2 Temmuz 2025 Çarşamba
Sonuç Bulunamadı
Tüm Sonuçları Gör
YIL:44 / SAYI: 521 / MAYIS 2025
SERXWEBÛN | JI SERXWEBÛN Û AZADIYÊ BI RÛMETTIR TIŞTEK NÎNE
  • ANASAYFA
  • TÜM YAZILAR
  • ÖNDERLİK
  • SERXWEBÛN
  • SERXWEBÛN KURDÎ
  • BERXWEDAN
  • ÖZEL SAYILAR
    • BERXWEDAN ÖZEL SAYILAR
    • SERXWEBÛN ÖZEL SAYILAR
  • DOSYALAR
    • ŞEHİTLER ALBÜMÜ
    • KİTAPLAR
    • TAKVİMLER
  • FOTO GALERİ
    • ÖNDERLİK
    • GERİLLA
    • HALK
  • ANASAYFA
  • TÜM YAZILAR
  • ÖNDERLİK
  • SERXWEBÛN
  • SERXWEBÛN KURDÎ
  • BERXWEDAN
  • ÖZEL SAYILAR
    • BERXWEDAN ÖZEL SAYILAR
    • SERXWEBÛN ÖZEL SAYILAR
  • DOSYALAR
    • ŞEHİTLER ALBÜMÜ
    • KİTAPLAR
    • TAKVİMLER
  • FOTO GALERİ
    • ÖNDERLİK
    • GERİLLA
    • HALK
Sonuç Bulunamadı
Tüm Sonuçları Gör
SERXWEBÛN | JI SERXWEBÛN Û AZADIYÊ BI RÛMETTIR TIŞTEK NÎNE
Anasayfa ÖNDERLİK

ASRIN KOMPLOSUNUN İÇ YÜZÜ NASIL ANLAŞILMALIDIR?

1990 son­ra­sı; dün­ya, böl­ge, ül­ke, PKK ve be­nim açım­dan ye­ni bir sü­reç­tir. Re­el sos­ya­liz­min fi­i­li çö­zü­lüş sü­re­ci res­men de ka­bul edil­mek­te­dir. Sov­yet sis­te­mi, iç tı­kan­ma­nın, ge­rek­li dö­nü­şüm­le­ri za­ma­nın­da ve ye­rin­de ya­pa­ma­ma­nın be­de­li­ni çö­zül­me ve da­ğıl­may­la öde­mek­te­dir. Her top­lum­sal ol­gu için ge­çer­li olan ku­ral, bir kez da­ha doğ­ru­lan­mak­ta­dır. Amaç ve ol­gu­laş­ma ara­sın­da­ki çe­liş­ki uzun sü­re zor­la sür­dü­rü­le­mez. Ya re­form ya da dev­rim yo­luy­la ile­ri­ye doğ­ru, da­ha üst bir aşa­ma­ya sıç­ra­ma ka­çı­nıl­maz olur.

ASRIN KOMPLOSUNUN İÇ YÜZÜ NASIL ANLAŞILMALIDIR?

Bu sağ­la­na­maz­sa, iç­ten çü­rü­me ve da­ğıl­ma ge­ri­ci zor­la, ça­ğı­mız­da fa­şizm ola­rak ad­lan­dı­rı­lıp res­to­ras­yo­na ta­bi tu­tu­lur. Res­to­ras­yon, ay­nı bi­na­nın ye­ni mal­ze­mey­le es­ki­sin­den da­ha güç­lü gö­rün­me­si­ni ve ka­lı­cı­lı­ğı sağ­lar. Ama top­lum­sal di­na­mik­ler ha­re­ke­ti zor­la­dı­ğı için, bu bi­na­lar için­de otu­ru­la­ma­yan mü­ze­ler ko­nu­mu­na dü­şer. Dev­rim ve kar­şı-dev­ri­min ürü­nü olan re­el sos­ya­list ve fa­şist sis­tem­ler nor­mal­leş­me sü­re­ci­ne ya­nıt ola­ma­yın­ca ve ge­rek­li dö­nü­şüm­le­ri yap­ma­mak­ta di­re­nin­ce, yı­kıl­mak­tan kur­tu­la­ma­mış­lar­dır. Dün­ya ikin­ci bü­yük sa­va­şın so­nun­da fa­şist yı­kı­lı­şa ta­nık olur­ken, sa­va­şın ürü­nü olan re­el sos­ya­liz­min iç­ten çö­zü­lüş ve da­ğı­lı­şı­nı da 1990 son­ra­sın­da ya­şa­mış­tır. İçi­ne gi­ri­len sü­reç, sa­ğın da so­lun da ev­rim­le­şe­rek ve dö­nü­şüm­ler­den ge­çe­rek bu­luş­tu­ğu de­mok­ra­tik uy­gar­lık sis­te­mi­nin üs­tün­lük ka­zan­ma­sı­dır. So­run­la­rın ağır­lık­lı çö­züm yo­lu, sis­te­min ha­kim kri­ter­le­riy­le sağ­la­na­cak­tır. Ulus­la­ra­ra­sı dü­zen bu te­mel­de il­ke ve ku­rum­la­rı­nı göz­den ge­çi­re­rek, ye­ni ko­şul­la­ra ya­nıt ve­re­cek dü­zen­le­me­le­ri ger­çek­leş­tir­mek­te­dir. Dün­ya ça­pın­da­ki dö­nü­şüm bu ana doğ­rul­tu­da­dır. 20. yüz­yıl­dan 21. yüz­yı­la gi­riş, da­ha çok bu ana ol­gu­ya bağ­lı ola­rak ta­nım­lan­mak­ta­dır. 21. yüz­yıl, de­mok­ra­tik uy­gar­lık ve in­san hak­la­rı ça­ğı ola­rak ad­lan­dı­rıl­mak id­di­a­sın­da­dır.

 

Or­ta­do­ğu’da yüz­yıl ön­ce­si­ne da­ya­nan ve ge­ri­ci­le­şen mil­li­yet­çi­lik te­me­lin­de­ki sa­vaş ve ba­rış du­ru­mu tam bir tı­kan­ma sü­re­cin­de­dir. Halk­la­rın ener­ji­si, ge­ri­ci mil­li­yet­çi uy­gu­la­ma­lar­la yu­tul­mak­ta­dır. So­run­lar çö­zül­me­mek­te ve çö­züm­süz­lük, da­ha ge­ri­ci ide­o­lo­ji ve ta­ri­kat­laş­ma­la­ra yol aç­mak­ta­dır.

 

Böl­ge­nin ana ül­ke­le­rin­den bi­ri­si ol­ma­sı ne­de­niy­le Tür­ki­ye, tı­kan­ma­yı sık­ça tek­rar­la­nan kriz­ler­le yoğunca ya­şa­mak­ta­dır. Ne zih­ni­yet de­ği­şi­mi­ne, ne de ya­pı­sal dö­nü­şüm­le­re adım ata­bil­mek­te­dir. Ge­nel bir se­fer­ber­lik ha­li­ne ge­tir­di­ği özel sa­vaş, dev­le­ti de ge­le­nek­sel çiz­gi­sin­den çı­ka­ra­rak, çe­te­le­rin tü­re­di­ği hu­kuk dı­şı bir uy­gu­la­ma ala­nı­na çek­mek­te­dir.

 

PKK’nin de ya­şa­dı­ğı ben­zer bir du­rum­dur. Dün­ya ça­pın­da ya­şa­nan de­ği­şim ve ken­di iç bün­ye­sin­de­ki olu­şum­lar de­ğer­len­di­ri­le­me­mek­te­dir. Es­ki an­la­yış ve tu­tum­lar çok­tan ide­o­lo­jik, po­li­tik ve ör­güt­sel çiz­gi­sin­den çı­ka­rak, ör­gü­tü çe­te grup­la­rı­na dö­nüş­tür­mek­te­dir. Böy­le­si ya­pı­lar, bir­çok alan ve si­lah­lı sa­vaş böl­ge­sin­de, ku­ral­dı­şı ya­şam ve ey­lem tarz­la­rıy­la PKK’yi gericiliğe zor­la­mak­ta­dır. So­rum­lu ol­ma­sı ge­re­ken mer­kez ve kad­ro­lar ade­ta akın­tı­ya bo­şu­na kü­rek sal­la­mak­ta­dır.

 

Ön­der­lik po­zis­yo­num, bu ger­çek­ler kar­şı­sın­da gi­de­rek daralmaktadır. Özel­lik­le ül­ke için­de sağ­la­ma­ya ça­lış­tı­ğı­mız çiz­gi­ye çek­me ham­le­le­ri, çe­te­ler tarafından bo­şa çı­ka­rıl­mak­ta­dır. Tıpkı devlet gi­bi PKK’de de çiz­gi dı­şı grup­lar üremiştir. Bu du­rum en an­lam­sız ey­lem­le­re yol aç­mak­ta, tra­jik ka­yıp ve acı­la­rı çığ gi­bi bü­yüt­mek­te­dir. Komp­lo ve tas­fi­ye­ler için en uy­gun or­tam böy­le ge­liş­mek­te­dir. 1990’la­rın baş­la­rın­dan 2000’le­re doğ­ru bozmaya çalıştığım komplolar, gi­de­rek ağ­la­rı­nı her ta­ra­fı­ma do­la­ya­cak­tır.

 

PKK içindeki çetecilik ve Hasan Bindal olayının önemi

 

1990’la­rın ba­şın­dan iti­ba­ren, iç ve dış komp­lo­la­rın ar­tan ayak ses­le­ri ade­ta ‘ben ge­li­yo­rum’ di­yor­du. 25 Ocak 1990’da en es­ki ço­cuk­luk ar­ka­da­şım Ha­san Bin­dal’ın söz­de ka­za kur­şu­nuy­la öl­dü­rü­lü­şü, as­lın­da için­de bir­çok gi­zi sak­la­yan bir olay­dır. Bu, kamp yö­ne­ti­min­de­ki Sa­rı Ba­ran, Meh­met Şe­ner ve Şa­hin Ba­liç’in bir­lik­te plan­la­ma ih­ti­ma­li yük­sek bir komp­loy­du. Eğer ola­yı yut­muş ol­say­dım, çok kı­sa bir sü­re son­ra ope­ras­yon be­nim tas­fi­yem­le ta­mam­la­na­bi­lir­di. Be­ni tas­fi­yey­le gö­rev­li iki res­mi aja­nın, o gün­ler­de Star TV’de ken­di­le­ri­ne yö­ne­lik suç­la­ma­lar kar­şı­sın­da, -sa­nı­yo­rum Cem Er­se­ver’i sa­vun­ma an­la­mın­da- şöy­le ko­nuş­tuk­la­rı­na biz­zat ta­nık ol­dum. “Biz ba­şa­rı­sız de­ği­liz. İs­te­sek öl­dü­re­bi­lir­dik; ama sağ ya­ka­lan­ma­sı is­te­ni­yor.” Bu tarz sü­rüp gi­den bir iti­raf­tı. Doğ­ru­luk pa­yı var­dı. PKK için­de gelişen çetecilikle, bu ra­hat­lık­la ger­çek­leş­ti­ri­le­bi­lir­di. Fa­kat ör­gü­tün kon­tro­lü­nün de el­le­rin­de kal­ma­sı için, be­nim sağ kal­mam ve ör­gü­tün tü­müy­le çe­te­nin eli­ne geç­me­sin­den son­ra tas­fi­ye edil­mem, yak­la­şım stra­te­ji­si­nin özüy­dü. Bu­nun için teh­li­ke­li gör­dük­le­ri bü­tün dü­rüst ve bağ­lı kad­ro­la­rın ka­za sü­sü ve­ri­le­rek yok edil­me­si ge­re­ki­yor­du. Şem­din, Kör Ce­mal, Ho­gır ve Şa­hin bu sü­re­ci, Mah­sum Kork­maz’ın kuş­ku­lu ölü­müy­le 1986’dan iti­ba­ren baş­lat­mış­lar­dı.

 

Şim­di an­la­şı­lı­yor ki, ya ka­za sü­sü ve­re­rek, ya da ‘ajan­dı’ denilerek ce­za­lan­dır­dık­la­rı yüz­ler­ce dü­rüst ve de­ğer­li kad­ro ve yurt­se­ver in­san bu­lun­mak­ta­dır. Par­ti­nin en de­ğer­li kad­ro ve ey­lem­ci ya­pı­sı­nı te­miz­le­mek için, bi­le bi­le ey­lem adı al­tın­da ölü­me gön­de­ri­yor­lar­dı. Bu­nun için ko­mu­ta ini­si­ya­ti­fi ko­nu­sun­da kor­kunç has­sas dav­ra­nı­yor­lar­dı. Çün­kü ne ka­dar ko­mu­ta yet­ki­si var­sa, bu o ka­dar komp­lo, ci­na­yet ve güç ka­zan­mak de­mek­ti.

 

Sü­re­cin tam ba­şa­rı­ya gi­de­me­me­si­nin ne­de­ni, çe­te­ ele­ba­ş­la­rı­nın far­kı­na va­rıl­ma­sı­dır. Şa­hin Ba­liç’in ölüm­le ce­za­lan­dı­rıl­ma­sı, Sa­rı Ba­ran, Meh­met Şe­ner ve Ho­gır’ın kaç­ma­la­rı, Kör Ce­mal’in ön­ce­den ce­za­lan­dı­rıl­ma­sı ve Şem­din’in kon­trol al­tı­na alın­ma­sı, çe­te­nin et­kin­li­ği­ni bü­yük öl­çü­de kır­dı. Ha­san Bin­dal ola­yı­nın öne­mi, çe­te­nin bü­tün ni­yet­le­ri­ni ve ola­sı bağ­lan­tı­la­rı­nı ele ve­rir ni­te­lik­te ol­ma­sı­dır. Tü­mü­nün bi­linç­li ajan­lık yap­tı­ğı­nı söy­le­mek zor­dur. Ama bir kıs­mı­nın dev­let odak­la­rıy­la iliş­ki­si ke­sin­dir.

 

1993 yı­lı, dev­let ve PKK ta­ri­hin­de önem­li bir kı­rıl­ma ve res­mi çiz­gi­den sap­ma­nın yay­gın­lık ka­zan­dı­ğı ta­rih­tir. Tur­gut Özal’ın si­ya­si di­ya­lo­ga açık ya­pı­sı, kon­trol ede­me­di­ği güç­le­rin kur­ba­nı ol­ma­sı­na yol aç­tı. Bu ta­rih­te Jan­dar­ma Ge­nel Ko­mu­ta­nı Eş­ref Bit­lis’in tar­tış­ma­lı bir uçak ka­za­sın­da ya­şa­mı­nı yi­tir­me­si il­ginç­tir. Ar­dın­dan çığ gi­bi ar­tan Hiz­bul­lah mas­ke­li ci­na­yet­ler, bin­ler­ce kö­yün bo­şal­tıl­ma­sı, yo­ğun­laş­tı­rı­lan ope­ras­yon­lar bir im­ha se­fe­ri ola­rak an­la­şıl­dı. PKK’nin pek de akıl­lı ol­ma­yan tak­tik­le­ri, ka­yıp­la­rı art­tır­mak­tan ve sü­re­cin tı­kan­ma­sı­na yol aç­mak­tan öte­ye gi­de­mi­yordu. Ge­ril­la doğ­ru bir meş­ru sa­vun­ma an­la­yı­şı ve uy­gu­lan­ma­sı­na çe­ki­le­mi­yor­du. Dö­ne­min as­ke­ri ve si­ya­si yö­ne­ti­mi te­rö­rü hu­kuk çiz­gi­si­nin çok dı­şı­na ta­şı­mış­tı. Dev­le­tin çı­ğı­rın­dan çık­ma­sı hız ka­zan­mış­tı.

 

Bu dö­ne­min en önem­li komp­lo su­i­kas­tı, 6 Ma­yıs 1996’da Şam’da­ki ka­la­ba­lık evi­mi­zin ya­kı­nın­da, ya­rım ton pat­la­yı­cı yük­lü bir ara­ba­nın pat­la­tıl­ma­sı­dır. Te­le­fon­la din­len­di­ğim için, o sa­at­te ora­da ol­du­ğum sa­nı­la­rak ara­ba pat­la­tı­lı­yor. Dö­ne­min hü­kü­met baş­ka­nı Tan­su Çil­ler’in ör­tü­lü öde­nek­ten 50 mil­yon do­lar­la fi­nan­se et­ti­ği komp­lo ol­duk­ça bo­yut­lu­dur. Su­sur­luk çe­te­si di­ye ta­bir edi­len­ler­le Ye­şil kod ad­lı Mah­mut Yıl­dı­rım’ın, Su­ri­ye­li bir Kürt ai­le­den ba­zı ki­şi­le­rin ve dö­ne­min Vi­ran­şe­hir Be­le­di­ye Baş­ka­nı’nın da bu komp­lo­nun için­de ol­du­ğu ba­sı­na yan­sı­mış­tı. So­ruş­tur­mam­da as­ke­ri­ye adı­na ha­re­ket eden­ler, ıs­rar­la bu eki­bin so­rum­suz ol­du­ğu­nu ve dev­let­le ken­di­le­ri­ni tem­sil et­me­di­ği­ni söy­lü­yor­lar­dı. İs­te­me­le­ri ha­lin­de, ken­di­le­ri­nin bu işi fü­ze­ler­le da­ha ba­şa­rı­lı ya­pa­bi­le­cek­le­ri­ni be­lir­ti­yor­lar­dı. Dev­le­tin için­de iki fark­lı yak­la­şı­mın var­lı­ğı za­ten bi­li­nen bir hu­sus­tu.

 

Diyalog kurulsaydı süreç olumlu yönde gelişirdi

 

Dev­le­tin ray­dan çık­ma­sı her­ke­sin en­di­şe ile ta­kip et­ti­ği bir durumdu. “Ay­dın­lık için bir da­ki­ka ka­ran­lık” ey­lem­li­li­ği bu sü­reç­le bağ­lan­tı­lıy­dı. Dev­le­tin la­ik­lik ka­rak­te­rin­de de hız­lı aşın­ma­lar ya­şa­nı­yor­du. Ta­rih­te ’28 Şu­bat’ de­ni­len sü­reç da­ha çok bir res­to­ras­yon ha­re­ke­ti ola­rak gün­de­me gel­di. Do­lay­lı yol­dan nor­mal­leş­me adı­na PKK’yi de so­rum­lu­lu­ğa da­vet edi­yor­lar­dı. Bu­na ih­ti­yat­lı bir olum­lu­luk­la yak­laş­tık. En azın­dan suç­suz in­san­la­rın kat­le­dil­me­si du­rur ve am­bar­go sı­nır­la­nır; sa­vaş sür­se de hiç ol­maz­sa ku­ral­la­rıy­la yü­rü­tü­lür an­la­yı­şıy­la bu tu­tu­ma gi­ril­di. Tür­ki­ye’nin İs­ra­il’le 1996’da stra­te­jik dü­ze­ye çı­kar­dı­ğı it­ti­fak­la­rı is­tih­ba­ra­ta epey fır­sat su­nu­yor­du. İs­ra­il’in dün­ya ça­pın­da is­tih­ba­rat ve kon­tro­lü, PKK’nin ‘te­rö­rist ör­güt’ ola­rak ilan edil­me­si, Ön­der­lik ta­ki­bi­ni Tür­ki­ye açı­sın­dan ko­lay­laş­tır­mış­tır. Bu ta­rih­te Pa­pan­dreou son­ra­sı Yu­na­nis­tan Baş­ba­ka­nı Si­mi­tis’le, ABD Baş­ka­nı Clin­ton’un 1996’da PKK Ön­der­li­ği’ni tes­lim et­me ko­nu­sun­da an­la­yış bir­li­ği içi­ne gir­dik­le­ri da­ha son­ra du­yu­mu alı­nan di­ğer bir bil­giy­di. PKK et­ra­fın­da­ki hu­kuk ala­nı­nı­n da­ral­tıl­ma­sı da­ha da ar­tı­yor­du. Al­man­ya, Fran­sa ve İn­gil­te­re baş­ta ol­mak üze­re, PKK yan­daş­la­rı­na kar­şı si­ya­si amaç­lı yo­ğun bir tu­tuk­la­ma kam­pan­ya­sı­nı aç­mış­lar­dı.

 

Gü­ney Kür­dis­tan­lı YNK ve KDP ön­der­lik­le­ri, PKK aleyh­ta­rı kam­pan­ya­nın en te­mel da­ya­nak­la­rı ola­rak, 1996’da İs­ra­il it­ti­fa­kı­na ben­zer An­ka­ra, Lon­dra ve Was­hing­ton mer­kez­li yo­ğun iliş­ki­ler içi­ne gir­miş­ler­di. PKK ve Ön­der­li­ği’ni tas­fi­ye pla­nı­nın son hal­ka­sı ola­rak Su­ri­ye kal­mış­tı. Mı­sır’ı da yan­la­rı­na ala­rak Su­ri­ye üze­rin­de ge­liş­ti­ri­len psi­ko­lo­jik sa­vaş kı­sa sü­re­de ürün ver­miş­ti. Su­ri­ye bu bas­kı­la­ra bo­yun eğ­me­yi çı­kar­la­rı­na da­ha uy­gun bul­muş­tu.

 

Su­ri­ye’den ay­rıl­ma­dan ön­ce, yaz bo­yu or­du adı­na do­lay­lı yol­dan bil­gi­len­dir­me­de bu­lu­nan bir ka­na­lın yak­la­şım­la­rı il­ginç­ti. An­lam­lı bir ateş­kes­le bir­lik­te ye­ni bir sü­reç ar­zu­la­nı­yor­du. Bu ko­nu­ya ger­çek­çi yak­la­şım­lar söz ko­nu­suy­du. Ör­gü­tün bil­gi­si da­hi­lin­de, 1998 yı­lı­nın ağus­tos ayı son­la­rın­da­ki tek ta­raf­lı ateş­kes de­ne­yi­mi bu bil­gi­len­me­le­re da­ya­nı­yor­du. Fa­kat bu ateş­ke­sin ya­rı­da ke­sil­me­si­ne pek an­lam ve­ri­le­me­di. Do­lay­lı di­ya­log res­men baş­la­tıl­say­dı, sü­reç çok da­ha olum­lu ge­li­şir­di. Bu, sa­nı­yo­rum 28 Şu­bat sü­re­ci­nin ge­çir­di­ği aşa­ma­lar­la il­gi­li bir du­rum­du.

 

Tam bir yol ay­rı­mı­na ge­lin­miş­ti. Or­ta­do­ğu ala­nı­nı es­ki bi­çi­miy­le kul­la­na­ma­ya­ca­ğı­mız an­la­şıl­mış­tı. Ya­pıl­ma­sı ge­re­ken, ya Ön­der­lik ola­rak dağ­lık ala­na çekilerek sa­va­şı büyütmek ve şe­hir ey­lem­le­ri­ni tır­man­dır­mak, ya da uz­laş­ma ara­yı­şı­nı Av­ru­pa ko­şul­la­rın­da ge­liş­tir­me­ye ça­lış­mak­tı. Sa­va­şın kör bir nok­ta­ya ge­lip da­yan­ma­sı, dağ­da ol­mam ha­lin­de her tür­lü si­la­hın kul­la­nıl­ma ola­sı­lı­ğı ve be­nim du­ru­mu­mun ek bir sü­rü ağır­lık ge­ti­re­ce­ği dü­şün­ce­siy­le, bu­nun ter­cih edil­me­me­si uy­gun gö­rül­müş­tü. Be­nim et­ra­fım­da yo­ğun­la­şa­cak bir sa­vaş her ba­kım­dan bü­yük sa­kın­ca­lar ta­şı­mak­tay­dı. Ah­la­ki ola­rak ken­di­mi yük yap­mam doğ­ru ol­maz­dı. Ay­rı­ca Kürt iş­bir­lik­çi ön­der­lik­le­ri her tür­lü is­tis­mar­cı­lı­ğa açık­tı­lar. Or­da bu­lun­ma­mı çok kö­tü kul­la­na­cak­la­rı bi­li­nen bir ger­çek­ti. 17 Ey­lül 1998 Was­hing­ton An­laş­ma­sı bu­nun bir gös­ter­ge­siy­di. Av­ru­pa ko­şul­la­rı da çok risk­li ol­ma­sı­na rağ­men, si­ya­si, kül­tü­rel ve de­mok­ra­tik an­la­yış­la, zım­nen de ol­sa hu­ku­ka bi­raz gü­ven du­yu­lu­yor­du. Yu­na­nis­tan’da­ki hü­kü­me­tin ise, ilk 9 Ekim 1998 gü­nü bu ül­ke­ye ayak ba­sar bas­maz bu den­li al­ça­la­ca­ğı hiç tah­min edil­me­miş ve dü­şü­nül­me­miş­ti.

 

1990’larda Londra merkezli hazırlanan komplo

 

20. yüz­yı­lın son­la­rın­da, Kürt hal­kı­nın öz­gür ira­de­si­ne kar­şı dün­ya ça­pın­da bir komp­lo ve dar­be pla­nı uzun bir ha­zır­lık sü­re­cin­den son­ra ar­tık adım adım pra­tik­le­şi­yor­du. Fil­mi bir kez da­ha ge­ri­ye çe­kip bak­tı­ğı­mız­da, bu pla­nın as­lın­da 1990’la­rın ba­şın­da Lon­dra kay­nak­lı ola­rak uy­gun gö­rü­lüp ulus­la­ra­ra­sı dü­zey­de ha­ya­ta ge­çi­ril­mek is­ten­di­ği an­la­şı­la­cak­tır. Pla­nın Tür­ki­ye bo­yut­la­rı az çok bi­lin­mek­le bir­lik­te, Av­ru­pa ve ABD bo­yu­tu net ola­rak an­la­şı­la­ma­mış­tır. Ulus­la­ra­ra­sı bo­yu­tu gör­mez­sek, de­ğer­len­dir­me­le­ri­miz ek­sik ka­la­cak­tır. Tek­rar da ol­sa özet­le­mek ge­re­kir­se:

1- Pal­me ci­na­ye­ti, baş­ka amaç­la­rı ya­nın­da, 12 Ey­lül re­ji­mi ve son­ra­sın­da Tür­ki­ye’yi dı­şa bağ­lı tut­mak için ve Kürt öz­gür­lük dev­ri­min­den ko­ru­mak­ta bir araç ola­rak kul­la­nıl­mış­tır. Pal­me’nin Vi­et­nam ve Gü­ney Af­ri­ka gi­bi ül­ke­ler­de­ki ha­re­ket­lere hoşgörü ile yaklaşması, Baş­ba­ka­nı ol­du­ğu İs­veç’i bir mer­kez ha­li­ne ge­tir­miş­ti. Pal­me, Kürt öz­gür­lük ha­re­ke­ti­nin te­rö­rist ola­rak dam­ga­lan­ma­sı­na kar­şıy­dı. Öl­dü­rül­me­sin­de “Kürt izi” te­o­ri­si ve PKK’nin te­rö­rist ilan edi­lip ya­sak­lan­ma­sı ça­ba­la­rı, İs­veç’in bu ko­nu­mu­nu or­ta­dan kal­dır­mak­la ya­kın­dan bağ­lan­tı­lı­dır. NA­TO’nun o dö­nem­de Av­ru­pa’da güç­lü ve he­nüz açı­ğa çık­ma­mış olan Gla­dio ör­güt­len­me­si­nin bu ve ben­ze­ri komp­lo­lar­la iliş­ki­si bir gün ay­dın­la­na­cak­tır.

 

15 Ağus­tos 1984 ey­lem­li­li­ği­nin he­men ar­dın­dan, Al­man­ya’nın da ağır­lı­ğı­nı koy­ma­sın­dan son­ra, Tür­ki­ye hü­kü­me­tiy­le uz­laş­ma sağ­lan­mış­tı. Bir­çok eko­no­mik çı­ka­rın su­nul­ma­sıy­la tüm Av­ru­pa’da PKK’ye kar­şı bir izo­las­yon sü­re­ci baş­la­mış­tı. Pal­me pro­vo­kas­yo­nu bu sü­re­cin en önem­li hal­ka­la­rın­dan bi­riy­di. PKK’yi böl­me çabaları başka bir ge­liş­mey­di. Baş­la­rın­da Çe­tin Gün­gör’ün bu­lun­du­ğu bir gru­ba bu yön­lü ön­der­lik yap­tı­rı­lı­yor­du. Ke­si­re’nin tah­rik­le­ri ürün ve­rir gi­biy­di. Bir­çok ay­dın, Mah­mut Bak­si, Şi­van Per­wer gi­bi in­san­lar uzak­laş­tı­rıl­mış­tı. Bu, tek ba­şı­na Tür­ki­ye’nin ça­ba­la­rıy­la izah edi­le­mez. As­lın­da Av­ru­pa mer­kez­li bir ka­rar ola­rak uy­gu­la­nı­yor­du. Türk so­lu bu yol­la çok­tan iğ­diş edil­miş­ti.

 

Al­man­ya’nın mer­ke­zi dü­zey­de PKK’li­le­ri tu­tuk­la­ma­sı da bu pla­nın bir par­ça­sı­dır. 1990 baş­la­rın­da Türk Ge­nel­kur­may Baş­ka­nı Do­ğan Gü­reş’in Lon­dra’ya yap­tı­ğı bir ge­zi­de, “pla­nı­mız onay­lan­dı” bi­çi­min­de bir de­ğer­len­dir­me­si ba­sı­na yan­sı­mış­tı. Lon­dra’nın da Al­man­ya gi­bi tas­fi­ye­de rol üst­le­ne­ce­ği an­la­şıl­mış­tı. Yi­ne 1991’de YNK Baş­ka­nı Ta­la­ba­ni Avus­tur­ya’nın Baş­ken­ti Vi­ya­na’da Türk Dı­şiş­le­ri Ba­ka­nı Hik­met Çe­tin’le PKK’yi te­rö­rist ilan et­me ko­nu­sun­da giz­li­ce an­laş­mış­tı. Ta­la­ba­ni’nin bu yak­la­şı­mı Al­man­ya, Fran­sa ve İn­gil­te­re’nin tav­rıy­la iç içe, te­rö­rist ilan edil­me ola­yın­da te­mel bir rol oy­na­mış­tır. Av­ru­pa ça­pın­da va­rı­lan bu an­la­yış bir­li­ğin­de, PKK’siz bir Kürt ha­re­ke­ti amaç­la­nı­yor­du.

 

2-1993’ten son­ra Özal ile ateş­kes de­ne­yi­mi­nin ba­şa­rı­sız kal­ma­sın­dan son­ra, bu se­fer gün­de­me otu­ran tak­tik, “PKK’ye evet, Apo’ya ha­yır” bi­çi­mi­ni al­dı. Mil­yon­lar­ca kit­le­sel ta­ba­na ka­vu­şan PKK’yi par­ça­la­ma ça­ba­la­rı­nın so­nuç ver­me­me­si, böy­le bir tak­tik yö­ne­li­şi öne çı­kar­dı. Her dev­let ken­di­ne gö­re ‘PKK kad­ro­la­rı’ oluş­tur­ma­ya baş­la­dı.

 

Şem­din Sa­kık için ‘ikin­ci adam’ un­va­nı icat edil­di. Apo’nun tas­fi­ye­si ka­rar­laş­tı­rıl­mış­tı, on­dan son­ra­sı he­sap­la­nı­yor­du. Ka­ni Yıl­maz’a bu yön­lü bir rol oy­nat­mak için an­lam­sız bir tu­tuk­la­ma sü­re­ci­ne çek­ti­ler. Tes­lim ol­mak ve ola­sı tas­fi­ye­ler­den son­ra bir PKK ön­de­ri gi­bi kul­lan­mak amaç­la­nı­yor­du. Mos­ko­va Nu­man Uçar üze­rin­de ça­lı­şı­yor­du.

 

Or­ta­do­ğu’da bir­çok dev­le­tin tav­rın­da bu se­zi­li­yor­du. YNK ve KDP, PKK üze­rin­de oyun­la­rı­nı yo­ğun­laş­tır­mış­lar­dı. HA­DEP bün­ye­sin­de ben­zer bir ope­ras­yon yü­rü­tü­lü­yor­du. Ha­tip Dic­le, Ley­la Za­na ve tes­lim ol­ma­yan di­ğer mil­let­ve­kil­le­ri tu­tuk­la­nır­ken, DEP ör­gü­tü ka­pa­tı­lı­yor­du. HA­DEP üze­rin­de ise bir çe­kiş­me ya­şa­nı­yor­du. Kür­dis­tan bo­şal­tı­lı­yor, Hiz­bul­lah mas­ke­li deh­şet­va­ri yön­tem­ler­le yurtsever insanlar kat­le­di­li­yor­du. 6 Ma­yıs 1996’da Ön­der­lik bom­ba­lan­ma­sı­nın ger­çek­leş­me­si­nin üze­rin­den ya­rım sa­at geç­me­den, Lon­dra kay­nak­lı ha­ber­ler Ab­dul­lah Öca­lan’ın öl­dü­rül­dü­ğü­nü ve­ya bom­ba­lan­dı­ğı­nı dün­ya­ya du­yu­ru­yor­du. Ya­pı­lan­la­rı ön­ce­den bi­li­yor­lar­dı.

 

3- 1996 yılında İs­ra­il-Tür­ki­ye it­ti­fa­kı ve bu ta­rih­te baş­la­yan Ku­zey Irak-Tür­ki­ye iliş­ki­le­ri ay­nı kap­sam­da­dır. 17 Ey­lül 1998 Was­hing­ton Kürt Oto­no­mi Ant­laş­ma­sı’nda en önem­li mad­de, PKK’ye kar­şı ta­vır­dı. Tıp­kı 1925’de ol­du­ğu gi­bi, Tür­ki­ye’nin ver­di­ği uzun ta­viz­ler hal­ka­sı kar­şı­lı­ğın­da, 2000’e doğ­ru gel­di­ği­miz­de ben­zer bir uz­laş­ma ger­çek­leş­miş­ti. Bu bir ba­kı­ma Lo­zan’ın ye­ni­len­me­si de­mek­ti. PKK ta­ma­men izo­le edi­li­yor, Ön­der­li­ği’nin tut­sak edil­me­si için her tür ta­ah­hüt­te bu­lu­nu­lu­yor, ge­ril­la üze­rin­de de her tür ope­ras­yo­na ye­şil ışık ya­kı­lı­yor­du. Bu, top­ye­kun bir tas­fi­ye pla­nıy­dı.

 

Meçhule doğru kuşkulu bir yürüyüş…

 

Ken­di için­deki çeteleri bile çö­ze­me­miş, vur­dum­duy­maz ve Ön­der­li­ğin sır­tın­dan ucuz ya­şa­ma­ya alış­mış sah­te bir yö­ne­tim tar­zın­dan kur­tu­la­ma­yan yol­daş­lar­la, baş­ta Su­ri­ye­li ve Yu­nan­lı söz­de dost­la­rın iç­yü­zü henüz an­la­şı­la­ma­mıştı. Son de­re­ce çı­kar­cı ve pa­nik­çi yak­la­şım­la­rı kar­şı­sın­da, PKK Ön­der­li­ği’ne dü­şen, meç­hu­le kar­şı kuş­ku­lu bir yü­rü­yüş­tü. Bü­yük bir iç bur­kul­ma­sıy­la 9 Ekim 1998 ma­ce­ra­sı baş­lı­yor­du.

 

9 Ekim 1998 çı­kı­şı de­ğer­len­di­ri­lir­ken, Or­ta­do­ğu ze­mi­ni­nin ne an­lam ifa­de et­ti­ği­ni çok sağ­lam ve yü­rek­ten çö­züm­le­mek ge­re­kir. Bu ze­min­de yir­mi yı­la ya­kın bir pra­tik ge­çir­dim. Sa­yı­sız iliş­ki ve ça­lış­ma­lar­da bu­lun­dum. Ta­ri­hi önem­de ge­liş­me­ler or­ta­ya çık­tı. Bu ge­liş­me­le­rin be­nim­le il­gi­li han­gi si­nir ve ruh­la ger­çek­leş­ti­ril­di­ği ve na­sıl da­ya­na­bil­di­ğim de bü­tün yön­le­riy­le mut­la­ka an­la­şıl­ma­lı­dır. Kim­se ya­şa­dı­ğım pra­ti­ği tüm ta­rih­sel mi­to­lo­jik, fel­se­fi, di­ni ve bi­lim­sel an­la­mıy­la çöz­me­ye ya­naş­ma­dı. Çok ki­tap ya­zıl­dı; ben de yaz­dım. Ya­şa­dı­ğım ger­çek­le­ri ha­len de ya­za­cak du­rum­da de­ği­lim. Bu­nun için öz­gür­leş­me alan­la­rı­nın ge­liş­me­si ge­re­kir. Ama ko­şul­la­rı çok el­ve­riş­li olan ve ge­liş­me­le­ri için ne­re­dey­se şart olan an­la­ma işi­ni ba­şa­ra­ma­yan, baş­ta yol­daş ge­çi­nen bir­çok ki­şi ve ku­rum, bu tu­tum­la as­lın­da ken­di­le­ri­ni ba­şa­rı­sız­lı­ğa mah­kum edi­yor­lar. Bun­lar müm­kün­se bu yıl­la­rın çö­zü­mü­nü ya­pıp in­san­lık, Kürt­ler ve Or­ta­do­ğu ta­ri­hi ve ge­le­ce­ği için ne an­la­ma gel­me­si ge­rek­ti­ği­ni en te­mel gö­rev edin­sin­ler. Çün­kü bu ola­nak dı­şın­da, öz­gür ya­şa­ma gi­den yol­da ne ta­ri­hi ve ça­ğı, ne de gün­cel so­mut ger­çek­le­ri çö­züp ön­le­ri­ni ay­dın­la­ta­bi­lir­ler.

 

Ka­lın çiz­gi­le­riy­le Or­ta­do­ğu’da­ki ya­şa­mın kü­çük bir kıs­mı­nı, si­ya­set ve dip­lo­ma­siy­le il­gi­li yö­nü­nü de­ğer­len­dir­sem, ta­nı­mı şu­dur:

Sü­mer­ler­den be­ri dö­şen­miş la­bi­rent­le­rin için­den bu ka­dar yıl son­ra sağ­lam çık­mak ve halk­la­rın öz­gür­lü­ğü­ne ba­zı he­di­ye­ler­de bu­lun­mak, ger­çek an­la­mıy­la pey­gam­ber­sel bir tu­tumla müm­kün­dür. Bu şu de­mek­tir; her pey­gam­ber, top­lum­sal ge­liş­me­de bir an­lam yük­se­li­şi­dir. Di­li ne ka­dar ila­hi ol­sa da, özü; ge­li­şen top­lu­mun an­lam, ha­fı­za, tö­re, vic­dan, öz­gür­lük ve eşit­lik baş­ta ol­mak üze­re, bir­çok te­mel ko­nu­da fark­lı kül­tü­rel bir aşa­ma kay­det­me­si­ne yol aç­mak­ta­dır. Halk bu ko­nu­da çok arif, bi­len ko­num­da­dır. Her ne ka­dar İs­la­mi­yet’ten son­ra pey­gam­ber­li­ğin ve ye­ni bir di­nin yo­lu ka­pan­mış­tır de­nil­se de bu, her ça­ğın ken­di­ni ebe­di ola­rak yo­rum­la­ma­sı gi­bi bir sa­vun­ma­dır. Or­ta­do­ğu’da es­ki din­ler kül­tü­rü­nün baş­ta si­ya­si ve ide­o­lo­jik alan­lar ol­mak üze­re, tüm top­lum­sal alan­lar­da­ki et­ki­si ve gü­nü­mü­zü ade­ta tut­sak al­ma­sı gi­bi so­nuç­la­rı çö­züm­le­ne­me­den, ne Av­ru­pa uy­gar­lı­ğı an­la­şı­la­bi­lir, ne de an­lam­lı bir iç ve dış öz­gür­lük sa­va­şı­mı ve­ri­le­bi­lir. Ta­rih hük­mü­nü yü­rü­tü­yor. Yü­zey­sel la­ik­lik­le ne din çö­züm­le­ne­bi­lir, ne mo­dern top­lum ya­ra­tı­la­bi­lir. İki yüz yıl­lık mil­li­yet­çi ye­ni­len­me de­ne­yim­le­ri­nin so­nuç­la­rı or­ta­da­dır. Bu yol­da ıs­rar et­tik­çe, Arap-İs­ra­il çık­ma­zın­da ol­du­ğu gi­bi da­ha ne ka­dar acı­lar ve yı­kım­la­ra yol aça­ca­ğı da kes­ti­ri­le­bil­mek­te­dir. Çö­züm, ta­ri­hin do­ğa­sı­nı çö­züm­le­mek ve ora­dan yo­la çı­ka­rak bir öz­gür­lük im­ka­nı­nı ya­rat­mak­tır.

 

Ça­ğı­mız için bu ha­re­ke­te ‘dör­dün­cü bir din’ de­mek pek an­lam­lı düş­mez. An­cak bu ha­re­ke­ti 1500’ler­de­ki Av­ru­pa Rö­ne­san­s’ına ben­ze­yen, fa­kat ken­di uy­gar­lık kök­le­riy­le ka­pi­ta­lizm öte­si uy­gar­lık uf­ku­nu sen­tez­le­yen bir di­ya­lek­tik ge­liş­me te­me­lin­de Or­ta­do­ğu Rö­ne­san­s’ı ola­rak ta­nım­la­mak da­ha an­lam­lı ve ta­rih­sel ih­ti­ya­ca ce­vap ni­te­li­ğin­de ola­cak­tır. Bu­nu ya­rat­tık de­mek abar­tı­lı olur. Ya­pıl­ma­ya ça­lı­şı­lan, bu top­rak­la­rın kül­tü­rel özü­ne uy­gun ve ça­ğın ge­ri­ci­li­ği­ne tut­sak düş­me­den olum­lu öz­le­ri­ni be­nim­se­ye­rek, gü­nü­mü­zün ori­ji­nal öz­gür­lük ha­re­ke­ti­ne kat­kı­dır. Bu­nun ta­rih­te an­lam bu­la­ca­ğı­na ve öz­gür­lük he­def­le­ri­ne sön­me­yen bir me­şa­ley­le yü­rü­yen bir çı­kı­şın güç­lü ve sü­rek­li­lik ka­za­nan bir akı­mı ola­ca­ğı­na inan­cım tam­dır.

 

Böy­le­si bir an­lam­lı ya­şa­mın ya­ra­tıl­ma­sı her şey­den da­ha çok de­ğer­li­dir. Ta­rih­te eşi­ne rast­lan­ma­yan kah­ra­man­lık­la­rın, acı­la­rın ve fe­da­kar­lık­la­rın sa­hip­le­ri­ne say­gı ve bağ­lı­lık, ken­di­mi­zi bin yıl­la­rın la­net­li kıl­dı­ğı ger­çek­lik­ten kur­ta­rıp kut­sa­mak­la öz­deş­tir. Bu sa­vun­mam, la­net­ten kur­ta­rıl­mış ve kut­san­mış çağ­daş ya­şa­mın ne an­la­ma gel­di­ği­ni açık­la­mak­ta­dır.

 

Şam’dan Av­ru­pa’ya doğ­ru çı­kı­şı­mı ba­zı ta­rih­sel ör­nek­ler­le mu­ka­ye­se et­mem yan­lış yo­rum­lan­mak­ta­dır. Ama ta­rih­le gün­cel­lik kut­sal­lı­ğın özün­de yü­rü­yor­sa, bu ben­zer­lik ka­çı­nıl­maz­dır. An­cak çar­pı­tıl­mış ve in­ka­ra da­ya­lı ta­rih­ler, kut­sal de­ğer­le­rin ben­zeş­me ger­çe­ği­ne set çe­ke­bi­lir­ler. Bu du­rum bi­le, ol­sa ol­sa bir per­de­le­me­dir. Ger­çek olan, kut­sal­lık­la­rın zin­cir­le­me ha­re­ke­ti­dir.

 

Hı­ris­ti­yan­lı­ğın özel­lik­le Av­ru­pa ko­lu­nu ya­ra­tan bü­yük Aziz Pa­ul’den bah­se­de­ce­ğim. Ön­ce ha­va­ri­le­re düş­man­lık ya­pı­yor­du. Şam yo­lun­da bir mu­ci­zey­le ha­va­ri­le­re ka­tı­lı­şı­nı, ta­rih de­ğiş­ti­ren bir olay ola­rak an­la­tır. Tar­sus’ta do­ğan Ya­hu­di bir ai­le­den gel­mek­te­dir. An­tak­ya’dan baş­la­ya­rak bir­kaç kez Ana­do­lu, Yu­na­nis­tan ve İtal­ya’ya se­fer ya­par. Çok bü­yük inan­mış bir pro­pa­gan­da­cı­dır. O ol­ma­say­dı, Hı­ris­ti­yan­lı­ğın Av­ru­pa’ya bu den­li ta­şın­ma­sı müm­kün ola­maz­dı. Ro­ma’da öl­dü­rül­dü.

 

Anı­sı­na Av­ru­pa’nın her ta­ra­fın­da di­kil­miş Sa­int Pa­ul ka­ted­ral­le­ri bo­şu­na bü­yük bir gör­kem­li­lik arz et­mez­ler. Çün­kü Av­ru­pa ah­la­kı­nın ve bu­gün­kü aşa­ma­ya ulaş­ma­sı­nın te­me­lin­de Aziz Pa­ul’un at­tı­ğı in­san­lık har­cı var­dır. Çok yön­den iha­ne­te uğ­ra­mış ol­ma­sı ve olum­suz­luk­la­rın da kay­na­ğı­na alet edil­mek is­ten­me­si bu ger­çe­ği de­ğiş­tir­mez. Da­ha il­ginç ola­nı, Yu­nan sa­ha­sın­da kar­şı­laş­tı­ğı iyi dost­lar ka­dar, bir­çok dö­nek ve sah­te dost­la­rın da mev­cu­di­ye­ti­dir. Ba­zı dost­la­rın la­u­ba­li­li­ğin­den de şi­ka­yet eder.

 

9 Ekim 1998’de Şam’dan çı­kı­şım bu ta­rih­sel ol­gu­yu ha­tır­la­tır. Çok sa­yı­da dost var­dır. İk­ti­dar­da­ki par­ti­den bir­çok da­vet ya­pıl­mış­tır. Par­la­men­to, ana­ya­sa­yı de­ğiş­ti­re­bi­le­cek bir ço­ğun­luk­la be­ni da­vet et­miş­tir. Git­me­den ön­ce ba­kan­lık yap­mış ve ha­len mil­let­ve­ki­li olan Kos­tas Ba­du­vas ad­lı dost­la ko­nu­şan ter­cü­man Ay­fer Ka­ya, ge­le­bi­le­ce­ği­me da­ir te­le­fon­da bir­çok kez te­yit al­mış­tır.

 

Ulaş­tı­ğım­da, or­ta­da ‘dost Ba­du­vas’ yok­tur. Kar­şı­la­yan, İs­tih­ba­rat Baş­ka­nı Stav­ra­kis ve çağ­daş Ye­hu­da İs­kar­yot (İsa’yı ih­bar eden ha­va­ri) ro­lü­nü oy­na­yan ve adı­nı da Agit ko­yan Ka­len­de­ris’tir. Ta­vır­la­rı tam üç bin yıl ön­ce­ki He­len­le­rin tav­rın­dan fark­sız­dır. He­len­le­rin o gün­den be­ri de­ğiş­me­yen bir tav­rı; ken­di dı­şın­da­ki­le­ri ve çı­kar­la­rı­na uy­gun düş­me­yen­le­ri bar­bar ola­rak ad­lan­dır­mak, ken­di ba­sit dün­ya­la­rı dı­şın­da­ki­le­ri ya­ban­cı ola­rak gör­mek­tir ve bu, kök­lü bir duy­gu­dur. Fa­kat bu yak­la­şım tüm ger­çe­ği ifa­de et­mez, işin duy­gu­sal ve mo­ral yö­nü­nü izah ede­bi­lir. Si­ya­si ve dip­lo­ma­tik ger­çek­ler da­ha fark­lı­dır.

 

Arap sahasından ayrılsaydım tarihin seyri başka olabilirdi

 

Şu ger­çe­ği gör­mek­te ya­rar var: Kürt öz­gür­lük ha­re­ke­ti, PKK ön­der­li­ğin­de bir ne­vi çağ­daş Bol­şe­vizm gi­bi gö­rül­mek­te­dir. Za­ten ‘ka­tı Sta­lin­ci’ dam­ga­la­ma­sı bu gö­rü­şü yan­sıt­mak­ta­dır. Çok fark­lı özel­lik­le­ri ol­sa da, yak­la­şım­lar ben­zer­dir. Res­mi si­ya­set ve dev­let­ler dü­ze­ni, PKK’yi ve bir bü­tün ola­rak Kürt öz­gür­lük ha­re­ke­ti­ni le­ga­li­te­ye ka­bul et­mek is­te­me­mek­te­dir. Bir­çok ül­ke ise il­le­ga­li­te­ye çek­miş­tir. Özel­lik­le Al­man­ya bun­da ba­şı çek­mek­te­dir. ABD da­ha ka­tı­dır. Or­ta­do­ğu dev­let­le­ri de ay­nı yak­la­şım için­de­dir. Ke­sin­lik­le le­ga­li­te dı­şı say­mak­ta­dır­lar. Dost olan­la­rı an­cak ki­şi­sel ve gay­ri res­mi yak­la­şım için­de­dir. En çok ko­ru­yu­cu dost ül­ke ola­rak ta­nı­tı­lan Su­ri­ye, hiç­bir za­man ra­di­kal Arap mil­li­yet­çi­li­ği çiz­gi­si­ni aş­ma­mış­tır. Ki­şi ola­rak Dev­let Baş­ka­nı Ha­fız Esat’ın tav­rı önem ta­şı­dı­ğın­dan, iki cüm­ley­le de­ğer­len­di­re­bi­li­riz. Ha­fız Esat, bü­yük olan oto­ri­te­sin­den ve için­den geç­mek­te ol­du­ğu ko­şul­lar­dan ötü­rü, ba­na gö­re des­po­tik kla­sik dev­let­ ile dev­rim­ci de­mok­ra­tik dev­let ara­sın­da bir çiz­gi­de du­ru­yor­du. Sa­nı­la­nın ak­si­ne, oto­ri­ter ve kut­sal dev­le­ti ba­sit­çe kıs­men hal­kın hiz­me­ti­ne ver­miş­ti. Ama Sü­mer ra­hip dev­let an­la­yı­şı­nı esas ola­rak ko­ru­du­ğu da bir ger­çek­tir. Ya­rı­sı ay­dın­lık, ya­rı­sı ka­ran­lık bir Or­ta­do­ğu kim­li­ğiy­di. Kürt öz­gür­lük ha­re­ke­ti­ne düş­man de­ğil­di. Ama ge­le­nek­sel ide­o­lo­ji, dev­let an­la­yı­şı, mil­li­yet­çi­lik ve çağ­daş dip­lo­ma­tik güç­ler dost­lu­ğu­nu en­gel­li­yor­du. En bü­yük yi­ğit­li­ği, baş­ka­la­rı is­ti­yor di­ye düş­man­lık yap­ma­ma­sıy­dı. Fa­kat son ay­rı­la­ca­ğı­mız gün­ler­de, Fi­ra­vun to­ru­nu Mı­sır Baş­ka­nı Mü­ba­rek ile et­ra­fın­da­ki bü­rok­ra­si­yi aşa­cak güç­te ol­ma­dı­ğı­nı or­ta­ya koy­muş­tu. Mil­li­yet­çi­li­ği aşı­rı zor­la­ya­cak ko­num­da de­ğil­di.

 

Be­nim açım­dan eleş­ti­ril­me­si ge­re­ken Su­ri­ye de­ğil, ken­di ko­nu­mum­du. 1990’la­rın, hat­ta 1980’le­rin baş­la­rın­da Arap sa­ha­sın­dan ay­rıl­say­dım ta­ri­hin sey­ri baş­ka ola­bi­lir­di. Zag­ros­lar’a yer­leş­mem en cid­di se­çe­nek­ti. Fa­kat İran ve Kürt iş­bir­lik­çi­le­ri­nin yak­la­şım­la­rı­nın ne­le­ri do­ğu­ra­ca­ğı bi­lin­mez­di. İkin­ci­si, bu ro­lü ra­hat­lık­la ve ba­şa­rıy­la oy­na­ya­bi­le­cek ar­ka­daş­lar var­dı.  Ama öy­le ba­sit çık­tı­lar ki, ken­di­le­ri­ni bir ka­rış­lık de­re­de bi­le boğ­du­ra­cak cü­ce­ler ol­duk­la­rı­nı gös­ter­di­ler. Ken­di­le­ri­ne ta­nı­dı­ğım ta­ri­hi fır­sa­tı ve hiz­me­ti hiç an­la­ma­dı­lar. Ola­nak­lar üze­ri­ne ho­var­da­ca ve bir mi­ras­ye­di­ci gi­bi oy­na­dı­lar. Ken­di­le­ri­ni de, çok bü­yük de­ğer ifa­de eden emek ve sab­rı­mı da ga­fil­ce kul­lan­dı­lar ve çar­çur et­ti­ler. En çok eleş­ti­ri­lip öze­leş­ti­ri­ye çe­kil­me­si ge­re­ken ko­nu bu­dur. Fa­kat 9 Ekim 1998 çı­kı­şı­nı ora­ya yap­ma­ma­nın doğ­ru­lu­ğu­na ha­la ina­nı­yo­rum. Çün­kü o za­man sa­vaş tam bir in­ti­kam­cı­lı­ğa dö­nü­şür­dü. Mev­cut ta­but­lu­ğum­da bi­le mo­ral­li ol­ma­mın tek ne­de­ni, onur­lu bir ba­rış için ya­şa­ma­mın soy­lu­laş­tı­rı­cı bir sa­vaş­tan da­ha az de­ğer­li ol­ma­ma­sı­dır.

 

Si­mi­tis hü­kü­me­ti­nin bu tav­rı­nın özü­nü an­la­mak çok da­ha önem­li­dir. ABD ve İn­gil­te­re, hat­ta Al­man­ya’nın da ona­yı da­hi­lin­de bir tu­tum ol­ma ih­ti­ma­li bu­lun­mak­ta­dır. Yi­ne Ba­du­vas’ın da­ve­ti­ne hiç sa­hip çık­ma­ma­sı dü­şün­dü­rü­cü­dür. Gel­me­me­mi ke­sin is­te­ye­bi­lir­di. Ba­kan olan bi­ri­si­nin bu ka­dar ba­sit kal­ma­sı an­la­şı­lır ol­mak­tan uzak­tır. Önem­li bir ih­ti­mal, ayak­la­rı­mın Or­ta­do­ğu’dan bi­linç­li ko­par­tıl­ma­sı­dır. Bun­da İn­gil­te­re is­tih­ba­ra­tı te­mel rol oy­na­mış ola­bi­lir. Da­ha son­ra­ki ge­liş­me­ler şu ger­çe­ği gös­te­re­cek­tir: Av­ru­pa’ya çe­ki­lip ki­şi­li­ği­mi ve onu­ru­mu yık­tık­tan son­ra, el­le­rin­de ehil bir araç ola­rak kul­la­nıl­ma­mın ta­sar­lan­ma­sı en güç­lü ola­sı­lık­tır. Yu­na­nis­tan’a ilk adı­mı­mı atar at­maz; hu­kuk ve in­san hak­la­rı ku­ral­la­rı­nın be­nim için ol­ma­dı­ğı­nı an­la­ya­cak­tım. En üst dü­zey­de Ba­tı sis­te­mi ola­rak, baş­ta Baş­kan Clin­ton ol­mak üze­re, Tür­ki­ye’nin tav­rı­nı çok ön­ce­den ve çok da­kik ola­rak in­ce­le­dik­le­ri ka­na­a­tin­de­yim. PKK ve Öca­lan ol­gu­su­nu ken­di çı­kar­la­rı için Tür­ki­ye’nin ba­şı­na en ide­al bi­çim­de kul­lan­mak­ta çok bi­linç­liydiler. Stra­te­ji ve tak­tik şuy­du: Hem PKK’yi ve Kürt­le­ri, hem de Tür­ki­ye’yi ve Türk­le­ri kul­lan­mak; ge­rek­ti­ğin­de el­li yıl sü­re­cek kör bir sa­vaş­ta tut­mak. Böy­le­lik­le Tür­ki­ye’yi ken­di­le­ri­ne da­ha çok bağ­la­ma, stra­te­ji­nin ana par­ça­la­rı ola­rak de­ğer­len­di­ril­mek­te­dir. Ya­şa­nan dört ay­lık Av­ru­pa ma­ce­ra­sı, bu eği­li­mi doğ­ru­la­ya­cak ni­te­lik­te­dir.

 

Dost­luk eği­li­mi­mi be­lirt­mek du­ru­mun­da­yım. Beş ya­şın­da­ki bir ço­cuk da ol­sa, dost bel­le­di­ğim­de so­nu­na ka­dar inan­mam be­nim için bir ka­rak­ter özel­li­ği­dir. Ha­yat­ta bel­ki de en bü­yük za­yıf (ken­dim bu­na inan­mı­yo­rum, dost­lu­ğun ve yol­daş­lı­ğın gü­ven şar­tı­nın hiç çiğ­nen­me­me­si ge­rek­ti­ği­ne ba­tıl bir inanç gi­bi ha­len ina­nı­yo­rum) yö­nüm, bu tür bir gü­ven duy­gu­su­dur. Dost­luk ve yol­daş­lık adı­na bu yö­nü­mün kor­kunç kul­la­nıl­dı­ğı­nı bi­li­yo­rum. Ama en te­mel in­sa­ni de­ğer ol­du­ğun­dan, vaz­geç­me­mem ge­rek­ti­ği­ne de emi­nim. Dost­luk ve yol­daş­lık ba­ğı 20. yüz­yı­lın şah­sın­da en bü­yük dar­be­yi ye­miş ol­du­ğun­dan, onun en son ve en tra­jik kur­ba­nı ben ola­cak­tım. Ön­ce Yu­na­nis­tan’da, son­ra Rus­ya’da, dost­lu­ğun ba­şı­na ne­yin gel­miş ol­du­ğu­nu be­lirt­mem hay­li öğ­re­ti­ci ola­cak­tır.

 

İki se­fe­rin so­nun­da yo­ğun­laş­mam, Yu­nan ka­rak­te­ri­ni sı­nır­lı da ol­sa çöz­me im­ka­nı­nı ver­di. Tan­rı Di­ony­sos’tan be­ri Yu­nan hal­kı­nın öz­gün­lü­ğü bir ger­çek­tir. Coş­ku­lu ve dost­ça­dır. Ama dün­ya­nın tüm ül­ke­le­rin­de gö­rül­dü­ğü gi­bi, bu ka­rak­ter ye­nil­miş­tir ve an­cak elin­den ağ­la­mak ge­lir. Dün­ya­nın tüm halk­la­rı dost­luk­la­rı­na sa­hip çı­ka­maz­lar. Ama ar­dın­dan bol bol ağ­lar­lar. Ken­di ken­di­le­ri­ne dost ve yol­daş ol­duk­la­rın­da da böy­le ya­par­lar. Ay­rı­lık­la­rı, yi­ti­riş­le­ri ve bir­lik­le­ri ağ­la­ma ve ucuz sev­gi­ye gö­mül­müş­tür. Say­gı du­yul­sa da, bu­nun faz­la de­ğe­ri yok­tur. Dost­lu­ğu ve yol­daş­lı­ğı ko­ru­ya­ma­yan bir say­gı ve sev­gi­ye, anam da ol­sa, hep hor bak­tım. Kar­şı­lık­lı bir sev­gi ve an­la­yış gös­ter­me­dim. San­ki ka­der ba­na, ‘Çok de­ğer ver­di­ğin dost ve yol­daş­la­rın için ağ­la­ma­ya değ­mez’ der gi­bi­dir. Kar­şı çık­tı­ğım, dost­luk ve yol­daş­lık de­ğil­dir. Ter­si­ne, ona za­fer de­ğe­ri­ni ve­re­me­yen, dost ve yol­daş ol­ma­sı­nı bil­me­yen, sah­te ve za­val­lı­lar­dır.

 

Yu­nan ege­men sı­nıf ta­ri­hi­ne ba­kıl­dı­ğın­da, M.Ö 1600’ler­de Mi­ken­ler­den be­ri mi­to­lo­jik bir bi­çim ka­zan­mış olan dü­şün­ce tarz­la­rı­na gö­re, tan­rı Ze­us her tür­lü puşt­lu­ğu ve kal­leş­li­ği ya­pa­bi­lir. Önü­ne çı­kan her ka­dı­nı baş­tan çı­ka­ra­bi­lir; her ta­ra­fın­dan, al­nın­dan, kı­çın­dan At­he­na baş­ta ol­mak üze­re bir­çok kü­çük tan­rı do­ğu­ra­bi­lir. Ya­lan ve kan­dır­ma­ca tan­rı­sal özel­lik­le­ri­dir. Tro­ya kah­ra­ma­nı Hek­tor’u na­sıl kan­dır­dı­ğı­nı, ona ina­nan Ho­me­ros bi­le ha­yıf­la­na­rak di­ze­le­ri­ne dö­ker. Ye­ter ki He­le­nist­le­rin çı­ka­rı­na ol­sun. Bir ne­vi İs­ra­il Tan­rı­sı Ye­ho­va gi­bi­dir. He­len­ler ve İs­ra­i­l o­ğul­la­rı se­çil­miş ka­vim ol­duk­la­rı için, di­ğer in­san­lık, ya­ni bar­bar­lar aley­hi­ne ne yap­sa­lar hak­la­rı­dır ve tan­rı­la­rı da bu­nu böy­le em­ret­mek­te­dir. Bu mi­to­lo­jik ger­çek­lik, da­ha son­ra din­sel ve si­ya­si ger­çek­li­ğe dö­nü­şe­cek­tir. Mi­to­lo­ji de­yip geç­me­mek ge­re­kir. Gü­nü­mü­ze ka­dar di­nin ve si­ya­se­tin te­me­lin­de ya­tan mi­to­lo­jik ger­çek­lik­ler­dir.

 

Bu mi­to­lo­jik özel­lik­ler, Yu­nan ha­kim sı­nı­fı­nın na­sıl doğ­du­ğu­nu di­le ge­tir­mek­te­dir. Ana kay­na­ğı da Sü­mer mi­to­lo­ji­si­dir. Ana­do­lu, Fe­ni­ke ve Mı­sır üze­rin­den hem mi­to­lo­jik, hem de mad­di top­lum ola­rak bes­len­dik­le­ri bi­lin­mek­te­dir. O gün­den be­ri de­ğiş­me­yen bu sı­nıf­sal ve ulu­sal ka­rak­ter bü­tün çıp­lak­lı­ğıy­la kar­şım­da du­ra­cak­tır. Hi­le­ci, kan­dır­ma­cı, çı­kar­la­rı uğ­ru­na hiç­bir in­sa­na de­ğer ver­me­yen, dı­şın­da­ki­le­ri de­ğer­siz ve bar­bar sa­yan bir zih­ni­yet ve ah­lak­tır.

 

Reel sosyalizmden sonra yaşanan yozlaşma

 

Ön­ce­den plan­lan­ma­mış çı­kı­şım, or­ta­ya çı­kan zo­run­lu­luk kar­şı­sın­da, de­nen­me­si ge­re­ken ön­ce­lik­le­rin ba­şın­da gö­rül­dü. Re­el sos­ya­lizm­den son­ra içi­ne dü­şü­len yoz­laş­ma sü­re­ci­nin kriz­li bir dö­ne­mi ya­şa­nı­yor­du. Baş­ba­kan Pri­ma­kov ve Baş­kan Yelt­sin, re­el sos­ya­liz­min önem­li ha­in­le­riy­di­ler. Eko­no­mik ve giz­li kir­li is­tih­ba­rat­la bağ­lan­tı­lı çı­kar­lar ne­de­niy­le, ko­nu­mum ne ka­dar stra­te­jik de ol­sa, o dö­nem için sa­tıl­ma­ya çok mü­sa­it­ti. Ko­ca bir Sov­yet sis­te­mi­ni sa­tan­la­rın na­za­rın­da öz­gür­lük de­ğer­le­ri­ne say­gı bek­le­mek ken­di­ni kan­dır­mak­tı. IMF, ABD, İs­ra­il ve Tür­ki­ye ile yü­rü­tü­len iliş­ki­ler, ba­na kar­şı hu­kuk dı­şı bir tav­rın alı­na­ca­ğı­nı ke­sin­leş­ti­ri­yor­du. Hal­bu­ki Du­ma ba­na 298’e kar­şı 1 oy­la si­ya­sal il­ti­ca ta­nın­ma­sı­na iliş­kin bir ka­rar çı­kar­mış­tı. Fa­kat des­po­tik dev­let açı­sın­dan bu­nun faz­la an­la­mı yok­tu. Be­ni zor­la Tür­ki­ye üze­rin­den Kıb­rıs’a in­dir­mek is­ti­yor­lar­dı. Bü­yük ih­ti­mal­le iş­bir­li­ği ha­lin­de, da­ha o gün­ler­de bir tes­lim et­me ger­çek­le­şe­bi­lir­di.

 

Bu ina­na­rak yap­tı­ğım bir ter­cih de­ğil­di. Fa­kat uğ­run­da o ka­dar kan dö­kül­müş ve acı çe­kil­miş öz­gür­lük ve eşit­lik ide­al­le­ri­nin ba­şı­na böy­le bir yoz­laş­mış re­ji­min çö­rek­len­me­si, as­lın­da re­el sos­ya­liz­min de­rin sap­ma­sı­nı gös­ter­mek­tey­di. Dev­ri­min ve kar­şı-dev­ri­min ta­nı­mı­nı ye­ni­den yap­tı­ra­cak bir so­nuç­la kar­şı­la­şıl­mış­tı. Kar­şı­laş­tı­ğım tab­lo in­san ger­çek­li­ği­ne da­ha doğ­ru yak­laş­ma­ya zor­lu­yor­du. İl­ke­ler­le gü­ne gö­mül­müş ya­şam tar­zı­nı kı­yas­la­ma­mı ay­dın­lat­tı. Ba­zı sem­bo­lik ka­lıp­la­ra ta­kıl­ma­mam, ar­tık tan­rı ve in­san mas­ke­le­ri­ni (ki, ay­nı ger­çe­ği ifa­de eder­ler) ce­sa­ret­le par­ça­la­mam ge­rek­ti­ği­ne da­ir ce­sa­ret ve bi­lin­ci­mi art­tı­rı­yor­du. 20. yüz­yı­lın put­la­rı kı­rıl­ma­lıy­dı. Bi­re­yin var­lı­ğı ve hak­la­rı top­lu­mun var­lık ve hak­la­rın­dan ön­ce gel­me­li ve­ya en azın­dan iki­si ara­sın­da­ki op­ti­mal nok­ta esas alın­ma­lıy­dı. Bi­rey­sel­lik ve ona iliş­kin hak­la­rın ka­pi­ta­liz­min in­sa­fı­na terk edil­me­si va­him bir ya­nıl­gıy­dı. Bi­re­yin var­lı­ğı­nı ve öz­gür ge­li­şi­mi­ni esas al­ma­yan her top­lum­cu­luk, as­lın­da Sü­mer ra­hip tar­zıy­dı ve ege­men sö­mü­rü­cü sı­nıf­la­rı do­ğur­ma­ya mah­kum­du. ‘Her şey top­lum için’ slo­ga­nı as­lın­da en es­ki bir sı­nıf­lı top­lum slo­ga­nıy­dı. ‘Her şey bi­rey için’ ise, çe­liş­ki­li gi­bi gö­rün­se de, en ge­liş­miş sı­nıf­lı top­lu­mun, ka­pi­ta­liz­min slo­ga­nıy­dı. İki il­ke­nin slo­gan­la­rı­na ye­nik düş­me­den, bir in­san­lık, öz­gür­lük ve eşit­lik ide­a­li­ne da­yan­mak esas yol­du. Bi­lim­sel sos­ya­lizm bir ol­gu ola­cak­sa, ken­di­ni dog­ma­tizm­den ve ta­pı­nak sos­ya­liz­min­den kur­tar­ma­lıy­dı. Dev­let uğ­ru­na her mü­ca­de­le sos­ya­liz­me ters­ti. Onun ye­ri­ne bir ara­yış, sos­ya­liz­min özüy­dü. Bu­lu­nan pro­le­tar­ya dik­ta­tör­lü­ğü de ol­sa, ye­ni bir kö­le­lik ara­cın­dan baş­ka so­nuç ver­mi­yor­du.

 

Mos­ko­va se­fe­ri­nin bu yön­lü ide­o­lo­jik yo­ğun­laş­ma­mı hız­lan­dır­ma­sı, sos­ya­lizm ütop­ya­sı­na inan­mış ve bü­yük emek çek­miş sa­hip­le­ri­nin anı­sı­na ve­re­bi­le­ce­ğim en te­mel kar­şı­lık­tır. 20. yüz­yı­lın Mos­ko­va’sı o ka­dar ba­sit­leş­miş­ti ki, hiç­bi­ri ha­ya­li olum­suz da ol­sa can­lan­dı­ra­cak güç­te de­ğil­di. Rus ger­çe­ği üze­rin­de en az Yu­nan ger­çe­ği ka­dar dur­ma­nın ge­re­ği açık­tı. Bu­ra­da da ba­zı put­la­rı yı­ka­rak yak­laş­ma­nın ger­çek­le­re ulaş­ma açı­sın­dan vaz­ge­çil­mez ol­du­ğu ken­di­ni açık­ça or­ta­ya ko­yu­yor­du.

 

Ro­ma’ya 12 Ka­sım 1998’de yö­ne­liş, Av­ru­pa için­de gi­di­le­bi­le­cek tek ül­ke­nin baş­ken­ti ko­nu­mun­da ol­ma­sın­dan­dı. Mas­si­mo D’Ale­ma hü­kü­me­ti­nin bir­kaç ay­lık dö­ne­mi­ne denk gel­miş­ti. Yak­la­şım­la­rı zik­zak­lı ol­du. Ne si­ya­si, ne hu­ku­ki net bir yak­la­şım ser­gi­le­ye­me­di. İtal­yan bü­yük ser­ma­ye çev­re­le­ri­nin ağır tah­ri­ki, Av­ru­pa ül­ke­le­ri­nin tam des­tek ver­me­yiş­le­ri, özel­lik­le Al­man­ya’nın ki­şi­li­ği­ni sars­ma ve ken­di­ni da­yat­ma tav­rı­nın ağır­lı­ğı al­tın­da ini­si­ya­tif­li dav­ra­na­mı­yor­du. En iyi eği­til­miş po­lis grup­la­rıy­la çok yo­ğun bir psi­ko­lo­jik bas­kı ku­rul­du. Oda­dan ay­rıl­ma­ya hiç fır­sat ta­nın­ma­dı. Ağır so­rum­lu­luk­la­rı olan bi­ri­si için, ilk çı­kan fır­sat­ta ay­rıl­ma­sı ge­rek­ti­ği açık­tı. Bir zor­la at­ma­dık­la­rı kal­mış­tı. Bir­çok ül­ke­ye pa­ra ve­rip yer ayar­la­ma­ya ça­lış­ma­la­rı ger­çek ni­yet­le­ri­ni gös­te­ri­yor­du. De­mok­ra­tik hu­kuk tav­rı ser­gi­len­me­ye­cek­ti.

 

Ni­ye­tim Kürt so­ru­nu­nu de­mok­ra­tik bir plat­for­ma çek­mek­ti. Des­tek olun­say­dı, Tür­ki­ye’nin de bu tav­ra gel­me­si zor ol­ma­ya­cak­tı. An­la­şı­lan, Av­ru­pa Kürt so­ru­nu­nun cid­di çö­zü­mün­den ya­na de­ğil­di. Or­ta­do­ğu’da Kürt­le­re da­ya­lı bir kar­ga­şa da­ha çok iş­le­ri­ne ge­li­yor­du. Do­la­yı­sıy­la be­nim bek­len­me­dik çı­kı­şım, tak­tik­le­ri dı­şın­da bir du­rum­du. Bü­tün ha­zır­lık­la­rı, eh­li­leş­ti­ril­miş iş­bir­lik­çi Kürt şah­si­yet­le­ri­ne da­ya­nı­yor­du. PKK ve özel­lik­le be­nim var­lı­ğım, on yıl­lar­ca yü­rüt­müş ol­duk­la­rı ve çok ser­ma­ye akıt­tık­la­rı Kürt ko­zu­nu el­le­rin­de iş­le­mez kı­lı­yor­du. Ro­ma hu­ku­ku­nun doğ­du­ğu mer­kez­den atıl­mam zor­du. Fa­kat si­ya­si risk­le­ri ağır­dı. Bu ka­dar zor­la­yan bir dev­le­tin da­ha teh­li­ke­li yö­ne­lim­le­ri de he­sa­ba ka­tıl­ma­lıy­dı. İlk do­ğa­cak fır­sat­ta ay­rıl­mam zo­run­lu­luk arz et­miş­ti.

 

Avrupa’nın Kürt politikası yok

 

Av­ru­pa’nın üç ta­ri­hi baş­ken­tin­de ge­çir­di­ğim top­lam dört ay ba­zı önem­li ger­çek­le­ri or­ta­ya çı­kar­mış­tı. De­mok­ra­si ve hu­kuk, Kürt öz­gür­lük ira­de­si­ne hak­kı­nı ver­mek ni­ye­tin­de de­ğil­di. Av­ru­pa’nın in­sa­ni bir Kürt po­li­ti­ka­sı yok­tu. Sa­de­ce Tür­ki­ye’ye yö­ne­lik ta­lep­le­rin­de bir ar­gü­man ola­rak kul­la­nı­lı­yor­du. As­lın­da son iki yüz yıl­lık po­li­ti­ka­lar sür­dü­rü­lü­yor­du. Kürt­le­ri Or­ta­do­ğu’da İran, Irak ve Tür­ki­ye yö­ne­ti­ci­le­ri­ni ken­di po­li­ti­ka­la­rı doğ­rul­tu­sun­da zor­la­mak için en uy­gun araç ola­rak gö­rü­yor­lar­dı. Acil bir çö­züm için ta­vır al­ma­ma­la­rı­nın al­tın­da bu te­mel ne­den ya­tı­yor­du. On­la­ra uzun va­de­li so­run ya­ra­tan bir Kürt ol­gu­su la­zım­dı. Çö­züm ise, kul­la­na­cak mal­ze­me bı­rak­mı­yor­du.

 

Bu tu­tum Ku­zey Irak’ta­ki Kürt iş­bir­lik­çi­le­ri için de ge­çer­liy­di. So­run­lu bir Tür­ki­ye ken­di­le­ri­ne muh­taç ola­cak­tı. Do­la­yı­sıy­la PKK’nin hep bir so­run ola­rak kal­ma­sı, po­li­tik çı­kar için hep­si­ne çok ge­rek­liy­di. Be­nim­le çö­zü­mü de­ğil, is­te­dik­le­ri gi­bi dav­ra­nıp uzun va­de­li po­li­ti­ka­la­rı­na hiz­met ede­cek bi­ri­le­ri­ni dü­şü­nü­yor­lar­dı. İki yüz yıl­lık po­li­tik pers­pek­tif­le­ri­ne ay­kı­rı bu­lu­nu­yor­dum. Öz­gür ka­rak­ter ve ba­ğım­sız ka­rar ini­si­ya­ti­fi ka­bul ede­bi­le­cek­le­ri bir du­rum de­ğil­di. Bu­nu ka­bul et­me­le­ri, on­lar­ca yıl­dır bes­le­dik­le­ri bir­çok iş­bir­lik­çi Kür­dü kay­bet­me­le­ri de­mek olur­du. İtal­ya Tür­ki­ye’den da­ha çok ya­tı­rım ve ti­ca­ret im­ka­nı el­de et­mek is­ti­yor­du. Bu­nun için en ra­di­kal tav­rı ala­bi­li­yor­du. Ama be­nim du­ru­mum, pra­tik­te gö­rül­dü­ğü gi­bi bu he­sa­bı da bo­zu­yor­du. Çı­kar­la­rı ki­şi­li­ği­mi kal­dır­ma­ya uy­gun düş­mü­yor­du. An­la­şı­lan, Av­ru­pa hu­ku­ku ve de­mok­ra­si­si Kürt so­ru­nu sı­nır­la­rın­da du­ru­yor­du. An­cak iş­güç­le­rin­den ucuz­ca ya­rar­lan­ma ve uzun va­de­li Or­ta­do­ğu po­li­ti­ka­la­rın­da bir araç ola­rak kul­la­nı­lan Kürt yak­la­şı­mı ge­çer­liy­di. Bu yö­nüy­le de ol­sa, po­li­ti­ka yi­ne de tam şe­kil­len­me­den uzak­tı. Ağır ba­san yön, ge­nel bir­çok so­run­da ol­du­ğu gi­bi, Kürt so­ru­nun­da da Av­ru­pa’nın şe­kil­len­miş bir po­li­ti­ka­sı­nın ol­ma­dı­ğıy­dı. Her dev­let an­cak po­lis ve is­tih­ba­rat çer­çe­ve­sin­de yak­la­şı­yor, si­vil top­lum ku­ru­luş­la­rı va­sı­ta­sıy­la da sız­ma­ya ça­lı­şı­yor­du.

 

Özgürlük istemi maddi çıkarlarla pazarlandı

 

Ro­ma’day­ken ve sa­nı­yo­rum Mos­ko­va’day­ken, be­nim­le en yo­ğun il­gi­le­nen bir güç de MOS­SAD’dı. “Kürt me­se­le­si­nin en esas­lı sa­hi­bi be­nim” der­ce­si­ne, is­tih­ba­rat ağı­nı esas­ta ge­liş­ti­ren güç ol­du­ğu açı­ğa çı­kı­yor­du.  ABD, İs­ra­il ve İn­gil­te­re ay­rı bir ka­nat ola­rak du­ru­yor­lar­dı. Av­ru­pa he­nüz da­ğı­nık­tı. İn­gil­te­re iki yüz yıl­dır ön­der­lik edi­yor­du. Ola­sı Kürt po­li­ti­ka­sı İn­gil­te­re ol­mak­sı­zın dü­şü­nü­le­mez­di. İs­ra­il’in do­ğu­şuy­la de­ne­tim MOS­SAD eliy­le yü­rü­tü­lü­yor­du. Bar­za­ni ve Ta­la­ba­ni’yle bir­lik­te bir­çok Kürt sis­te­me bağ­lan­mış­tı. Yal­nız PKK’nin du­ru­mu ya­rat­mış ol­duk­la­rı sis­te­mi bo­zu­yordu. Bu ne­den­le be­ni so­rum­lu tu­tup, sı­kı bir teş­hir ve tec­rit po­li­ti­ka­sı­na hap­set­miş­ler­di. Tür­ki­ye’yle 1996 yılı ant­laş­ma­la­rı, ope­ras­yo­nel rol­ler üst­len­me­le­ri­ne de yol aç­mış­tı. Bu­nu çok iyi he­sap ede­me­mek bir ek­sik­lik­ti.  Da­ha son­ra an­la­şı­la­cak ki, Mos­ko­va’yı da be­nim­le il­gi­li ola­rak avuç­la­rı için­de tu­tan İs­ra­il’di. Ta­bii bu­nu ABD’nin bü­yük ma­li ve dip­lo­ma­tik des­te­ğiy­le bir­lik­te yü­rü­tü­yor­lar­dı. Mos­ko­va’da kal­ma­mam için IMF’nin 8 mil­yar do­lar­lık kre­di­si kul­la­nıl­mış­tı. Yi­ne Tür­ki­ye’den bu amaç­la Ma­vi Akım Pro­je­si ko­pa­rıl­mış­tı. Tür­ki­ye’de “Apo pri­mi” de­ni­len rant­çı sis­tem, ulus­la­ra­ra­sı alan­da da da­ha bü­yük çap­lı uy­gu­la­ma bu­lu­yor­du. Tüm Av­ru­pa, Rus­ya, ABD ve en son Ken­ya­lı bü­rok­rat­lar da ne­ma­la­rı­nı ala­cak­lar­dı. Şah­sım­da bir hal­kın öz­gür­lük is­tem­le­ri­nin böy­le­si­ne mad­di çı­kar­lar­la pa­zar­lan­ma­sı çok al­çak­çay­dı.

 

İtal­ya’da psi­ko­lo­jik sa­vaş so­nuç ve­ri­yor­du. En ufak bir fır­sat­ta çık­ma­ya ha­zır­la­nı­yor­dum. Mos­ko­va tem­sil­ci­si Nu­man Uçar’ın köy­lü ba­sit­li­ği komp­lo­nun de­rin­le­şe­rek sür­me­si­ne yar­dım­cı ol­du. İtal­ya tem­sil­ci­si Ah­met’in de pa­sif ve so­rum­suz ha­li, olup bi­te­ni tam an­la­mak­tan uzak­tı. Hep­si ken­di ba­sit dün­ya­la­rın­da çok­tan tü­ken­miş­ler­di. İtal­ya’dan çı­kış­ta hem ben, hem Baş­ba­kan D’Ale­ma ra­hat­la­mış­tı. D’Ale­ma kö­tü bir de­mok­ra­si ve in­san hak­la­rı sı­na­vı­nı ver­miş­ti. Hu­kuk ve de­mok­ra­si­nin gür se­si ol­say­dı, öz­gür­lük ta­ri­hi­ne kat­kı­sı unu­tul­maz olur­du.

 

Tek­rar Mos­ko­va’ya var­dı­ğım­da, bü­yük ih­ti­mal­le oyu­nun son per­de­si bi­li­ne­rek ha­zır­lan­mış­tı ve oy­na­nı­yor­du. İtal­ya’dan çı­kar­tıl­mam, her iki ta­ra­fın ka­ran­lık güç­le­riy­le ye­ter­siz PKK tem­sil­ci­le­ri­nin saf­dil­ce yak­la­şım­la­rıy­la ger­çek­leş­miş­ti. Sü­reç, çar­mıh ve­ya ta­bu­tun ha­zır­lan­ma­sı sü­re­ciy­di. Mos­ko­va’da­ki­ler ilk çi­vi­le­ri sı­kı vu­ru­yor­lar­dı. İlk de­fa su­rat­la­rın­da dost­lu­ğa hiç yer ver­me­yen gö­rün­tü­ler­le ta­nı­şı­yor­dum. Bel­li ki, ka­rar üst dü­zey­den ve ke­sin­di. Bi­li­nen akı­bet­te üze­ri­ne dü­şe­ni ya­pı­yor­lar­dı. Oyun ve zor­ba­lık­la bir kar­go uça­ğı­na bin­di­rip, son­ra­dan Ta­ci­kis­tan’ın Baş­ken­ti Biş­kek ol­du­ğu an­la­şı­lan köy evi gi­bi bir yer­de bir haf­ta­lık bir tu­tuk­lu­luk­tan son­ra, emek­li ge­ne­ral ol­du­ğu söy­le­nen Naksa­kis’le Ati­na tem­sil­ci­si Ay­fer, özel bir uçak­la ge­lip Ati­na’ya doğ­ru yo­la çık­tık. Uça­ğın dev­let bağ­lan­tı­sı açık­tı. Ön­ce Ro­man­ya’ya in­di­ril­mek is­ten­di. Naksa­kis tes­lim et­me­nin bu­ra­da ger­çek­le­şe­ce­ği­nin Si­mi­tis’le ka­rar­laş­tı­rıl­dı­ğı­nı id­dia et­mek­te­dir. Doğ­ru ola­bi­lir. Ka­bul et­me­yin­ce, zo­run­lu ola­rak Ati­na’ya in­dik. Ay­nı ce­hen­nem ze­ba­ni­le­ri, Stav­ra­kis ve Ka­len­de­ris bek­li­yor­lar­dı. Yal­nız bu bir gün son­ra ola­cak­tı. İlk gün gel­di­ğim gi­bi VIP sa­lo­nun­dan ge­çip bir gün Naksakis’in kay­na­na­sının evin­de ka­la­cak­tım. Ona şu­nu de­miş­tim. “Pan­ga­los iha­net ede­bi­lir mi?” Çok ke­sin ‘ha­yır, se­çim için bun­dan iyi bir fır­sat ola­maz’ di­yor­du.

 

Dı­şiş­le­ri Ba­ka­nı Pan­ga­los açık bir hi­le­ye baş­vur­du. Res­men gö­rüş­mek ama­cıy­la ça­ğır­dı­ğı eve en üst dü­zey­de is­tih­ba­rat eki­bi yol­la­mış­lar­dı. Dost­ça ol­ma­yan teh­dit­kar bir üs­lup­la “Sa­na sa­bah sa­at dör­de ka­dar sü­re ta­nı­yo­ruz. Ak­si hal­de bil­di­ği­mi­zi zor­la ya­pa­rız” de­di­ler. Ge­çek su­rat­la­rı­nı gös­te­ri­yor­lar­dı. Ken­ya çok ön­ce­den CIA ile bir­lik­te ha­zır­lan­mış­tı. Bu­nu son­ra an­la­ya­cak­tım. Çok gü­ven­di­ğim Ka­len­de­ris, Yu­nan dev­le­ti­nin şe­re­fi üze­ri­ne söz ve­re­rek, teh­li­ke­den uzak bir yer ola­rak es­ki Yu­nan­lı­la­rın et­ki­li ol­du­ğu Ken­ya’da 15 gün için­de Dı­şiş­le­ri Ba­ka­nı’nın ha­zır­la­dı­ğı Gü­ney Af­ri­ka pa­sa­por­tuy­la çö­züm bu­lun­du­ğu­nu söy­le­di. Dos­ta gü­ven esas ol­du­ğu için ka­bul et­me­mek ol­maz­dı. Ya­nım­da cid­di bir uya­rı­cı yok­tu. Tam an­la­ya­ma­dı­ğım ter­cü­man Mel­sa, uyu­şuk ha­re­ket edi­yor­du. Sah­te­lik­le­ri­ni çö­ze­bi­lir­di. Ay­fer’i alı­koy­muş­lar­dı. As­lın­da tec­rit edil­miş­tim.

 

Bu sü­reç­te iha­ne­ti do­lay­lı yol­dan an­lat­mak is­te­yen bir­kaç ha­re­ke­te ta­nık ol­dum. Şo­för bin­mem ge­re­ken uça­ğa sert bir vu­ruş yap­tı. Bu­nun bi­linç­li bir ta­vır ol­du­ğu ka­nı­sın­da­yım. Uçak kal­ka­ma­dı. Fa­kat da­ha son­ra he­men İs­viç­re üze­rin­den ol­du­ğu­nu tah­min et­ti­ğim yer­den, çok özel bir uçak Yu­nan­lı ol­ma­yan ekip­le giz­li bir as­ke­ri ha­va­a­la­nın­da be­ni bek­li­yor­du. CIA ve­ya İn­gil­te­re is­tih­ba­rat uça­ğı ol­ma ih­ti­ma­li yük­sek­ti. Bin­me­den ön­ce tak­si şo­fö­rü on de­fa­dan faz­la gi­dip gel­di, uça­ğa bir tür­lü var­mak is­te­mi­yor­du. Bun­dan da bir so­nuç çı­kar­ma­dım. Dost­lu­ğun ki­ta­bın­da böy­le iha­net­le­re yer ol­ma­ya­ca­ğı­na o ka­dar inan­mış­tım ki, bi­ri­si o an­da ba­na “ka­çı­rı­lı­yor­sun” de­sey­di, ters­ler­dim. Çün­kü in­san­lı­ğın ki­ta­bın­da bu­na yer yok­tu.

 

Da­ha son­ra her şe­yin plan­lı ol­du­ğu an­la­şı­la­cak­tı. Ken­ya Bü­yü­kel­çi­si Kos­tu­las be­ni ra­hat­lık­la ha­va­a­la­nın­dan al­dı. İlk ko­nuş­ma­sı ma­ni­dar­dı. İn­gi­liz­ler ve Al­man­la­rın bi­raz şe­re­fi ola­bi­le­ce­ği­ni, ama Yu­nan­lı­la­rın pek şe­re­fi ve onu­ru ol­ma­dı­ğı­nı his­set­tir­mek is­te­di. Bu söz­le­rin­den bir an­lam çı­kar­mak im­kan­sız­dı. Zor­la BM top­lan­tı­sı­na bı­rak­mak ni­ye­ti var­dı. Bun­dan da bir şey an­la­ya­ma­dım. Da­ha son­ra be­nim­le bir­lik­te ye­mek ye­mek­ten de vaz­geç­ti. Hiç otur­ma­ma­ya ça­lı­şı­yor­du. Bel­li ki son gün­le­ri ge­çi­ri­yor­du. Ati­na’dan ge­len di­rek­tif­le mut­la­ka el­çi­lik­ten atıl­mam is­te­ni­yor­du. Dört go­ril gön­de­ril­miş­ti. Di­re­ne­ce­ği­mi­zi be­lir­tin­ce vaz­geç­ti­ler. Dı­şiş­le­ri, Ka­mu, Ada­let ve İs­tih­ba­rat Ba­kan­lık­la­rı sa­ba­ha ka­dar ba­kan dü­ze­yin­de te­le­fon­la El­çi­lik­ten çı­ka­rıl­mam ge­re­ği­ni be­lir­tiyorlardı. Kos­tu­las, Ken­ya Dı­şiş­le­ri Ba­ka­nı’nın İs­tih­ba­rat Baş­ka­nı oğ­lu­nun ol­du­ğu bir top­lan­tı­ya gi­dip, her şe­yin bi­lin­di­ği­ni, fo­toğ­raf­la­rı­mın bi­le çe­kil­di­ği­ni, ta­nı­nan sü­re­nin 15 Şu­bat’a ka­dar ol­du­ğu­nu, çık­maz­sak zor­la bu­nu ger­çek­leş­ti­re­cek­le­ri­ni ka­rar ola­rak ba­na ak­tar­dı. 15 Şu­bat’ta çık­maz­sak, öl­dür­me da­hil her şey ola­bi­lir­di. Do­la­yı­sıy­la o gün çık­mak ka­çı­nıl­maz­dı. Kal­mak; bas­kın, di­ren­me ve si­lah­lı ça­tış­ma sü­sü ve­ri­le­rek öl­dü­rül­mek ola­cak­tı.

 

Komplo, tarihin en büyük provokasyonlarından

 

Ka­len­de­ris’in son bü­yük iha­ne­ti şuy­du: “Si­mi­tis’le ko­nuş­tum. Mı­sır üze­rin­den Hol­lan­da’ya gi­de­bi­le­ce­ği­mi­ze da­ir gü­ven­ce ver­di” de­di. Ol­du­ğu gi­bi ka­bul­len­mek­ten baş­ka bir se­çe­nek yok­tu. Da­ha ön­ce de Be­yaz Rus­ya’nın Baş­ken­ti Minsk üze­rin­den bir Hol­lan­da se­fe­ri dü­şü­nü­lü­yor­du. As­lın­da bu da ter­tip­ti. Bü­yük ih­ti­mal­le Şam çı­kı­şın­dan be­ri her şey CIA, İn­gil­te­re ve Yu­nan is­tih­ba­ra­tı­nın ha­len iç­yü­zü tam bi­li­ne­me­yen bir pla­nı ge­re­ği yö­ne­til­mek­tey­di. Ta­ri­hin en bü­yük pro­vo­kas­yon­la­rın­dan bi­ri­si ola­rak ha­zır­la­nıl­dı­ğın­dan kuş­kum yok­tur. Ama ger­çek iç­yü­zü ko­nu­sun­da her şe­yi bil­di­ği­mi söy­le­mem ola­nak­sız­dır. Bu­nu an­cak ken­di­le­ri bi­le­bi­lir. Ya­pa­bi­le­ce­ği­miz, or­ta­ya çı­kan ge­liş­me­le­ri doğ­ru yo­rum­la­ya­bil­mek­tir. Ken­ya­lı po­li­si El­çi­li­ğin içi­ne ka­dar al­mış­lar­dı. Git­me­me­min bas­kın an­la­mı­na gel­di­ği­ni açık­ça his­set­ti­ri­yor­lar­dı. Yet­ki­li bir­kaç cüm­ley­le şu­nu söy­lü­yor­du: “Biz ül­ke­miz­de kan dök­mek is­te­mi­yo­ruz.” Bu ara­da ilaç, uyuş­tu­ru­cu kul­lan­ma du­rum­la­rı ola­bi­lir­di. Mut­fak­çı­lar mut­lak an­lam­da El­çi­li­ğe bağ­lıy­dı. Du­ru­mum bir ne­vi uyur­ge­zer gi­biy­di. Do­la­yı­sıy­la sağ­lık­lı dü­şün­me­den alı­ko­nul­mam için ge­rek­li do­zaj­da ilaç kul­lan­mış ol­ma­la­rı bu sü­reç­te yük­sek bir ih­ti­mal­di. Çok açık kuş­ku­lu du­rum­la­rı bi­le çöz­me­me­min bir ne­de­ni de uyuş­tu­ru­cu et­ki­si ola­bi­lir.

 

Bin­di­ğim uça­ğın et­ra­fın­da ye­şil göz­lü ve sa­rı­şın, kum­ral, uzun boy­lu ve el­le­rin­de oto­ma­tik tü­fek­li adam­la­rın ter­ti­bat al­dı­ğı­nı fark et­tim. Bun­la­rın CIA ve MOS­SAD ele­man­la­rı ol­ma­la­rı yük­sek bir ih­ti­mal­di. Uça­ğın için­de Türk Özel Ti­mi üze­ri­me çul­la­nıp be­ni ye­re ya­tır­dı. Üze­rim­de­ki her şe­yi alıp bant­lar­la kıs­kıv­rak her ta­ra­fı­mı bağ­la­dı­lar, göz­le­ri­me de ay­nı ka­lın bant­la­rı ta­kıp uça­ğın ar­ka­sı­na bı­rak­tı­lar. Uçak Ca­vit Çağ­lar’ın­dı. Doğ­ru­yol hü­kü­me­ti­nin ni­te­li­ği­ni yan­sı­tan bir olay­dı. Uçak iki de­fa in­di. Bi­ri Mı­sır, di­ğe­ri ya İs­ra­il ya Kıb­rıs’tı. Ge­miy­le ada­ya ge­ti­ril­di­ğim­de, 16 Şu­bat sa­ba­hıy­dı. Uçak­ta göz­le­ri­min ilk çö­zül­me­siy­le söy­le­mek is­te­di­ğim me­saj şuy­du: “Bu ba­şa­rı si­zin de­ğil­dir. Si­ze dost­luk yap­tık­la­rı­nı söy­le­yen­ler, dü­rüst dav­ran­mı­yor­lar. Bu oyu­nu her iki ta­ra­fa oy­na­mak is­ti­yor­lar. Ben hiç­bir za­man Türk­lük düş­man­lı­ğı­nı yap­ma­dım. Ana ta­ra­fın­dan kan bağ­lı­lı­ğı bi­le var­dır. Ba­rış ve kar­deş­lik tek doğ­ru yol­dur. Bun­dan son­ra mü­ca­de­le­mi bu te­mel­de yü­rü­te­ce­ğim ke­sin­dir.” As­lın­da ilk tav­rım, so­nu­na ka­dar ko­nuş­ma­mak­tı. Fa­kat he­men an­la­şı­lı­yor­du ki, bu tu­tum komp­lo­nun ol­du­ğu gi­bi giz­li kal­ma­sı­na yol açar­dı. Komp­lo­yu açık­la­mak için ya­şa­mak da­ha doğ­ruy­du. Yol­da uçak­tan in­dir­dik­le­rin­de ve bi­raz sü­rük­le­dik­le­rin­de, “Fa­i­li meç­hu­le mi gö­tü­rü­yor­su­nuz?” de­di­ğim za­man, “Bu şan­sı sa­na ver­me­ye­ce­ğiz. Ağ­zı­nı ka­pat, yok­sa biz ka­pa­tı­rız” de­dik­le­ri­ni ha­tır­lı­yo­rum.

 

Be­ni ada­da ilk kar­şı­la­yan, yar­bay rüt­be­sin­de ve Ge­nel­kur­may Baş­kan­lı­ğı’nı tem­sil et­ti­ği­ni be­lir­ten bir su­bay­dı. De­dik­le­ri öz­ce şöy­ley­di: “Bu iş­te çok oyun var. Biz kar­deş­lik­le hal­let­mek is­ti­yo­ruz. Bu ter­tip­le­re fır­sat ver­me­ye­ce­ğiz.” Bu, pek bek­le­me­di­ğim bir ta­vır­dı. Gü­ve­nir­li­ği­ni hiç­bir za­man öl­çe­cek du­rum­da de­ğil­dim. Tak­tik ya­nılt­may­la bir­lik­te, bir po­li­ti­ka­yı da di­le ge­tir­miş ola­bi­lir­di. Bek­le­yip gör­mek­ten baş­ka bir se­çe­nek yok­tu. On gün ko­şul­la­rı çok ağır bir hüc­re­de kal­dım. Em­ni­yet, MİT, Jan­dar­ma ve Ge­nel­kur­may is­tih­ba­ra­tı dört­lü çap­raz ha­lin­de bir so­ruş­tur­ma yü­rüt­tü­ler. Ka­ba bir bas­kı ve kü­für yok­tu. Fa­kat ma­ne­vi, psi­ko­lo­jik or­tam be­nim için çok ağır­dı. Da­ya­na­bil­mek mu­ci­zey­di. On gün bo­yun­ca doğ­ru bil­di­ğim ve bul­du­ğum bi­çim­de ko­nuş­tum. Ta­vır koy­dum. Bir kıs­mı ya­yın­lan­dı. Bir kıs­mı ya­yın­lan­ma­dı. Fark­lı bir dev­let yü­züy­le kar­şı­laş­tı­ğım ke­sin­di. Ol­gun yak­la­şı­yor­lar­dı. Oy­na­nan oyun­la­rın ne ka­dar için­de ve­ya kar­şı­sın­da ol­duk­la­rı­nı kes­tir­mem zor­du. Esas al­dı­ğım tu­tum, baş­tan so­na halk­la­rın onur­lu ba­rış ve kar­deş­çe­si­ne ya­şa­ma bir­lik­te­li­ği­ne fır­sat ve­ren bir çiz­gi­yi inanç­la, ka­rar­lı­lık­la ve bi­linç­le sa­vun­mak­tı. Bu du­rum ide­o­lo­jik ve po­li­tik çiz­gi­me ters düş­mü­yor­du. Ay­rı­lık­çı­lı­ğa ve meş­ru sa­vun­ma­yı aşan şid­de­te ta­vır al­mam ide­o­lo­jik hat­tım ge­re­ği ol­du­ğun­dan ra­hat­lık­la tav­rı­mı sür­dür­düm.

 

İmralı yargılaması ve barış tutumum

 

İm­ra­lı yar­gı­la­ma­sı­nın meş­ru, ev­ren­sel ve Av­ru­pa İn­san Hak­la­rı Söz­leş­me­si’nin ge­re­ği olan bir te­me­li yok­tu. İşin te­me­lin­de ağır bir komp­lo ve ka­çı­rıl­ma var­dı. Mah­ke­me­nin bu ko­şul­lar al­tın­da ol­ma­ma­sı ge­re­kir­di. Ay­rı­ca AİHS’ye ay­kı­rı bir­çok yö­nü ol­du­ğu AİHM’e de bil­di­ril­miş­tir. Sem­bo­lik olan, ge­nel­de ha­zır­la­nan se­na­rist­le­ri ve yö­net­men­le­ri dı­şın­da olan bir ti­yat­ro­nun ka­mu­o­yu­na yö­ne­lik kıs­mı­nın oy­nan­ma­sı söz ko­nu­suy­du. Sa­vun­ma­mı bir “de­mok­ra­tik uz­la­şı­cı ve ba­rış me­sa­jı” ola­rak ver­mem ba­na gö­re en doğ­ru tu­tum­du. Kap­sam­lı bir sa­vun­ma için ne sü­re, ne ma­ter­yal, ne de ha­zır­lık açı­sın­dan psi­ko­lo­jik ola­rak uy­gun bir du­rum var­dı.

 

İm­ra­lı sü­re­ci­ne iliş­kin bir­çok açık­la­ma­la­rım ol­du. Ba­zı çev­re­ler iç­te ve dış­ta ol­mak üze­re tav­rı­mı tah­rip et­mek is­te­di­ler. En sa­kın­ca­lı du­rum buy­du. Sağ­lık ve ölü­müm­den bi­le da­ha önem­li olan bu hu­sus­la­rı sü­rek­li açık­lı­ğa ka­vuş­tur­mak is­te­dim. Yay­gın ola­rak ya­pı­lan, “De­rin dev­let ve Ge­nel­kur­may’la an­laş­tı­ğım, uz­laş­tı­ğım ve­ya tes­lim ol­du­ğum” bi­çi­min­de bir pro­pa­gan­day­dı.  Böy­le bir du­ru­mun ol­ma­dı­ğı­nı hep vur­gu­la­dım. Ateş­kes ko­nu­su üze­rin­de ise, 1993’ten be­ri du­ru­yor­dum. En son Şam’day­ken, tek ta­raf­lı ola­rak ilan et­ti­ğim 1 Ey­lül 1998 ateş­ke­si­ne bağ­lı ola­rak, 1 Ey­lül 1999’da ko­şul­lar el­ver­dik­çe ve ma­kul bir sü­re kal­mak üze­re sı­nır­la­rın dı­şı­na çe­kil­me­yi, ateş­ke­si da­ha ger­çek­çi kıl­ma ka­rar­lı­lı­ğı te­me­lin­de ikin­ci bir adım ola­rak at­tım. Mev­cut du­rum, zo­run­lu ko­şul­lar ne­de­niy­le sı­nır­lı bir gü­cün içe­ri­de, bü­yük bir kıs­mı­nın dı­şa­rı­da meş­ru bir sa­vun­ma te­me­lin­de üst­len­di­ği, “de­mok­ra­tik uz­la­şı ve ba­rış için di­ya­log” bek­len­ti­li bir po­zis­yon bi­çi­min­de­dir.

 

Si­ya­se­tin, hü­kü­met ve par­la­men­to­nun çö­züm ara­ma­ma­sı­nın so­rum­lu­lu­ğu­nun ken­di­le­ri­ne ait ol­du­ğu, mev­cut du­ru­mun her ba­kım­dan risk­ler ta­şı­dı­ğı bi­li­nen bir hu­sus­tur. Bu du­rum olum­lu te­mel­de aşıl­maz­sa, da­ha bü­yük ve uzun sü­re­li bir şid­det sar­ma­lı­nın or­ta­mı kap­la­ma­sı teh­li­ke­si göz ar­dı edi­le­mez. Uz­laş­ma, “de­mok­ra­tik ve la­ik cum­hu­ri­yet” kav­ra­mı­nın öz­lü ola­rak ha­yat bul­ma­sın­da aran­mak­ta­dır. Kürt­le­rin öz­gür yurt­taş­lar ve halk ola­rak, ev­ren­sel hu­kuk öl­çü­le­ri de göz önü­ne ge­ti­ri­le­rek cum­hu­ri­yet­le bü­tün­leş­me­si stra­te­jik bir yak­la­şım ola­rak gö­rül­mek­te­dir. Sa­de­ce Tür­ki­ye Kürt­le­ri için de­ğil, tüm par­ça­lar­da­ki Kürt­ler için stra­te­jik bir yak­la­şım ola­rak ön­gö­rül­mek­te­dir.

 

Tüm yaşamlarını anti-Apoculuğa bağlayan iftiracı kesimler

 

Son on yıl­dır aman­sız bir iha­net da­yat­ma­sıy­la, hem Gü­ney Kür­dis­tan­lı iş­bir­lik­çi­ler ta­ra­fın­dan, hem de Av­ru­pa’ya sı­ğın­mış ve tüm ya­şam­la­rı­nı an­ti-Apo­cu­lu­ğa bağ­la­mış ke­sim­ler­ce yü­rü­tü­len  if­ti­ra ve ka­ra­la­ma kam­pan­ya­sı ken­di­le­ri­ni kur­ta­ra­ma­ya­cak­tır. PKK sa­vaş ve ba­rış­çıl tu­tu­muy­la or­ta­da­dır. Gü­cü, şe­hit­le­ri ve hal­kı da or­ta­dır. Bun­lar ne­re­de­dir? Sa­vaş is­ti­yor­lar. Kim en­gel­li­yor? PKK’yi kış­kırt­mak­la ki­me, han­gi gü­ce hiz­met edi­yor­lar? Dü­rüst­ler­se mey­dan açık­tır. Kürt me­se­le­si­ni dağ­da, ova­da, şe­hir­de, köy­de, iç­te ve dış­ta tem­sil et­sin­ler. So­nu­na ka­dar di­re­ne­rek bir ör­nek gös­ter­sin­ler ki, sah­te­kar ve if­ti­ra­cı ol­ma­dık­la­rı­nı ka­nıt­la­mış ol­sun­lar.

 

Be­nim İm­ra­lı sü­re­cim bu sa­vun­ma­mın ru­hu­na uy­gun ola­rak de­vam ede­cek­tir. Tu­tu­mum; ya­rın ola­cak­mış gi­bi ba­rış ve de­mok­ra­tik uz­la­şı­ya her an ha­zır ol­mak ka­dar, ya­rın ben­den baş­la­ya­cak bir im­ha sa­va­şı­na da so­nu­na ka­dar kar­şı ol­mak ve her za­man inanç­la, ka­rar­lı­lık ve ha­zır­lı­lık­la bu­na ce­vap ver­mek­tir. Bu­nun dı­şın­da ne ya­şam ta­nı­dım, ne de an­la­rım. Çok bü­yük ye­ter­siz­lik­le­ri ol­sa da, umut ve bağ­lı­lık­la­rı­nı her za­man ba­na su­nan­la­rın, bu ger­çe­ğin ne an­la­ma gel­di­ği­ni tüm yön­le­riy­le an­la­ma­la­rı ve için­de bu­lun­duk­la­rı ko­şul­la­ra gö­re ge­re­ği­ni yap­ma­la­rı, ken­di­le­ri için de bir ya­şam so­ru­nu­dur. Bağ­lı ol­ma­yı bil­mek ve öl­çü­le­ri­ne gö­re ha­re­ket et­mek son de­re­ce önem­li­dir; ya­şa­mı­nı her tür ge­liş­me­ye kar­şı tü­müy­le ör­güt­lü ve ha­zır­lık­lı tut­ma­yı ge­rek­ti­rir.

 

İna­nı­yo­rum ki, bu sa­vun­mam­la ek­sik ka­lan ve so­ru işa­re­ti uyan­dı­ran bir­çok hu­su­sa kap­sam­lı ce­va­bı­mı ver­miş bu­lu­nu­yo­rum. Hal­kı­mı­za ve yol­daş­la­ra, baş­ta Türk hal­kı ol­mak üze­re tüm kom­şu halk­lar­dan ve dün­ya­dan dost­la­ra, bek­len­ti­le­ri­ne ve en azın­dan çok me­rak edi­len ve ha­len ya­şa­dı­ğım ağır ko­şul­lar al­tın­da­ki İm­ra­lı sü­re­ci­ne iliş­kin ya­nıt­la­rı en kap­sam­lı bir bi­çim­de ve­re­rek bor­cu­mu öde­miş ol­mak­ta­yım. Eleş­ti­ri­le­ri­ni ay­nı so­rum­lu­luk al­tın­da ge­liş­tir­me­le­ri ve eleş­ti­ri­le­ri­min ge­rek­le­ri­ni yap­ma­la­rı da be­nim ken­di­le­rin­den bek­len­tim ve hak­kım­dır.

 

9 Ekim-15 Şu­bat komp­lo­su, is­te­di­ği ve plan­la­dı­ğı so­nu­ca ulaş­mak­tan uzak­tır. 20. yüz­yı­lın tüm ha­in­le­ri­ni ve iş­bir­lik­çi­le­ri­ni en üst em­per­ya­list ira­de al­tın­da bir­leş­ti­ren bu komp­lo­yu bir ta­ri­hi Ana­do­lu ve Me­zo­po­tam­ya ba­rı­şı­na dö­nüş­tür­mek, gö­rev ola­rak halk­la­rı­mı­zın ve tüm so­rum­lu güç­le­ri­nin önün­de­dir. Bu gö­re­ve sa­hip çık­mak, hem ül­ke­nin güç­lü bü­tün­lü­ğü ve hem de la­ik ve de­mok­ra­tik cum­hu­ri­ye­tin öz­lü bir­li­ği için tek doğ­ru tu­tum­dur. Bu ay­nı za­man­da ta­rih bo­yun­ca ar­zu­la­nan onur­lu ba­rı­şın, kar­deş­li­ğin, öz­gür­lük ve eşit­li­ğin de yo­lu­dur.

PaylaşTweet
Önceki Yazı

KÜRT SOYKIRIM GÜNÜ 15 ŞUBAT KOMPLOSU VE SONUÇLARI

Sonraki Yazı

BİR EGEMENLİK ARACI OLARAK DİNCİLİK -II-

Sonraki Yazı
BİR EGEMENLİK ARACI OLARAK DİNCİLİK -II-

BİR EGEMENLİK ARACI OLARAK DİNCİLİK -II-

  • İLETİŞİM
  • HAKKIMIZDA

© 2024 Serxwebûn - Tüm Hakları Saklıdır!

Sonuç Bulunamadı
Tüm Sonuçları Gör
  • ANASAYFA
  • TÜM YAZILAR
  • ÖNDERLİK
  • SERXWEBÛN
  • SERXWEBÛN KURDÎ
  • BERXWEDAN
  • ÖZEL SAYILAR
    • BERXWEDAN ÖZEL SAYILAR
    • SERXWEBÛN ÖZEL SAYILAR
  • DOSYALAR
    • ŞEHİTLER ALBÜMÜ
    • KİTAPLAR
    • TAKVİMLER
  • FOTO GALERİ
    • ÖNDERLİK
    • GERİLLA
    • HALK

© 2024 Serxwebûn - Tüm Hakları Saklıdır!