Özgürlük mücadelesine ilk sempati-ilgi duymaya başladığımız dönemlerdi. Apocu felsefenin büyüleyici gelen özgür yaşam ilkeleri içimizde bir şeyleri derinden etkiliyor, kendine doğru çekiyordu. “Dünyanın öbür ucunda bir kadın özgür değilse, siz de özgür olamazsınız” diyordu Önder Apo. Önder Apo’dan öğrendiğimiz ilk ilkelerden biriydi bu. Bu fikir çok büyüktü, korkunçtu, bizim gücümüzü çok aşıyordu. Ufuklarımızı da. Ama sözün ilk etkisi sanki bize değil de bizim içimizde, benliğimizde bir yerleri işgal etmeye yönelen kapitalist bireyciliğe yönelir gibiydi. Kendini kurtarmaya çalışmak hiçbir zaman yetmeyecek. Özgürleştikçe daha da isteyeceksin. Ama böyle doyumsuz aç bir varlık gibi, salt bir beden olmayacaksın. Özgürleştikçe hep bana demeyeceksin, biraz yoldaşıma, biraz başka kadınlara, biraz dünya kadınlarına, biraz dünya insanlığına, doğaya, evrene… böyle diye diye özgürleşmenin gerçek anlamına ulaşacaksın. Bu sözün derin anlamını sorguladıkça yepyeni şeyler buluyorduk. Buldukça da arama arzusu kendiliğinden çoğalıyordu.
Kürdistan özgürlük mücadelesinde kadınlar, büyük umutlar, büyük hayaller, büyük amaçlarla mücadele eder. Bu amaçların bir kısmı gerçekleşir, belki hepsi gerçekleşir, bir yola girer belki birçoğu. Ama hiçbir şekilde Önderlik çizgisinde mücadele eden kadında bireysel hayal yoktur, olamaz. Hiçbir kadında “ben şu olayım, bu olayım, şöyle yaşayayım”… tarzında bir hayal göremezsiniz. Belki de soyut gelir ama aslında soyut değildir. Ütopyaları da barındırır ama gerçektir. Bir de somutlaşma adına basitleşmez hayaller.
Bundan dolayı savaşan, özgürleşen, güzelleşen, sevilen ve toplamda kendisi olabilen, toplumu olabilen, tanrıçalığa yakınlaşan kadınlar, erkek egemen sistemden en çok uzaklaşan kadınlardır. Büyümeyle birlikte eğer erkek egemen sistemden uzaklaşamama, özgürleşememe, güzelleşememe, sevilememe, kendisi olamama toplum olamama anlamına geldiğinden bu yolun kiri pası bilinir, tercih edilmez. Ya da fark edilmediğinde de yoldaşlarca uyarılır, yürünen yolun hakikati hatırlatılır. Toplamda özgürlük yanılsamasına dair sahte propagandalar hiç yoktur. Değil az ya da şöyle böyle… Hiç yoktur. Özgürlüğe dair yanılsamanın, tüm bir hayatın yanılgısına dönüşeceği bilinci vardır her kadında. Kuşkusuz tarihimizi yazıyoruz, inceliyor, okuyor ve tartışıyoruz. Kimi zaman veri mahiyetinde “ilk kongreye katılan, ilk… eyleme katılan” vs. diye bilgiler derlesek de bu veriler yaşamı yürüten, belirleyen değil de yaşama bir katkı sunarak özgürlük bilincini kolektif hafızada derinleştiren konu başlıkları olmaktadır. Tarihimize sahip çıkmakla, anda tarih olmak, tarihi üzerine ekleyerek yaratmak konusunu birleştiriyoruz bu anlamda.
Bizim mücadelemiz büyük zorluklardan süzülerek geldi. Adeta tarihten ve yaşanmışlıklardan damıtılıp geldi bugüne. Şiddetin içinde şiddetten, şiddet felsefesinden, şiddeti temel bir yöntem olarak ele alan egemen sistem etkisinden kurtulmak, bu etkilere girmemek için büyük mücadele verilir. Bu durum, kadın açısından zor değildir ancak gerekli ve önemlidir. Zira kapitalist modernite sisteminin, hegemonik sistemlerin etkisinden kurtulmadıkça sistemin ağlarında çürümekten de kurtuluş mümkün değildir. Bu bir farkındalıktır. Kadın, savaşın en zor anlarında dahi bu etkilere girmemiş, kendini bu şiddet sarmalından korumayı başarmıştır. Buna dair yüzlerce, hatta binlerce örnek verilebilir. YJA-Star gerillaları gururla bu örnekleri sıralarlar anı anlatımlarında. Bir örnek: İki yıl önce bir YJA Star gerillası, Behdînan alanında bir TC askerini başka askerlerin cenazesini yakarken gördü, bu görüntü karşısında söylediği söz “Kültürsüzler” oldu. “Hain, hayvan, vahşi” vs. olmadı, “kültürsüzler” oldu sözü. Bu söz, bu refleks kadın gerilla arkadaşımızın, YJA Star saflarında savaşan, direnen ve kendini Önderlik çizgisinde yaratan, PKK-PAJK çizgisinde örgütlü mücadele yürüten kadının şiddete yaklaşımını gösterir. Kendinde yarattığı savunma bilincinin şiddetle ne kadar uzak olduğunu gösterir.
Çokça kullanılan bir söylem olarak 3. Dünya Savaşı’na dair muhtelif değerlendirmeler duymaktayız. Bizler için 3. Dünya Savaşı Önder Apo’nun çözümlediği ve adını koyduğu gibi 90’larda Körfez Savaşı denilen, esasta Irak’ın savaşa çekilmesiyle başlamıştır ve farklı boyutlar kazanarak hala sürmektedir. Tüm zamanların savaşlarına baktığımızda da savaşların, dünya savaşları ya da yerel savaşların tümüne göz attığımızda, toplumu ilgilendiren ve inşa ürünü olan tüm kötülüklerin kadına yönelik saldırılarla başladığını görürüz. Mülkiyet, gasp, yağma ve talan güdüleniminin kökeninde kadına yönelik erkek egemen saldırganlığı vardır. Egemen erkek olmak vardır. Masum değildir. Temiz değildir. Aslında erkek olmaktan çıkma vardır. İnsan olmaktan çıkma vardır. Ölüm vardır. Şiddetin, her iki tarafı da öldürmesine dair söylem, şiddeti uygulayanın insanlığının ölmesine dikkat çektiğinden, tam da bunu anlatmaktadır.
Topluma karşı yüksek yoğunluklu bir savaş yürütülmektedir. Bu savaşın temel aklı, yürütücüsü kapitalist modernite güçleridir. Liberalizm bunun ideolojik zeminidir ancak ordu, eğitim-sağlık gibi temel toplumsal ihtiyaçların giderilmesi temelinde inşa edilmiş olup da devlet denen organizasyon tarafından el konulmuş olan kurumlar pratik yapısal zemindir. En derinlikli yürütüldüğü alan ise aile denen karı-koca ve çocuktan oluşturulan müessesedir. Devlet denetimine alınmış olan koca, koca denetimine alınmış olan karılaştırılmış kadın ile oluşturulan “müessese”de çocuklar, her zaman en alttaki sınıftır, ezilenlerin temsilcisidir. Öyle ki çocuğu terbiye etmek adına geliştirilen bir şeyler öğretme yöntemi bile zor-korku ile oluşturulmuştur.
Erkek egemenlikli sistem, evlilikleri müessese yani kuruluş olarak adlandırır. Kadın ya da erkek gençlere akıl verilirken “evlilik müessesesi kutsaldır” denir. Kutsallığı, devletin şahitliğinde kurulmuş olmasındadır. Kutsallığı devlet nezdindedir, kadın üzerinde sınırsız egemenliğin erkeğin eline devlet güvencesinin verilmesi ve kölelik zihniyetinin inşa edilmesindendir. Kutsal adı konularak dokunulmaz kılınmaya çalışılması da tümden erkek bekçiliğinde devlete ait olan bu mülkiyet, kullanım vs. haklarının korunmasını amaçlar.
Şiddet sarmalı dikenli tel gibidir
Kadına yönelik şiddet, salt kadınla başlamıyor, kadınla da sınırlı kalmıyor, ama kadında zirveleşiyor. Çocuklara, eşyalara, sokak hayvanlarına, tüm varlıklara-varoluşlara yönelik şiddet, yok sayma, üzerinde hegemonya geliştirme yönelimleri, kadına yönelik şiddetin ve erkek egemenlikli baskının, yönelimin ilk adımlarıdır. Bir sokak hayvanını kürekle katleden bir adam anasını da öldürebilir, çocuğunu da. Peygamberini de öldürebilir, Allahı’nı da. Şiddet sarmalı böyledir. Dikenli tel gibidir. Alman teli denen tele benziyor. Çıkmaya çalıştıkça içine batar insan, her tarafı kesiklerle dolu olur. Teli parçalayabilirsen en az zararla kurtulabilirsin. Bu da tek başına olmaz, mutlaka örgütlülük, toplumsallık gerektirir.
Şiddet sarmalı da böyledir. Erkek, içinde debelendikçe kan kaybeder, benliği zayıflar, yok oluşun kıyısında seyreder. Bunun farkına bile varmaz. Kiminde bu yok oluş Kuran kursu yolunda kızlarını oğullarını istismar denilen tecavüzün karşısında savunmasız bırakırken gerçekleşir. Kiminde kızını koruma, namuslu, alnı açık şekilde büyütme adına katleder. Namus konusuna girmeyelim, ama kısaca şunu belirtelim: Namusun korunduğunun iddia edildiği her yerde, mutlaka bir kadının acısı vardır. Bedenen ya da ruhen katledilmesi vardır. Özgürlüğünün ayaklar altına alınması, hatta yok sayılması vardır. Kadınla ifadelendirilen namus, kadın katledilerek erkek onuruna inşa edilen, kirli, kanlı, insanlık dışı bir şeydir.
Soykırım rejimleri, hegemonik sistemler şiddet ve zor ile inşa edilir, ancak ikna etme de yani ideolojik hegemonyanın da önemli bir rol oynar. İnşa tamamlanınca her şey fiyatlandırılır. Kapitalist modernite sisteminin besmelesi “kaç para” liberalizm bunun ideolojik zeminin oluşturmuştur. Bu anlamda hegemonik sistemlerin en kirlisi, en derin kölelik inşa edeni kapitalist modernite sistemidir. Bugün dijital dünyada insanların NFT diye adlandırdıkları bir sistem üzerinden ruhlarını dahi satabildikleri, hatta “ruhlarını birkaç kişiye satmaya özgür oldukları” şeklinde bir durum bile ortaya çıkmıştır. Şimdi birilerimiz, buna hayret edebilir, “nasıl olur yahu!” diyerek anlamsız bulup gülebilir. Halbuki esas anlamsızlık, insanın emeğinin, alın terinin satışa çıkarılmasıyla başlamıştır. Esas anlamsızlık kadının metalaştırılmasıyla başlamıştır. Bunu bilip geri dönmenin, düzeltmenin, telafi etmenin yollarını bulmaya çalışmak belki de anlam inşasının başlangıcını oluşturur.
Her şeyi metalaştıran sisteme öfkelenmeliyiz
Bugünün ruhunu satmaya çalışan insanına acımamalıyız. Bir zamanlar duygusunu, şarkısını, yaptığı tabloları satışa çıkaranları bunları yapmak zorunda bırakanlara öfke duymalıyız. Her şeyi metalaştıran sisteme öfkelenmeliyiz. Kadını düşüren ve metaların kraliçesi haline getiren erkek egemenlikli sömürgeci sistemlere öfkelenmeli ve bu sistemlerle yaşamayı reddetmeliyiz. İnsanları işçileştirmek adına yeniden köleleştiren, insanı, emeğini özgürce satabilme safsatasına inandıran kapitalist sisteme öfkelenmeliyiz. Anlamalı ve reddetmeliyiz. Ve bu sistemler varoldukça, hakim göründükçe, okyanusta adalar konumunda olmasına rağmen okyanusmuş gibi göründükleri sürece öfkemizi büyütmeliyiz. Yoksa bu sistemlerin ağlarında kaybolmaktan, debelenip her tarafımızı kesikler içinde bırakarak kan kaybetmiş bir halde kanımızın son damlasına kadar kapitalist modernite için çalışmış ve sıfırı tüketmiş olmaktan kurtulamayız. Kendimize sorular sorarak başlamalıyız. Bu kadar kirlenmişlikten nasıl geri dönülür? Nasıl umutsuzlaşmadan mücadele edilir? Nasıl çaresizlik duygusuna, olmazlık duygusuna düşmeden direnmeye ve bu yanlış giden hayatları düzeltmeye ve doğru yaşanmaya çalışılır?
Çünkü doğru soruları sorup cevapları yaygınlaştırmadıkça, kazandıklarımızı da kaybedebilmekteyiz. Direniş gruplarının, halkların vs. şöyle bir yanılgısı var “Hakkettik kazandık, artık kimseye eyvallah etmeyiz, aman billah kaybetmeyiz, ezel ebed bizimdir kazandıklarımız.”…. Ne yazık ki öyle değildir. Kazandığın eğer ilkelerse, ve onu her şeye rağmen korumayı bilirsen, koruyabilirsen, bunun için örgütlenirsen ve kazandıklarını, ilkesel olarak sahip çıktıklarını kolektif olarak yaşar ve yarınını yaratabilirsen, senindir. Yok kazandığının üzerine yatarsan elinden nasıl alındığını bile anlamazsın. Kendi kazandıklarına ters düşersin. Kazanmak kadar ilkeler yaratmak, ilkeleri koruma yeterliliğine haiz sistemler inşa etmek gerekir.
Kadına yönelik şiddetin giderek yaygınlaştığı, görünür olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Kimileri, “eskiden de vardı, görünür değildi, şimdi internet var, hızla haberdar oluyor herkes” dese de, kapitalist modernitenin tüm erkekleri bir savaş makinası haline getirdiği, sıradan insanları tetikçiye dönüştürdüğü, tüm yaşamsal kullanım malzemelerinin birer cinayet aletine dönüştürdüğü, hatta ve hatta tüm erkeklerin kendi bedenlerini bir savaş aracına, bir silaha dönüştürmeyi geliştirdiği bir gerçek. Kadınlara karşı bir savaş ilanı söz konusu. Ve erkek egemenlikli sistemler günlük-anlık olarak bu ilanı tazeliyorlar. Her gün imamların kız çocuklarının kaç yaşında evleneceğine dair açıklamaları bu ilanı gösterir. İmamlar kız çocuklarının henüz ergenlik yaşına gelmeden öldürülmesini-katledilmesini salık verir. Kendi işledikleri günahların göze görünmemesi için toplumu daha fazla günaha sürüklerler. Kendi imansızlıklarını, sapık iman söylemleriyle kamufle etmeye çalışırlar. Yine her gün iş olanaklarının, savaşların, işgallerin, eko-kırımların derinleştirildiği savaş, nihayetinde gelir kadın şiddetinde somutlaşır.
İnsanlar günlük politikalarla şiddete alıştırılır, şiddeti ulus devlette vatandaş olmanın bir eylemi sanarak kutsallaştırır hatta. Bugün bunu en fazla başaran TC somutunda AKP-MHP faşist siyasetidir. Günlerce sokak hayvanları tartışması yapıldı, ardından da sıradan vatandaşlardan oluşan AKP’li katil sürüsü ortalığa salındı. Adeta darbe günlerinde sokak başlarını tutan ihbarcı-polis-çeteler gibi köşe başlarını tutarak hayvanlara pusu kuranlar mı dersiniz, hayvanları yiyecek tuzaklarıyla torbalara koyup küreklerle katledenler mi dersiniz? Şiddetin sokağa inmiş halini, şiddetin en masum varlıklara yönelmiş halini gördük. Bunları yapan da sıradan vatandaştı. Bu riski görmemiz gerekir.
Türkiye Cumhuriyeti tarihi de kötü bir zihinsel-sosyolojik enkazı devraldığından halklar düşmanlığıyla doludur. Ermeni dölü, Ermeni misin, bebek katili, kıro, Laz mısın, mum söndürenler…derken halklar ve inançlar düşmanlığı tarihini bu coğrafyada görmek zor değil. Ortadoğu’da son yarım yüzyıla Kürdistan özgürlük direnişi damgasını vurmuştur. Bu direnişi bitirmeye odaklanan faşist soykırımcı TC rejimi de tüm iktidarları-hükümetleriyle birlikte, Kürt halkını bitirmeye, terörize etmeye ve kendince kökünden temizlemeye çalıştı. Kürt halk gerçekliği ve bu iradeye yönelik tüm varlıksal öğeler terörize edildi.
Kürt gerçekliği yakınlaşanı yakan, yakınlaşanı ateşe atan bir gerçekliğe dönüştürüldü. Öyle bir hale getirildi ki, arkadaşlarımızın cenazeleri çuvallara konarak annelerine teslim edildi. Şehit Aso arkadaş için yazdığım yazıda şöyle demiştim: Her bir gerilla bir kutuya sıkıştırılmış kemik acısıdır anaların kapanmayan kucağında. Tüm gerilla anaları, kolları iki yana açık o acıyı onurla kucaklamayı beklemektedir. Tüm analar Agit İpek’in anasıdır. Ve tüm babalar Hakan Arslan’ın babasıdır şimdi. Her biri yavru diye bağrına dertop olmuş bir torbayı basarlar. Dostların kazandıkları, düşmanın kaybettikleridir bağrına bastıkları. Bilirler ki o bağrına bastıkları umuttur, tarihtir, direniştir, iradedir, düşmana aman vermemektir. Düşmanın utancı, rezilliği, insanlık dışılığıdır. Ve düşmanın hiçbir zaman başaramayacağının, bin zafer kazansa bile, bir anlam kazanamayacağının kanıtıdır.
Kürtlere uygulanan şiddet, saldırı ve soykırım karşısında vicdanlar köreltilmişti. İnsana karşı duyarsız olan, vicdanı harekete geçmeyen, karşısında onu caydıracak toplumsal-siyasal bir sistem de olmayan insanı her tür kötülük yapmaktan hiçbir güç durduramaz. Ardından doğa-kırım başlatıldı. Kürdistan’da yaygın ve amansızca, acımasızca uygulandı. Türkiye’de de kısmi uygulamalar oldu, ancak Kürdistan’daki uygulamalar yüzyıllar öncesinin Afrika’nın sömürgeleştirilmesine benzer görüntüler ortaya çıkardı. Yüzlerce yıl önce Afrikalı insanların yaşadıklarından bile daha vahşi yöntemler Kürt halkına uygulandı. Kuşkusuz yüzlerce yıl olması ya da Afrikalı olması yapılan zulmü haklı çıkarmıyor. Tersine, aradan geçen yüzyıllar insanlığın, direnişin, özgürlüğün kazanımları olarak insanlık tarihine yazıldı, yazılıyor. Mandela gibi önderlerin de bu ışıklı tarihin yazılmasında büyük emeği vardır. Ancak Kürt gerçeği bunun da gerisindedir, bu çağa rağmen. Kürdün insanı, doğası karşısında duyarsızlaştırılan, sinirleri öldürülen kitleler giderek hayvanları küreklerle öldürmeye de alıştırılmış oldular. Kuşkusuz kimi tepkiler, karşı koyuşlar oldu, olmadı değil. Ancak yeterli gelmedi. Türkiye’de muhalefet de bu yetersizliğin içindedir. Yetmemekte, toplumun sesi, dili, vicdanı olmaya yetmemektedir. Bu, TC. kuruluş mayasındaki Kürt düşmanlığı kadar bu kuruluş mayasındaki kendi köklerinden kopmuş olmanın getirdiği bir durumdur.
Narinleri katledip üzerinde namaz kılmak, bir DAİŞ yöntemi
Bugün de Türkiye’de kız çocuklarına yönelik saldırılar artmıştır. Ceylan’ın, Cemile’nin katledilişine sessiz kalanlar Leyla’nın katledilişindeki cılız seslerle vicdanlarını rahatlatmaya çalışmış olabilir ancak bunlar, kız çocuklarının hayatını garantiye almaya yetmedi. En son Amed’de Tavşantepe adlı köyde -ki bu köy 90’lı yılların Hizbullah cephaneliği diye gündeme gelmişti- Narin Güran katledildi. Olay kendini cumhuriyetin sahibi sanan ama ne yazık ki cumhuriyete bile sahip çıkamayan laik kesimler tarafından da doğru ele alınmadı. Feodal gelenekler denilerek siyasal olarak AKP’nin Hizbul-kontracı işbirlikçi Kürtlerle girdiği pis ilişkiler adeta örtbas edilmiş oldu. Sosyolojik olarak da Kürt düşmanlığı ve egemen ulus psikolojisi bir kez daha yansıtılmış oldu.
Narin’e rağmen, Narin’in katledilmesini yapay namus cambazlıklarıyla gizlemeye çalışan kirli ittifaklara rağmen, Narin’in ne yazık ki paramparça bedenine rağmen, iktidarın inşasına odaklanan devlet aklı, tüm toplumun aklını da silindirden geçirmekte, basın yayın organları da buna ne yazık ki hizmet etmektedir. Adeta tüm toplum polisleştirildi-muhbirleştirildi. İnsanların birbirlerine olan güvenleri daha da azaltıldı, güvensizlik insanlık sevgisi azaltıldı. Artık ekranlarda dedektifler yorum yapmaya başladı. Zaten günlük olarak, AKP üniversitelerinden diploma almış olanlar, ellerinde sopalarla uzun uzun yorumlar yapmakta, siyaset, eğitim, sağlık her konunun uzmanı kesilmekte ve ne yazık ki toplumun beyni bulandırılmaktadır. Toplumun beyni, fiziki saldırılardan ziyade, ekonomik zorluklardan ziyade bu zihniyet saldırılarıyla tahrip edilmektedir.
Narinleri katledip üzerinde namaz kılmak, bir DAİŞ yöntemi. DAİŞ’in kaçırdığı Müslümanlaştıramadığı Êzidî kızlara tecavüz ettikten sonra namaz kılması gibidir. Tecavüzü bile affedeceğine, hoş göreceğine inanılan bir tanrısallık nasıl mümkün olabilir ki? Ne yazık ki dinin merkezi uygarlıklara hizmet etmesi bu algıyı, sapmış düşünceyi de mümkün kılabiliyor, yanılgıyı bu düzeye çıkarabiliyor. Ve namaz kılıp insan yüzüne bakması için cesaret bile verebiliyor. Kuşkusuz iktidar eksenli inançlardan ve inancın iktidarın hizmetinde olmasından söz ediyoruz.
Osmanlı tarihi, padişahlardan başlamak üzere bebekleri-çocukları katletmeyle doludur. Ve bu tarihten övülerek söz edilir. Bugün iktidarların kendi yaptıklarıyla direnen kesimleri suçlamaya yeltenmeleri, böyle bir dil oluşturmaya zorlamaları yavuz hırsızdan daha beter bir durumdur. İktidarı tehdit eden herkesi ortadan kaldırma bugünün saraylısı da bu hakkını toplumun içinden toplumsallıktan düşürdüğü bireylere veriyor, kendisinin ruhuyla bu katletmeyi gerçekleştiriyor. Sarayların şatafatından bir de karanlık köşelerinden söz edilir. Çocuklar işte bu karanlık köşelerde katledilir. Çocukların katledildiği tüm köşeler karanlıktır. Bir yerde çocuk katliamı varsa orda karanlık vardır. Ve elbette bir yerde karanlık varsa, onu aydınlatmak için kendi bedenlerini ateş topu yapanlar da olacaktır. Yoksa toplum, toplum olmaktan çıkar, çürümüş bir bedenler yığınına dönüşür. Tüm saldırılara ve yıpratmalara-tahribatlara rağmen, bugün toplumun toplum olma vasıflarını kısmen koruyabildiğini söyleyebiliriz. Kuşkusuz çocukları katlederek ağız birliği yapan topluluktan söz etmiyoruz.
Öz savunma varlığımızın en temel koşuludur
Tüm bu belirttiklerimizde dikkat çektiğimiz şey öz savunmadır. Yaşamak istiyorsan, insan olmak istiyorsan öz savunmayı esas alacaksın. Birey olmak, özgür birey olmak toplum olmakla mümkündür. Bu da iktidarların dışında, devlet dışı toplum olmakla gerçekleşebilir. Bunu bileceksin, bu bilinçle aklını ve yüreğini kendin yaratacaksın. Ve bu akıl ve yürekle tüm karanlıklara karşı savaşacaksın.
Öz savunma konusunu önemsememiz, vurgulamamız, bu konularda tartışmalar yürütmemiz de bundandır. Bir önceki yazıda da öz savunma konusunu ele almıştık. Öneminden dolayı, devamı niteliğinde bir kez daha ele alma ihtiyacı duyduk.
Öz savunma bir zorunluluktur. Öz savunma varlığımızın en temel koşuludur. Olmazsa olmazıdır. Öz savunma, bedensel boyutu da olan, ancak daha da önemlisi, toplumsal olarak ele alınması gereken bir konudur. Bugün Tavşantepe’de ne öz savunması olacak? Kendini iktidara teslim etmiş, çocuğunu katletmiş, üstüne namaz kılmış, üstüne de devlete şükreden, Allah’ın adından çok devletin adını anan, işbirlikçi, bitmiş bir kişilikten ne öz savunması beklenir? Kuşkusuz böyle bir beklenti gerçekçi olmaz. Kürt toplumu, varoşunu kesinleştirmek ve özgürlüğünü sağlamak istiyorsa, kadın kurtuluş ideolojisi, kadın özgürlük çizgisinde mücadelesini büyüterek, özgür eş yaşam temelinde yaşamını sorgulayarak ve kendi yaşamını yenileyerek anlam kazanmaya çalıştıkça ancak toplum içindeki işbirlikçi unsurları da eritecek, giderek toplumu temizleyebilecektir. Bu durumlar karşısında çocuğunun kolundan tutup içeri çekmek yetmez. Azarlayarak, nasihat ederek terbiye etmeye çalışmak yetmez. Mutlaka bir gün dışarı-sokağa vs. çıkacaktır. Zira kapitalist modernite zaten evlerin içine girmiştir tüm alet edevatlarıyla. Dua etmek de yetmez. Duacı olmak, devletten kendisini korumasını beklemek kadar kötüdür, pasiftir, teslimiyet ruhu taşır.
Bilinç, birlik ve mücadele
Tüm bunlar bilinç, birlik ve mücadele gerektirir. Kadın özgürlük hareketlerinin de tüm Kürdistan başta olmak üzere tüm bölgede kendi toplumları, hitap ettikleri kadın ve gençlik kesimleri başta olmak üzere öz savunma bilincini geliştirmeleri şarttır. İlk koşuldur. Kendini savunamayan genç, devletin tuzaklarına düşer. Devletin tuzağı demek, polis, uzman çavuş, asker tuzağıdır, aynı zamanda herhangi devlet kurumunun tuzağıdır, aynı zamanda eğer baba-anne ya da akrabalar devlete teslim olmuşsa, aile tuzağıdır. Bunları görmek gerekir. Hiçbir genç, babası-abisi Hizbullahçı diye Hizbullahçı olmaz. Namaz kılan hiçbir genç de böyle olmak zorunda değildir. Kültürünü korumak, inancını dürüst temiz ve ahlak ilkeleri temelinde yaşamak, iktidar hizmetine koymamak, kadına karşı kadın değerlerine karşı, ana kültürüne karşı saygılı, kadir bilen durumda olmak, gençlere anlam kazandırır. Kuşkusuz bu bilinci verecek olan da ebeveynlerdir. Bugün aile olgusu eskisi kadar kutsallığı kalmamıştır. Aileler parçalanmıştır. Kapitalist modernitenin her tür uygulaması aileyi parçalamıştır. Kürdistan’da da gençlerde öyle eskisi kadar aile bağlılığı yoktur. Bu bir yanıyla olumludur, çünkü gençler özellikle genç kadınlar kendileri olarak hayatta kalma arayışlarına girmektedir. Ancak buna güç getirebilmek de zordur, zorluklara karşı direnmeyi gerektirir. Yanılgılı özgürlük anlayışıyla her şeye bilmeden atlamamak gerekir. Anlayıp gerçekten isteyerek, sonuçlarını görmeye çalışarak hayatı adımlamak gerekir. Örneğin uyuşturucu madde bağımlılığı olan bir gence devlet ya da devleti temsil eden tecavüzcü erkek her şeyi yaptırabilmektedir. Genç kadınlara tecavüz başta olmak üzere, fuhuş, hırsızlık vb. her tür kendi olmaktan uzaklaşma dayatılabilmektedir. Bu konularda duyarlı olmak, özgür adımlar atarak hayat tecrübesi edinmek kadar hayatı hızla harcayıp tüketmemek de gerekir.
Bu konuda kadın hareketlerine, kadın özgürlük mücadelesi yürütenlere çok iş düşmektedir. Genç kadınların bilinçlendirilmesi, hayata hazırlanması, erkek tuzaklarına karış duyarlı hale getirilmesi, anne babalardan çok, bu hareketlerin sorumluluğundadır. Bugün özgürlük mücadelesi yürüten, kadınlar ve gençler için toplumsal faaliyette bulunan her kadın, tüm genç kadınlardan sorumludur. Narin nasıl ki o ailenin kızı değilse, tüm genç kızlar, kız çocukları da sadece biyolojik ana-babalarının çocukları değildir, hepimizin çocuklarıdır. Tüm kadınlar bundan sorumludur.
Önderliğin konuya dair tespitleriyle bitirelim:
“İdeal bir toplumda kız çocuklarını kutsal ve yücelik arz eden bir yuvada, okul düzeninde eğitmek zorunludur. Özellikle her çekirdek ailenin veya geniş ailelerin kadın eğitimi çok geridir ve genel toplumun (erkek toplumu) köleliğini aşılamaktan başka bir amaç taşımaz. ‘Özgür Kadın Enstitüleri’, çağdaş tapınaklar olarak rol oynayabilir. Hazırlamayı düşündüğüm Özgürlük Sosyolojisi adlı savunmamda buna değinmeye çalışacağım. Bir bütün olarak aile konusuna da.”
“Kapitalist modernitenin yıktığı mucizevî büyüleyici yaşamı ancak özgür eş yaşamla, onun sosyalist kişiliği ve toplumsal mücadelesiyle kazanıp paylaşabiliriz. Bunun için çocuk yaşlardan itibaren özellikle kız çocuklarını demokratik modernite kurumlarında özgürlük zihniyetiyle eğitmeyi ve demokratik sosyalist mücadeleyle pratikleşmeyi yaşam tarzımız olarak benimsemeli, bunu özgeleştirmeli ve başarmalıyız.”