Sömürgeci, soykırımcı, dinci, milliyetçi, cinsiyetçi ulus devletler ve kapitalist sistemler iktidarlarını güçlendirmek için en çok dini kullanıyorlar. Özellikle Ortadoğu insanının zihniyet yapılanması ve yaşamsal kültürü dinsellik ile gelişmiş bir gerçekliği ifade ettiğinden bu yöntemle halkların dini duygularını etkileyerek iktidara hizmet etmelerini sağlıyorlar. Bu anlamda yaşamı doğrudan ilgilendirmesi nedeniyle devletçi uygarlık güçlerinin ilk el attıkları konu din konusudur. İktidar İslam güçleri din aracılığıyla toplumu kontrolleri altına alıp istedikleri gibi yönetebileceklerini fark ettikleri anda hemen tekeller oluşturarak bu alanı ele geçirip din olgusunu iktidarlarını güçlendirmeye ve varlıklarını sürdürmeye alet etmek için politikalar üretmeye başladılar. Böylece egemenlerin yalanla saptırdıkları dincilik yaratılmış, büyük yalan ve kötülüklerin başlangıcı olarak toplum yaşamına sızmıştır. Önderliğimizin mitolojinin yani dinin devlet yaratan çizgisine “büyük toplum yalanı” demesi de bu gerçeklikle bağlantılıdır.
“İktidar İslam” kavramı olarak ifade ettiğimiz, İslam adı altında topluma dayatılan İslam biçimidir. Egemenlerin, iktidarların, bir kesim zengin sınıfının İslam’a yaklaşımları, zihniyetleri ve yaşam biçimleridir. İktidar İslam, Emevilerden bu yana devleti yönetmek adına geliştirilen pratikler sonucunda kendisine yaşam alanı bulan bir zihniyet yapısıdır. Bu duruma “karşı İslam” diyenler de vardır. Ahlaktan uzak, devlet çıkarlarını koruyan, toplumdan uzak bir İslam biçimidir iktidar islam. Yani devletleşen İslam’dır. Devletleşen İslam’ı ise günümüzde bin bir odalı, her şeyi altın kaplama olduğu ve sayısız hizmet eden görevlilerin olduğu büyük yapılara sahip kişi ve kurumların temsil ettiğini biliyoruz. Zenginliğin göstergesi olan giyim kuşam, şaşalı ve müsrif yaşam tarzı, devlet kurumlarındaki memurların halkı küçük gören ilişkilenme biçimleri olan kesimler bu kültürün temsilcileridirler. Bu kültür Emevilerle başlayan ve son büyük temsilcisi günümüz Türkiye’sinde Erdoğan, AKP ve diğer iktidar ortaklarıyla sürdürülen İslam’dır.
Günümüzde devletler ve egemenler açısından din sadece iktidarlarının sürekliliğini sağlamak amaçlı kullanılan bir araç olsa da elbette toplumlar tarihi açısından aynı şey söylenemez. Devletler için dinin kendi iktidarları uğruna kullandıkları argüman dışında bir anlamı olmayabilir ama toplumlar için oldukça büyük değer ifade ediyor. Yaşamsal olarak dine büyük anlam yükleyen toplumlar, ahlak, politika, eşitlik gibi demokratik değerler barındırdığını bildikleri için sahipleniyor ve savunuyorlar. Günümüzde toplumu ayakta tutan da bu yaklaşımdır. Aksi halde devletin tümden denetimine aldığı ve bir özel savaş aracı gibi kendi çıkarları doğrultusunda kullandığı dincilik zihniyeti toplumun tüm kesimlerine sirayet etmiş olsaydı durum çok farklı olurdu. Toplumun bu politikalar karşısındaki direnişine rağmen iktidarlar dini ne kadar ele geçirirlerse toplumu o kadar istismar edip, çıkar sağlayabileceklerini düşünüyorlar. Buna en çarpıcı örnek, Erdoğan ve AKP’nin siyasi yöntemleridir, toplumu yönetme zihniyetleridir. Bu İslam sentezci iktidar yapısı yürüttüğü dincilik politikası ile Diyanet kurumu üzerinden toplumu sömürmek ve dini en etkili biçimde kullanmak istiyor.
Diyanet, çıkara ve zora dayalı varlığını sürdürüyor
Doğru okunduğunda tarihin bizlere öğrettiği çok şey var. Tarihi gerçekler bize şunu gösteriyor: İktidarlaşan, devletleşen, kurum ve kişilerin hizmetine giren İslam hiçbir zaman toplumsal bir karakter kazanamadı ve sürekli toplumun üstünde, toplumdan kopuk bir zor aygıtı olarak varlığını sürdürdü. Sömürü, şiddet, üzerinden iktidarların çıkar savaşlarını meşrulaştıran, toplumu belleksizleştirip bu şekilde bilgisizliğe, açlığa, sefalete, mahkûm etmeyi amaçlayan iktidar İslam’ı günümüzde kılıf değiştirerek kurumlaştı. Diyanet ve benzeri oluşumlar çıkara, zora dayalı varlığını sürdürüyor. İktidar İslam’ı ulus devletle bütünleşerek toplumun inanç, eğitim ve örgütlenme kurumlarını yok edip kendi kurduğu sistemle toplumu adeta zihniyet ve düşünce kırımından geçiriyor. Özellikle din ya da inançla varlık kazanan toplumsal ahlakın kaynağı olarak tanımlanan din, topluma düşmanlaştırılan bir duruma getiriliyor. Başta eğitim olmak üzere, yaşamın tüm alanları bu dincilik anlayışıyla kuşatılmış bulunuyor.
Diyanet, kurulduğu günden itibaren devlet Diyanet kurumuna sınırsız yetkiler vererek toplum üzerindeki hakimiyetini geliştirmesinin önünü açtı. Buna bağlı olarak toplumun hizmetine girmesi için icat edilmiş bütün olguları egemenliğini derinleştirmek amacıyla kullanıyor. Yani gerici, iktidar İslam dinciliği, dini kullanarak toplumu şekillendirmeye ve kendisine mahkûm kılmaya çalışıyor. Dincilikle toplumu dizayn ediyor. Örneğin, Türkiye toplumunda din eğitimine yönelik ilgi bugüne kadar görülmemiş düzeyde artmış bulunuyor. Özellikle AKP-MHP devlet politikalarının sonucunda eğitime tamamen dini içerik kazandırılmaya çalışılıyor ve bunun için stratejik nitelikte özel politikalar devreye konuluyor. İslami cemaat ve tarikatların eliyle örgütlenen kesimlerin bu cemaat ve tarikatlarda önde gelen sermaye gruplarının elde ettikleri maddi imkanları kullanarak toplumu İslamlaştırma çalışmaları neredeyse devletin tek amacı haline geldi.
Türkiye’de bugün Diyanet din işlerini düzenleyen, insanların manevi dünyalarını besleyen, toplumda eşitlik, adalet, huzur sağlayan bir kurum olarak çalışmaktan ziyade bir şirket, holding gibi çalışıyor. Halka İslam dininin doğruları, İslam’ın adalet ve eşitlik anlayışı bu kurumlar aracılığıyla topluma anlatılmıyor. Toplumun dayanışma içinde, herkesin eşit koşullarda yaşadığı bir düzen sağlaması için duygu ve bilinç aşılaması gerekirken, bunun tersini uyguluyor. Çünkü doğru olanı yapması, egemenlikli karakteri ve çıkarlarına ters düşüyor. Haktan yana tavır alması, Türkiye’de din adına yapılan bütün yolsuzlukları, hırsızlıkları itiraf etmesi ve buna karşı mücadele etmesini gerekli kılıyor ki bu da iktidarların dini sömüren fıtratına ters bir durum. Adının anlamı barış olan bir dinin temsilcisi olduğunu iddia eden Türk diyaneti, sürekli soykırıma, savaşa, şiddete hizmet etti, ediyor. Türkiye ve Kurdistan toplumuna uygulanan özel ve kirli savaşın en ön saflarında yer alıp soykırım saldırıları çerçevesinde Kürt halkına saldırılarını bütün gücüyle derinleştirdi.
Kurdistan’daki savaş sadece Kürt halkını ve Kurdistan’ı değil, tüm Türkiye toplumunu etkiliyor. Bunun bir sonucu olarak tüm Türkiye toplumu ciddi boyutta ekonomik, eğitim, işsizlik gibi sorunlar yaşıyor. Aleviler başta olmak üzere Türkiye halkları soykırım saldırılarıyla karşı karşıya kalıyor. Türkiye’deki farklı inanç, dil ve etnisiteye tahammül edilmiyor. Örneğin, AİHM’in 1 Eylül 2008’de zorunlu din derslerinin Türk devletinin uyguladığı biçimde insan haklarına aykırı olduğu yönündeki kararının ardından, 12’inci sınıflar için hazırlanan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ders kitabında Aleviliğe sadece 5 sayfa ayrılmıştı. Bu politikalarla Türkiye’de yaşayan farklı etnik kökenli toplumlar Türkleştirilmek, Müslümanlaştırılmak isteniyor. Başta Kürt toplumu olmak üzere diğer etnik ulus kimlikli topluluklara yönelik Türkleştirme ve Alevileri İslam ve Müslüman inancı içinde asimile etme politikalarıyla Alevi ve Kürt toplumu şahsında bütün Türkiye halklarına hakaret ediliyor. Kürt Aleviliğinin merkezi olan ve Alevilerin ocaxları, jiyarları, doğasıyla manevi bir yer olarak gördükleri Dêrsîm’in neredeyse bütün köylerinde camiler yapıldı. Cem evlerini diyanete bağlama kararları, zorunlu din dersi vb saldırılarla yine torba yasa tasarısıyla devletin diyanete bağlı olarak “Alevi Bektaşi ve Cemevi Kültür Dairesi Müdürlüğü” adı altında bakanlık kurulması kararı Alevileri bitirme saldırılarıdır. Yine Alevilere dönük en büyük yönelimlerden biri de Diyanet ve üniversiteler üzerinden gelişen ve Alevi tarihini, kültürünü, inanç değerlerini Türk-İslam sentezi ile ele alıp bozan, başkalaşıma uğratan saldırılardır. Bu asimilasyon uygulamaları, Alevileri Türk-İslam ideolojisi içinde eritmek, kendi olmaktan çıkarma girişimleridir. AKP-MHP faşist iktidarı ve ortaklarının Alevilere yönelik saldırısı, tıpkı diğer inançlar, Kürt halkı ve diğer halklara uygulananlarda olduğu gibi, başta da Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere, devlet içindeki tüm kliklerinin ortak bir politikası olarak geliştiriliyor. Bu saldırılarla Türk-İslamcı cumhuriyet ve devlet öz itibariyle ‘Türkiye’de yaşayan herkes Türk ve Hanefi İslam olacak’ zihniyetini dayatıyor. Bu saldırılar bir strateji çerçevesinde uzun vadeli, sistematik olarak yürütülen saldırılardır. Devletin bütün yapıları ve kurumlarıyla stratejik akılla hareket ettiğini gösteriyor. Başta Diyanet olmak üzere bütün özel savaş kurumlarının bu saldırılarda rol aldığı bir gerçek. Bu örneklerde Diyanet işlerinin sarayı, bakanlığı, vakıfları, polisi ve daha birçok kurum ve kuruluşla nasıl ortak hareket ettiklerini görebilmemiz önem taşıyor.
Özel savaş politikalarını yürütebilecek dindar genç nesiller yetiştiriliyor
Ayrıca özel savaş kurumu olarak görevlendirilen diyanetin farklı kastlar, üst tabakalar yaratarak halktan nasıl koptuğunu görmemiz gerekiyor. Diyanetin üst düzey yöneticilerine, kurum ve vakıf görevlilerine bakıldığında halkla aralarında ortak özellikler bulmayı bir yana bırakalım, aradaki uçurum insanı ürkütüyor. Bir tarafta aşırı maddi imkanlara sahip bir kesim varken, diğer tarafta toplumun çoğunluğunu oluşturan ve hiçbir şeyi olmayan bir kesim var. Halka dini hizmet ve maddi yardımda bulunması için kurulan diyanetin bu düzeyde halkın üstünde durması, topluma inmemesi sorgulanması gereken bir durum. Diyanet kurumunun eleştirdiğimiz bu pozisyonu devletin de işine geliyor. Çünkü bu kurum aracılığıyla yaptıkları dincilikle kendilerini meşru kılarak varlıklarını sürdürebiliyorlar.
Bu eşitsizlik tablosunu daha yakından görmek için devletin hem aleni hem üstü kapalı politikalarla Diyanet İşleri Başkanlığı’na sunduğu imkanlara ve açtığı alanlara bakabiliriz. Türkiye’de açılan imam hatip okullarının sayıları dudak uçuklatıyor. Buna paralel olarak küçük yaşta çocukların gönderildiği Kur’an kurslarının sayısı da her geçen gün atıyor. Bu da yeterli görülmeyip, tüm çocuklar ve gençlerin iktidar İslam’ından pay alması gerekçesiyle manevi destek adı altında okullara oldukça yüksek sayıda yandaş din görevlisi atanarak istihdam ediliyor. Bu yöntemle yandaşlara yeni rant kapıları açılırken diğer yandan toplumun gelecek genç nesillerinin henüz gözleri açılıp dünya gerçekleriyle tanışmadan küçük yaşta asimile edilmesi ve öz değerlerine yabancılaşması hedefleniyor. Faşist Erdoğan’ın aleni olarak itiraf ettiği “dindar genç nesillerin yetiştirilmesi” bu özel savaş politikalarıyla gerçekleştiriliyor.
Türk Diyanet İşleri Başkanlığı açık ve gizli olarak devletten aldığı sınırsız destekle birlikte, devletin Türkiye Diyanet Vakfı kurumuyla ortaklık içinde yürüttüğü çalışmalar da var. Diyanet Vakfı, devletin asimilasyon yöntemiyle gerçekleştirmeyi planladığı soykırım saldırıları emellerini gerçekleştirmek için kurduğu kurumlardan sadece biri. İslam adıyla özel savaş politikaları yürüten, yıllardır çocuklara yönelik cinsel şiddet ve istismarla gündeme gelen sivil toplum kuruluşu görüntüsünde sayısız kurum ve kuruluş var. Türk İslam devletinin her birine biçtiği ayrı bir rol var. Bunların yanı sıra Kontrgerilla grupları, MAK birlikleri, özel timler, köy korucuları, Hizbullah, JİTEM, TUSHAD, Türk İntikam Tugayları, JÖH-PÖH, Esadullah, SADAT gibi paramiliter yapılanmaların da askeri olarak kirli savaşı yürütmek için kurulan yapılar oldukları biliniyor. Dini kurumlar ile paramiliter yapılanmalar öz itibariyle aynı kirli amaca hizmet ediyor. Katliamlar ve suikastlar gerçekleştirme ve “gayri Müslimler” olarak tanımladıkları sol ve sosyalist grupların, Alevilerin, Kürt halkının ve farklı etnik kimliklerin sindirilmesi amacıyla devreye sokulan paramiliter yapılanmalarla aynı hedef için çalışıyorlar. Yöntemleri farklı görünse de perspektifleri aynı ve birdir. Mesela Ensar Vakfı gibi genelde de şiddet, cinsel şiddet, tecavüz, yolsuzluk gibi ahlaki ve toplumsal sorunların yaşandığı yapılar olarak karşımıza çıkan bazı kurumlar var. Özellikle bu kurumlar ve vakıflarda yetiştirilen çocukların dincilikle mayalanan militarist eğitim sistemine tabi tutulduğu biliniyor. Bazı tarikat ve cemaatler bu merkezleri kontrgerilla eğiten şubeler gibi de işletiyor. Şüphesiz şiddet ve tecavüz merkezleri haline gelen bu kurumlar bu kirli işleri devletin konsepti, talimatı ve desteğiyle yürütüyor. Son olarak İsmailağa cemaatinde ortaya çıkan ahlak suçlarıyla birlikte bazı vakıf, eğitim merkezleri ve bunlara bağlı tarikatlarda intihar süsü verilerek hayatını kaybeden çocuk sayısı da son yıllarda artarak devem ediyor. Cemaat ve tarikat adını alan bu yapılar, AKP-MHP dinci milliyetçi iktidar döneminde din örtüsü altında fuhuşu, tacizi ve tecavüzü dayatan ahlaksızlık yuvaları, utanç mekanları olarak gündeme geldi.
Özellikle devlet tarafından diyanete bağlı istismarcı, -ki istismar kavramı yaşanan suç pratikleri karşısında hafif kalıp, gerçeği yeterince tanımlayamıyor- tecavüzcü kadrolarını okullara manevi danışman, seçmeli din dersi veya Kur’an dersleri hocası adıyla ataması da kirli özel savaşın bir parçası. Topluma yönelik bir savaş stratejisi olarak devreye konulan bu uygulamalar, asimilasyon ve soykırım planının bir parçası olarak bilinçli yürütülüyor. Yine okullarda Diyanet kurumunun atadığı kadrolar tarafından başta Alevi inancı olmak üzere farklı inançlardan çocuklara hakaretler yapılması, çocuklara okullarda zorunlu din dersinin dayatılması, Kur’an ve benzeri farklı kurslarda çocukların eğitmenler tarafından taciz ve tecavüze uğramaları da sıradan olaylar değildir. Bu yönelimlerle gelecekte psikolojik sorunları olan, ruhsal dengesizlik yaşayan hastalıklı bir toplumun yaratılması amaçlanıyor. Türk devleti bu yöntemlerle halkımızın ahlaki ve dini değerlerini yozlaştırmak, toplumu çürütmek için elinden geleni yapıyor. Belki de dünyanın hiçbir ülkesinde din olgusu Türk devletinin yaptığı düzeyde militarizm, özel savaş, yolsuzluk ve toplumsal ahlakı çürütme amacıyla bu düzeyde kullanılmıyor. Varlığını Kürt halkının imha ve inkâr siyasetine endeksleyen Türk devleti Kürt düşmanlığı, asimilasyon ve Kürt soykırımında en etkin yöntem olarak dini kullanıyor. Tüm kirli yüzünü örtmek için olabildiğince siyasileştirerek devreye koyduğu din politikası diğer özel savaş yöntemlerine daha masum görünse de toplumsal dejenerasyon ve asimilasyonun en şiddetli uygulandığı alanlardan birini oluşturuyor.
Diyanet’in bütçesine ek gizli ödenekten milyonlar aktarılıyor
Orduda, savaş bütçesinde olduğu gibi bu kirli yöntemlerin daha yaygın ve derin uygulanması amacıyla Diyanet İşleri Başkanlığı için de özel bütçe ayrılıyor. Diyanetin bütçesi her yıl artmasına rağmen gizli ödenekten de milyonlarca lira aktarılıyor. Devlet vergilerinden muaf tutulan bu kurum hiç kimseden izin almadan ve kimseye hesap vermeden vergi toplama yetkisine de sahip. Yine özellikle çalışmalarını yürütmek, özel savaş propagandalarını yapmak amacıyla basın yayın alanını da sınırsızca kullanıyor. Televizyon, kitap yayınları, fuarların yanı sıra, anaokuldan üniversiteye tüm eğitim kurumlarında kendini örgütleyerek, özel okullar ve öğrenci yurtları gibi çok sayıda kurum da inşa ediyor. Geçtiğimiz yıllarda sadece Diyanet Vakfı, kurum olarak 3817 cami, 2866 Kur’an kursu, 25 ülkede 100’ün üzerinde cami ve eğitim yeri inşa ettiklerini açıklamıştı. Bunun sadece vakıf adına yapılıp ve devletin din alandaki çalışmalarının buna dahil olmadığını da bilmemiz gerekiyor. 85 milyona yakın nüfusu ve 81 ili olan Türkiye’de 90 bin cami bulunuyor. Arıca son araştırmalara göre Türk Diyanet Vakfının Türkiye genelinde binin üzerinde şubesi ve 35’in üzerinde kız ve erkek öğrenci yurdu olduğu belirtiliyor.
Ayrıca Türkiye Diyanet Vakfı tarafından 2010 yılında İSAM (İslam Araştırma Merkezi) tarafından yapımına başlanan 29 Mayıs Vakıf Üniversitesi de bulunuyor. Diyanetin kurduğu bu üniversite tam olarak şu rolü oynuyor: Maddi imkanlara dayanarak, zaten işsizlik sorunu yaşayan, ekonomik sıkıtı içinde olan, değil okumak karnını bile doyuramayacak duruma getirilmiş gençlere konforlu, rahat bir ortam sunarak sistemi ve devlet yapılanmasını sorgulamalarının önünü almak, yani sağladıkları imkân ve olanaklarla İslam devleti kadroları yaratmak. Örneğin bu üniversiteye bağlı olarak İstanbul Ümraniye’de 3 fakülte ve 12 bölümde akademik olarak eğitim-öğretim çalışması yürütülüyor. Bu üniversitede 3500 öğrenciden bir kısmı tam burslu, bir kısmı yüzde elli burslu, bir kısmı da yüzde 25 burslu olarak üniversite öğrenci yurtlarında barındırılıyor. Öğrencilere, okumak için verilen burslar dışında 600 ile 2000 TL arasında değişen nakit başarı burslarıyla öğrencileri teşvik eden politikalar da var.
1975 yılında kurulan Türk Diyanet Vakfı, 1988 yılında kendisine bağlı araştırma merkezi iddiasıyla İSAM’ı kurumsallaştırmış. İSAM kurulduğu günden itibaren orta ve yüksek öğretim alanında yüz otuz öğrenciye burs verip, Türkiye’nin farklı şehirlerinde 12 yüksek öğretim yurdu açıp faaliyete geçirmiş. Bütün bu veriler aynı zamanda paravan olarak yürütülen bu resmi çalışmalar ardındaki özel savaşın yaygınlığını ve kurumsallaşma düzeyini de ortaya koyuyor. Asıl korkutan, kaygı uyandıran bu veriler ardında yürütülen asimilasyon, militarizm, ırkçılık, din ve hizmet adına yürütülen toplum karşıtı özel savaş politikalarıdır. Ve Türkiye toplumlarının bu özel ve kirli savaş politikalarından maddi olanaklar sunmalarından kaynaklı yoğun etkilenmeler yaşamasıdır. Din alanı, devletin en çok önem verdiği, politika ürettiği, yatırım yaptığı, eğitim geliştirdiği ve en çok alan açtığı çalışmalar olmaktadır. Çünkü toplumu bunun dışında bir şeyle tutamıyor ve tüm kirli yüzünü bu alandaki çalışmalarla gizliyor. Burada dile getirilen rakamlar, devletin bu alanda yaptıkları yanında devede kulak bile değil.
2010 yılından beri özel olarak belirlenen ve her yıl kat be kat artırılan Diyanet bütçesini ne kimse tartışıyor ne de itiraz edebiliyor. Dışişleri, kültür ve turizm, ticaret, sanayi, şehircilik ve çevre bakanlıklarından kat be kat daha fazla harcama yapılmasına rağmen Diyanete yönelik bu ayrıcalıklar ve lüks masrafa yönelik hiçbir eleştiri yapılmıyor. İslam’ın tüm değerlerini çıkarları için kullandıkları gibi, zekât toplamayı da ekonomik ve mali politikalarına alet ediyorlar. Diyanet Vakfı her tür bağışı ve kurban kesimlerinin gelirlerini toplama hakkı dışında, Diyanet İşleri Başkanlığı’yla ortak olarak hac ve umre ziyaretlerini de örgütleme yetkisine sahip. Oldukça büyük gelir elde ettiği bu alanlarla birlikte, birçok ticari işletmelere sahip inşaat sektöründe de vakıf adına kamudan altığı ihalelerle yatırım imkanları oluşturarak, önceki gelirlerini kat be kat aşan çığ gibi diyebileceğimiz maddi kaynaklar yaratıyor. Diyanet şirketi yarattığı bu kaynaklarla Türk İslam devletini ayakta tutuyor.
Diyanet, halkın sırtından kendine yaşam alanı yaratmıştır
Türkiye devleti içerisinde Müslümanlar dışında başka inançlara, farklı kültür ve etnisiteye sahip olan topluluklar da yaşıyor. Ama Diyanet söz konusu bu toplulukların vergilerinden de yararlanıyor. Bu yapıları tanımayan, dışlayan, inanç ve kültürlerine yasak koyan zihniyet, en çok da onlara karşı yürüttüğü özel savaşını kurumsallaştırmak için vergilerine el koyup, çıkarları için kullanıyor. Devletin sunduğu imkanlarla iktidar yandaşlarına istihdam alanı oluşturarak, kendi ideolojisinin hizmetindeki genç kadın ve erkeklere de pay veriyor. Diyanete bağlı personel için yürütülen toplu sözleşme tartışmalarında da fazla çalışma ücretinin yüzde yüz arttırılması kararı alınarak bu alana uygulanan özel politika ortaya konuldu. Yine özellikle Kur’an kursları ödemelerinde artışlar oldu, ek dersler ve yatılı, özel kurslar için de yüzde otuz artış yapıldı. Derinleşen ekonomik krize rağmen bu insanlar kurs ücretlerini ödeyemediklerini, kursa yazılma koşullarının olmadığını belirtmiyor, bu işi arka planda tutmuyor, ötelemiyor. Çünkü hırsızlık, yolsuzluk, haksızlıkla halktan çalınanlar yardım adı altında devlete muhtaç edilmiş topluma bu sefer devletin yardımıymış gibi yansıtılarak toplum farkına varmadan devletin dincilik ideolojisi etrafına toplanmaya çalışılıyor.
Diyanet kurumumun sivil toplum maskesiyle özellikle ekonomik alanda Türkiye dışında da yürüttüğü birçok faaliyeti olduğu biliniyor. Kültür, eğitim, sosyal çalışmalar adı altında 149 ülkede dini hizmetler veren, verilmesini destekleyen, teşvik amacıyla uluslararası alanda fon veren bir kurum gibi örgütleniyor. Bu politikalarla din işleri başkanlığının çalışma alanının genişletilmesi, din hizmetlerinin daha yaygın kesimlere ulaştırılması ve dünyanın her yerinde dini hizmetlerde bulunan yeni neslin yaratılması amaçlanıyor. Yani Diyanet Türkiye odaklı çalışmalar yürütmekle yetinmeyip “İslam dünyası otoritesi” olmayı hedefliyor. Nitekim, 11 Kasım 2010 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı’na atanan ve 2017 yılına kadar bu başkanlıkta kalan Mehmet Görmez şu sözlerle bu emellerini açıkça itiraf etmişti: “Diyanet sadece Türkiye’nin diyaneti değil bütün Müslümanların diyaneti olmuştur. Diyanet teşkilatı Orta Asya, Balkanlar, Afrika ve diğer coğrafyalarda yaşayan kardeşlerimizin din hizmetlerinde, dini eğitimlerde kapılarını çaldığı müessese olmuştur. Latin Amerika’da yaşayan 7 milyon kardeşimize, Pasifik Asya’daki kardeşlerimize hizmet götüren bir teşkilat olmuştur.” Elbette bu çalışmalarda amaç İslam dinini değil, İslam adına Türk devletinin militarist faşist zihniyetini dünyaya yayma, hâkim kılmaktır. Yani Erdoğan tek adam rejimi çerçevesinde diyaneti Şeyh ul İslam kurumuna dönüştürmeyi hayal ediyor. Hayal sözcüğü belki de iyimser kalıyor. Bütün plan ve çabaları bunu yaşamsallaştırmak içindir.
Halkı dilenci duruma düşürüp açlığa mahkûm edenler diyanete milyon dolarlık bütçe ayırıyorlar. Türk devletinin ve Türk devleti adına dincilik yapanların topu yalancıdır, hırsızdır. Milletin sırtından, vergilerinden, bağışlarından, kendilerine yaşam alanı yaratmışlar yaşıyorlar. AKP’li bir şahıs fiyatının çok üstünde aldığı yat tartışma konusu olduğunda “ben mahremimi korumak için yat aldım” diyebiliyor. Binbir odalı sarayında bir eli yağda bir eli balda “Emine Erdoğan millet açsa lokmalarını küçültsün” deme hakkını kendisinde görebiliyor. Erdoğan konuştuğunda tam bir Deccal gibi “siz Türkiye ekonomisinden bahs ediyorsunuz ama bir merminin fiyatı ne kadar biliyor musunuz” deme cüretini gösterebiliyor. Oysa mesela bu din İslam peygamberi Hz. Muhammet’in (s.a.v.) dinidir. Bu dinde eşitlik vardır. Bu dinde komşusu açken tok olanın büyük günah sahibi görüldüğü anlayış vardır. Kibir yoktur varsa büyük günah olarak görülür. Birde bizim Kürt halkı içinde sıkça örnek verilen bir durum var. İslam peygamberi Hz. Muhammed’in (s.a.v) yaşadığı süre boyunca arpa ekmeğini dahi doyasıya yemediği, ömrü boyunca bir hasır üzerinde oturup yattığı belirtiliyor. Yani bu denli sade ve mütevazi olan, bütün mal varlığını İslam toplumu için harcayıp, toplumun seviyesinde yaşamayı tercih eden güvenilir, adil bir peygamber olarak anlatılır. Ne yazık ki Diyanet sözünü ettiğimiz bütün özel savaş uygulamaları, rant politikaları ve lüks harcamaları Hz. Muhammet’in dini adına yapıyor. Oysa bütün bu rantı, yolsuzlukları, hileye, faize dayalı kazanılan paraları iktidar İslamcı devlet yapılanmasını beslemek amacıyla kullanıyor. Milliyetçiliği daha da hortlatıp, dinci gericiliği olabildiğince beslemek istiyor. Topluma her yönüyle müdahale ederek, toplumu soykırım saldırılarından geçiriyor. Oysa İslam dininde en güçlü vurgu adalet konusunda yapılıyor. İslam adalete en yakın ve en açık dindir. Adaletin teminatı olan din biçiminde anlatılır. Bunlarda ise saray ve sultanlara özenerek sürdürdükleri yozlaşmış yaşamlarından iktidar İslam dilinde adaletin, ahlakın ve daha birçok kavramın yaşatılmadığını, aksine sadece söylemde propaganda aracı olarak kullanıldığını görüyoruz. İslam dönemi açısından buna benzer politikaları anlamak için Hz. Muhammed’in pratiğine ve Kur’an’a bakmak yeterli. Oysa Diyanet hiçbir ahlaki ilkeyi tanımadan iktidar ve sermayenin hizmetkarlığını yaparken din maskesiyle gerçek yüzünü gizliyor. Dini kullanarak Türk devlet eliyle halklara, farklı inanç guruplarına, kadınlara yapılan baskı ve zulmü perdeliyor. Bu politikalar Allah, peygamber ve İslam adına yapıldığı için halk kitlelerinin gerçekleri görmesi engelleniyor.
Kadın sorunu İslam’da en çok çarpıtılan toplum sorunlarının başında yer alıyor
Ortadoğu gerçekliğinde devlet iktidarının kendisini dayandırdığı dincilikle ve cinsiyetçilikle beslenen kadın karşıtlığı çok sistematik ve stratejik olarak geliştirilmektedir. Kadın sorunu İslam’da en çok çarpıtılan toplum sorunlarının başında yer alıyor. Müslüman kültürün hâkim olduğu toplumlarda kadının yaşamın tüm alanlarında erkek kuşatması altında olduğunu açıkça görüyoruz. Sömürgeciliğin halkımıza ve özelde de kadınlara dönük dini kullanarak yaptığı saldırılar, günceldeki en önemli sorunlardan biri haline gelmiştir. İktidar İslam, kadına iki koldan saldırmaktadır. Bir yanıyla fiziki öldürürken bir yanıyla da ruhunu, bilincini ve iradesini öldürmektedir.
Yine çok yaygın bir şekilde kadını dini örgütlemeler içine çekmeye çalışan politikalar günlük olarak üretilen politikalar olmaktadır. Dinci gericilik politikalarıyla kadın katliamlarının önünü açılıyor, cesaretlendirici, teşvik edici uygulamalar devlet tarafından bilinçli geliştiriliyor. AKP devlet ve siyasetinin beslediği ve desteklediği bir zihniyet üzerinden DAİŞ gibi vahşet uygulayan bir örgütün çıkıp şeriat yasalarına göre yaşamı ve toplumu örgütleme çalışmaları yürütmesi Türkiye de kadın özgürlük mücadelesine en büyük darbedir. Yine Taliban gibi kadın ve toplum düşmanı yapılanmaların çetecilik zihniyetini dayatarak kadınların sokaklara, parklara, bir sosyal aktivite yeri olabilecek herhangi bir yere gitmesini yasaklayan gerici bir zihniyetin yaygınlaşması durumu var. HÜDA PAR gibi terör örgütü olan gerici parti; kadını gölge olarak görüyor. Kadın toplantılarında kadının evinde oturup eşine hizmet etmesi, çocuk doğurup beslemesi, büyütmesi kadın için yeterli bir çalışma olarak görülmesi anlatılmaktadır. Kadınların toplumsal alana en iyi, kutsal hizmet olarak, kendi evlerinde eşlerine ve çocuklarına karşı yerine getirdikleri görevler olarak belirliyorlar. Yani kadına kendi evinde köle ol, ev işçisi ol, çocuk bakıcısı ol, seks kölesi ol diyorlar. Bu yapıların beslediği zihniyet kadına köleliği dayatan ve pratik yaklaşımlarıyla kadınlara yaşamı yaşanamaz duruma getirmektir. 9 yaşındaki bir kız çocuğunun reşit sayılıp evlilik yapabileceğini savunun zihniyet; “9 yaşında bir çocuk olarak evlilik yapabilecek, çocuk doğurup besleyebilecek, iradesiyle kendisini başka birine teslim edebilecek olgunluktadır” fetvasını veren bu zihniyet ve bu zihniyete göz yuman, görmezlikten gelen kim olursa olsun insan değildir.
Özellikle çeyrek yüz yıl içerisinde Türk İslam sentezci devlet politikalarından beslenerek artan şiddet olayları, kadın katliamları ve işlenen cinayetler yine çok kirli ve psikolojik özel savaş yönelimleri, kadınları toplumsal yaşamdan kopartan, köleliği dayatan politikalar artarak, çoğalarak yaşandı. Erkek egemenlikçi, dinci iktidarcı yapılanmalar toplumsal yaşamın her alanında tırmandırılarak yaşatılan cinsiyetçilik kadınların yaşam ve çalışma alanlarını daraltarak kadının sınırlarını belirlemeyi amaçladı. Kadınlar cins olarak bütün toplumsal ve yaşamsal alanlarda linç saldırılarıyla karşı karşıya kaldı. Erkek egemenlikli, dinci iktidarların kadına yaklaşımları mülkiyet temelinde, Kadını nesneleştiren, iradesini tanımayan, özgürlüklerini kısıtlayan, insan olarak varlığını inkâr etmeye kadar vardırılan yaklaşımlar oldu. Özel olarak yetiştirilen özel tim elemanları tarafından kandırılıp kullanılan ve sonra da katledilen kadınlar için hak arama savaşları ne yazık ki sonuç vermemekte, devletin adli kurumları tarafından üzerileri kapatılmaktadır. Failler bilinip açığı çıkarılmasına rağmen ne yazık ki bu katil, cani erkekler iyi hal denilerek serbest bırakılmakta ve cezalandırılmamaktadırlar. Kadınları katleden, cinayet işleyen birçok erkeğin “ben İblisi güçlere karşı çıktım”, “kadının giyimi beni tahrik etti” “kadının gülüşü beni yoldan çıkardı”, “kadının bakışı bana karşı davet kardı” türündeki söylemleri tümü tecavüzcü devlet ve iktidar dinciliğinin kadına dönük şiddet politikalarının sonuçlarındandır. Bu özel savaş elemanları dinci, gerici devlet tarafından korunuyor. AKP İslam sentezci devlet toplumu bir bütün olarak kıskaca alıp, evlilik yaşı, çocuk doğurma sayısı, giyim kuşam, ne yiyip içecekleri, nasıl gülecekleri, nasıl bakacakları, günah ve sevaplarına kadar her konuda kendisini söz sahibi ve üzerlerinde hak görüyor, her şeyi belirlemek istiyor.
Bu nedenle din denilerek kadınlara dayatılan baskılara, kadınları toplumdan dışlayan kültüre karşı en başta kadınların entelektüel gücünü erkek aklının eseri olan yorumlara karşı alternatif düşünce geliştirmek için kullanmaları gerekir. Özgür Kadın Hareketi olarak bizlerin buna öncülük etmesi de başlıca görevimizdir. Başta Jineoloji ve Halklar Ve İnançlar Komitesi bünyesindeki demokratik İslam çalışmalarımız olmak üzere, Özgür Kadın Hareketi toplumsal alan çalışmaları bünyesindeki akademik çalışmaların bu konuya ağırlığını vermesi gerekiyor.
Toplumumuzda dine dayalı yaşam esas olup, din halen yaşamımızı belirlemektedir
Peki, iktidarın kullandığı bu biçimiyle kabul etmediğimiz ama onsuz da olamadığımız din olgusuna nasıl yaklaşılmalı? Bu sorunun cevabı düşman politikalarına yönelik bilinçlenme ve mücadelede gizli. İktidar alanına dönüşen bu özel savaş aygıtının işlevi ve faşist devletin din olgusunu topluma karşı nasıl devreye koyduğunu bilmek kadar, tüm toplumsal değerleri hedef alan bu politikalara karşı etkili mücadele etmek de önem taşıyor.
Geçmişten günümüze iktidar İslam zihniyetinin halk karşıtı uygulamaları karşısında toplumsal direnişler de gerçekleşti. Tarih hep devletçi, iktidarcı çizgi ile demokratik, toplumcu çizginin çatışmaları ve birbirilerine karşı yürüttükleri mücadele ile ilerledi. Bu nedenle günümüzde yaşananlar göz önünde bulundurulduğunda tek tanrılı dinlerin ve tabi ki İslam dininin sadece tek bir çizgiyi ve kültürü temsil ettiğini düşünmek yanlış bir yaklaşım olur. Çünkü, tarihsel süreçte yaşanan gerçekleri, kültürel etkilerin toplumsal alanda kendisini nasıl yansıttığını görmemiz gerekiyor. Toplumsal boyutların tümünde olduğu gibi din ve özellikle İslam’ın da egemen zihniyet ve uygarlığın etkileriyle birlikte kendi içinde toplumun demokratik komünal değerlerini de barındırdığını dikkate almamız gerekiyor. Bu anlamıyla ahlaki ve politik toplum değerlerini savunan, koruyan ve büyüten, sömürü ve iktidar odaklarına karşı direniş içinde olan, iyi ve doğruları savunarak ve yaşamda hâkim kılmaya çalışan kesimden yana olmak ve bu çizgiyi esas almak gerekiyor. Yani dinciliğin içinde barındırdığı iktidarcı, devletçi uygarlık yanlarını görüp, bunları dindeki demokratik uygarlık değerleriyle eleştirerek dönüştürmek esas alınması gereken yaklaşım olmalı.
İnanç, insanlığın varoluşundan itibaren gelişen bir olgu. İnanç ilk oluşum süreçlerinde elbette bugün yaşandığı gibi dinsel boyut kazanmamıştı. Son beş bin yıllık egemenlik tarihi aynı zamanda inancın da dinselleşme tarihidir. Bu gerçeklik günümüz toplumu açısından bu konuda yeterli bilgi ve birikim sahibi olmamızı da gerekli kılıyor. Özellikle Ortadoğu’da yaşayan toplumlar olarak hepimizin içinde büyüdüğü ve her yönüyle etkilendiği bir konu olan dinin tarihi geçmişimizdeki rolünü, bu dinlerin özelliklerini, yaşadıkları sorunları bilmemiz tarihi bir sorumluluktur. Bu, Ortadoğu toplumları açısından olmazsa olmaz bir görevdir. Özellikle bizim gibi halklar ve inançlar mozaiği olan Ortadoğu toplumları içerisinde siyaset, diplomasi, kültür, sanat, eğitim ve medya gibi birçok toplumsal alanda çalışma yürütenler olarak, halkı, sempatizanı, militanı ve kadrosuyla dinler hakkında bilgi sahibi olmamız, dinler tarihini bilmemiz günümüz gelişmelerinin doğru okunmasında büyük öneme sahip. Çünkü Ortadoğu halkları olarak toplumlarımızda dine dayalı yaşam esas olup, din halen yaşamımızı belirlemekte.
Önderliğimiz “Ortadoğu’da zihniyet devrimi, iktidarcı ve devletçi din zihniyetini aşarak gerçekleşecektir” dedi. Günümüz Ortadoğu’sunda mezhepçilik, milliyetçilik, bilimcilik, cinsiyetçilik de iktidarcı dincilikten doğmuş ve ondan beslenmiş bir olgudur. Özellikle dini zihniyet Ortadoğu’da beş bin yıllık uygarlık tarihinin neredeyse tümünü kapsayan bir olgu. Çokça değerlendirdiğimiz, çözümlemeye çalıştığımız beş bin yıllık uygarlık tarihi de aslında dinler tarihinden ötesi değildir. Bu anlamıyla dinleri bilmek tarihi, toplumu ve merkezi uygarlık tarihini bilmek demektir. Ortadoğu’daki toplumsal kültürleri tanımak demektir. Dinleri ve inançları bilip anlamak devrimcilerin içinde yaşadığı toplumu da tanımasını sağlar. Dini tanımak, toplumsal mücadelede daha isabetli adımlar atmamıza imkân sunarak, birçok konuda avantaj sağlar. İlişkilendiğimiz çevrelerle empati kurmamızı sağlayarak, demokrasiyi güçlendirir. Yine devlet ideolojisine dönüştürülmüş din biçimi karşısında mücadelede kolaylık sağlar. Bu anlamıyla günümüzde az ve eksik bilgiler, sıradan ve basit pratiklerle karşısında başarılı bir mücadele verilemeyecek alanların başında iktidar ideolojisine dönüştürülmüş din gelir. Çünkü din, hemen her bireyin en köklü bilgi ve bilincine sahip olması gereken toplumun en eski örgütlü kurum ve birimlerinin içinde varlığını sürdürdüğü alandır.
Önderliğin yaklaşımında dinleri değerlendirme, çözümleme, ele alış yönteminin özü, dini dinle eleştirmektir. Bunun için de dini bilmek gereklidir. Bilgi sahibi olmadığımız, uzak durduğumuz, yabancısı olduğumuz bir alanda sağlıklı bir çalışma yürütemeyiz. Bu alana yönelik politikalarda değişim ve dönüşüm yaratmak, etkili bir mücadele yürütmek için dini iyi bilmek şarttır. Bilmek için de okumak, araştırmak, bu ihtiyacı hissetmek, kanıksamak gerekiyor. Çünkü, yukarda belirttiğimiz gibi, dinler demokratik uygarlık değerleri ile devletçi uygarlık değerlerini yan yana taşıyor. Özellikle kapitalist uygarlıkla birlikte her alanda olduğu gibi dinlerde de devletçi uygarlık yönünün baskın ve görünen kimlik yapılmış olması çoğu zaman bizleri yanıltabilir. Bu anlamıyla tarihi ve toplumsal konularda daha çok araştırıp anlamaya çalışarak bu sorunu aşabiliriz. Yaklaşım olarak, devletçi uygarlık güçleri dinleri bu hale getirdi ama halen toplumun içinde yaşanan ve kendisini hissettiren, demokratik değer taşıyan yanları nasıl güçlendirip hâkim kılabiliriz biçiminde ele almak daha sağlıklı sonuçlar yaratacaktır. Egemenlerin, iktidar güçlerinin kendi çıkarları için kullanmaya çalıştığı bu alanın özgünlüklerini gözeterek toptancı yaklaşmamak, yeniden kendi öz değerlerini açığa çıkaracak eğitim, yoğunlaşma ve örgütlenme çalışmalarına ağırlık vermek önem taşıyor.
Demokratik İslam zihniyetini güçlendirerek bu karanlık gidişe engel olmak mümkün
İslam’ın en çok da günümüzde hegemonya kurma aracına dönüştürüldüğü dikkate alındığında, bu alanda mücadele etme gerekliliği daha acil olarak görülmelidir. Buna karşı halklarımızın geleneklerinde zaten var olan demokratik birlik kültürünü demokratik İslam zihniyetiyle güçlendirerek bu karanlık gidişe engel olmanın mümkün olacağına inanmak gerekir. Çünkü Demokratik İslam yaklaşımı, İslam’ın demokratik toplum değerleriyle ilişkisini kurarak iktidarcı, dini devlet çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışan yönetim anlayışından ayrıştırmak ve kurtarmak demektir. İktidar İslam’ına karşı toplum İslam’ını hâkim kılmak demektir. Bu amaçla günümüzde en iyi ve doğru İslam, iktidarı ve devleti esas almayan, topluma dayanan ve toplumun demokratik öz değerlerini yaşatan, büyüten, uygulayan İslam olduğu gerçeğiyle yaklaşarak bu alanı örgütlemeliyiz.
Önderliğimizim toplum bilimine, Müslüman halklara yaptığı birçok hizmetlerden biri de dine doğru yaklaşmamızı gerektiren tespitlerde bulunmasıdır. Önderlik toplumsal değişim ve dönüşümde temel belirleyici rol oynayacak bilinç ve inancın ahlak ve politika olduğunu ifade etti. Bu tespiti yaparken de dini tarihsel, toplumsal ve sosyolojik bir değer, bir hakikati bilme yöntemi ve arama biçimi olarak tanımladı. Önderliğimizin tanımladığı, derin çözümleme ve analizlere tabi tuttuğu bu alanda çalışmalar yürütmek gereklidir. Özellikle de kadrolar olarak bizlerin de üzerimize düşen görevleri yerine getirmemiz gerekiyor. Yapacağımız en önemli ve temel iş, Önderliğimizin değerlendirmelerini, tespitlerini topluma en sade ve anlaşılır bir dille anlatmak olacaktır. Önderliğin perspektiflerini topluma anlatmakla, toplumun kendisine ait olan fakat iktidarın bin bir türlü politikası, özel savaş yöntemleriyle çarpıtılıp, karanlıkta bırakılarak toplumun öğrenmesine izin verilmeyen gerçekleri anlatmış olacağız. Önderliğimiz bu toplumsal gerçekleri gün yüzüne çıkararak, bizlere de bu değerleri yaşatmanın yol ve yöntemini gösterdi. Bizlere düşen görev de Önderlik talimatları ve perspektiflerinin amansız yürütücüleri olmaktır.
İktidar İslam dediğimiz ve toplumu tükenişin eşiğine getiren bu tür yapılanmalarla mücadele edilmeden Müslüman toplumların gerçek değerleriyle buluşması, ilerleme kaydetmesi mümkün olamaz. Ortadoğu’da İslam alanında devrim niteliğindeki zihniyet değişimi yapılmaz, aydınlanma yaşanmaz, Demokratik İslam örgütlenmesi geliştirilip güçlendirilmez ise toplumsal yaşamın her alanında en üst düzeyde gerileme yaşanacaktır. Günümüz Türkiye’sinde yaşananlardan verdiğimiz şu birkaç örnek bile bu gerilemenin geldiği aşama ve bunun devamı olarak yarın pratiğe konulması planlanan korkunç hedeflerini göstermeye yetiyor. “Laik” olarak adlandırılan yüz yıllık Kemalist Türkiye’nin geldiği nokta gözler önünde. Son 22 yıllık süreçte siyasi çizgiyi temsil eden iktidar İslam odaklı Türk İslam sentezci devlet politikaları Türkiye halklarını uçurumun kenarına getirdi. Buna karşı mücadele ancak güçlü örgütlenmiş, toplumsal tabanını ve toplumsal kurumlarını oluşturmuş, topluma hizmet dışında bir amaç gütmeyen demokratik İslam çalışmalarını örgütlemek ve güçlendirmekle mümkün. Demokratik İslam zihniyetini topluma yaymak, toplumun kendisine ait olan değerlerini bu zalim, din adına din karşıtlığı yapanların elinden alacak gücü, bilinci ve cesareti topluma kazandırmakla mümkün olabilir. Demokratik ulus çalışmaları başta da halkların ve inanç guruplarının demokratik bilinçle kimliklerini koruması, yaşaması ve kendini yönetmesidir. Demokratik ulus, tarihsel kültürleri canlandırmayı, demokratik ve özgür ahlak ilkeleriyle yeniden inşa edilmesi çalışmasıdır. Demokratik Ulus paradigması çalışmaları içerisinde Demokratik İslam, İslam’da ahlaki ve politik toplum özelliklerinden güç alarak, demokratik toplum inşasına katkı sunma çalışmasıdır. Bu aynı zamanda toplumsal yaşamın dinle kazandığı ve din sayesinde sürdürdüğü kültürünün de güncellenmesi, yenilenmesi ve kendini yeniden üretmesi faaliyeti demektir. Önderliğin tarihe yaklaşım yöntemiyle bu konuya yaklaştığımızda da ufuk açıcı sonuçlara ulaşacağımızı bilmeliyiz.