28 Haziran 2025 Cumartesi
Sonuç Bulunamadı
Tüm Sonuçları Gör
YIL:44 / SAYI: 521 / MAYIS 2025
SERXWEBÛN | JI SERXWEBÛN Û AZADIYÊ BI RÛMETTIR TIŞTEK NÎNE
  • ANASAYFA
  • TÜM YAZILAR
  • ÖNDERLİK
  • SERXWEBÛN
  • SERXWEBÛN KURDÎ
  • BERXWEDAN
  • ÖZEL SAYILAR
    • BERXWEDAN ÖZEL SAYILAR
    • SERXWEBÛN ÖZEL SAYILAR
  • DOSYALAR
    • ŞEHİTLER ALBÜMÜ
    • KİTAPLAR
    • TAKVİMLER
  • FOTO GALERİ
    • ÖNDERLİK
    • GERİLLA
    • HALK
  • ANASAYFA
  • TÜM YAZILAR
  • ÖNDERLİK
  • SERXWEBÛN
  • SERXWEBÛN KURDÎ
  • BERXWEDAN
  • ÖZEL SAYILAR
    • BERXWEDAN ÖZEL SAYILAR
    • SERXWEBÛN ÖZEL SAYILAR
  • DOSYALAR
    • ŞEHİTLER ALBÜMÜ
    • KİTAPLAR
    • TAKVİMLER
  • FOTO GALERİ
    • ÖNDERLİK
    • GERİLLA
    • HALK
Sonuç Bulunamadı
Tüm Sonuçları Gör
SERXWEBÛN | JI SERXWEBÛN Û AZADIYÊ BI RÛMETTIR TIŞTEK NÎNE
Anasayfa MAHSUM KORKMAZ (EGÎD)

DİRENİŞ MÜCADELESİNDEKİ ANILARDAN BİR KESİT VE 1985 NEWROZ’UNUN UYANDIRDIĞI UMUTLAR!

MAHSUM KORKMAZ (EGÎD)

DİRENİŞ MÜCADELESİNDEKİ ANILARDAN BİR KESİT VE 1985 NEWROZ’UNUN UYANDIRDIĞI UMUTLAR!

Mayıs 1986 yılında Serxwebûn gazetesinin 9. özel sayısında yayınlanan Mahsum Korkmaz (Egît)  arkadaşın kaleminden, 1983-1985 yılları arasında yaşanan örgütsel-pratik duruma ilişkin değerlendirmesi.

Uzun ve çetin bir yürüyüş ardın­dan varılan yeni üslerde, kadrolar, 1983’ün kış mevsimi boyunca yoğun olarak politik ve pratik yönde parti çizgisini derinlemesine özüm­semek için çalışmalara giriştiler. Görevlere yatkın bir şekilde hazır­lanmak için gerek duyulan son çalışma aşaması da ağır kış koşul­ları içinde yürütüldü ve önemli oranda sonuç alındı. Örgütsel ve teknik konularda plan taslakları ve talimatların geliştirildiği hareketsiz kış mevsimi, böylece değerlendiril­miş oldu.

O kış epeyce kar yağmıştı. Kimi zaman kar kalınlığı iki metreyi bu­luyordu. Araziye açılmak zorunda kalan arkadaşlar çetin güçlüklerle karşılaşıyorlardı. Bir arkadaş, iki gün boyunca karda yürümek zorun­da kalmış ve çığır aça aça çok zorlu bir yolculuk yapmıştı. Yanımıza yetiştiğinde hasta düştü ve tam on beş gün yataktan kalkamadı. Aşırı derecede soğuk almış, mi­desini üşütmüştü, ne yerse çıka­rıyordu. Bir yandan da kar beyaz­lığında bozulan gözleri sürekli yaşarıyordu. Yine bir grup arkadaş 6 gün boyunca yağışlı havada yolcu­luk ediyor ve bir dağın eteğinde rast­ladıkları tek bir evde geceyi geçi­riyorlar. Evin sahibi ertesi gün arka­daşlara gidecekleri yerin yakın olduğunu söyleyip yola koyulmalarına sebep oluyor. Ama adamın tarif ettiği yere vardıklarında hiç bir şeyle karşılaşmayınca aldatıldık­larını anlıyorlar. Geri dönemeye­ceklerinden üzerlerindeki bir gün­lük erzakla tam iki gün yürüyor ve Irak rejiminin harabeye çevirdiği terk edilmiş bir köye ulaşıyorlar. Geceyi açıkta geçirdikten sonra üçüncü günün yolculuğuna erzaksız devam ediyorlar. Gruptan iki arka­daş bir süre sonra takatsiz düşüyor ve gözleri körelmeye, yürüyemez duruma gelmeye başlayınca arkadaşlar sırayla onları omuzlayıp yola devam ediyorlar. Ama akşam olunca her üçü de yığılıp kalıyor. O esnada çevrede belki birileri olur düşüncesiyle havaya bir kaç el silah sıkıyorlar. Silah seslerini duyan yakındaki köylüler, arkadaşları donmak üzereyken kurtarıyorlar.

Verdiğimiz bu iki örnek, geçirdi­ğimiz kış mevsiminin hangi koşul­larda yaşandığını izah etmeye ye­tecektir sanırız.

Baharda karların erimesiyle bir­likte; birimlere gidecekleri bölge­lerde yürütecekleri asgari çalışma programı kavratılmaya çalışıldı ve bu her birim için oldukça yararlı oldu. Çalışmanın temel yönelimi, çalışma tarzı ve tehlikelere karşı alınacak önlemlere dikkat çekildi. Böylece kadrolar daha fazla dü­şünce netliğine kavuştular. Son hazırlıkların da tamamlanmasıyla gruplar ağır görev ve sorumluluk yükü altında Kuzeye doğru yola koyuldular.

Bizim hazırlıklarımız karşısında düşman da boş durmuyordu. Sı­nıra güç yığarak, bizi burada çatış­maya sokup geçişi engellemek, grupları imha etmek istiyordu. An­laşılan taktiğimizi kavrayamamış, nizami savaşa göre hazırlanmıştı. Kuzeyde sınırdan 100 km’lik geniş bir alan üzerinde, stratejik noktaları tutmuş, önemli geçitleri denetime almıştı. Bu suretle ön cephe gerisini tahkim etmiş oluyordu. Düşman bu hazırlıklarını yapa dursun, birim­lerimizin tümü içeriye geçmiş ve biz Güneyde bir hayli rahatlamış bulu­nuyorduk.

Düşman, 27 Mayıs sabahı sınırı aşarak 5 km güneyde içerilere kay­mıştı. Oradaki güçlerle yaptıkları görüşmelerde, hedeflerinin kendi­leri olmadığını, Apocularla savaş­maya geldiklerini belirtmişlerdi. Fakat kısa süre içerisinde zayıf­lıklarını farketmiş ve geri çekilmeye başlamışlardı. Çünkü, askerlerinin hali perişandı ve heybeti karşısında irkildikleri sarp dağlarımızda ge­rilla savaşıyla karşılaşmak hiç iş­lerine gelmiyordu. Bu arada güç­lerimizin kuzeye açıldığını anlamış olacaklar ki, güneyden çekilerek kuzeyin sınır bölgelerinde takip ve operasyonlara giriştiler.

Biz de işgali beklediğimiz için fazla şaşırmadık ve güneydeki güç­lerin geri çekilmeye başlamasıyla bir grup arkadaş olarak kuzeye geçme kararına vardık. Tesadüfen bulduğumuz bir rehberle birlikte işgal ve sınır hattını aşarak rehberi­mizin köyüne ulaştık. Geliş haberi­mizi alan köylüler, sıkı bir gizlilik içinde bulunduğumuz yere gelerek, merak ve endişe içinde güneydeki durumu sordular. Getirdikleri yi­yecekleri yedikten sonra, sorulan sorular paralelinde, işgali ve yol-açacağı sonuçları izah etmeye ça­lıştık. Köylüler, işgalin etkisini ya­şamakla birlikte soğukkanlılıkla­rını korumaya çalışıyorlardı. Ko­nuşmamızı bitirdikten sonra bizi de alarak, kendileri için hazırladıkları gizli yerlere götürdüler. Burası ger­çekten de çok emniyetli bir yerdi. İki gün orada kaldıktan sonra karanlı­ğın basmasıyla yanımıza iki de köylü genç alarak yola koyulduk. Sarp ve çetin dağ yamaçlarını aşarak, sık ormanlıklar içinde yüksek bir tepeye tırmandığımızda karşı tarafta pek de uzak olmayan düşman karakolunu gördük. Dür­bünümüzle çevreyi kontrol ettikten sonra, düşmanın henüz tutmamış olduğu köprüden geçmeye karar verdik ve yamaçtan aşağıya hızla inerek pusu noktasına yaklaştık. İki arkadaş keşif yapıp köprünün açık olduğunu bildirdikten sonra aralıklı biçimde koşarak tehlike noktasını aştık. İki düşman hattı içerisinde çıktığımız için biraz rahatlamıştık. Vardığımız bir su kaynağının ba­şında mola verip, akşam yemeğimiz olan ekmek ve peyniri yedikten sonra köylü gençlerle biraz sohbete başladık. İşgalin o sıcak anında bile düşündükleri tek şey, çevrelerin­deki muhbir ve ajanların bir an önce cezalandırılması idi. Daha o anda bizimle hareket etmek istediklerini söylediler ama o koşullarda buna olanak olmadığı için konuşarak kendilerini ikna ettik. Biraz dinlen­dikten sonra tekrar yola koyulduk ve birkaç gün daha bin metrelere varan yüksek baş döndürücü uçu­rumlardan tırmanarak yol aldık. Sonunda, zorlu ve tehlikelerle dolu bu yolculuğumuz boyunca tanıma­dığımız bir alanda halkın yardımı sayesinde hedeflediğimiz yere vardık. Yol boyunca karşılaştı­ğımız tüm insanlar bize güneydeki “savaş” hakkında sorular yönelti­yorlardı. Gelecekleri konusunda karamsarlıkla umut karışımı düşün­celer taşıyorlardı. Yaşlı kesimde ise, Türk devletinin eskiden yaptığı katliamların anısı canlanmış, o gün­lerin tekrar geri geleceği korkusu vardı. Genelde halk, tek yaşam güvencesi olarak örgütlerin ayakta kalmasını görüyordu.

Haziran ayının ortalarına doğru güney işgalinin etkisi dağılmaya başladı. Türk askerleri sınırı tama­men boşaltmış, korkudan eski sınır birliklerini de kaldırmışlardı. İçeriye çektiği gücünü de bir kaç kol üzerinde yürütecek çalışma alan­larımızı kuşatmaya almaya çalı­şıyordu. Bazı alanlarda halka aşırı zulüm uygularken, direniş beklediği kesimler üzerinde de yumuşak bir politika izliyordu. Hatta elbise, ayakkabı, çocuk şekeri bile dağı­tıyordu. Karşılığında ise, Apocular’a destek olunmamasını, silah­ların teslimini, mahkum ve firar­ların da gelip teslim olmasını is­tiyordu. Bu isteklerine karşılık ala­mayınca, “bir daha görüşeceğiz” tehdidini savurarak çekip gidiyor­lardı.

Birimlerimizin çalışmaları ise işgal ve operasyonlardan etkilen­memişti. İşgal olayını görüşmek üzere yaptığımız haftalık toplantı­lardan birinde, bu olay ve yarattığı etkileri geniş boyutlarıyla ele alıp şu sonuca vardık: “İşgal, ABD ile bir tip ortaya çıkıyordu, birlikte tezgahlanmış, bölge ilerici güçlerini tehdit ve ayrıca ileriki bir müdahalenin provası amacını taşımaktadır. Türk devleti önüne baş hedef olarak PKK’nin imha edil­mesini koymuş. Fakat bu hedefine ulaşamamıştır. Ulaşabilmesinin koşulları da yoktur. Çünkü güçleri­miz çok sayıda birimlere bölünmüş vaziyette geniş alanlar üzerinde halkın arasına karışarak, gizli ha­reketli bir yapı içindedirler. Düş­man, halkın desteğinden yoksun, araziye yabancı ve denetim kur­makta zorluk çekmektedir. Bu de­netimi kurabilmesi de olanaksız­dır.” Vardığımız bu sonuçla daha o anda düşmana karşı ilk sınavımızı vermiş oluyorduk.

Örgütsel faaliyetlerimiz, yeni olayların da etkisiyle daha da hızla ve aksaksız yürümeye devam edi­yordu. Keşif sonuçları alınmaya başlanmış, araziye yabancılık ya­vaş yavaş giderilmiş, elverişli nok­talar belirlenmişti. Üs için uygun görülen alanlarda örgütsel ve tek­nik faaliyete ağırlık verildi. Yöre halkının özellikleri ve toplumsal sosyal yapısını incelediğimizde çok özgün bir gerçeklikle karşı karşıya olduğumuzu anladık. İnsanlar, üre­tim ve yaşam koşulları bambaşka olduğu gibi, doğa koşulları da de­ğişikti. Her şeyden önce ortada ör­gütlü bir toplumsal yapı vardı. Kabile çekirdeği üzerinde yükselen aşiretler ve onların da üzerinde aşiret federasyonları göze çar­pıyordu. Fakat federasyonların pra­tik işlevi fazla geçerli değildi. Aşiret liderliği, hizmet temelinde yükselen gönüllülüğe ve saygınlığa dayalı bir otorite olarak klanlardaki liderliğin tipik bir benzerliğini oluşturuyordu. Ve bu liderlik, mülkiyet ve talan hakkı üzerinde geniş ayrıcalıklar edinmesiyle egemen sınıf özelliğine yaklaşmış durumdaydı. Ama henüz, taban ile liderlik arasında gelişmiş çelişkiler de söz konusu değildi. Bilinen en ağır çelişki, mera anlaş­mazlığı, talan vb ihtilaflardan kay­naklanan aşiretler arasındaki kan davalarıydı. TC, toplumsal yapıya nüfuz edememiş, iç bölgelerde ya­rattığı tahribatı bu alanda fazla gerçekleştirememişti. Bu nedenle toplum, dinamikliğini, ulusal değer­lerin ayakta kalmasına bağlı olarak koruyabilmiş ve güçlü insan özelli­ğini ortaya çıkarmıştır. İnsanlar, sömürgeciliğin ağır yükü altında ezilip dağılmamış, aşiret birliği ve dayanışmasından ileri gelen ken­dini emin hissetme ve kendine güven duygusu hakimdi. Bunu da çetin doğa koşulları altında zorlu üretim ve sömürgeciliğin yok ede­mediği direniş geleneğinden kazan­mışlardı. Ulusal dil, kültür ve değer yargıları yabancı etkilerden uzak, sade bir görüntü sunuyordu. Buna bir de milli kıyafetler üzerine ku­şanılan silahlar da eklenince insanda saygı uyandıran canlı, atak bir tip ortaya çıkıyordu.

Bu alanda ulusal varlık bilinci ve kurtuluş özlemi derin köklere dayanıyordu. Özgür aşiret tutkusu ve özlemlerini daha da pekiştirerek, her türden ulusal mücadeleyi meşru kabul ediyorlardı. Daha önceleri de, Güney Kurdistan’daki mücadelenin ağır yüklerini uzun yıllar taşımayı salt Kürtlük gereği olarak kabullen­mişlerdi ama, ilkel milliyetçiliğin ulusal hareketi çıkmaza sürükleyen yapısından da rahatsızlık duyuyor­lardı. Ondan sonra da değişik bir alternatifle karşılaşmadıklarından, kurtuluşa dair umutları artık küllen-meye yüz tutmaktaydı.

Karşılaştığımız bu yapı, genel olarak olumlu bir görüntü sunuyor-duysa da, bireylerin özgür iradeden yoksun, aşiret yapısının doğal ve ayrılmaz bir parçası durumunda oluşları bazı zorluklarla karşılaş­mamızı da beraberinde getiriyordu. Bu yüzden de aşiret genelini kap­sayan bir çalışma yapmanın gerek­liliği daha ilk günden kendisini dayatmıştı.

Aşiretler, başlangıçta bizi tanı­mak ve anlamakta güçlük çektiler. Daha çok, Güney Kurdistan kay­naklı ilkel milliyetçilikle ve sahte örgütlerle tanışmış, bunların yarat­tığı bir yığın olumsuz etkinin şart­lanması altında gelen her yeni siyasi güce karşı önyargıyla davranıyor­lardı. Onları önder ve kurtarıcılar olarak değil, artık kendilerinden yararlanmak isteyen güçler olarak değerlendiriyorlardı. Bu olumsuzlu­ğun kaynağını bildiğimiz için on­ların tutumlarını değiştirmelerini kısa sürede sağlayabildik. Birçok küçük-burjuva ve ilkel milliyetçi güç bu bölgeyi kendi aralarında rekabet alanına dönüştürmüş, işi para ve silah karşılığında adam kazanmaya kadar vardırabilmişlerdi. Bu faydacı anlayışın yarattığı zararların en büyüğü, ulusal-siyasal mücadele itibarının kırılmış olma­sıydı. Ama halk, bu durumu yaratan her iki tarafı da tiksintiyle karşı­lıyor, ülke çıkarlarını temel alan önderliği arzuluyordu.

Halkın kalbini yavaş yavaş kaza­nıyorduk

Çalışmalarımız, ağır da olsa ürün vermeye başlamış ve ulusal mücadelemizin itibarı PKK’nin şahsında tekrar yükselmeye başla­mıştı. İlkel milliyetçiliğin, ulusal hareketin önünü tıkayan, gerici önderlik yapısı ve aşiretçi örgütlen­mesine alternatif olan PKK’nin fark­lı siyasal yapısı kitleler tarafından kavrandığı andan itibaren, bu güç­lerle olan bağlarını da önemli oran­da kopardılar. Köylüleri en çok rahatlatan da gizli hareket tarzımız oluyordu. Ağır koşullara rağmen köylerde kalmayışımız ve ancak uygun zamanlarda köylere girip çıkmamızın anlamını kavradıkla­rından bize minnettar kalıyorlardı. Halkın kalbini yavaş yavaş kaza­nıyorduk. Artık birbirimize kuşkuy­la bakan iki yabancı olarak değil, sadık dostlar, onların deyimiyle “bizimkiler” veya “heval” olarak tanınıyorduk. Bu ise bir devrimciyi rahatlatan ve arzulanan bir durum­du. Gün boyu yürüme ve yorgun­luktan sonra herhangi bir ailede sıcak ilgiyle ve sempatiyle karşılan­mak, konuştuklarımızın ilgiyle din­lendiğini görmek, tüm yorgunluk ve sıkıntılarımızı bir anda gideriyordu.

Halkta en çok karşılaştığımız sorular, birlik, dış destek ve savaşta ailelerin bakımı meseleleri oluyor­du. Yüzyıllar boyu ülkemizde süre­gelen iç çatışmalar ve bölünmeler, birliğin sağlanacağına dair inanç­sızlığa neden oluyordu. İnanışa göre, “mukadderat böyleymiş, iki Kürt bir araya gelmemeli, gelirlerse dünyayı bozarlar” deniliyordu. Bu sözler her ne kadar karamsarlık ve boyun eğmeyi ifade ediyorsa da aynı zamanda yaşanan bir gerçeği de yansıtıyordu. Kurdistanlıların düş­manları, onların birlik olması ha­linde sahip olacakları gücü iyi hesaplamışlar ve birliği dağıtmak için yüzyıllar boyu parçalayıcı bir mekanizmayı işletmişlerdir. Gerek geçmişte olsun, gerekse de bugün olsun, bu gerçeği ortaya koyan birçok somut örnek hafızalarda ol­dukça canlıdır. İlkel milliyetçilik iç güç ilkesinden yoksun olduğu için bir fırsat ya da herhangi bir devletin himayesini kollamaktadır. Yöre halkına da empoze edilen bu an­layış, kendine güvensizliği geliştir­miş, dikkatleri somut mücadeleden uzaklara kaydırmıştır. Aynı şekilde bilinen birçok güç gelip parlak vaatlerde bulunarak halkı kayıt usulü örgüt üyesi yapmış, listelere yazmışlar ve bu listelerin birçoğunu da düşmana kaptırmışlar. Bu somut gerçeklik de insanlarımızda doğal olarak güvensizlik yaratmıştır. İşte daha dün Ömer Çetin’in (PPKK) polise sunduğu 400 kişilik liste, KUK’un, İslam Partisinin vd. verdiği listeler açık örneklerdir. Aynı şe­kilde köylülere ve göçerlere karşı davranışları da eşkıyayı arat­mayacak nitelikte olduğundan, halk bunları ayırt edemez olmuştur. Bu uygulamalara da bir kaç örnek vere­cek olursak durum daha net an­laşılacaktır.
Bu güçlerin kadro diye ortaya saldıkları unsurlar, göçerlerin yo­lunu kesip, koyunların içine girmiş ve istedikleri koyunu işaretleyip “hizbin malıdır” diyerek toplamış götürmüşler, dağdaki çobana emre­dip koyun kestirip yemişler, genç­leri Kuran’a yemin içirmiş ve buna da devrim andı demişler vb. Geçtiğimiz günlerde de hala devam ettirilen bu uygulamalara somut bir örneği Eruh’un Aval köyünden vere­biliriz. Xurşo denilen ve KUK’un temsilcisi olarak bilinen bir unsur, geceleri sokağa çıkma yasağı ilan edip, bazı gençlere de nöbet tut­turarak ahlaksızlık yapıyormuş. Yine, Resine köyünden bir başkasıda gençleri toplantımız var diyerek çağırıyor, sonra da ellerine kazma-kürek vererek kendi inşaatında çalıştırıyormuş. Bu tipler aynı za­manda 12 Eylül sonrasında cunta­nın da uşaklığını yapmışlardır. Örneğin Xurşo denilen unsur, yöre­nin namlı ajanlarından birisiydi ve yöre halkının talebiyle Kasım 1984’te HRK Partizanları tarafın­dan ölümle cezalandırıldı.
Tüm bu olup bitenleri, halk tek tek anlatarak “peşmerge diye bağ­rımıza bastıklarımız, bize bunları yaptılar” diyorlardı. Bizimle karşı­laştıklarında taşıdıkları kuşkuları ise zamanla üzerlerinden attılar ve birbirlerine, “bunlar hepsinden fark­lıdır” demeye başladılar.

Ulusal kurtuluşun temel sorun­larını ve çözüm yollarını belirleyen Parti düşüncelerini kitlelere kavrat­makta fazla zorluk çekmiyorduk. Çünkü halkımızın yaşam deneyi­minden edindiği bilinç ve tecrübe­ler, anlattıklarımızı doğruluyordu. Yaşam pratiğinden çıkarılan, ama o güne kadar nitelik kazanmamış, dağınık düşünceleri, anlattıkları­mız sayesinde sistemli ve net dü­şünceler haline geliyordu. Özellikle ihanete karşı büyük bir duyarlılık göze çarpıyordu. Bu o kadar aşırıya vardırılmıştı ki, hainler baş hedef alınıyor, onlara duyulan kin, sömür­gecilere duyulan kinin öne ge­çiyordu. Buna bir noktada hak vermek gerekiyor. Çünkü, kaleleri­miz, tarihin derinliklerinden beri hep içten fethedilmişti. Halkın sü­rekli anlattığı ve isimlerini saydığı, Türk askerlerine engin dağlarımızın kapılarını açan Süleyman ağa (Şırnak’ta oturan Tatar’lar), isyancı kar­deşini astıran Emînê Perîxanê (Ramanlılar), yörede sömürgeci askeri şeflere danışmanlık yapan Süley­man ağanın oğlu Alixan Tatar, jan­darmayla birlik olup silahını ya­kaladığı adamı serbest bırakmak için kızını isteyen Ahmet Biryan, gümrük şefi gibi sınır kapısında dikilip haraç vermeyeni jandarma pususuna düşüren ve “devletimin düşmanı benim de düşmanımdır” diyen Xelo Hacı, Irak rejiminden kaçtığı için köylülerimizin bağrına bastıkları ve daha sonra jandarma­ları köy kadınlarına saldırtan, namuslarına el attıran Casım Casım ve daha niceleri ortalıkta boy verirken kıpırdanmanın olanağı yok deniliyordu. Her şeyin başında bun­lar temizlenmeli diyorlardı. Onlar olmasa düşman yollarımızı, mağa­ralarımızı, evlerimizi ve silahları­mızın numaralarını nereden bile­cekti. Düşman, kör ve sağır edilmeli ki vurabilelim deniyordu.

Ve sonunda hainler vurulmaya başlandı. Vuruldukça sanki zincir­ler kopuyor, gemler boşanıyor, bentler yıkılıyordu. Bastırılan yiğit­lik, gizlenen düşünce, ezilmiş duy­gular kabarıyor, karanlıklar aydın­lanıyordu. Halk yerli belalardan kurtulmaya başlamıştı ki, bu sefer de Karabela adıyla tanınan ve “anam bir, babam bin”, “gökte Allah, yerde ben” diyerek ortalıkta nara atan bir faşist yüzbaşı ortaya çık­mıştı. Köylere baskın düzenleyip tüm köyün kadınlarını karakollara doldurarak günlerce bekleten, kü­çücük çocukları kış ortasında buzlu sulara daldıran, babasının silahını sorup bu çocukların parmak uçla­rını çubuklayan, camiden çıkan ihtiyara, “Allah’a değil, bana na­maz kıl” diyen ve köylüleri iyi döv­meyen erler’i kendisi döven, so­yundurduğu kadınları şehrin orta­sından karakola götüren, silahla insanları kovalayan bu baş belası faşist, artık halkı bıktırmıştı. Ve halk birgün yeter diyerek bu alçağı da ölümle cezalandırdı.

1984’e yaklaşıyorduk. Kış pek fena geçmemiş ve bu yüzden biraz daha açılarak ülkenin iç bölgelerine kadar uzanma olanağına kavuş­muştuk. Bir grup arkadaşla durum değerlendirmesi yaparak batıya doğru ilerlemeye başladık. Batıya doğru ilerledikçe, karla kaplı engin dağları da geride bırakıyor, yağ­murlarla karşılaşıyorduk. Dicleye yaklaşıyorduk artık. Uygarlık suyu durgun ve masmavi akıyordu. Kıyı­sında duvar gibi yükselen yumuşak kayalıkta oyulan mağaralarda köy ve şehirler inşa edilmiş, Diyar­bakır’dan Musul’a kadar kervan sal­larını taşımış, çevresindeki verimli topraklan sulamıştı. İlk insan soyunun ve medeniyetin do­ğuş beşiği olan bu alan Dicle ile Botan suyunun oluşturduğu doğal sınır içinde kalıyordu. Bu alan sömürgeciliğin nüfuzundan korun­muş, doğal ulusal değerler bu çem­ber içinde ayakta kalabilmişti. Batı ile doğuyu dağ ile ovayı birbirinden ayıran sınırlar, direniş ve tesli­miyetin de sınırları olmuştu.

Artık halkın güveni kazanılmıştı

Suların berisinde bir süre bekle­memiz gerekiyordu. Bu ara çadır­larda yaşayan göçer ailelerden birisine uğradık. Perişan bir yaşam­ları vardı. Hayvanlarıyla birlikte sarnıç suyunu içiyor, o sudan yemek yapıyor, onunla yıkanıyorlardı. Yağmur sularının taşıdığı toprak ve sürülerin dışkısının doldurduğu bu sarnıçların içi yazın da kurtçuklarla doluyordu. Göçerler kendileri yazın burada kalmıyorlardı ama, yörede kalan arkadaşlar bu suyu kullan­mak zorunda kalıyorlardı. Köyler dışında dağda su bulunmuyordu. Bu sular ve sürekli yenilen yağsız pey­nirden olacak ki, yöredeki arkadaş­lar da can kalmamış gibiydi. Renkleri sararmış, bir hayli zayıfla­mışlardı. Ama moralleri bozulma­mış, dinç duruyorlardı. Halkla iliş­kileri de çok iyiydi. Onların güvenini kazanmışlardı. Buna örnek olabi­lecek bir olayı da burada anlatmak yerinde olacaktır. Yörede halkın sevgi ve saygısını kazanan ve 1984 Eylül’ünde hainler tarafından kal­leşçe vurularak şehit düşen Kerim BAYTAR (Cemil) arkadaş, birgün dağda yürürken, arkadan bir kaç tane göçer kadın gelip kendisine yetişiyorlar. Arkadaş yol vermek isteyince onlar, “yok beraber yü­rüyelim, eskiden dağdaki eşkıyanın korkusundan rahat dolaşamıyorduk buralarda. Sizler de ilk geldiği­nizde doğrusu yine korktuk, ya­naşmadık ama, bir yıldan beri çevremizde kaldığınız halde her­hangi bir kötülüğünüzü görmedik. Sizi artık kardeş ve evladımız ola­rak kabul ediyoruz” diyerek güven­lerini açıkça belli ediyorlar. Bu örnekte gösteriyordu ki, artık çev­rede gerekli güven kazanılmıştı Oturduğumuz çadırda evin reisliği yaşlı kadının elindeydi. Yaşlı kocası hasta yatağında oturuyor, bir şeye karışmıyordu. Kadın da bir yandan yün sararken, bir yandan da bizlerle ilgileniyor, sohbet etmeye çalışı­yordu. Kendisine çalışmalarımızı nasıl değerlendirdiğini sorduğu­muzda, cevabını bir olayı anla­tarak verdi. Hemo denilen bir çete başı, kendilerinden zorla para ve hayvan alıyor, çetesiyle birlikte her yılbaşlarına musallat olarak, göz koyduğu genç kadınları, gelinleri dağa kaldırıyormuş. Birinde ken­disine karşı koyan bir gelini de vurup öldürmüş. Arkadaşlarımızın yöreye varmalarından itibaren eşkıya oralara gelmez olmuş. Arka­daşlara olan güvenleri bir hayli fazlaydı ama, henüz bağımsızlığa olan inançları pekişmemişti.

Orada akşama kadar kaldıktan sonra Kerim arkadaş bizi alıp sığı­nağa götürdü. Sığınakta da diğer arkadaşlar vardı. Kalabalık bir sayı oluşturmuştuk. Kendileriyle siyasal gelişmeler üzerine biraz konuşup tartıştıktan sonra, örgütsel faaliyet­lerini anlattılar. Açıklamalarına göre, direnişe hazırlık çalışmaları önemli ilerlemeler kaydetmişti. Yö­renin geniş bir kesiminde destek bağları geliştirilmiş, çok sayıda savaşçı adayı genç belirlenmiş, depolar halkın sunduğu yardım­larla doldurulmuş, değişik nokta­larda sığınaklar yapılarak, arazi geniş ölçüde tanınmıştı. Direnişi baş­latmaya hazır ve istekliydiler. Tabii Eruh halkıyla birlikte.
Devam edecek

PaylaşTweet
Önceki Yazı

SERXWEBÛN’UN MART SAYISI ÇIKTI

Sonraki Yazı

DEPREM SİYASET VE YAŞANACAK OLASI DEĞİŞİMLERx

Sonraki Yazı
DEPREM SİYASET VE YAŞANACAK OLASI DEĞİŞİMLERx

DEPREM SİYASET VE YAŞANACAK OLASI DEĞİŞİMLERx

  • İLETİŞİM
  • HAKKIMIZDA

© 2024 Serxwebûn - Tüm Hakları Saklıdır!

Sonuç Bulunamadı
Tüm Sonuçları Gör
  • ANASAYFA
  • TÜM YAZILAR
  • ÖNDERLİK
  • SERXWEBÛN
  • SERXWEBÛN KURDÎ
  • BERXWEDAN
  • ÖZEL SAYILAR
    • BERXWEDAN ÖZEL SAYILAR
    • SERXWEBÛN ÖZEL SAYILAR
  • DOSYALAR
    • ŞEHİTLER ALBÜMÜ
    • KİTAPLAR
    • TAKVİMLER
  • FOTO GALERİ
    • ÖNDERLİK
    • GERİLLA
    • HALK

© 2024 Serxwebûn - Tüm Hakları Saklıdır!