Türkiye, İran ve Rusya arasında Astana formatında düzenlenen 7’inci Üçlü Zirve Toplantısı’nda Rusya Devlet Başkanı Vilademir Putin’in Türk mevkidaşı Erdoğan’a Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad ile görüşme çağrısı yapması birçok çevrede ‘Ankara-Şam ilişkilerinde yeni bir evreye mi girilecek’ sorusunu akıllara getirdi. Ancak sorun o kadar basit değil. Erdoğan’ın ‘hadi görüşelim’ demesiyle olmaz. Sorun çok daha geniş bir sorunlar yumağının bir parçasıdır. Evet, devam eden Üçüncü Dünya Savaşı’nda Ankara ile Şam’ı birbirine yakın tutan etkenler var, ancak birbirine uzak tutan ve kolay kolay bir araya gelmelerini engelleyen faktörler de var. Öncelikli olarak her iki gücü bir araya getiren etmenlere bakalım.
Üçüncü Dünya Savaşı’nın birçok boyutu ve tarafı bulunmasına rağmen temelde devam eden savaşta en belirgin taraflardan biri bölgenin statükocu güçleri ile bölgeyi yeniden dizayn etme arayışında olan küresel emperyalist güçler arasında yaşanıyor. Tabi savaşın karakteri tarafların diğer dünya savaşlarındaki net cepheleşmeden farklı olarak, ilişki-çelişki esasına göre devam ettiği için ittifaklar dönem dönem değişim emareleri gösterebiliyor. Savaşan aktörler bu savaşta birbiriyle çelişip çatışırken aynı zamanda ilişkilenip, ittifak da kurabilmektedir. Savaşta neredeyse ilkelerden ziyade pragmatizm temel “siyasal” tutum haline gelmektedir. Bundan kaynaklı bugün dost ya da düşman görünen yarın karşıtına her an dönüşebilir. AKP-MHP hükümeti özellikle bu konuda çok başarılı. Ki, ‘komşularla sıfır sorun’ şiarıyla girdiği 2010 yılından 2021’e gelene kadar ‘sıfır dost’ noktasına geldi. 2021 sonrası yeni bir ‘U’ dönüşü yapan AKP-MHP iktidarı gerginlik yaşadığı tüm eski dostlarıyla yeniden yumuşama-ilişkilenme arayışına girdi. Ancak AKP-MHP hükümeti de dahil tüm taraflar için savaşın tümden ilkesizlik ve pragmatizm üzerine yürüdüğünü söylemek de doğru değildir.
Ankara ve Şam yönetimi bölge coğrafi haritasında yaşanacak olası bir değişikliğe karşı
Ankara ile Şam yönetimi devam eden dünya savaşında, her ne kadar görünüşte birbirilerine düşman gibi görünseler de özünde statükocu güçler cephesinde onları birleştiren temel nokta, her ikisinin de devam eden dünya savaşında bölgenin siyasi ve coğrafi haritasında bir değişikliğin yaşanmasına karşı olmaları noktasıdır. Irak ve İran rejimleri de bu konuda diğer partnerleriyle aynı çizgidedir. Bu noktada küresel emperyal güçlerin bölgeye yönelik bu kapsamdaki müdahaleleri karşısında erken birleşmektedirler. Ki, Cenevre ve Astana görüşmeleri ve Suriye Anayasası hazırlık çalışmalarının katılımcıları bu siyasetin açık göstergesidir. Tüm görüşmelerde radikal İslamcı unsurların yanı sıra, hırsızlar, katiller muhatap alınıp davet edilirken, Kürtlerin davet edilmemesi statükocu güçlerin temel yaklaşımı, ortak paydasıdır. Suriye rejimi kendisini yıkmayı ve Suriye’nin tamamını ele geçirmeyi hedefleyen, Türk devletinin örgütlediği ve aralarında radikal İslamcı unsurların yoğunlukta olduğu “Suriye Milli Ordusu” adı altındaki paramiliter çete gruplarını muhatap alırken, Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması ve birlikte yaşamayı her söyleminde ifade eden ve bunun siyasetini yapan Kuzey ve Doğu Suriye yönetiminin görüşmelerin dışında tutulması bölgenin etnik ve siyasi haritasına yönelik değişim konusunda bölge devletlerinin ortak karşıt yaklaşımından kaynaklanıyor.
Bunun en somut örneklerinden biri 2017 yılında Irak’ta yaşandı. Ankara ile Bağdat arasında gerilimin üst perdelere tırmandığı o dönem hatırlanacaktır, Erdoğan, Suriye’de Beşar Esad’a yönelik yaptığı gibi, dönemin Irak Başbakanı Haydar Ebadi’ye yönelik de hakaretler yağdırmış, Bağdat ile Ankara arasında ipler neredeyse kopma noktasına gelmişti. Her ne hikmetse 17 Eylül 2017’de Güney Kürdistan’da yapılan ‘bağımsızlık referandumu’ sonrası Erdoğan ve Ebadi yeniden ‘kardeş’ oldu ve silahlı işgal güçleri ortak operasyon hazırlığına girişti. İran da aynı dönemde Türk devleti ve Irak’ın yanında durdu. Gerçi referandumdan büyük ara ‘evet’ oyu çıkmasına rağmen, referandumu yapan-yaptıran KDP ve Hewlêr yönetimi referandumdan sonra Kerkük ve 140. Madde kapsamındaki bölgeleri de Bağdat hükümetine teslim ettikten sonra, referandumun sonuçlarından bir daha hiç bahsetmedi. Irak’taki bu durum bölge devletlerinin bölgenin siyasi ve etnik haritasına yönelik tutumlarının anlaşılması açısından çok önemli bir örnek teşkil etmektedir.
Putin’in Erdoğan’a Esad ile görüşmesi çağrısı yapması da Erdoğan’ın Putin’e olumlu cevap vermesi de bölge devletlerinin bu “ilkesel” dedikleri yaklaşımından kaynağını alıyor. Ankara ve Şam’ın yeniden bir araya gelme ihtimali de bu ortak noktadan, bölgenin siyasi ve etnik haritasının değişmesine karşıtlık siyasetinden güç alıyor.
Bir diğer önemli faktör ise; Kürt Özgürlük Hareketi karşısında çok büyük bir zorlanma yaşayan TC. Devleti ve AKP-MHP iktidarı bu savaşı uluslararası bir boyuta taşırma arayışındadır. AKP-MHP iktidarı şimdiye kadar uluslararası güçlerden aldığı siyasi, askeri ve ekonomik destekle gerilla karşısında sonuç alamadı. Hatta sonuç almak bir yana her gün çok sayıda kayıplar vermekte, siyasi olarak hem içerde hem de dışarda zorlanmakta ve savaşın faturasından kaynaklı ortaya çıkan ekonomik krizle artık baş edememektedir. Bundan kaynaklı, Kürt Özgürlük Hareketiyle savaşmayı bırakıp, çözümü tartışmak yerine savaşı bir üst aşamaya tırmandırma arayışındadır. Bu evrede, Önder Apo’ya yönelik geliştirilen 9 Ekim Komplosu’nda olduğu gibi, uluslararası güçlerle birlikte Kürt Özgürlük Hareketi’ne ve gerilla güçlerine karşı yeni bir plan kurma çabasındadır. Bu planda AKP-MHP iktidarı bölge ve uluslararası güçlerden Kürt Özgürlük Hareketi’ne ve gerillaya karşı kendisiyle aynı mevzide doğrudan çatışmaya girmelerini istiyor. Bir diplomat gibi yurtdışından ülkesine dönmeyen MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın hem en son Bağdat’ta yaptığı görüşmeler hem de Suriye Muhaberatı (istihbarat örgütü) Başkanı Ali Memlük’le görüşmesi de bu temel esasa dayanmaktadır. Bir taraftan kendisi Efrin’den başlayıp İran sınırına kadar olan bölgeyi (Erdoğan’ın da itiraf ettiği gibi) 30 km derinliğinde işgal ederken, güneyden de bir taraftan Irak, diğer taraftan Suriye rejim güçleriyle Kürt Özgürlük Hareketi, gerilla ve savaşçılarını boğmanın planını kurmaya çalışıyor. Irak da bu planı KDP, Sünni partiler ve bir kesim Şii örgütler üzerinden yapmaya çalışırken, Suriye’de de Putin’in aracılığıyla Suriye rejim güçlerine yaptırmak istiyor. Geçmişte bunu “Suriye Milli Ordusu” çatısı altında topladığı çeteler eliyle yapmaya çalışıyordu, ama başaramayınca yeniden Esad güçlerine yönünü döndü. İşte bu arayıştan kaynaklı olarak Erdoğan Putin’in ‘Esad ile görüşün’ çağrısına hemen olumlu cevap verdi.
Kürt karşıtlığı etrafında ortaklaşmak, sorunlarını çözmeye yetmez
Ancak AKP-MHP iktidarı ile Şam yönetimi arasında o kadar çok çelişkili nokta var ki, Kuzey ve Doğu Suriye Özerk statüsüne ya da genel olarak Kürt karşıtlığı etrafında ortaklaşmak, Ankara ile Şam yönetimlerinin tüm sorunlarını çözmeye yetmiyor. Şimdi de bu çelişen ve çatışan noktalara bakmak gerekirse; her şeyden önce Türkiye NATO üyesi bir devlet ve ABD’nin önemli bir müttefikidir. En önemlisi de AKP iktidar dönemi ABD’nin Türkiye’de başlattığı bir “ılımlı İslam” projesinin sonucudur. Her ne kadar sonraki süreçlerde çelişen-çatışan yönler ve projeden uzaklaşmalar olmuşsa da projenin patenti ABD’dir. Paralel şekilde Ortadoğu genelinde 2011’de “Arap Baharı” adı altında başlayan süreçte, proje kapsamında bölgenin dizaynında “ılımlı İslam” partisi olarak AKP’ye önemli öncülük rolleri verilmişti. AKP kendi içindeki projeden sapmaya ve radikalleşmeye başlayınca ana projeden uzaklaşmaya, radikal unsurlarla ortaklaşmaya başladı. Bu duruma bir de ABD, 2014 ve sonrasında DAİŞ karşısında önemli başarılar elde eden Rojava yönetimiyle ilişkilenince TC Devleti ve AKP Türk milliyetçiliği ile birleşti. Bu birleşme Türk Devleti’ni daha fazla saldırganlığa ve yayılmacılığa götürdü. TC’yi ABD ve müttefiklerinden uzaklaştıran süreç de bu dönemde başladı. Daha doğrusu bu dönemden sonra AKP hükümeti küresel güçler (ABD ile Rusya) arasında dengeye dayalı, “kazan-kazan” siyaseti izledi. Rusya ile ortaklaşmanın işaretleri olan S-400 füze savunma sistemi, Suriye sorununda Cenevre’ye alternatif Astana ve Soçi görüşmeleri hepsi bu dönemde başladı. Türkiye-Rusya ortaklıklardan bazıları özellikle ABD ve NATO planları doğrultusunda oluyordu: Özellikle Suriye’de, İdlib’de “SMO” çetelerinin toplanması, Libya’da Rusya destekli güçlerin tam hakimiyetinin önüne geçilmesi, Karabağ’ı Azerbaycan’a teslim ederek İran’ın kuşatılması ve yine Rus enerji hattına alternatif yeni bir enerji hattının oluşturulması gibi konularda AKP, NATO ve ABD adına siyaset yürüttü. Ancak Akdeniz kıta sahanlığı tartışmaları başta olmak üzere, Ukrayna savaşı vb birtakım yerlerde NATO’ya zarar veren siyaset içine de girdi. Hala devam eden Rusya-Ukrayna savaşında Batı’nın Rusya’ya uyguladığı ambargoyu delen, uluslararası piyasada Ruslara ait mal varlıklarını Türkiye’ye taşıyarak koruma altına alan yine AKP-MHP hükümetidir. AKP-MHP yönetimi bir taraftan Ukrayna’ya SİHA satarak kazanıyor, diğer taraftan da Rusya’nın aldığı Ukrayna buğdayını satıyor. Bu şekilde bir savaş ekonomisi oluşturup her iki taraftan kazanmaya çalışıyor.
TC’nin bu durumu müttefiki olduğu ABD ve NATO’yu kaygılandırırken, Türkiye’yi NATO’dan uzaklaştırmak için çabalayan Rusya’yı daha fazla heveslendiriyor. Türkiye bunun sonucudur ki, 21’in yüzyılın Varşova Paktı olarak nitelendirilen Şangay Zirvesi’ne davet edildi. Zirvenin hemen ardından Erdoğan da Türkiye’nin Şangay’a üye olabileceğini söyledi ki, bu ABD ve NATO’ya yönelik tehdit içerikli bir mesajdı. Türkiye’nin Şangay üyeliği NATO için S-400 füze savunma sistemi satın alınmasından daha büyük bir tehdit ve tehlikedir. Bu tehlikeyi uzun süredir hisseden ABD ve NATO, Türkiye’nin tehditlerine boyun eğmemek için Yunanistan’da İncirlik ve Kürecik askeri üslerine alternatif olabilecek yeni üsler kurmaktadır.
Ankara Şam yakınlaşması en fazla NATO’yu tehdit edecektir
Putin’nin Erdoğan’dan Beşar Esad ile görüşmesini istemesinin en önemli bir nedeni Türkiye’yi Suriye’nin kuzey-batısı da dahil, Suriye’nin tamamında ABD siyasetinden uzaklaştırmaktır. Ki, AKP-MHP iktidarının bir taraftan Şangay ülkeleriyle flört etmesi, diğer taraftan bölgede Esad rejimi başta olmak üzere Rusya yanlısı güçlerle normalleşme, Türkiye’yi sadece Suriye’de değil, bölge genelinde ABD ve NATO siyasetinden uzaklaştırır. Bundan dolayı AKP-MHP iktidarının Şam hükümetiyle normalleşmesi de Türkiye’nin Şangay’a üye olmasıyla aynı plan çerçevesinde geliştiriliyor. Böylesi bir ortaklık ve yakınlaşma en fazla da NATO’yu tehdit edecektir.
Türkiye’nin Suriye rejimiyle normalleşmesinin önündeki en önemli engellerden bir tanesi de, Türkiye’nin Suriye rejimiyle normalleşmesiyle birlikte Türk askerlerinin Suriye’den çekilmesinin gündeme gelme olasılığıdır. Çünkü normalleşmek demek, uluslararası hukukta tanınan hakların da kabul edilmesi demektir. Türk siyasetçiler ve yorumcular Türk devletinin Suriye’deki işgaline gerekçeler bulmak için Adana Mutabakatı’nı işaret ediyorlar, ancak Mutabakat’ın hem uygulanma zemini kalmamış hem de anlaşmanın maddeleri öyle Türk tarafının yorumlandığı gibi değildir. Adana Mutabakatı’nda sıcak takip adı altında bir devletin askerlerinin diğer devletin sınırlarını geçebileceği ifade edilmiş, ama bu da koşullandırılmıştır. Bu koşullardan bir tanesi operasyon yapılması her iki tarafın onayına bağlanmış. Öyle taraflardan birinin kendi başına operasyon yapması gibi bir keyfi yaklaşıma bırakılmamıştır. Bir diğer tartışma noktası da askeri harekatın derinliği konusundadır. Özellikle Türk tarafı bunu 30 km derinlik şeklinde ifade ederek mevcut pozisyonuna kısmen meşruluk kazandırmaya çalışırken, farklı çevreler 5 km olarak ifadelendiriyor. Ancak mutabak metninde mesafeye dair bir ifade yoktur. Bu gerçeğe ve tarafların farklı iddiaları bir yana bırakılsa dahi Türk ordusu birçok yerde bu mesafelerin hepsini aşmış, Suriye’nin çok daha derinliklerine girip, bölgeyi işgal etmiş durumdadır.
Türk ordusunun bu bölgelerden çekilmesi demek, Türkiye iç siyasetinde ciddi bir çalkalanmaya neden olacaktır. AKP-MHP iktidarını ayakta tutan Pan-Osmanlıcılık hayali güden önemli oranda bir kesim var ki, Suriye’den çekilmek bu kesimleri üzecektir. Yeni Osmanlıcı olmasalar da AKP-MHP iktidarını destekleyen ve Misak-ı Milli hayalleri güden önemli oranda bir milliyetçi kesim de var ki, bir çekilme en çok bu kesimleri gücendirecektir. AKP-MHP iktidarının tabanının önemli bir kesimini oluşturan bu kesimler, AKP iktidarı boyunca hep ‘dış tehdit’ söylemi ve gerilim siyaseti üzerinden motive edilip, yönlendirildiler. Bu tabanı ve bu realiteyi yok sayıp, 180 derecelik bir dönüş yapmanın faturası AKP-MHP iktidarına pahalıya patlayacaktır. Bundan dolayı Suriye’den çekilmek için hem Rusya ve Suriye’yi ve hem de kendi tabanını memnun edecek tarzda bir görüşme zemini bulma arayışındadır, ki böylesi bir formül yoktur. Yani Suriye’de hem işgalci olup hem de Suriye rejimiyle normalleşmek diye bir seçenek bulunmamaktadır.
Ankara-Şam ilişkilerinin yeni bir sürece evrilmesinin önündeki en büyük engel ise AKP-MHP iktidarının Suriye muhalefeti adı altında topladığı radikal İslamcı gruplar ile çete gruplarına destek vermesinden kaynaklanıyor. Her ne kadar bu grupların Guta, Kuneytra, Hama, gibi Suriye’nin birçok yerinden İdlib’e toplanmasında Rusya ile anlaşma temelinde hareket etmişse de 2018’deki Soçi görüşmesinde Türkiye’nin bu çete gruplarını adım adım tasfiye etmesi ve İdlib’in de parça parça Suriye rejimine devredilmesi planlanmıştı. Bunun ilk adımı da M4 ve M5 karayollarının güvenliğinin Şam yönetimine devredilmesiydi ki, Türk devleti Soçi anlaşmasının gereklerini yerine getirmedi. Hatta tam tersine İdlib’deki çete gruplarına daha fazla güvenlik sağladı. Türkiye’nin Rusya’ya hala verilip de yerine getirilmemiş birçok sözü var. Bunlar yerine getirilmeden Şam ile normalleşmek hemen mümkün görünmüyor.
Türk devleti, 2018‘de Efrîn, 2019’da da Girê Spî ve Serêkanîyê’ye yönelik saldırılar ile Suriye’deki işgal bölgelerini genişletti. İşgal bölgelerinde de Türk Lirası’nın kullanımından tutalım, Türkçe eğitim sistemini başlatılması, idari olarak valiliklere bağlanması gibi işgali resmileştiren birtakım adımlar da attı. Bu durum ister istemez çete grupları ile Türk devleti ve ordusunun çok fazla iç içe girmesine neden oldu. Bu saatten sonra Türk devleti bu çete gruplarını yüzüstü bırakabilir mi? Bırakabilir. İşgal bölgelerinde yaptığı konutları ve yatırımları bırakabilir mi? Şam rejiminden Suriye’nin yeniden imarı gibi daha büyük tavizler alması karşılığında onu da terk edebilir. Ancak özellikle AKP tabanı bu dönem boyunca İhvan’cı düşünceyle çok fazla iç içe girdi.
AKP-İhvan içiçeliği, Türk tarafının sık sık vurgu yaptığı Adana Mutabakatı’nın güncellenmesinin önündeki diğer bir engeli oluşturuyor. Çünkü mutabakatta ismi konulmadan, Suriye-PKK ilişkisi ima edilerek, ‘tarafların birbirine zarar veren örgütleri desteklememesi’ ifade ediliyordu. Ancak 2011’e gelene kadar işler tam tersine döndü. Suriye rejimi Kürt tarafıyla neredeyse düşman pozisyonuna gelirken, Türk tarafı Suriye rejimini yıkılmanın eşiğine getiren silahlı çetelere destek oluyordu. Üstelik bu destek askeri, siyasi, ekonomik, lojistik vs her alanda ve açıktan oluyordu. Bu destek hala da devam ediyor. Bundan dolayı mevcut koşullarda Adana Mutabakatı’nın bu haliyle yaşama geçmesi çok zor. Bunu güncellemek demek TC’nin İhvancılara olan desteğini görmezden gelmek demek ki bu pek mümkün değil.
Türk devletinin çetelerin hamiliğini bırakmasını hiçbir güç istemez
TC’nin Şam yönetimiyle normalleşmesinin önündeki en önemli engel ise TC’nin radikal İslamcı gruplarla ilişkisidir. Bu ilişki zaten açıktan yürütülüyor, uzun uzadıya anlatmaya gerek yok ama birkaç noktayı tekrarlamak gerekirse; DAİŞ, Bahoz yenilgisinden sonra elbise ve isim değiştirip Efrîn ve Serêkanî başta olmak üzere birçok yerde TC koruması altında savaşmaya devam etti. Hala da savaşıyorlar. DAİŞ lideri Ebubekir Bağdadi ile halefinin TC sınırına yakın, -ordusunun denetimindeki- bölgelerde vurulması bunun en büyük belgesiydi. Bunun yanı sıra Bağdadi’nin yardımcısının Cerablusta öldürülmesi, tüm ailesinin Türkiye’de yakalanması ve daha birçok olay bu ilişkinin somut belgeleridir. TC-DAİŞ ilişkisi bir yana, El Kaide’nin Suriye kolu olduğu resmi kabul edilen Tahrir el Şam (Cephet el Nusra) da Türk ordusunun koruması altında şu an İdlib’i yönetiyor. Üstelik sadece Tahrir el Şam da değil, Hurras al-Din gibi en radikal unsurlar ile çoğu Rusya denetimindeki Dağıstan, Çeçenistan gibi bölgeler ile Doğu Türkistan ve dünyanın birçok ülkesinden gelen yabancı savaşçılar da bu bölgede üstlenmiş durumdadır. Üstelik bu grupların lojistik desteği de Türkiye üzerinden sağlanıyor. Hatta bu bölgenin ve güçlerin ‘insani yardım’ adı altında BM başta olmak üzere uluslararası kuruluşlarla ilişkisini de Türk devleti sağlıyor.
Ankara ile Şam’ın bir anda normalleşmesine ve Türk devletinin işgal bölgelerindeki radikal unsurları bir anda öyle ortada bırakmasına tam da bu yabancı savaşçılar sorunundan dolayı da olsa ne Rusya izin verir ne de Batılı güçler. Çünkü İdlib başta olmak üzere işgal bölgelerinde toplanan bu yabancı savaşçıları, vatandaşı oldukları devletlerin hiçbiri istemiyorlar. Bu konuda Rusya, Çin, ABD ve Batılı güçlerin tutumları da aynıdır. Yabancı savaşçılar sorununa bir çözüm bulunmadan TC’nin onların hamiliğini bırakması demek sorunun bir anda dünyanın sorunu haline gelmesi demektir, bunu da kimse istemiyor. Bundan dolayı Rusya da dahil, uluslararası güçlerin hepsi TC’nin bölgeden çıkması konusunda fazla ısrarcı olmuyor.
İkinci neden ise uyruğu ne olursa olsun Suriye’de toplanan bu radikal gruplar İdlib başta olmak üzere işgal bölgelerinde kısmi bir toprak hakimiyetini de elinde bulunduran bu çeteler kontrol altında tutuluyorlar. Bu gruplar küçük bir toprak parçasına bağlı oldukça, ‘eldeki kazanımı kaybetmeme’ namına daha temkinli hareket etmekte ve şimdilik dünyanın başka yerlerine dağılma ve tehdit olmaktan uzak duruyorlar.
Diğer önemli bir neden ise işgal bölgesi altında toplanan bu savaşçıların Türk devleti ve Rusya başta olmak üzere farklı güçlerce rahat şekilde paramiliter güç olarak kullanılmaya ve dünyanın farklı yerlerinde savaştırılmaya hazır olmalarıdır. Türk devleti onları Libya’da, Ermenistan’da, Ukrayna’da ve en çok da Kuzey ve Doğu Suriye yönetimi ve Medya Savunma Alanları’nda kullandı. Rusya da benzer şekilde Libya ve Ukrayna’da kullandı. Paramiliter ve ucuza savaşan böylesi bir gücü dünya savaşı koşullarında yedekte tutmak, emperyal hayalleri olan her gücün işine gelir. Bundan dolayı da Suriye’de normalleşmeye doğru hızlı adımların atılması emperyal ve yayılmacı emelleri olan küresel ve bölgesel güçlerin işine gelmiyor.
Sonuç itibarıyla; devam eden Üçüncü Dünya Savaşı’nda her ne kadar savaşların durması ve normalleşmenin yeniden sağlanması söylem düzeyinde ifade ediliyorsa da hala savaş yeni bir denge oluşturabilmiş değil. İlişki-çelişki diyalektiğinde devam eden dünya savaşında tüm taraflar bir araya gelebildikleri gibi çatışmaya da devam edebilmekteler. Bundan kaynaklı yapılacak her görüşme normalleşme ya da yeni bir döneme evrilme olarak yorumlanamaz. Siyasette pragmatizmin gücü ne kadar ifade edilirse edilsin, özellikle yakın süreçteki yaşanmışlıkların her birinin bir bedeli mutlaka olacaktır. Bu bedel olmadan farklı bir döneme evrilmek mümkün değildir.