AKP-MHP faşizmi iktidar ömrünü uzatabilmek, siyasi sonuçlar elde etmek için ya savaşa ya da zafere ihtiyaç duyuyor. Mevcut durumda Medya Savunma Alanları’ndaki savaş, kendisine istediği zaferi, siyasi etkinliği kazandırmıyor. Öngördüğü hakimiyeti de sağlayamıyor, kayıpları çoktur. AKP-MHP faşizmi devletin bütün imkanlarını bu savaşa seferber etmiş durumdadır. Gücü azalsa da faşist çevrelerden parayla da olsa güç toplayarak savaşa aktarıyor. Tüm bunlara rağmen hakimiyet kuramıyor, gittikçe de karışıyor, uzun süre hakimiyet kuramazsa yenilir ve çekilmeye kalkarsa da çökebilir. Böyle yapmamaya çalışıyor, bir denge oluşturma çabası içerisindedir, bunun ötesinde yapabileceği çok fazla bir şeyi yoktur.
Fakat AKP-MHP faşizmi diğer yerlerden kendisine siyasi sonuçlar kazandırabilecek başka şeyler yapabilir. Bunlardan biri Kuzey Doğu Suriye oluyordu ama şimdiye kadar saldırı yapamadı, ancak fırsat bulduğu anda bu saldırıyı yapabilir. Olmazsa ne olur? Gelişmeler karışıktır, Suriye ile de resmi savaşa girebilir, Irak’ta iç çatışmayı geliştirebilir. Bazı güçler eliyle 15 Temmuz gibi çakma darbeler tezgahlayabilir. Tayyip Erdoğan’ın rahatça demokratik seçime gidip de ‘yenildim, gelin yönetim olun’ diye iktidarı bir başka güce teslim edeceğini kimse beklememelidir. Öyle olsaydı 7 Haziran 2015’te koalisyon kurmayı kabul ederdi, koalisyonun kurulmasını bile kabul etmedi. Demek ki koalisyonu bile kabul etmeyen bir güç yönetimi başkasına bırakmaz, çünkü gırtlağına kadar suça bulaşmış bir yönetim gerçekliği olduğu için onun sonrasında başına nelerin gelebileceğini iyi biliyor. O nedenle ‘seçim zamanı geliyor’ biçiminde bir beklentiye girmemek lazım.
Evet iktidarının geri sayımı başladı, AKP-MHP faşizmi seçimle iktidar olamayacağına göre başka iktidar yolları arayacaktır. Ya seçimi erteleyerek yaptırtmayacak ya da darbe gibi bir şey yaparak iktidara el koyacak. Onun dışında ise iki yol var. Bir, askeri olarak yenilecek, çökecek. İki, dış güçler, örneğin NATO seçim için ağırlık koyacak. Birlik halinde baskı da yapabilirler. Ona rağmen AKP-MHP faşizmi itiraz etmek isteyebilir. Son süreçteki katliamları onlara rağmen yaptı ama dış güçlerin etkinliği de var, hepsi birlikte yüksek sesle yüklenirlerse içteki muhalefeti güçlendirmek isteyebilirler, zaten altılı masayı da ona göre hazırlıyorlar. Bu temelde belki seçim gibi bir şeyi zorlayabilirler.
DAİŞ’i de Irak’ı parçalamak için türettiler
Irak’ın ne olacağı belli değildir, zaten baştan beri de Irak böyleydi. Kendi statüsünü garantilemiş bir Irak devleti ortada yoktur, yönetim yoktur, içi paramparça, dıştan paramparçadır. Zaten DAİŞ’i de Irak’ı parçalamak için türettiler. İran, Irak’ta TC ile açıktan savaşır mı? Dışarıdaki savaşlar açık olmuyor, gizli oluyor, çünkü dıştaki savaş resmi güçlerle yürümüyor, farklı eğitilmiş, örgütlendirilmiş güçlerle yürütülüyor, genelde de öyledir. Dolayısıyla İran ve TC açık savaşırsa Irak’ta savaşmazlar, açık savaş olursa sınırda olur. Savaş Irak’ta olursa örtülü olur. Örtülü bir savaş büyük bir ölçüde zaten yaşanıyor, değişik düzeylerde sürüyor. Ancak Kürt sorunu konusunda anlaşıyorlar. Aslında Kürt inkarını öngören ulus-devlet milliyetçiliğinin geliştiği dönemden itibaren böyle bir amaç için anlaşma yapabiliyorlar.
Türkiye ve İran bu konuda aralarındaki çatışmayı sınırlandırabiliyorlar, onun dışında zaten bölgede savaş halindedirler, İmparatorluk döneminde de öyleydi, şimdi ulus-devlet döneminde de öyledir, savaş halindedirler. Hegemonya savaşı yürüten devletler konumundadırlar.
Güncel bazı gelişmelere çok fazla takılmamak gerekiyor ama Irak’taki gelişmeler nereye gidebilir? Bölgedeki durum üzerinde ne etkide bulunabilir? Toplumsallığın tarihini okuyoruz, devletçi uygarlığın tarihini varoluş ve gelişim tarihini inceliyoruz. Günümüz açısından onlardan ne tür sonuçlar çıkarabiliriz? Gerçekten de Ortadoğu’daki çatışmalar nereye gider? Bunu çok daha iyi analiz etmek lazım. Bazı yerlerde çelişkiler tırmanıp çatışmaya dönüşünce farklı eğilimler hemen ortaya çıkabiliyor. Bir, ‘yeni çatışma alanları ortaya çıktı, Ortadoğu çatışma merkezi olma konumunu kaybediyor!’ İki, ‘soğuk savaş yeniden geliyor!’ biçimindeki değerlendirmeler basit değerlendirmelerdir, duyulmuş ve ezberlenmiş kavramlar oluyorlar. Halbuki soğuk savaş denilen şey neydi, hangi koşullarda gelişti, nasıl oluştu ve nasıl sonuçlandığına bakmak gerekiyor, çünkü sonuçlanmış bir şeydir ama zihniyeti ve siyaseti o dönemde oluşmuş ona göre şekillenmiş yapılar farklı düşünemiyorlar, insan zihniyetinde tutuculuk çok fazladır, siyasette ve mücadelede zorlanınca hep öyle bir ortam gelsin diye özlem duyuyorlar, kolaycılığa kaçıyorlar. Çünkü ABD-Sovyet bloklaşması ve çatışması içerisinde şekillenmişler, hep öyle bir çatışma olsun ve bir tarafa sırtını dayayarak var olmak istiyorlar. Hiç çaba harcamadan, mücadele etmeden yönetim olsun, siyasetçi olsun, güç sahibi olsun isteniliyor.
Ortadoğu niye bu kadar çatışmalı oluyor ya da çatışma merkezi haline geliyor? ‘Petrol vb nedenler için’ diyenler var. Yine Ortadoğu’dan başka bir yerde petrol ortaya çıkarsa o zaman orası birinci merkez haline gelebilir diyebilirler. Halbuki sorun öyle değildir. Bu açıdan tarihsel bakış açısı, özellikle devletçi uygarlık sisteminin özellikleri, şekillenişi, gelişim diyalektiği çok önemlidir.
Ortadoğu bu temelde merkezdir. ABD-Sovyet bloklaşması, Ortadoğu’daki uygarlığın Avrupa’da hamle yapmasıyla, daha doğrusu kapitalizm çağını yaratmasıyla oldu. Önder Apo ‘ABD-Sovyet bloklaşması Ortadoğu’dan kopuk değildir’ dedi. Dolayısıyla o bloklaşma dünya çapındaydı ama Ortadoğu’dan doğup gelişen devletçi uygarlık sisteminin kendi iç çelişki ve çatışmasını ifade ediyordu, doğu-batı ayrımı için söyleniyordu. Doğu-batı ayrımında sınır Zagros dağlarıdır deniliyordu. Devletçi sistem içerisinde İstanbul batıyı, Tahran doğuyu temsil ediyor. Böyle ele alındığında sınır kavgasının sürdüğü yerin de Zagros dağları olduğu açıktır. Tarih içerisinde de savaşlar hep öyle sürdü, sonunda Kürdistan’ı ikiye bölen bir sınır ayrışması da öyle gelişti.
NATO, Rusya-Çin-İran’ı hedefleyen bir konsept oluşturmaya çalışıyor
Küresel sistem içerisindeki gelişmeler neyi ifade etti? NATO’nun karşısındaki güçler ne olacak? NATO, açıkça Rusya-Çin-İran’ı hedefleyen bir konsept oluşturmaya çalıştı. En azından ABD’nin politikaları bu biçimdedir. Böyle bir yaklaşımla da ABD sistem içerisindeki etkinliğini, liderlik pozisyonunu korumaya çalışmak istiyor, bu durum gözleniyor. Trump yönetiminin içe kapanıklığına karşı şimdiki yönetim, küresel politikayı çok daha fazla yürütmeye çalışıyor. Mevcut haliyle zaten ABD’deki iki iktidar blokunun politikalarının temelde ayrıştığı nokta burası oluyor. Trump yönetiminin iç politikayı öne çıkartan bir durumu vardı, demokratlar onu düzeltmeye, ABD’nin sistem üzerindeki zayıflayan etkisini arttırmaya çalışıyorlar. Aslında Afganistan’dan çekiliş bu temeldeydi, birkaç yıl daha kalsaydı ABD’nin liderlik durumu kalmazdı, çünkü çıkmaza girmişti. Oradan çekilince ve ardından Rusya’nın Ukrayna’ya savaş ilan etmesi temelinde Ukrayna’daki savaş durumuna dayanarak ABD yeniden bir etkinlik sağlamak istiyor, Avrupa’yı Rusya’ya karşı Ukrayna savaşı üzerinden enerji sorununu öne çıkartarak yönlendirmeye çalıştı, biraz da korkutarak bazı kararlar aldırdılar, İsveç ve Finlandiya’yı NATO’ya katmaya çalıştılar, bunların hepsini ABD yaptırdı.
Diğer yandan Çin’e karşı ittifak oluşturmaya çalışıyor. Öyle anlaşılıyor ki İngiltere’yi Avrupa Birliğinden sanki bunun için ayırmışlar. ABD yalnız başına politika yürütemiyor, Avrupa Birliği’ni de her politikasına olduğu gibi ortak edemiyor, İngiltere de Avrupa Birliği içerisinde olursa o zaman politik olarak serbest hareket edemiyor, aslında İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılışının çok önemli bir nedeninin bu olduğu değerlendirilebilir, ayrılması demek ki bunun içinmiş, böyle olunca ABD ile daha rahat politika yürütebiliyorlar. Ukrayna savaşını da onlar geliştirdiler, NATO’yu da Rusya’ya karşı onlar yönlendiriyorlar. Kapitalist sistemin merkezi zaten İngiltere’ydi, ABD’ye devretti.
İngiltere ile birlikte Çin’e karşı bir pasifik ittifakı oluşturmuş durumdalar, buna ‘pasifik NATO’su’ da deniliyor, fakat merkez esas olarak Ortadoğu’dur. Bu kararlardan sonra Biden hemen Ortadoğu’ya geldi, İsrail-Filistin görüşmesi yaptı. Böylelikle Amerika’nın Filistin’i düşünen bir yönetimi var izlenimi verildi. İsrail ve Arapları yakınlaştırmanın en etkili aracı İsrail-Filistin yakınlaşmasıdır. Aslında İsrail-Arap ittifakı yaratılmak isteniliyor. ‘Ortadoğu NATO’su’ dedikleri bu biçimdedir. Onun için Filistin’i güya destekliyorlar biçiminde biraz okşamaya çalıştılar, Arapları İsrail ile ittifaka çekmeye çalışıyorlar, bunu tam olarak başaramadılar, çünkü bütün Arapları öyle bir ittifaka götürmek mümkün değildir ama bunun için çalışacaklar.
Küresel kapitalist sistem Arapları birleştirmek istemez
Bazı çevreler ‘Arap birliğini oluşturacak’ dediler, bu da tutarsız bir görüştür. Sadece Arapları birleştirerek Ortadoğu NATO’su olmaz ve onunla da İran’a karşı mücadele edilemez. Araplar birleşseler de öyle Ortadoğu’nun etkili bir gücü olamazlar. Bir tarafta Türkiye, bir tarafta İsrail, bir tarafta İran varken olmaz. Bir de Arapların o kadar güçlenmesini ne Amerika ister ne de İsrail ister. Zaten daha çok bölüp parçalamaya çalışıyorlar, biraz güçlenmiş olan iki Arap devleti olarak Irak ve Suriye’nin başına nelerin getirildiği ortadadır. Herhalde Irak ve Suriye’de olanlar kendiliğinden olmadı. Irak ve Suriye’de de bizzat ABD müdahalesiyle bu durum ortaya çıktı. Irak’a doğrudan yüz elli bin askerle saldırdı. Suriye’ye de DAİŞ’i saldırtarak yaptılar. Demek ki DAİŞ sistem dışı bir güç değildir, tam tersine kontrgerillanın denetiminde paramiliter bir güçtür. Arkasında süper gladio var, bundan hiç şaşmamak lazım. ‘Terörist siyasi İslam’ denilen yapılanmanın arkasında hep NATO gladiosu var. Onun için Türkiye o kadar etkilidir, çünkü süper gladio Türkiye’de çok fazla etkilidir. Devlet Bahçeli de bu gladionun has elemanlarından birisidir. Tayyip Erdoğan’ın böyle bir politika içine çekilmesinde de Devlet Bahçeli ile kurduğu ilişkinin belirleyici olduğunu biliyoruz.
Kısaca küresel kapitalist sistem Arapları birleştirmek istemez, çünkü 22 devlete kendisi böldü. İngiltere ile Fransa böldü. Daha fazla bölmeye çalışıyorlar, DAİŞ ile Irak’ı ve Suriye’yi üçe bölmek istediler, hala da aynı politikayı yürütüyorlar, bundan vazgeçmiş değiller, zaman olgunlaştığında bu bölünme gerçekleşebilir. Onun için ‘Arap NATO’su’ görüşü doğru bir görüş değildir. Arapların kendi aralarında birleşip güçlenmelerine İsrail ve ABD izin vermez, o ancak İsrail ve ABD’ye karşı mücadele içerisinde bir Arap demokratikleşmesi olarak gelişebilir. O zaman geriye İsrail ile birlik olması kalıyor, ‘ittifak’ denilen İsrail ile birlikti. Zaten Biden de öyle yaptı. İsrail ve Arapları birleştirmek için önce İsrail ve Filistinlilerle görüştü, ondan sonra da Suudi’ye gitti. Bir boyutu ekonomik pazarlıklardı. Ukrayna savaşından dolayı ortaya çıkan enerji sorunlarını çözmeye çalışıyorlar. Petrol üretimini arttırmalarını istediler ama esas olarak Arap-İsrail ittifakını geliştirmeye çalışıyorlar. İran’a karşı oluşturabilirlerse öyle bir birlik oluşturacaklar. Şimdilik Türkiye’yi dışında tutuyorlar. Öyle anlaşılıyor ki, ABD-İngiltere ve İsrail, Türkiye’yi dışta tutma temelinde birleşip İsrail-Arap birliği yaratıp İran karşısında mücadele etmek istiyorlar.
Türkiye’nin ise kendi projeleri var. Türkiye’nin de güçlenmesini istemiyorlar. Araplar-İsrail ve Türkiye’den oluşan bir ittifak olsa evet tekniğiyle İsrail’in etkili bir gücü olabilir ama diğer yandan en büyük güç Türkiye olur. Böyle bir ittifakın gücünü Türkiye alabilir, Türkiye’nin bölgede büyük etkinliği gelişebilir diye dışında tutuyorlar. Bu açıdan Türkiye’yi dışlayarak İsrail ve Arapları birleştirip İran’a karşı mücadele eden bir Ortadoğu yaratma çabasındadırlar.
Biden’in Ortadoğu ziyaretinin temel stratejisinin bu olduğu görüldü. Ekonomik ittifaklar yapmak üzere Suudi prensi Yunanistan’a gitti, zaten Mısır devlet başkanı Almanya’ya gitmişti, anlaşmalar yaptılar. Türkiye bu durumdan çok rahatsızdır, çünkü böyle bir sistemden dışlanmış oluyor. Diğer yandan Yunanistan’ı güçlendiriyorlar. Şimdiye kadar Türkiye ve Yunanistan arasında bir denge kuruyorlardı ama şimdi Yunanistan’a daha fazla ağırlık veriyorlar. Yunanistan’a askeri tesisler yaptılar, F-35 verdiler. Böylece Ortadoğu’da İsrail-Arap ittifakı, Avrupa’da, Balkanlar’da Yunanistan’ı güçlendirerek Türkiye dışlanıyor. ‘Türkiye’nin Tahran ve Rusya ile ilişkileri neden bu kadar gelişti?’ sorusunun cevabını burada aramak lazım. Türkiye bunu görünce de kendisine dayanak olarak Rusya ve İran ittifakını geliştirmede görüyor. İkili bir durumu yürütüyorlar.
ABD-Sovyet bloklaşması gibi iki kutuplu bir dünya oluşmaz
Şöyle bir konu var: Bir; NATO’nun bu yeni yaklaşımı karşısında Rusya-Çin-İran ilişkileri nasıl seyredecek? Bu önemlidir. Zaten belli ilişkileri var, ittifak halindeler ama kendilerine açıktan yönelmiş böyle bir NATO tehdidi karşısında ittifak düzeylerini ne kadar geliştirirler? Onu biraz iyi gözlemek ve anlamak gereklidir. İki; ABD, Avrupa’yı; Rusya ile Ukrayna üzerinden ne kadar çatışmalı tutabilir? Ortadoğu’da tutamıyor, onun için ‘Ortadoğu NATO’su’ diye ayırdılar. ABD kırk yıldır uğraşıyor Avrupa’yı Tahran yönetimine karşı çıkaramadı. Tahran yönetimiyle en iyi ekonomik ilişkiler yürüten Almanya ve Fransa’dır. 1982’den beri böyledir. Amerika, helikopterlerle Tahran’a çıkartma yapmak istedi, istediği desteği Almanya ve Fransa’dan alamadı, İran’a ambargo uyguluyor yine de kesemiyor.
Onun için Arap-İsrail ittifakını güçlendirmek, İran’a karşı mücadeleyi buraya dayandırmak istiyor, çünkü Avrupa üzerinden yürütemiyor. Tersine ABD, İran ile neredeyse savaş yaparken Almanya ve Fransa’nın İran ile ilişkileri çok güçlü oldu. İran, Avrupa’da Hizbi Demokrat’ın liderlerini katletti. Avrupa’da her türlü işi yapıyor, Avrupa’da cirit atıyor, Avrupa ile ilişkileri bu düzeydedir. ABD bunu bildiği için Avrupa’daki NATO’yu Ukrayna savaşı üzerinden Rusya’ya odaklandırmak istedi. Sonuçta ABD anladı ki İran’a karşı NATO ile duramaz, Çin’e karşı da duramaz. Şimdi İran’a karşı Ortadoğu’da, Çin’e karşı Pasifikte ayrıca ittifaklar oluşturmak durumunda kalıyor. Böyle bir stratejiyi benimsemiş durumdadır.
Peki bu durum Avrupa’yı Rusya ile ne kadar çatışmalı kılar? Bu da belli değildir. Rusya, Ukrayna’yı işgal etti ve biraz da ABD baskısıyla günlük bir durum oluşturarak NATO düzeyinde bir karşıtlık yarattılar, çeşitli ülkeleri korkuttular ama bu ne kadar sürebilir? ABD istiyor ki, Rusya ile böyle bir çatışma sürekli olsun, böylelikle Avrupa kendisinin yanında kendi güvenliğinde olsun istiyor. İngiltere’yi öyle bir pozisyonda tutabilir ama Almanya ve Fransa’yı o düzeyde ne kadar süre tutabileceği belli değildir. Çünkü uzun bir süre Rusya ile savaş konumunda tutamaz, bu durum giderek gevşeyebilir, zaten daha ileri bir çatışmalı pozisyona götüremez, ekonomik düzeyde de tutamaz. Çünkü söz konusu olan azami kârdır. O konuda Rusya üzerinden yararlanıyorlardı. Eskisi gibi komünizmin gelme durumu da yoktur, Rusya öyle bir güç değildir, o zaman Avrupa niye Rusya ile ileri bir düzeyde savaşsın ki. Yarın bir formül bulup anlaşabilirler.
ABD, ‘Ukrayna’da Putin diktatörlüğüne karşıyız’ diyor ama Afganistan’a giderken de ‘çağ dışı gericiliğe karşıyız, demokrasiyi temsil ediyoruz!’ diye bütün NATO’yu götürdü. Sonuçta başarısız kaldılar ve oradan kendilerini nasıl kurtaracaklarının arayışı içerisine girdiler. ‘Ukrayna’da Putin diktatörlüğüne karşı çıkıyoruz’ diyorlar, yarın Putin ortadan kalkabilir, demek ki Putin diktatörlüğüne karşı oluşturulan ittifakın ne kadar yaşayacağı belli değildir. ABD, Afganistan’dan kurtulup böyle bir üçlü ittifak politikasıyla etkinliğini geliştirmeye çalışıyor ama her üçünde de zayıflık var. Zaten bir cephede yürütemedi, eskisi gibi ABD-Sovyet bloklaşması gibi de merkezileştiremiyor, onun için soğuk savaş denilen şey olmuyor, ikili bir merkezileşme yoktur. Ortadoğu’da İsrail-Arap ittifakını ne kadar geliştirecek, bu belli değildir. Başarılı olmadığı ve Biden’in eli boş döndüğü de değerlendirildi. Elinde kalan biraz daha fazla enerji üretimidir.
ABD güncel olarak biraz parlıyor diye ‘İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyetler Birliği karşısında var olan Amerika yeniden geliyor’ biçiminde sanmamak lazım. Böyle bir görüş yanlış bir görüştür. Öyle gelmiyor. Soğuk savaş da olmuyor. Soğuk savaş döneminde Sovyetler Birliği vardı, evet Sovyetler Birliği sistemden kurtulamadı ama sistemi aşmaya çalışan bir güçtü. Gerçekten de dünya iki bloka ayrılmıştı, iki ittifak kurdular. NATO ve Varşova Paktı öyle kuruldu. Bu ittifak dışında kuş uçmaz hale geldi. Şimdi öyle bir durum olacak mı? Bir defa NATO içerisinde ABD’nin etkinliği eskisi kadar yok. Peki Rusya-Çin-İran, Sovyetler Birliği gibi bir birlik olacak mı? Ne kadar ittifak geliştirecekler? Bu ittifakın liderliği kimde olacak? Dikkat edilirse bunlar çok belirsizdir. Bu tehdit karşısında biraz daha ilişki ve ittifaklarını güçlendirebilirler. Zaten Tahran’da Rusya ve İran anlaşmalar yaptılar, Çin ile de yapıyorlar. Çin-İran ilişkileri de olabilir. Biraz daha ilişkilerini güçlendirebilirler. Yine Hindistan ve diğerleriyle de ilişki geliştirebilirler, bunu yapmaya da çalışıyorlar. Ama bunu bir pakta dönüştürme durumu tam olarak net değildir, belirsizdir. Geçmişte de Çin öyle bir bloklaşmaya girmedi. ABD karşısında Sovyetler Birliği kendi politikalarıyla zayıf düştü ama devletçi ittifakta da zayıf düşüren Çin’in tutumu oldu. Komünist cephe olarak Sovyetleri bölen Çin oldu. Çin, Sovyetlerin hegemonya politikasına karşı çıktı. Mao’nun ünlü bir sözü var, Çin bu sözü ne kadar esas alıyor bilemiyoruz, “Çin hiçbir zaman süper devlet olmayacaktır” dedi. Belki bu yaklaşım Mao sosyalizminin bir yaklaşımıydı.
Şimdiki Çin öyle olmayabilir, ekonomik olarak büyüyebilir, insan gücü fazladır, ordusu da büyük olabilir ama İngiltere, Almanya, Amerika gibi bir dünya gücü olmak ister mi? Önder Apo uygarlık çözümlemelerini bu kadar ısrarla tekrar tekrar yüzlerce binlerce sayfa doldururcasına boşuna yapmadı, bu gerçekler doğru anlaşılsın diye yaptı. Çin devletçi uygarlığın ana kolu değildir, etkili bir yan koldur. Demek ki Rusya-İran-Çin ittifakının lideri Çin olamaz. 20. yüz yılın ortasında oluşan ABD-Sovyetler Birliği bloklaşması gibi bir Çin-ABD bloklaşması olmaz. Demek ki Çin’in kendi isteminden kaynaklı değil, tarihsel varoluşuyla da bağlantılı bir durumdur. O bakımdan ‘iki blok olacak bu da soğuk savaş bloklaşması gibi olacak’ biçimindeki düşünceler yanlıştır. Birinci Dünya Savaşı’nda da sistem bloklaştı, ittifak oluşturuldu. İngiliz-Fransız-Rus ittifakı ve Almanya-Osmanlı-Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun ittifakları oluştu. Bunlar bloktular, savaştılar. Şimdi ona benzer bloklaşma biçiminde belki olabilir. O düzeyde bir yakınlaşma olabilir ama 3. Dünya Savaşı’nın özelliklerine göre olur. Önceki 1. Dünya Savaşı’nın özelliklerine göreydi. Dolayısıyla şöyle bir durum oluşmaz: ABD-Sovyet bloklaşması gibi iki kutuplu bir dünya oluşmaz. Öyle görünse bile kendi içinde birçok merkez var olacak.
Bunlar şu açıdan önemlidir: ‘Soğuk Savaş Kafası’ diye bir kavram var. Biz ona ‘Soğuk Savaş Zihniyeti’ diyebiliriz. ‘Soğuk Savaş’ kavramını PKK çok kullanmıyordu, Önder Apo zaman zaman değindi ama çok fazla onun üzerinde teori geliştirmedi, değerlendirmeler yapmadı. Öyle iki kutuplu dünya olacak beklentisi içinde olmak, gelişmeleri hemen öyle değerlendirmek, stratejiyi-taktiği ona göre çizmek doğru değildir.
Evet NATO’nun aldığı karar temelinde belki biraz durum değişecek, sistem içindeki çatışmalar daha çok derinleşecek, ittifaklar, bloklaşmalar oluşacak ama birbirinden kopan farklı şeyler ortaya çıkmayacak. Dolayısıyla öyle iki bloklu dünya durumu, bir bloktan yana olma zorunluluğu, devletçi sistem içerisinde var olabilmek için stratejik bir ittifak bulma zorunluluğu olmayacak. Örneğin Türkiye hem NATO’ya gitti, hem Tahran’a gitti. Suudi Arabistan hem İran ile görüşüyor hem de Amerika ile görüşüyor. Bu ilişkiler aynı anda oluyor. Bu ilişkiler böyle sürecektir.
Irak her zaman çatışmalı bir alan oldu
Diğer yandan Irak’taki durum da önemlidir. Bunları da güncel gelişmeler üzerinden bakarak değerlendirmek zordur. Güncel boyutları var, Irak kendi içinde parçalandı ama Sümer’den bu yana sistemin merkezi olarak ele almak lazım. Irak her zaman çatışmalı bir alandır. Tarihe baktığımızda da onu görebiliyoruz. Irak üzerinde çatışma oluyor, değişim oluyor ama sistem çok fazla kurulamıyor. Sistem Irak’ın dışına taşarak kuruluyor. Irak’ta Bağdat’ta, Basra’da çatışma oldu, yeni iktidar ve devlet uygarlığı gelişti ama uygarlık sistem haline Musul’da, Anadolu’da geldi, Roma’da geldi. Dolayısıyla Irak’taki çatışmaları kendi iç ilişki ve çelişkileriyle ve sistem boyutuyla ikili bir şekilde değerlendirmek gerekiyor. Ortadoğu’da ve dünyadaki ilişkiler boyutuyla da değerlendirmek lazım. Birini görüp diğeri görülmezse hata yapılabilir, tarihsel değil güncel bakılmış olur. Doğru çözüme ulaşabilmek, hata yapmamak için tarihsel bakışı kaybetmemek gerekiyor. Bu kesinlikle gereklidir. O nedenle iç ilişkileri, çelişkileri, çatışmaları görelim fakat her şeyi sadece buraya bağlamamak lazım, çünkü herkesin eli Irak’ın içerisindedir.
Küresel kapitalist sistem de öyle oluştu. İngiltere gelip Bağdat’ı ele geçirdi ama Ortadoğu’daki ulus-devlet sistemi Kemalist hareketle anlaşmayla Lozan’da Türkiye’nin şekillenmesiyle kuruldu. İngiltere’nin Bağdat’ı ele geçirmesi Lozan Anlaşması için sadece elinde bir koz, avantaj, güç kaynağı oldu ama yeni bir sistemin kaynağı olmadı. Bunu net görmek gerekiyor. Demek ki Irak’taki gelişmeler bölgeyi etkileyecektir. Sadr devrim çağrısı yapıyor, diğerleri de yaptılar, çelişkili durum derinleşecektir. Sert bir iç savaşa girilecek biçiminde değerlendirmeler de yapılıyor. Türkiye’nin eli kesinlikle çok daha fazla içerisinde olacaktır. ABD ve İran, Irak’tadır. Irak’taki olayların bölgesel ve küresel boyutlarını görmek gerekiyor. O nedenle hem iç durumu hem bölgesel durumu hem de tarihsel gelişmelere birlikte bakmak ve geniş bir analiz yapmak lazım. Dikkat edilirse ‘Sünni-Şii çatışması olacak’ deniliyordu ama şimdi Şiiler çatışıyor. İktidar olma istemi, dinden daha öne geçti, demek ki iktidar karşısında dinin, mezhebin fazla bir değeri yokmuş. Şiiler, Sadr ve Maliki çatışıyorlar. Şiilik içindeki çelişkiler çatışmaya dönüşüyor. Zaten onlar da bir iktidar bloklaşmasıydı.
Sadr, Sünniler ve KDP’nin ilişkileri vardı, onlar hükümet kuracaklardı. Güya Sadr hareketi, ‘KDP, Türkiye ile çok fazla ilişkiye girmiş oradan koparalım diye ilişkileniyoruz’ diyorlardı, açıklamaları bu temeldeydi. KDP ile ilişkileri eleştirilince, Sadr hareketi bunu gerekçe yaptı. Gerçekten öyle midir ya da daha farklı bir yaklaşımı mı var, bunu bilemiyoruz. Sonrasında hükümet kuramayınca Sadr hareketi parlamentodan çekildi, parlamentoda yeni bir bileşim oluştu, bu yeni bileşimle ilk pazarlığa giren de KDP oldu. Demek ki KDP öyle çok Sadr’a bağlı bir güç değildir, Sadr geri çekilince bu sefer de Şii koalisyonuyla ilk pazarlığa KDP girdi. Aslında Şii koalisyonu KDP’den yana çok olmadı, YNK’yi çok daha fazla öne çıkartıyordu. Sadr hareketinin meclisten çekilmesiyle hükümet kurabilecek aşamaya da geldiler. En son TC’nin bölgede yaptığı katliama da dayanarak yeni yönetimi oluşturmak istediler. Sadr’ın müdahalesi onu engellemeye dönüktür. İktidar olabilecek koalisyon üç aday gösterdi. Bunları da Sadr kabul etmiyor. Açığa çıktı ki Sadr kendi dışında hükümet kurulmasını kabul etmiyor. Seçimi de ne kadar istediği belli değildir. Oturup birlikte seçim yapalım da demedi, biraz kitle gücüne dayanarak zor kullanıp etkinliğini geliştirmek istiyor. Öyle bir pratiği var. “Biz Iraklıyız, ne Amerika ne de İran, Irak esastır” diyor. Ne kadar öyle olacak, ideolojik-stratejik boyutu ne kadar var veya bu durum günlük politikalara ne kadar alet olacak, bunu bilemiyoruz. Fakat şimdi bir iç gerginlik ve çatışmalı durum var. Mevcut haliyle bunu aşsalar da yine de kriz devam edecek, yeni çelişkiler ve çatışmalar ortaya çıkacak.
Türkiye daha fazla müdahale edebilir. Tayip Erdoğan yönetimi Suriye ve Rojava üzerinde hareket edemez ve orada kendisi için siyasi değer ifade eden bir çatışmalı durum yaratamazsa, Irak’ın içlerine daha fazla karışacaktır. Buradan kendisi için siyasi değer çıkartmaya çalışır. Bu kesindir. Diğer güçler de öyledir. İran tetiktedir. ABD, Avrupa, Çin ve Rusya’ya kadar işin içerisindeler. Dolayısıyla öyle bir çelişkili çatışmalı durum olur, fakat bir çözüm çıkmaz.
Lozan sistemi bir dünya sistemidir
Özgürlük Mücadelemiz açısından, Ortadoğu demokrasi açısından mücadeleden kopmamak gerekiyor. Fakat yalnız başına Irak olarak ele almamak gereklidir. Irak mücadelesinden kopmamak lazım ama Irak’ı merkeze de koymamak lazım. Çünkü mevcut durumda çözümü Türkiye belirleyecek.
Bu, iki nedenle böyledir. Bir, Ortadoğu’da Türkiye askeri-siyasi olarak aktif bir iktidardır. Küresel bir politika yürütüyor. İki, Ortadoğu’nun mevcut sistemi TC üzerine kurulmuştur. Dikkat edilirse Sevr Anlaşması üzerine kurulmadı, Lozan Anlaşması üzerine kuruldu, dolayısıyla Ortadoğu’da değişiklikler olacaksa, Türkiye’deki değişikliğe göre olur. Türkiye’yi değiştiremeyen bir gelişme yerel kalır, büyümez. Ancak Türkiye’de gelişecek değişiklik en fazla bölgeyi etkiler, bölgede yeniden yapılanma yaratır. Bu kesindir. Bu bakımdan da hem devletçi uygarlık sisteminin gelişim mantığını iyi anlamak gerekiyor, hem 1. Dünya Savaşı sonrasında kurulan sistemi iyi anlamak gerekiyor. Lozan Anlaşması’nın yüzüncü yılına girildi, Lozan Anlaşması’nı iyi anlamak gerekiyor. Herkes için doğru anlamak ve başarılı olmak açısından gereklidir, en çok da Kürtler için gereklidir. Kürtler açısından bu zorunludur. Bu durum görülmezse, sistemsel gerçeklik, şekillenme doğru anlaşılmazsa ne etkili mücadele edilebilir ne kalıcı sonuç çıkartılabilir, ne de başarılı olunabilir.
Lozan sistemi bir dünya sistemidir. Sadece Türkiye kurulmamıştır, Ortadoğu ona göre şekillenmiştir. 1. Dünya Savaşı’nın galibi olan devletler burada anlaştılar. İngiltere-Sovyet dengesi buna göre kuruldu. Kemalist hareket -Tayyip Erdoğan’ın yaptığı gibi- destek alarak kendisini egemen kıldı. Aslında 1919’dan 1925’e kadar izlenen Kemalist politikayla, 2015’ten 2023’e kadar Tayyip Erdoğan’ın izlediği politikalar birbirine çok benziyor. Bu, politikada iki taraftan da yararlanarak kendini var etme ve egemen kılma politikasıdır. Kemalist hareket ancak Misak-ı Milliyi mevcut sınırlar düzeyinde kabul ettirebildi ama Mustafa Kemal’in vasiyeti var ‘fırsat olduğunda Misak-ı Milli gerçekleştirilmelidir’ diyor. Örnek olarak da Hatay’ı gösteriyor. ‘Fırsat oldu Hatay’ı aldık, böyle fırsatlar yakalandığı her zaman Misak-ı Milli tamamlanmalıdır’ diyor. Demek ki bundan vaz geçmiş değiller. O zaman Fransa ile 1921’de, İngiltere ile de biraz 1923’te ama esas olarak da 1926’da yaptıkları anlaşmalarla bu inkar ve imha statüsünü Kürdün yokluğu üzerinden ortaya çıkarttılar.
Şimdi bu böyle devam ediyor. Lozan, Kürt soykırım anlaşmasıdır Lozan’a karşı mücadelenin merkezine TC’nin konulması gerekiyor, TC’deki inkar ve imha zihniyetini kırmak önemli ve belirleyicidir, çünkü pratik egemen odur, bir de zayıf halka odur. Onun için TC’ye yüklenilmeli ama değişim sadece Türkiye’den olmayacak. Türkiye’deki değişim, Kürt sorunundaki değişim sadece Ortadoğu’yu değiştirmeyecek, küresel sistemi değiştirecek. Kürt sorunu böyle bir sorundur. Kürt Özgürlük Mücadelesinin böyle bir bölgesel ve küresel gerçekliği var. Bu görülmez ve anlaşılmazsa ilişki ve ittifaklar da doğru anlaşılamaz, diplomasi faaliyeti de doğru yürütülemez, dahası Kürdistan’da başarılı, sonuç alıcı mücadele yürütülemez. Dost, düşman kimdir, kimden ne kadar yararlanılır, kime karşı ne tür tedbirler içine girilir; bunlar belirlenemez.
Lozan diyerek geçmemek gerekiyor. Lozan’ın yüzüncü yılında ‘anlaşma fesh oluyor’ deniliyor. Öyle olabilir mi, bunu bilemeyiz ama Türkiye’de CHP bloku ya da ‘altılı masa’ deniliyor, onlar Lozan’dan yanadırlar. Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli ise Lozan’ı değiştirmek istiyorlar, aslında Devlet Bahçeli’nin çizgisi İttihatçı hareket çizgisiydi. Tayyip Erdoğan’ı da o çizgiye getirdiler. Onlar Lozan’dan yana değiller, Tayyip Erdoğan ‘Türklerin zararına olan bir anlaşma’ olarak tanımladı. Dolayısıyla ‘yüzüncü yılında güncelleyeceğiz’ dedi. Peki, zararına olan nedir? Amasya Tamimi’nde belirlenen Misak-ı Milliyi gerçekleştirememişti, yani Kürtlerin ve Türklerin yaşadığı yerlerin vatan olma durumunu başaramamıştı. Bir kısmını Fransa ve İngiltere’ye vermişti. Bu açıdan ‘başarısızdır’ diyordu. Nasıl ki İlker Başbuğ, Yaşar Büyükanıt 90’lı yıllarda PKK’ye karşı KDP ile ittifak yapılmasını yanlış politika saydılarsa, Tayyip Erdoğan’da o zaman Lozan’daki anlaşmayı yanlış politika olarak gördü ve ‘bu yanlışı gidereceğiz ve Lozan’ı güncelleyeceğiz’ diyor. Bu temelde mücadele yürütüyor ve şimdi yüzüncü yıla girildi.
Lozan, Kürt soykırım anlaşmasıdır. Kürdistan üzerinde devletçi egemenlik kuruyor ama Kürdün bunda adı ve yeri yoktur. Kürt inkar edilerek ve imhanın önü açılarak oluyor. Kürdistan üzerinde yönetim kuruyorsan o zaman Kürdistan’ı tanımlayacaksın ama tanımlamıyor, bu temelde inkarcıdır. O zaman Kemalistler bu inkarı ustaca yapıyorlar. Mustafa Kemal-İsmet İnönü-Feyzi Çakmak üçlüsü çok bilinçli bir şekilde böyle hareket ediyorlar. O zaman İsmet İnönü sıkışınca ‘kendisinin Kürt olduğunu’ da söylüyor. İngilizler önce Kürtlerin talepleri diye bir liste sunuyorlar, Kürt Şerif Paşa’yı da götürüyorlar, böyle biraz zorlamaya kalkıyorlar ama İnönü ‘ben Kürt’üm, Şerif Paşa’da kimmiş’ diyor. Bunu böyle ustaca kabul ettiriyorlar ve karşılıklı anlaşıyorlar.
Petrol alanı olan Musul verilince İngiltere için yetiyor. Aynı zamanda Ekim Devrimi olmuş Sovyetler Birliği kuruluyor, zaten küresel bir tehdit var. 1. Dünya Savaşı’ndaki çelişki, İngiliz-Alman çelişkisiydi. Yeni çelişki olarak da İngiliz-Sovyet çelişkisi olarak ortaya çıkıyor. Onun verdiği korku da var, Türkiye’yi kendi yanına çekmek ve çatışmayı azaltmak istiyorlar, böylece anlaşıyorlar. Dolayısıyla soykırım belgesi olan Lozan Anlaşması yapılıyor. Bu anlaşma Kürdistan üzerindeki egemenliği kabul ediyor, Kürdün ve Kürdistan’ın adını anmıyor, dolayısıyla Kürdistan’ın yok edilmesinin önünü açan bir belge oluyor. Bu soykırım belgesini dünyanın diğer güçlerine de onaylattılar. Zaten 1. Dünya Savaşı da dünyanın yeniden paylaşımı için oldu. Paylaşılan alan ise Osmanlı Ortadoğu’suydu. Osmanlı yönetimi yenilince de böyle bir paylaşımın önü açıldı. Rusya da Ekim Devrimi’yle birlikte anlaşmadan çekilince geriye İngiltere ve Fransa kaldı. Ortadoğu’nun yeni siyasi haritası İngiltere ve Fransa’nın çıkarları temelinde çizildi.
Sevr’de bir siyasi coğrafya çizdiler, Kemalist hareket onu değiştirdi. Dolayısıyla Ortadoğu’nun sistemi Sevr Anlaşması üzerine değil, Lozan’da İngiltere ve Fransa’nın Kemalistlerle anlaşması üzerine kuruldu. Bunu Amerika’da, Sovyetler Birliği de böyle kabul etti.
AKP-MHP faşizminin hedefi 2023’e kadar Misak-ı Milli alanlarını almaktı
Lozan Anlaşması’nın yüzüncü yılına girerken bu temelde yoğun bir mücadele içerisine giriliyor. Bunu önemsemek lazım. Tayyip Erdoğan’ın ‘2023 projesi’ dediği buydu. Yani 2023 yılana kadar Misak-ı Milli alanlarını almaktı. İçerde ‘Misak-ı Milliyi alacağız’ diye milliyetçi tabana propaganda ettiler, dışarıya karşı da ‘teröre karşı mücadele’ ya da ‘bir güvenlik bölgesi’ olarak gösterdiler ama bu bir kurnazlıktı. Böylece bazı alanları alsa da bunu tamamlayamadı. Medya Savunma Alanları’nı da bu temelde alabileceğini hesap ediyordu, Afrin’den Serêkani’yê bazı alanları almış olsa da başaramadı.
AKP-MHP ittifakı böyle bir ittifaktır. MHP bu temelde AKP’ye destek veriyor. ABD’de, MHP’yi yönlendirdi. Bu ittifak 20215’te kuruldu. Ondan önce AKP ve MHP birbirlerine düşmandılar. 7 Haziran’da AKP seçimi kaybettikten sonra düşman korkusuyla yeni arayışlar içerisine girdi, dünya Suriye’deki savaşın durumunu, DAİŞ’in durumunu değerlendirdi. DAİŞ, Kobanê’yi kaybedince oradan nasıl bir kazanç sağlayacağının arayışına girdi. Bazıları ‘ABD’ye teslim oldu’ diyorlar, evet 22 Temmuz 2015’te ABD ile yeni bir anlaşma yaptı. ABD-AKP anlaşması oldu. Ondan sonra AKP’nin MHP ve KDP ile ittifakı gelişti. KDP bizden herhangi bir zarar görerek Türkiye ile böyle bir ittifaka gitmedi. ABD yönlendirdiği için gitti. Bizden kendisine yönelmiş herhangi bir şey karşısında bu ittifaka dahil olmadı.
AKP-MHP’nin ABD ile ittifakı PKK’nin zayıflatılması üzerine oldu. ABD, oluşmaya başlayan Irak devletini, Suriye devletini DAİŞ ile yıktı, PKK ile DAİŞ’i yıktılar, şimdi ise AKP-MHP ile de PKK’yi yıkmaya çalışıyorlar. Bu çok nettir. ABD’nin dolayısıyla küresel sistemin PKK’yi zayıflatma gibi bir politikası zaten var. Aslında yok etmek de istemiyor, teslim almak istiyor. O düzeyde de zayıflatmak istiyor. Onun için özgür iradeyi koruyan gerilla varlığı ve gerilla üstlenmesidir, dolayısıyla mevcut gerillanın üstlendiği alanların ezilmesini ya da ortadan kaldırılmasını istiyor. Bunu isteyen ABD’dir, Türkiye’yi ABD yönlendiriyor, KDP’yi de Türkiye’ye bu temelde ABD yönlendirdi. Gerilla zayıflasın ve bana teslim olsun istiyor. Geri kalanını ben değerlendireyim diyor. AKP-MHP’de ABD’nin bu politikasından faydalanarak madem ABD-NATO, PKK’nin gerillasını zararlı buluyor, ona karşı savaşmak istiyor, bende bundan yararlanarak Misak-ı Milliyi ele geçireyim diyor. O da kendi planını uygulamak istiyor. Böylece PKK’ye karşı savaşta ortak oldular, güç birliği yaptılar. Oradan her biri bir şey yaratmaya çalıştı.
Şimdi gelinen noktada çıkarları biraz birbirleriyle çelişiyor, Türkiye tümden yok etmeye yöneliyor, Kuzey Doğu Suriye’yi de ortadan kaldırmak istiyor; ABD ise bunu kabul etmiyor. Kabul ederse Suriye’yi terk edip gitmesi lazım. Biden zaten Ortadoğu’ya ‘gitmeyeceğiz’ izlenimini vermek için geldi. Gidecektiyse o zaman niye geldi. Gerçekten de ABD, DAİŞ’e karşı savaşmak için mi Rojava’ya geldi, gerçekten de Kürtlere yardım etmek için mi geldi? Hayır! Suriye’yi bölmek için, İsrail’in güvenliğini sağlamak için geldi. Çünkü İsrail kendisi doğrudan gelemiyordu. Avrupa’yı da bu temelde yönlendiremiyordu. Dolayısıyla bunu yapacak tek devlet ABD oluyordu. ABD bu temelde geldi. Bu güçler arasındaki ilişki-ittifak buradan doğuyor. Bunu da görmek gerekiyor.
AKP-MHP, PKK’yi tümden yok edip Misak-ı Milli’yi almak istiyor. ABD ise gerillayı ezdirterek PKK’yi teslim alıp KDP’ye hakim kılmak istiyor. Böyle bir durumu var. Mevcut durumda Kürt statüsünü tanıma, ulus-devlet oluşturma durumu kesinlikle yoktur. Başur’daki duruma aldanmamak lazım. İki nedenden dolayı böyledir. Bir; 1991’de Çekiç Güç Operasyonuyla bunun şekillendirilmesi PKK’ye karşı mücadele içindi. Onun için Türkiye bu kadar uçak kaldırıp hava sahasını ihlal ediyor ve kimse de bir şey demiyor. Irak, ‘bizimle bir anlaşması yok’ diyor, evet bu doğrudur. Irak ile Türkiye’nin böyle bir anlaşması yoktur. Evet 91’de Çekiç Güç operasyonuyla oluşan bir statü var, bunu Irak yönetimiyle değil, ABD-Türkiye-NATO bu statüyü kurdu. Hewler yönetimini de buna göre oluşturdular.
Güney Kürdistan’da yaratılan bir Kürt statüsü değildir; PKK’ye karşı oluşturulmuş bir özel savaş gücüdür. Böyle kurdular ve Türkiye’de bu temelde kabul etti. Tayyip Erdoğan şimdi ‘böyle kabul ederek hata yapmışız’ diyor. Diğerleri de benzer şeyler söylediler. Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğ’da benzer şeyler söylemişlerdi. O zaman AKP ve ABD niye öyle diyorlar diye onların üzerine gittiler. Şimdi Tayip Erdoğan’ın kendisi de aynı şeyi söylüyor. Fakat mecbur kaldı, onu kabul etmeseydi tümden yenilecek ve yıkılacaktı. PKK’nin gelişimi o düzeydeydi. Çünkü Kürtler Lozan’ı hiçbir zaman kabul etmediler. 24 Temmuz 1923’te Lozan Anlaşması yapıldı. 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Şubat 1924’te Lozan’a göre anayasayı yenilediler, Kürt’ü inkar ettiler. 1925’de Sex Said direnişi ortaya çıktı. Rahatsızlıklarını ortaya koydular. Ağrı’dan Dersim’e kadar, Rojhilat ve Başûr’a kadar isyanlar oldu. Yani tek parçada olmadı. Amasya Tamiminde ‘Türklerin ve Kürtlerin’ diye tanımlanan ve Kürtlere verilmek istenen özerklik reddedilince Kürtler karşı çıktılar.
En örgütlü, bilinçli, bütünlüklü karşı çıkış PKK’nin çıkışıdır
PKK sadece sözle karşı çıkmadı, fiiliyatta Kürdistan’ı bölen sınırlar üzerinde yeni bir egemenlik oluşturarak Lozan’ı işlemez kıldı. Şimdi ise Lozan’ı işletebilmek için PKK’yi ortadan kaldırmak istiyorlar, o nedenle CHP ve ortakları PKK’ye karşı yürütülen savaşı destekliyorlar, karşı çıkmıyorlar. Zaten 1991’de Türkiye’ye Güney Kürdistan’ı-Hewlêr’i tanıması karşılığında her türlü operasyonu yapma izni verdiler. Aslında BM vb yerlerde sınır ihlali yapıyor diye Türkiye soruşturulmaya tabi tutulsa, Türkiye ‘ben Irak devletiyle hiçbir çatışmaya girmedim, PKK ile çatışıyorum, ortada bir terör örgütü var, bu alanları bir başka güç almış ben de ondan alıyorum’ diyebilir, zaten öyle de diyor. Rojava’ya saldırısını da, Medya Savunma Alanları’na dönük saldırısını da oraya dayandırıyor. Böylece PKK’nin Lozan’ı işlemez kılan, Kürt inkarı ve imhasını, zihniyet ve siyasetini ortadan kaldıran gelişimine karşı saldırı yapıyor. Bu da bir yerde sistemden destekte görüyor. Sistem zaten zihniyet ve siyaset olarak bunu aşmış değil, buna karşı değil. ‘Niye Türkiye’ye bu kadar taviz veriliyor?’ diye soruluyor, bu nedenle taviz veriyorlar. Bir, çıkar elde ediyorlar. İki, zihniyet ve siyaset olarak bu aşılmış değildir. İçine girdiğimiz süreç gerçekten de her bakımdan da kritiktir. Suriye ve Irak’ta da yaşananları aslında PKK ve TC savaşında görmek lazım. Esas dengeleri değiştiren, mevcudu parçalayan, yeni arayışları ve tartışmaları gündeme getiren PKK-TC savaşıdır.
Gelişmeler büyük devrimsel çıkışlar yapmak için fırsat sunabilir
AKP-MHP faşizmi 2023 planlaması yaptı. Bir, 2023’e kadar Misak-ı Milli’yi ele geçirmek. İki, 2023’teki haziran seçimlerinde iktidarı yeniden ele geçirmek. Çok kritik bir sürece girildi, insan bunu rahatlıkla söyleyebilir. Bir yandan Misak-ı Milli hedefi gerçekleştirememiş, diğer yandan seçimi kazanmak için elde edeceği bir güç yok, böyle bir durumda AKP-MHP yönetimi her şeyi yapabilir ve çılgınca hareketler de yapabilir, her türlü gelişme beklenebilir. Böyle bir durum büyük devrimci çıkışlar yapmak için de imkan ve fırsat sunabilir. Ancak böyle karışık durumlarda karşı devrimler de gelişebilir. Önderlik ‘böyle durumlarda sadece bir devrimci durum olmaz’ dedi. O zaman tek yanlı olan devrimci durumlar biçiminde değerlendirmek doğru değildir. Devrim için imkanlar olduğu yerde karşı devrim için de olur. Türkiye’de yeniden bir darbe de gelişebilir. Ama AKP-MHP’yi yıkarak Kürt sorununun çözümü temelinde Türkiye’yi demokratik devrime götürme de gerçekleşebilir. Bütün bunlara açık bir durum var. Irak ve diğer yerdeki gelişmeler de buna göre belirlenecek. Demek ki Irak, Suriye ve diğer yerlerdeki mücadeleler o bakımdan önemlidir. Aslında Türkiye’deki değişimin hangi yönde olacağını belirlemek lazım. Mücadele o bakımdan önemlidir. Demek Türkiye’deki mücadele de sadece Türkiye’nin içinde yürütülecek mücadele olmuyor. Bu bakımdan tarihsel bakışı açısıyla güncel durumu iyi analiz etmek gerekiyor. İmkan ve fırsatları yerinde ve zamanında görüp onun gerekliliklerine göre siyasi-askeri-ideolojik mücadele yürütür hale gelmek önemli olmaktadır.