta ulusal toplum olmaktan çıkarılmışlardı. Ayrıca Türklerle birlikte yaşadıklarından ötürü birçok güç Kürtlere karşı öfke içindeydi. Malazgirt Savaşı’ndan beri stratejik önemini her zaman koruyan bu birlik, özellikle 1925’ten bu yana uygulanan inkar ve imha politikasıyla berhava edildi. Cumhuriyetin bu asli unsurunun inkarı ve tasfiyesine yönelik süreç derinliğine araştırılıp tarih felsefesiyle yorumlandığında, özünde bu stratejik birliğin hedeflendiği açığa çıkıyordu. İngilizler ve iç uzantılarının Mustafa Kemal’i zorlamaları komplonun en önemli adımıydı. Geleneksel Türk yönetim olgusunda, felsefesinde Kürt düşmanlığı ve asimilasyonculuğu yoktu. Bu düşmanlık özel amaçlarla geliştirilmişti. İsyan süreçleri ve sonrasında yaşananlar bu gerçeği doğruluyordu. İmralı’da oldukça dikkatimi çeken ve üzerinde daha da yoğunlaştığım bu durum, politik felsefemde köklü bir dönüşüme yol açtı.
Türkiye adeta gladio çatışmalarının laboratuarı haline getirilmişti
Üç versiyon halinde geliştirdiğim savunmalarımda bu siyasi düşüncenin gelişimini görmek mümkündür. Vardığım sonuçlar ana hatlarıyla şöyleydi:
a- Komplo benim şahsımda sadece Kürtlere değil, Türklere de yapılmıştı. Teslim ediliş biçimi ve bunda rol oynayanların niyeti terörün sona erdirilmesi ve çözüm olmayıp, bir yüzyıl daha sürecek anlaşmazlığın temelini derinleştirmekti. Beni komploya düşürmeleri bu niyetleri için ideal bir fırsat sunmuştu. Bu fırsatı sonuna kadar kullanmak isteyeceklerdi. Aksini düşünmek mümkün değildi. Çünkü isteselerdi, bu yönde çok olumlu gelişmelere katkı sağlayabilirlerdi. Oysa işleri sürekli çıkmaza sürüklüyorlar, sorunu çözmek yerine tam bir kördüğüme dönüştürüyorlardı. Tipik bir İsrail-Filistin ikilemi yaratılmak isteniyordu. Nasıl ki İsrail-Filistin ikilemi yüz yıldır Ortadoğu’da Batı hegemonyasına hizmet etmişse, ondan çok daha büyük boyutlu olan Türk-Kürt ikilemi de en azından bir yüzyıl daha hegemonik hesaplarına hizmet edebilirdi. Zaten 19. yüzyılda bölgedeki birçok etnik ve mezhepsel sorunun geliştirilmesinde ve çözümsüz bırakılmasında aynı amaç güdülmüştür. İmralı gerçeği bu yöndeki ham bilgilerimi iyice olgunlaştırdı. Fakat karşımda duran en önemli sorun, bunu Türk yönetici elidine kavratabilmekti.
b- Dolayısıyla komplonun benden, Kürtlerden daha çok Türklere yapıldığını kavratabilmek en önemli sorunum haline gelmişti. Bunu sorguculara sıkça vurguluyordum. Ama onlar kendilerini başarı şehvetine kaptırmışlardı. 2005’te Kürt kimlik ve özgürlük hareketinin eskisinden daha diri olduğunu kavradıkları zamana kadar bu yaklaşımları devam etti. Konu üzerinde daha derinliğine yoğunlaştığımda, meşrutiyet ve cumhuriyet dönemlerindeki komplo unsurlarını daha yakından gördüm. Türk bağımsızlığı denilen olayın en fena bağımlılık türlerinden biri olduğunu fark ettim. Türklerin bağımlılığı ideolojik ve politikti. İnşa edilen milliyetçilik ve ulusçuluğun yabancı menşeli olduğunu, Türk toplumsal olgusu ve tarihiyle pek az ilgisinin bulunduğunu gittikçe daha iyi fark edebiliyordum. Hegemonik güçler Türk yönetici elitinin iktidar konusunda ne denli zaaflı olduğunu biliyorlar ve bu zaafı kullanıyorlardı. Kürtler üzerinde kurdukları sınır tanımaz hakimiyet de aynı zaaftan ileri geliyordu. Bu hakimiyet aynı zamanda mahkumiyetleri demekti. Hakimiyetleri hep güdümlüydü, öz ideolojileri yoktu; daha doğrusu, ‘hakimiyet her şey, ideoloji hiçbir şey’ kuralı işletiliyordu.
c- Hegemonik güçlerin Türk-Kürt ikileminin derinleştirilmesinde kullandıkları yöntem ‘tavşan kaç, tazı tut’ yöntemiydi. Öyle ki, hem tazı hem de tavşan bu kovalamacada yorgun düşecekler, sonuçta her ikisi de sahiplerinin hizmetine ve kullanımına gireceklerdi. Bana bizzat uygulananlar bu yöntemin doğrulanması anlamına geliyordu. Gerek AB Konseyi’nin yaklaşımları gerekse AİHM’in kararları tam da bu politikanın uygulanmasına hizmet ediyordu. İki tarafı da kendine sonsuz bağlama mantığı geçerliydi. Amaç adalet ve çözüm değildi. Savunmaları daha çok bu mantığı teşhir amacıyla geliştirdim. Hiçbir NATO ülkesinde görülmeyen bir biçimde gladio örgütlenmesini devletin tepesine oturtmak iyi niyet ve güvenlikle izah edilemez. İpleri kendi ellerinde olduğu ve ülkeyi diledikleri gibi yönetmelerine eşsiz bir fırsat sunduğu için, gladionun Türkiye uzantısına göz yummuşlardı. Bir bütün olarak gladio yakından incelendiğinde ve felsefesi açığa çıkarıldığında görülecektir ki, hedef en kısa yoldan ülkeyi işgal etmek, halkını parçalara bölmek ve karşılıklı çatıştırmaktı. Özellikle Ortadoğu’daki uzantılarında bu gerçeklik sıkça yaşanan uygulamalarla kendini ortaya koyuyordu. Bir halkı yönetmenin en etkili aracıydı. Hem halkını devlete karşı çıkartıyor, hem de ikisini birbirine ezdiriyordu. Tehlikeli gördüklerini bu yöntemle tasfiye ediyorlardı. Türkiye’nin son altmış yıllık yönetim gerçeğinde bu olgu çok çarpıcıydı. Ülke adeta gladio çatışmalarının laboratuarı haline getirilmişti. Sadece PKK’nin tüm önemli süreçlerinde yaşanan gladiodan kaynaklı çatışmalar, devletin ve halkların yüzyıllarca süren geleneksel dostluklarının sonunu getirmeye yeterli olmuştu.
d- İmralı sürecini bu oyunu bozmak için ideal bir platform olarak değerlendirdim. Bunun için gerekli olan teorik temelimi güçlendirdim. Barışın ve siyasi çözüm koşullarının bütün felsefi ve pratik argümanlarını geliştirdim. Demokratik siyasi çözümün özgünlüğü üzerinde yoğunlaştım. Zorlu ve sabır isteyen bu çalışmalar komplonun kısırdöngülerini kırabilir ve çözüm alternatiflerini geliştirebilirdi. Bu konuda kendime güvenmekten başka çarem yoktu. Aslında komplo sürecinde rol alanların niyeti farklıydı. Benim şahsımda PKK’nin ve Özgürlük hareketinin bitirilişini sağlamak istiyorlardı. Cezaevi uygulamaları, AİHM ve AB’nin tüm yaklaşımları bu ana amaçla bağlantılıydı. Benden arındırılmış bir Kürt hareketi aranıyordu. İğdiş edilmiş, efendilerinin hizmetinde olan geleneksel işbirlikçiliğin modern bir versiyonu oluşturulmak isteniyordu. Özellikle ABD ve AB’nin uzun vadeli çalışmaları bu doğrultudaydı. Türk yönetici elitiyle bu temelde ittifaklara açıklardı. Özcesi, özellikle İngiliz hegemonyacılığının önce işçi sınıfı hareketinde, daha sonraları ulusal kurtuluş hareketleriyle devrimci-demokratik hareketlerde başarıyla uyguladığı bu iğdiş etme modeli, liberal insan hakları ve özgürlükleri yöntemiyle başarıya ulaşmıştı. Devrimci önderleri ve örgütleri tasfiye etmişlerdi. Yüzlerce yıldır uyguladıkları tasfiye yöntemlerinin bir benzeri PKK’ye ve devrimci, kolektif özgürlük ve eşitlik hareketine uygulanıyordu. İmralı sürecinden beklenen esas sonuç buydu; üzerinde çokça çalışılan ve ustaca uygulanmak istenen plan buydu. Strateji ve taktikler bu plan çerçevesinde geliştiriliyordu. Benim bunlara mukabil geliştirdiğim savunma ne klasik Ortodoks dogmatik tutuma, ne de kendimi kurtarmaya ve koşullarımı iyileştirmeye dayanıyordu. Savunmama yön veren şey ilkeli, halkların tarihsel ve toplumsal gerçekliğine uygun onurlu barış ve demokratik çözüm yolu oldu.
PKK’de radikal dönüşüm
Bilimsel sosyalizmde bunalımın Sovyetler Birliği’ndeki iç çözülüşle kendini açığa vurması ve 1998 Büyük Gladio Komplosu PKK’yi köklü dönüşüme zorladı. İdeolojik grup aşamasındaki muğlaklık, devlet sorununun çözümlenmemiş olması, devrimci halk savaşı deneyiminde ortaya çıkan iç ve dış komploların aşılamaması PKK’yi uzun süren bir kısırdöngüye, kendini tekrarlamaya, giderek tıkanmaya ve çözülüşe sürüklüyordu. Bu gerçeği çok önceden görmüştüm. Mevcut entelektüel düzey ideolojik yetenekleri sınırlıyordu. Kürt kimliğindeki tahribatın derinliği var olma savaşını umutsuzluğa sürüklüyordu. Liberal anlamda bile özgürlük tutkuları gelişmemiş kadro adaylarıyla grup inşası bin bir güçlükle geliştirilmeye çalışılıyordu. Bir hatıramı dile getirirsem vaziyet daha iyi anlaşılır. Tüm gücümle grubu var etmeye çalışırken, gruptan iyi diye bellediğim İsmail adlı Vartolu bir arkadaşı yara bere içinde sargılı haliyle görünce ne olduğunu sorduğumda, “Halkın Kurtuluşu’nun bez afişlerini direkler arasına asarken düştüm ve bu hale geldim” cevabını vermişti. Kendisine umutsuz umutsuz bakarken, neden bunu yaptığını sorma gereği bile duymadan, kendi kendime şöyle demiştim: “Bunlarla bu işi ne kadar ilerletebilirsin!” Benzer unsurlar bu tip davranışları sadece sol gruplar içinde değil, faşist ve dinci gruplar içinde de sergiliyorlardı. Kendi öz kimlikleri ve özgürlükleri uğruna mücadele etme söz konusu olduğunda ortadan kayboluyorlardı. Kürt karakterine iyice sinmiş bir yabancılaşma söz konusuydu. En ezileni ve emekçisinden kompradoru, ağası ve aşiret reisine kadar hepsi böyleydi. Grupsal gelişmeyi asıl bu maddi kültürel zemin ve nerdeyse olmayan öz kültürel değerler veya değersizlikler zorluyordu.
PKK adını kendimize yakıştırdığımızda, aslında bir nevi namusu kurtarma adına son mecalle bir adım atıyorduk. Başarılı olmasa bile tarihe iyi bir miras olarak kalacaktı. Ortadoğu’ya hicret süreci hem örgüt olma, hem de bunu daha derli toplu bir halk savaşıyla iç içe geliştirme şansını doğurmuştu. Belirttiğim gibi, Musa’nın zorbela yürüttüğü İbrani kabileleri misali Altın Buzağı’ya tapınmaktan, yani sevdalandıkları kendi yabancılaştırılmış yaşamlarından bir türlü kopuş sağlayamıyorlardı. Ne kadar şans doğsa da, ne kadar Musa gibi haykırsam da, mesajımız çölde bir serap gibi kalıyordu. Sabır ve inat en büyük silahlarım olmuştu. Modernist örgüt tipolojisini bir tarafa bırakmış, toprağın ve yerelin diline dönmüştüm. Peygamberce yaşama dönüşten boşuna veya kendimi kutsallaştırmak için bahsetmiyordum. Hakikatin dilini yakalamak için bu yönteme başvuruyordum. Resmi toplantılar anlamını yitirmişti. Reel sosyalizmin resmi örgüt terminolojisi artık işlemiyordu. Sadece 1986 Kongremiz değil, benzer birçok toplantı çok az anlam ifade ediyordu. Yaşanan, devrimci örgütlenmeye ve siyaset yapmaya karşı direnmekti. Örgütlü ve siyasi anlam ifade eden yaşam tarzına karşı içten içe isyan vardı. Türkiye solu denilen yapılanmalar aynı nedenle kendilerini çoktan tasfiyeye uğratmışlardı. Bu güçlerin tasfiye olmalarının temel nedeni sanıldığı gibi 12 Eylül faşizmi değil, kendi iç yapılanmalarının devrimci örgütlenmeye ve siyasi yaşam tarzına gelememesiydi. PKK’de de yoğunca yaşanan bu gerçekliği, aynı yoğunluktaki devrimci siyasi örgütlenme ve yaşam tarzından vazgeçmeme inadıyla, bu yaşam tarzını dayatmakla boşa çıkarmaya çalışıyordum. 1990’dan itibaren gladio savaşları yoğunlaştıkça ve iç komplolara yansıması arttıkça, örgütte ve onun devrimci yaşam tarzında yozlaşmayı da artırdı. Avare asi çete anlayışı ve savaş ağalığı gittikçe zemin kazandı. Partileşmeye uygun en değerli kadrolar ve savaşçıların artan kayıpları PKK’yi tasfiyenin eşiğine kadar getirdi. PKK adına yapılanları açıkça ve sıkça anti PKK’lilik olarak eleştirmeye, hatta suçlamaya başlamıştım. 1986’daki Kongre’ye tümüyle katılmamakla, yine daha Roma’da bulunduğum sırada 1998’deki Kongre’ye gönderdiğim mesajda “böyle devam ederse ben PKK’den istifa ederim” demekle bu gerçekleri dile getirmek istiyordum.
İmralı süreci PKK’de yaşanan gerçekliği iyice açığa çıkardı. Dışarıdayken daha örtülü hareket eden kişilikler, durumumdan istifade ederek kendi gerçek kimliklerini sergilemekten çekinmediler. Ortada çok ciddi bir PKK mirası vardı. İç çekişme denilen olay aslında geleceğe ilişkin başarı umudunu tümden yitirmiş, bunun hesabını bir tarafa bırakmış olanların miras kavgasıydı. Sıkı gruplaşmalara gittikleri anlaşılmaktaydı. Grupçulukla liberalizm iç içe yaşanıyordu. Keyfi bireysel yaşam ancak grupçulukla mümkündü. Bunun için parti içi mücadele adına hırslar ve arzuların sonuna kadar sergilenmesinden çekinilmedi. Sonuç hızla PKK’nin bütünsel olarak tasfiye olmasına doğru gidiyordu. Daha dışarıdayken önü alınamayan tasfiyeci grupçuluk, yeni durumu nihai hesaplaşma için bulunmaz fırsat saydı. Bu dönemde komplonun bir gereği olarak AB de PKK’yi ‘terörist örgütler’ listesine almaya hazırlanıyordu. Bu kararı almak için uzun süre beklemesi, bazı Avrupa ülkelerinin buna razı olmamasından ileri geliyordu. Benim esaretim bu ülkelerin de umudunu kırmış olsa gerek. Ayrıca ABD ve İngiltere’nin de planlı çabaları vardı. Türkiye’yle sıkı dayanışma içindeydiler. Bu dayanışmanın en önemli gerekçelerinden biri, PKK’nin terörist örgüt ilan edilmesiydi. Artan baskılar ve AB’ye verilen sözler PKK’nin ‘terörist örgüt’ olarak ilan edilmesiyle sonuçlandı. Biz daha erken davranıp KADEK ilanına gittik. KONGRA GEL’i oluşturmaya çağırdık.
1- KADEK-KONGRA GEL deneyimi ve PKK’nin dönüşümü
Mevcut koşullarda PKK adına siyaset yapmak sadece riskli değil, kendi kendini tasfiye etmek anlamına da geliyordu. Zaten özünden boşaltılmıştı ve ismen de tasfiyeciliğe hizmet ediyordu. En azından mirasını korumak ve içine girilen somut krizden en az zararla çıkmak için Özgürlük hareketinin yeni bir isim altında faaliyetini sürdürmesini uygun gördük. Hem dönemin dış koşullarını hem de bunalıma yol açan iç koşulları hesaba katan yeni bir terminolojiye ihtiyaç vardı. Yeni terminolojik arayışlar PKK’nin inkarı anlamına gelmiyordu. Geçici olarak ayrışmalar tamamlanıncaya kadar PKK adını bir tarafa bırakmak taktik açıdan daha uygun gelmekteydi. PKK adını tasfiyecilerin elinde kullanılan bir silah olmaktan çıkarmak istiyorduk. KADEK ve KONGRA GEL türü organizasyonlar bu ihtiyaca cevap verebilirdi. Daha da önemlisi, ciddi bir dönüşümü yaşıyorduk. Bu radikal bir yenilikti ve dolayısıyla yeni bir isim altında daha başarılı olabilirdi. Birçok reel sosyalist ülkede de benzer deneyimler yaşanıyordu. Bizim yapmaya çalıştığımız, onları taklit etmek anlamına gelmiyordu. Tersine, anlamlı ve farklı bir yaratıcılık yaşanıyordu. Savunmalarımın ilk versiyonlarında ve PKK’ye yolladığım yazılarda dönüşümün ana hatlarını ifade etmeye çalışmıştım. Dönüşümün kilit kavramı demokratik çözümdü. ‘Demokratik’ kavramına ilişkin ilk çözümlemeler oldukça dar ve yetersizdi. Fakat bir husus benim için çok açıktı: Reel sosyalizmin dağılmasından sonra eski solun ve komünist partilerin önemli parçalar halinde yöneldiği liberal demokrasiye karşı kesin tavırlıydım. Reel sosyalizmi liberalizmi güçlendiren bir sistem olarak değerlendiriyordum. Her ikisini de mahkum eden arayışlar içindeydim. ‘Demokratik’ kavramı arayış çabalarımda kilit bir rol kazanmıştı, ama yetersizdi.
Ardından siyasal-politika kavramı üzerinde yoğunlaştım. Devlet olmayan ve toplumun hayati çıkarlarının ifadesi olarak siyaset (politika) kavramı, ikinci önemde bir kavram olarak gündemimde yer etti. Siyaseti devlet idaresinin zıttı olarak düşünmekteydim. Dolayısıyla demokratik ve politik bir felsefe, toplumun devlet tarafından yönetiminin alternatifi olarak kendini anlamlandırıyordu. Devlet eliyle sosyalizm inşasının iflası, beni sosyalizmi doğru inşa anlayışını araştırmaya sevk etmişti. Demokratik siyaset felsefesi bu doğrultuda atılan çok önemli bir adım olabilirdi. Pratikte de halkımız devlete karşı çok önemli bir direnç yaşamıştı. Fakat PKK’nin yaratıcı olmayan kadroları veya çalışanları yüzünden bu direnç heba edilmek üzereydi. Bunu önlemenin yolunu araştırırken, demokratik siyaset yönteminin ve ardındaki felsefenin en uygun yaklaşım olduğuna ikna olmuştum. Sovyet Rusya deneyiminden çıkarılacak en önemli ders bu olmalıydı. Reel sosyalizmin çoktan tıkanmış ve iç çözülmeyle sonuçlanmış klasik komünist parti anlayışında ısrar etmek tutuculuk ve çözümsüzlük olurdu. Zaten bu partilerin bilimsel sosyalizmin tıkanmasındaki rolleri açıkça ortaya çıkmıştı. PKK’yi bu temelde muhafaza etmek, tutuculuğa ve tasfiyeciliğe çanak tutmaya devam etmek anlamına gelirdi. Buna rağmen reel sosyalizmin mirasını toptan reddeden ve kötüleyen liberal demokrasiye savruluş da kabul edilemezdi. Liberal demokrasi sahte demokrasicilikti. Onun solu anlamındaki liberal solculuk ve sosyalizm anlayışı tümüyle tasfiyecilik anlamına gelirdi; daha doğrusu, reel sosyalizmin bünyesindeki kapitalizme sahip çıkmak, onu özel kapitalizm olarak dönüştürmek demekti. PKK ve halkın direnç değerlerini bu iki tehlikeli anlayış ve uygulamadan korumak büyük önem arz ediyordu. Acil görev buydu. Bu göreve doğru sahip çıkmak, hem PKK mirasını kendi bencil emellerine alet etmeye çalışanlara, hem de halkın tarihsel direnç değerleri üzerinde kof bir burjuva liberalizmini inşa etmek isteyenlere en gerekli ve anlamlı cevap olacaktı.
KADEK ve KONGRA GEL bu anlamda PKK’nin ve halkın devrimci savaşımının tarihsel mirasına en doğru tarzda sahip çıkabilecek dönemsel iki araç olarak düşünüldü. Rollerini başarıyla yerine getirebilmeleri, süreci özlü değerlendirmeleriyle ve görevlerini doğru belirleyip sahip çıkmalarıyla mümkün olabilecekti.
Devletle yaşanan süreç, bir sorgulanma ve yargılanmadan öteye, siyasal çözüm arayışları halinde geçiyordu. Tüm koşullar aleyhte olmasına ve PKK’nin bütün gücüyle savaşı şiddetlendirme yönelimine rağmen, İmralı sürecinin bir siyasi çözüm fırsatı olarak değerlendirilmesini daha uygun bulmaktaydım. İdam pahasına da olsa, öncelikle denenmesi gereken yolun bu olmasını önemli görüyordum. Komplonun ancak böylelikle boşa çıkarılabileceğine inanıyordum. Savaşın şiddetlendirilmesi ve olası ağır kayıplar ve yenilgiler, durumu tekrar 1925-40 yılları arasında yaşanan tabloya dönüştürecekti. Komplo planının öngörüsü de bu yönlüydü. Genelkurmay temsilcisi de durumu komplo olarak değerlendiriyordu. Amaçları her ne kadar değişik de olsa, bu yaklaşım da dikkate alınmak durumundaydı. PKK ile yazışmama da izin verilmişti. Yazışmalarda görüşme sonuçları da iletiliyordu. Tek taraflı geri çekilmeyi bu koşullarda başvurulması gereken bir taktik olarak değerlendirdim. Bu aceleyle ve koşulları pek düşünülmeden alınan bir tavırdı. Devletin bu yönlü bir dayatması söz konusu değildi. Fakat esas olarak beni bu tür bir önleme yönelten, Türkiye’de yaratılan ağır şovenizm havası ve komplo zihniyetiydi. Geri çekilme sırasında yoğunlaştırılan operasyonlar ve verilen kayıplar, güvenlik güçleri ve kurumlarının bu geri çekilmeyi tasfiye süreci olarak değerlendirmek istediklerini gösterdi. İyi niyetli bir adım tasfiye etme mantığı ile kullanılmak istendi. Bu ciddi bir yanlışlıktı. Dış güçlerin kışkırtmaları kadar Türkiye Başbakanı Bülent Ecevit’in yaşadığı sağlık sorunu ve kendisini tasfiye etme çabalarıyla birlikte MHP’nin olumsuz yaklaşımları ve erken seçime zorlama kararı bunda önemli bir rol oynadı.
Beklenen barış ve demokratik çözüm olasılığı gerçekleşmemişti. En az 1993 ve 1998 yıllarındaki barış ve siyasi çözüm olasılığı kadar 2000 başlarındaki olasılığın değerlendirilmemesinde de Türkiye’yi 1925’ten beri anti Kürt batağında tutarak kontrol etmek isteyen güçlerin payı önemli yer tutar. Kürt sorunu göründüğünden çok daha fazla hegemonik sistemin manipülasyon aracıdır. Çözümsüz bırakılması hegemonik sistem açısından en arzu edilir sonuçtur. Beyaz Türk faşistleri açısından ise, iç politikayı savaş psikozuyla yönetme aracıdır. Kürt sorunu çözümsüz bırakıldıkça, ülkeyi hep iç savaş mantığı ile yönetmek kaçınılmaz olur. ‘İç ve dış tehdit,’ ‘ülkenin bölünmez bütünlüğü’ söylemleri her zaman devrede tutularak savaş hali devam ettirilir. Böylelikle tekelci devlet kapitalizmi eşine az rastlanır bir ulus devlet despotizmiyle ülkeyi istediği gibi sömürme imkanı kazanır. Yani Kürtler sadece toplum ve insan olmaktan çıkarılmıyorlar, kapitalizmin azami kar kanunu için en elverişli araçsallık konumunda değerlendiriliyorlar. Kürtlere dayatılan iç savaş politikası olmadan, Türkiye’deki ulus devletçilik ve kapitalizm yürütülemez. Daha da vahimi, bu iç savaş politikası tek taraflı ve devrim politikası olarak yürütülmektedir. İç ve dış düşmanlara karşı ulusal birlik ve bütünlük için yürütüldüğü iddia edilen bu politikalar ise, özde hegemonik sistemin bizzat oluşturduğu ve kontrolü altında yürüttüğü politikalardır. 2000’li yılların başlarında Kürt barışı ve demokratik çözümü önüne dikilen, aynı geleneksel hegemonik politikalardır. Her ne kadar milliyetçilik ve ulusalcılık adına uygulandığı iddia edilse de, özünde emperyalist, sömürgeci ve soykırımcı politikalardır.
İmralı savunmalarını geliştirirken, bu Kürt kördüğümünü çözümlemeyi esas aldım. Doğrusu da buydu. İyice açığa çıkmıştı ki, Kürt gerçekliğindeki karanlıklar aydınlatılmadıkça kendi savunma gerçekliğim de anlam ifade edemezdi. Barış ve çözüm için her şey denendikten sonra, sıra karanlığın oluşumundaki tarihsel toplumsal nedenleri çözümlemeye gelmişti. Mahkemedeki ilk kısa savunma, mütevazı bir barış çağrısıydı. İkinci büyük savunma kördüğümü çözecek nitelikteydi. AİHM’e yönelik bu savunma özünde Kürt gerçeğini ve Kürtlerin uygarlık ve modernite karşısındaki varlığını araştırmaktaydı. Kürt sorununun doğuşunda asıl sorumluluğun kapitalizmden kaynaklandığını açıklamakta, çözümün demokratik özünü ilk defa ulus devletçilikten ayrıştırmaktaydı. PKK’deki dönüşümün özünü de bu yaklaşım teşkil etmekteydi. Grup aşamasından beri netleştirilemeyen devletçi ve demokratik çözüm biçimleri arasındaki farkı ortaya koymaktaydı. Bu noktada reel sosyalizmden ve arkasındaki klasik marksist-leninist doktrinden ayrışmaktaydı. Ulusların kendi kaderini tayin hakkını burjuva hak kapsamında olmaktan çıkarmış, toplumsal demokrasi kapsamına dahil etmişti. Yani Kürt sorunu devletçiliğe hiç bulaşmadan, ulus devletçi arayışlara yönelmeden ve o kapsamlar altında çözümlere zorlanmadan, toplumun demokratik yönetim modelleri içinde çözümlenebilirdi. PKK’deki dönüşümün özü buydu. KADEK ve KONGRA GEL de terminolojik olarak bu gerçeği ifade ediyordu.
Tüm bu aşamalarda geliştirdiğim savunmalarımın özüne ters iç tasfiyeler 2002-2004 yıllarında bir kez daha hem de kapsamlıca gündeme girmişti. Avukatların zamanında ve yeterli bilgilendirmeyişleri, geniş çaplı bir tasfiyecilikle birlikte, başta kadro ve savaşçılar olmak üzere, maddi ve manevi değeri çok büyük olan partinin ve halkın değerlerini ve kazanımlarını boşa harcadı. Dönüşüm sürecinde parti ve halk savaşı genelde yaşandığı gibi iki keskin uç arasında tarihimizin en büyük tasfiyesine uğradı.
2- 2002-2004 tasfiyeciliğinin anlamı ve önemi
PKK tarihi tasfiyecilikle birlikte gelişen bir tarihtir. PKK daha grup aşamasından beri sıkça tasfiyelerle karşılaşmıştır. Parti geliştikçe tasfiyeler de daha hacimli olmuştur. 2002-2004 yılları arasında yaşanan, tasfiyecilikten öteye komplonun içteki yansımalarıydı. Daha doğrusu, komploculukla tasfiyecilik iç içe geçmişti. Ne kadarının bilinçli, ne kadarının kendiliğinden olduğu ayırt edilemiyordu. Zemin aralarında ayrım yapmaya imkan vermiyordu. Dayandıkları zemin itibariyle kişilikler tasfiyeciliği ve komploculuğu aynı anda yaşamaya elverişliydi. Bu zeminden kaynaklanan kişilikleri gözeten bir yönetim hayati önem taşımaktaydı. Buna hep dikkat etmiş ve dikkat çekmiştim. Devrimci toplumsallık oluşturulurken, bunun ne denli güç bir uğraş olduğunun derin bilincinde olmadan, Kürt toplumsallığından örgüt ve hareket oluşturmak çok zordu. Parti yönetimi ve savaş örgütü bu anlamda nasıl ayakta tutulduklarının bilincinde bile değillerdi. Ayrıca sözde Türkiye solundan ve tarihsel mezhepçilik kültüründen de etkilenmiş oldukları için, devrimci toplumsallık ve eylemselliğin farkını ve önemini kavramaktan uzaktılar. Yakın denetimimiz söz konusuyken, bu temeldeki zaaflarını sergilemekten çekiniyorlardı. İçten olmasalar da, örgütsel havaya uyum göstermeye çalışıyorlardı. Örgütsel ve eylemsel disiplini özgür yaşamın bir gereği olarak değerlendirmek yerine, keyfi yaşamlarının önünde bir engel gibi görüyorlardı. Kabileci ve aileci zihniyet iliklerine işlemişti. Buna birey olarak hiçleşmeyi de ekleyince, tahammülü ve idare edilmesi çok güç bir yapı sergiliyorlardı. Saydığımız tüm bu hususlar genel doğrular olarak anlaşılabilir. Fakat bütün bunlar PKK ve öncülük ettiği devrimci halk savaşı tarihinin en kritik döneminde iç içe geçmiş bir komplo ve tasfiye hareketi halinde oluşmaya yüz tutmuşlarsa, kendilerini bu tarzda dayatıyorlarsa, en büyük ihanet hareketi gündeme girmiş demektir. 2002-2004 dönemindeki tasfiyeciliğin daha öncekilerden farkı ve önemi bu köklü ihanetçi özelliğinden kaynaklanmaktadır.
Kürt tarihinde kronikleşen hastalığın bir benzeri ile karşı karşıyaydık. Otuz yıllık ideolojik, örgütsel ve eylemsel mücadeleye rağmen, aynı hastalığın hortlaması ciddi tehlikeydi. Oluştuğu dönem ve mekan koşulları da bunun için son derece elverişliydi. Sistemin hegemonik gücü ABD Irak’ın işgaline başlamış, AKP’yi içte yeni uzantısı olarak seçmişti. Tarihte olduğu gibi Kürt hareketini yine tek elden manipüle etmeye çalışıyordu. PKK’ye ve bana yönelik gladio savaşlarının arkasındaki temel güçtü. Elinde güçlü işbirlikçiler vardı. Türk gladiosunu yeniden oluşturuyordu. Tüm bu etmenler bir araya gelince, PKK içinde bir operasyon kaçınılmazdı. Daha önce dışta ve içte dayatılan operasyonların nihai olanı amaçlanmıştı. Otuz yıldır peşinde koşulan amaç tahakkuk ettirilmek durumundaydı. Bilinen klasik operasyonun amacı, PKK içinde de kendilerine işbirlikçi kanat yaratarak diğerlerini tasfiye etmekti. Tarihte denedikleri ve çokça başarılı oldukları bir yöntemdi bu. Büyük komplo ile birleştirilince, bu sefer tam başaracaklarına inanmışlardı. Komplonun Türk özel savaşı boyutundaki güçler, bu sefer yeşil maskeli AKP şeması içinde hareket etmekteydiler. Kürt uzantıları Güney Kürdistan’da kendilerine sunulan federe opsiyonu uğruna her türlü işbirlikçiliğe çoktan hazırdılar. Zaten 1985’ten beri gladionun tüm hamlelerine gizli veya açık destek sunmuşlardı. Bu sefer PKK’den ve halk savaşımından kurtulma umuduyla ellerinden gelen her şeyi yapacaklardı. Yaptılar da, iç tasfiyecilere her türlü olanağı sundular. Mirasın sözde en büyük pay sahibiydiler. Ne acıdır ki, tasfiyeci güruh kendini hem partinin hem de halk savaşının gerçek sahibi sayarken, hangi efendilere hizmet ettiğinin farkında değildi. Tasfiyecilerin kendilerine hep gerekçe yaptıkları tutucu ve dogmatik öğeler şahsi savunmalarını yapma gücünden yoksundular. Başarılı olmuş bir tarihsel çıkışı kendi ellerinde böyle tüketerek sonunu getirmek istiyorlardı. Fakat PKK mirası böyle tüketilecek bir miras değildi.
Bu duruma nasıl gelindiğini daha iyi kavramak için yakın geçmişe bakmak gerekir.
Öncelikle kuruluş sürecindeki kimlik tahribi ve özgürlük noksanlığından kaynaklanan kişisel noksanlıklar ve iradesizlikler bu duruma gelişte en temel rolü oynadı; genel bir zaaf olarak etkiledi. Bu zaafların aşılması için güçlü çaba harcanmadı. Süreç geliştikçe bünyesel zaaflar kendini daha çok gösterdi. 1986 Kongresi’ne dek bu durumdaki kadrolara aşırı bir tahammül göstererek birlikte yürümeye çalıştık. 15 Ağustos 1984 Hamlesi’ni zorbela yaptırdıktan sonra, baş gösteren 1986 krizinde ‘artık bizden bu kadar’ dercesine bir tutum içindeydiler. Özellikle birinci kuşak kadro diye geçinenleri fazla zorlamak doğru olmazdı. Bunlar kendilerine defalarca tanınan merkezi rollere sahip çıkamamışlardı. Yaratıcılık göstermek bir yana, hazır olanı bile sahiplenmekten uzaktılar. Kemal Pir, Mehmet Karasungur ve Mahsum Korkmaz başta olmak üzere umut vaat eden komuta adayları etkisizleştirilince, geriye kalan ikinci kuşak diyebileceğimiz kadro adaylarıyla 1987 hamlesine girişmek zorunda kaldık. Bu hamleye adeta tek başımıza yüklendik. 1992 sonlarına kadar yılda sayıları bini aşan eğitilmiş, donanmış ve bütçelendirilmiş kadro ve savaşçı aktarımı başta olmak üzere her türlü destek sunulmuştu. Buna içte küçümsenmeyecek halk desteği ve dışta üs imkanı ve diplomatik destek de dahildi. İçte de tüm bölgelerde üsler varlığını koruyordu. Orta kuşak dediğimiz yeni komuta adayları bu eşsiz hazırlıkların üzerine oturunca, kerameti kendinden menkul şeyhler gibi kendilerine sevdalanmaya başladılar. Hareketin tekrar yükselişini kendi marifetleri sandılar. Aslında rolleri bostan korkuluğundan öteye geçmiyordu. Kişilik zaafları ile kendine sevdalanma birleşince, giderek kendilerini eski kuşak kadrolardan çok daha beter bir yetmezlik içinde buldular. Birinci kuşağın hiç olmazsa belli bir siyasi ve örgütsel ahlakı ve ilkeleri vardı. Yeni yetmelerde bu da yoktu. Kırıntılar var idiyse de, sert mücadele koşulları bunları besleyeceğine yok etmişti. Ortadoğu’da üslenen Önderlik ve içerdeki halk desteği kendilerini besledikçe daha da şımardılar.
Dörtlü çete bu konuda özellikle Botan eyaletinde başı çekiyordu. Görevleri dörtlü çetenin tahribatlarını soruşturmak ve etkisizleştirmek olanlar ise, onların gölgesine sığınarak günlerini gün ettiler. Bunların başında da Nizamettin Taş (Botan), Halil Ataç (Ebubekir), Osman Öcalan (Ferhat) ve Şırnaklı Celal geliyordu. Böylelikle Botan, Behdinan ve Zagros alanları fiilen bu tasfiyeci grubun etkisine girdi. Amed eyaleti (Diyarbakır, Bingöl, Muş ve civar yöreler) Sakık ve Çürükkaya kardeşlerin çiftliği haline getirildi. Bunlar çok sayıda kadrosal güç desteğini ve müdahaleyi boşa çıkardılar. Amed büyük ihtimalle JİTEM’in kontrolü altına giren ilk eyalet konumundaydı. Botan, Behdinan ve Zagros’ta da KDP’ye dayalı olarak JİTEM ve iç komplocu faaliyet giderek etkili oluyordu. Dersim’de Doktor Baran’ın halen içyüzü aydınlatılamamış biçimde ölümüyle birlikte, Hıdır Sarıkaya (Ekrem) gibi unsurların inisiyatifi gelişmişti. Tasfiyeciliğin yanı sıra diğer sol güçlerle yaşanan anlamsız çatışmalar ve yersiz kayıplar hızlanmıştı. Tolhildan eyaletinde (Maraş, Adıyaman ve civarı) Terzi Cemal (Ali Ömürcan), Mardin eyaletinde Serhat (Hıdır Yalçın) benzer tasfiyeci ve tutucu eğilimi egemen kılmışlardı. Ortadoğu’da ise Önderlik JİTEM’le bağlantılı olarak tasfiye edilmenin eşiğine getirilmişti. 1990 yılı ocak ayı başında Hasan Bindal yoldaşın katledilmesine yol açan komplo bu çerçevede stratejik imha rolünü oynayacaktı.
Tüm bu komplocu ve tasfiyeci eğilimlere rağmen kadro, savaşçı ve halk direnişçiliği kahramanlık boyutlarında sergilenmeye ve yükselmeye devam etti. Nitekim 1991’lerden itibaren devlet katında siyasi diyalog ihtiyacının hissedilmesi bu gelişmenin ürünüydü. Fakat gladiocu, JİTEM’ci faaliyet de hiçbir kural tanımadan bütün dehşetiyle devreye sokulmuştu. Devlet içinde de ciddi bir çatlaklık baş göstermişti. Bu koşullar altında baştan itibaren ya açık çetecilik biçiminde ya da daha sinsice ve alttan kendini dayatan tasfiyeci unsurlar adamakıllı palazlanmışlardı. Şahsi tahminlerimin çok üstünde kendilerini halkın ve partinin yeni ve gerçek sahipleri sanacak kadar ileri gitmişlerdi. Kendilerine oldukça sevdalanmışlardı. Ama bu tutumlarını gizlemekte de oldukça ustalaşmışlardı.
Bu durumu aşmak için klasik parti yöntemlerine başvuruldu. Merkez, konferans ve kongre toplantılarıyla sorunlar aşılmaya çalışıldı. Komite yenilenmeleri, yeni temsilci atamaları, güç büyütmeleri çözüm olarak düşünüldü. Açık ki, bu tip çözümler teknik ve örgütsel boyutluydu; ideolojik ve politik temellere inemiyordu. Dolayısıyla şekilsel bazı sonuçlar doğurmaktan öteye gidemezdi. Olup bitenler aslında Sovyetler Birliği’ndeki deneyimin dünya çapında yaşadıklarının partimizin bünyesinde de açığa çıkmasıydı. Reel sosyalizmde yetmiş yılsonunda gerçekleşen çözülüş, PKK’de kuruluşundan yirmi beş, otuz yıl sonra tekrarlanıyordu. Devlet bile olunsa, benzer çözülüşler yine mümkündü. Ulus devletçi perspektiften kurtulamayan ideolojik ve politik modeller bünyesel olarak problemlidir, antidemokratiktir, toplumun sosyalist dönüşümünü sağlayamazlar. İster devlet ister parti temelinde olsun, tekelci, despotik ve iktidarcı elitler ve kişilikler oluşturması doğası gereğidir. Fakat bu gerçeği kavramamız daha yakıcı olarak 2002-2004 tasfiyeciliğiyle birlikte netlik kazandı.
Ortaya çıkan durum reel sosyalizmin PKK’de vardığı sonuçtu
Tasfiyeci hainler sadece mücadele geleneğinden kopmadılar, kendi aralarında da kopuştular. Bazı önemli taktik hesapları vardı. Öncelikle kurucu önderlik gerçeğini kesin etkisizleştirilmiş sanıyorlardı. Onlara göre hiçbir güç Önderliği kurtaramazdı. Dolayısıyla ondan gelecek tehlikeden kendilerini muaf sayıyorlardı. Dayandıkları güçler onlar için bu konuda yeterli güvence veriyorlardı. İkinci taktik hesapları, karşılarındaki dogmatik yanları (ilkeli olmakla birlikte) ağır basan eski kadroların kendileri için tehdit olmaktan çıkarılmasıydı. Bunun için hazırlıklıydılar. Partinin ve mücadelenin birçok değeri kontrolleri altındaydı. Kadroların ve savaşçıların önemli bir kısmını baştan çıkarmışlardı. Yıllarca mücadele saflarında denedikleri kurnazlık kendilerini üstte tutuyordu. Üçüncüsü, kendilerini bütün değerlerin gerçek sahibi sanıyorlardı. Ne de olsa savaşı onlar yönetmişti, halkın ve savaşçıların güvenini elde etmişlerdi! Önderlik dahil bütün eski kuşak rollerini oynamıştı ve bir tarafa bırakılmalıydı! Rüştünü ispatlamış kişiler olarak artık her şeyi kontrol etmeleri, söz ve eylem sahibi olmaları kendi haklarıydı! Tipik aileci ve mirasçı gelenekle hesap yapıyorlardı. Dördüncüsü, dayandıkları güçler onları meşru kabul eden dünya çapında zafer kazanmış küresel yeni liberalizmdi. Cahili de olsalar, neoliberalizm tam da kendilerine göreydi. Bu etkenler altında onları tutmak zordu. Ki, hep arzuladıkları bireysel yaşam tutkularını gerçekleştirme imkanını da kazanmışlardı. Birbirini kaçıran çok sayıda erkekli kadınlı grup olarak, kelleleri pahasına da olsa, kimse onları bu yeni ‘aşklarından’ ayıramazdı. Yıllarca hasretini çektikleri ‘aşklarına’ nihayet görkemli bir ihanet hareketiyle kavuşmuşlardı. Sıkça yaşanan bireysel itirafçı kaçışlarını onlar grupsal olarak, hem de yeni liberal hareket biçiminde gerçekleştirmişlerdi. Bununla da avunabilir, kendilerini temize çıkarabilirlerdi! PKK gibi ünlü bir hareketin üzerinden liberalizm taslakları olarak kendilerini peşkeş çekmeleri para edebilirdi. Başta TC olmak üzere, ABD ve yandaşları kendilerine sahip çıkabilirdi.
Buna karşılık parti ve mücadele değerlerine saygılı olmak ve ilkesel davranmakla beraber dogmatizmi aşamayan, yerinde taktik hamleler geliştiremeyen bazı eski kuşak kadrolar başta olmak üzere Önderlik geleneğini sonuna kadar gözeten kesimler tasfiyecilere karşı dursalar da, değerleri korumakta başarısız kaldılar. Bu konuda epeyce kusurluydular. Gereken yaratıcılıkla tasfiyecilerin önlerini kesip hesap soramıyorlardı. Yetersizlikleri, tedbirsizlikleri ve hiçbir şeye benzemeyen hareket tarzlarıyla tasfiyeci unsurların önünü ardına kadar açık bırakmışlardı. Onların yaptıkları, kişisel namuslarını korumak veya kurtarmaktı. Yılların yetmezlikleri ve dogmatizmi, olup biteni çaresizce seyretmelerine yol açmıştı. Yeni ihanet dalgasının büyüklüğünü fark edip tedbir geliştirmekten uzaktılar. Bir nevi eski komünist partilerin bakiyesine benziyorlardı. İktidarı liberaller kapmış, onlar seyretmişti.
Ortaya çıkan durum reel sosyalizmin PKK’de vardığı sonuçtu. Fakat geliştirdiğimiz hareket reel sosyalizmi çoktan aşan, toplumun temellerine kadar kök salan nitelikteydi. Reel sosyalist kalıp aşınsa da, özlü nitelikler kazanılmıştı. Hem Kürt kimliği ve varlığı konusunda, hem de toplumsal özgürlük düzeyinde büyük gelişmeler yaşanmıştı. Hareketin kendisinde değil, kılavuzluğunda sorunlar çıkmıştı. Hareket diriliğini ve gelişimini sürdürmekteydi. Eğer durum doğru değerlendirilirse, kimlik ve özgürlük hareketinin daha da güçlenerek çıkış yapması işten bile değildi.
Tasfiyeciliğin boyutlarını göz önünde bulundurarak, savunmanın devamı niteliğinde Bir Halkı Savunmak adlı versiyonu yanıt olarak geliştirmeye çalıştım. Bir halkı kurtuluşa götürmekten, hatta sosyalist toplum halinde inşa etmekten, bağımsız bir devlet çatısı altında toplamaktan geri adım atıp savunmaya geçiş yapmak ilk bakışta gerilemek anlamını taşısa da, aslında durum farklıydı. Bunun anlamı ideolojik söylemden toplumsal somuta yakınlaşmaktı; ideoloji ile pratik arasında doğan büyük boşluğu ve çelişkili durumu aşmaktı. Reel sosyalist, hatta bilimsel sosyalist söylem ortaya çıkan yeni duruma yanıt veremiyordu. Dünya genelinde olduğu gibi PKK’de de yaşanan çözülüş, ne kadar çaba harcanırsa harcansın, eski tarzla ne durdurulabilir ne de önlenebilirdi. İdeolojik ve bilimsel yanın yeniden inşası gerekliydi. Ayrıca somutta ortaya çıkan Kürt halk gerçekliği ve özgürleşen toplumsal alanlar eski tarzla ne sürdürülebilir ne de korunabilirdi. Sadece yeni söylem ve eylem biçimlerine değil, toplumsal bilim, siyaset ve ahlak anlayışında köklü dönüşümlere de ihtiyaç vardı. Sorun sadece yerel değil evrenseldi. Bilim felsefesi ve toplumla ilgili disiplinler üzerindeki yoğunlaşma, dönüşüm ihtiyacını iyice bilince çıkarıyordu.
Liberalizmin tüm ideolojik taarruzlarına rağmen, kapitalist modernite tarihinin en derin bunalım sürecini yaşıyordu. Reel sosyalizmin çözülüşü ile güçlü bir dayanağını kaybetmişti. Aslında I. Dünya Savaşı’nda çözülen kapitalist modernitenin ömrünü reel sosyalizm uzatmıştı. Reel sosyalizmin çözülüşü liberalizmin zaferi olmayıp, en güçlü mezhebinden yoksun kalması anlamına geliyordu. Bunun anlaşılması çok uzun sürmeyecekti. 1990’lar sonrasında daha da yoğunlaşan ekonomik bunalıma çare olarak düşünülen ve planlanan Irak ve Afganistan işgalleri ile hayata geçirilmeye çalışılan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), çok geçmeden sistemin yapısal bunalımını bütünüyle açığa çıkardı. Reel sosyalizmden geriye kalan Çin de kapitalist moderniteyi kurtaramayacak, bilakis yeni hegemonik güç merkezi olarak tehdit edici rol oynayacaktı. Dünyanın içine girdiği yeni durum, kapitalist modernitenin sürdürülemezliği ve yeni alternatiflerin gelişmemişliğiydi. Sosyal bilimde, siyaset, etik ve estetikte dönüşüm ortaya çıkan bu durumla bağlantılıydı; hem nedeni hem de sonucuydu.
Sonuç olarak, bir yandan pratik, somut kazanımları tahribattan korumak için yeni politik modeller geliştirmeye çalışırken, diğer yandan siyaset felsefesinde ve yaşam tarzında da yanıtlar arandı. Eski ideolojik ve politik gelişmelerden tümüyle kopmuyorduk. Engel teşkil edici unsurlardan arınıyor, daha geliştirici öğelerle ortaya çıkan sorunlara ve ihtiyaçlara yanıt vererek daha kalıcı ve tasfiye edilemez bir sürece eviriliyorduk. Bunun açık göstergesi PKK ismini yeniden takınmak, halkın kimlik ve özgürlük kazanımlarını KCK (Koma Civakên Kurdistan) adlandırmasıyla somutlaştırmaktı. Böylelikle hem gelenek hem de değişim birlikte yeni bir aşamada yaşamsal kılınmaya çalışılıyordu. Bu yönlü tüm gelişmelerin teorik izahını eldeki son savunma ile sunmaya çalıştık. Bu nedenle savunmamın son halini insan türünün çıkışından toplumsallığına, uygarlıktan kapitalist moderniteye, oradan demokratik moderniteye kadarki tüm süreci kendi halkımın kimliğiyle ve kişiliğimle birlikte çözümleyip sonlandırmayı tercih ettim.