Soğuk savaşın sona ermesi ve yeni teknolojik sanayi devriminin yol açtığı jeopolitik-jeoekonomik etkileşimlerin de etkisiyle ABD öncülüğünde ‘tek kutuplu sistem’ veya ‘yeni dünya düzeni’ arayışı kapsamlılaşmıştı. ABD merkezli kapitalist sistem Sovyetler Birliği’nin dağılmasından önce başlattığı ve yıkılmasından sonra da toplumsal devrimci mücadeleleri tasfiye harekatını başta kadın, öğrenci-gençlik, yerli halklar ve ulusal kurtuluş mücadeleleri, ekoloji-çevre mücadelelerini hedefine alan politikalara hız verdi. Bunlardan bazılarını liberalizmin içine çekip sistem içileştirme ile etkisizleştirirken, bazılarını ise terörizm kisvesi altında kriminalize ederek etkisiz hale getirmeye çalıştı. Bu şekilde 21. yüzyıla giriş yaptı. Özellikle bölgede bu politikanın devamını sağlama almak ve engelsiz bir şekilde bölgeyi dizayn etmek için ilk elden uluslararası bir komplo ile kendisine en büyük rakip olarak gördüğü Kurdistan Özgürlük Hareketini ve onun Önderi Rêber Apo’ya karşı eşi benzeri görülmemiş bir komplo tezgahlayarak, yapabilirlerse tasfiye etme, beceremezlerse de esir almak için devreye girdiler. Aslında bu komplo ile kendi hukukunu ve değerlerini yerle bir etme startını da vermiş oluyorlardı.
11 Eylül İkiz Kule saldırılarını bahane ederek tüm dünyada “Teröre Karşı Önleyici Savaş Stratejisi”ni devreye koydular. Bu projenin kapsamında sözde “Radikal İslam”a karşı 1970’lerde devreye koydukları “Yeşil Kuşak” perspektifi ile yenilenmiş “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)” çerçevesinde AKP gibi popülist ve Müslüman Kardeşler’in üyesi bir partiyi BOP ’un stratejik bir ortağı olarak güçlendirdiler. Aslında Afganistan savaşı ile kendisinin güçlendirdiği ve sonrasında “küresel bir tehdit” olarak sınıflandırdığı “Radikal İslam”i çevrelere karşı ‘ılımlı-liberal yeşil kapitalist ekonomiye’ dayalı politika ile başka benzer gruplara da tam destek verdi. Bu desteğe karşılık AKP ise Kurdistan Özgürlük Hareketi ve Önderliğine karşı tasfiye ve imha planını hızlandırdı. Gelinen aşamada Taliban, El-Kaide, Boko-Haram vb aşırı dinci gruplarda olduğu gibi BOP ürünü olan AKP projesi de bumerang olarak kendilerine dönmüş durumdadır. NATO üyesi olması itibarıyla AKP ve onun şekillendirdiği faşist Türk devleti, iç hegemonik mücadele bağlamında sistem için daha tehlikeli olmaktadır.
Tek kutuplu sistem sorunları
ABD hakimiyetindeki tek kutuplu uluslararası sistem Batı ve Doğu-Avrupa’yı uzun süre kendi kontrolüne almayı, doksanların sonundaki Asya ekonomik krizini yönetmeyi, 2007-2008 küresel finansal krizle bir biçimde başa çıkmayı başarsa da gelinen aşamada tek kutuplu uluslararası sistem ve küresel kapitalist sistem arasında ciddi bir karşıtlık ve hegemonya savaşını hızlandırdı. İç hegemonik savaş ile birlikte ezilenlere karşı işbirliği yaptıkları da görülmektedir. Tek kutuplu dünya ya da kendi isimlendirmeleriyle ‘Yeni Dünya Düzeni’, ticaret savaşları, kültür egemenliği, karşılıklı bağımlılık, uluslararası göç, sermaye birikiminden daha fazla pay almak için yaşanan iç hegemonik rekabet gibi yoğun bir etkileşim hali üzerine inşa edildi. Dolayısıyla, tek kutuplu dünyaya dayalı sistem periferisinde yer alan kesimler ve kendilerince egemenlik arayışı içerisinde olanlar arasındaki çelişkileri de derinleştirmiş oldu. Oysa neoliberalizmle Sovyetlerin yıkılmasının zeminini hazırlayan ABD bunun Çin’i de etkileyeceğini veya yıkacağını ümit etmekteydi. Ama Çin neoliberal politikaları kendi perspektifi, tekelci devlet kapitalizmi çerçevesinde ve pragmatik bir yaklaşımla, ABD’nin kendisine kapatmaya çalıştığı dünya pazarına Sovyetlerin tersine ulus devletinin üzerindeki hakimiyeti de kaybetmemeye özen göstererek açılmayı başardı. Böylelikle sistem içinde yeni hegemonik çelişki ve çatışma alanlarının derinleşmesine yol açtığı gibi ABD egemenliği ve tekliği de sorgulanır duruma geldi.
Bu iç çatışma ve mücadelenin devamı olarak, 2007’den beri ciddi bir küresel finansal kriz yaşayan Neoliberalizm sistemini ayakta tutan uluslararası şirketler (dünya bankası, dünya sağlık örgütü, otomobil ve enerji şirketleri vb.) gelinen aşamada bir taraftan muhafazakarların bir taraftan da aşırı milliyetçilerin baskısı altında kalmaktadır. Ekonomik olarak zayıf olan ülkelerde (klasik kapitalist deyimle; üçüncü dünya ülkelerinde) ve bazı Batılı ülkelerde ise sağcı ve solcu popülist milliyetçi partiler ve iktidarlar devreye girmiştir. Böylelikle başarısını çeşitli sosyal-siyasal krizlere karşı geniş bir kesimde oluşan derin memnuniyetsizlikle izah eden popülizm, 21. yüzyılın başından bu yana birçok devletleri yeniden şekillendiren güçlü bir toplumsal realite haline geldi.
Pandeminin yarattığı ortamdan yararlanan ulus-devletler korku iklimi ile toplumu kendine daha fazla bağlama amacıyla güçlerine güç katma yolunu seçerek; insanların çaresizliğini kullanarak, korkmuş ve rızası alınmış bir toplum yaratarak, herkesin izlendiği, dijital ortamla kendisi hakkında tüm bilgilerin toplandığı, gönüllü karantinaya alındığı, zorla da olsa tıbbi tedaviye alındığı, seyahat ve toplanma hakkının elinden alındığı ve en kötüsü işbirlikçi konuma getirilmiş bir vatandaş tipolojisini yaratmak istemektedirler. Ulus-devlet kapitalizmi ile kendilerini yaşatmayı esas alan ulusalcılara karşı global üretim zincirleri, dijital bağlantı ağları ve ulus aşırı örgütler ve şirketlerle (Appel, Amazon, Microsoft, Metaverse, Elektronik sanayi ve Otomobil sektörü) egemenliğinin devamını sağlamaya çalışan küreselciler ise teknolojik avantajları da kullanarak toplumu ellerindeki biyoteknik ve iletişim tekniği imkanlarıyla daha fazla biyoiktidar yöntemi ile denetime almaya çalıştılar. Bir nevi ‘Politik-Darwincilik’ ile ‘ancak güçlü olanın yaşama şansı ve hakkı vardır’ mantığını devreye koydular. Ulusal sınırları kaldırarak daha fazla sömürü ve kar peşinde olan küreselciler dünyayı yatay düzeyde bir arada tutmak isterlerken insanlığı ise dikey düzeyde sınıflandırmak istediler. Kuşkusuz Küreselci arzuların arkasındaki itici güç, kapitalist modernitenin finans-kapitali fraksiyonudur. Muazzam mali kaynaklara sahiptir ve fonlar, bankalar, küresel çapta faaliyet gösteren şirketler, uluslararası medya kuruluşları ve küresel çapta geri alınabilir kültür-sanayi şirketleri aracılığıyla vizyonunu hayata geçirme konusunda son derece yeteneklidir. Kapitalist modernitenin yenilenmesini dayatmak için insanlığın kültürel-sosyal mozaiğine kitlesel müdahaleler gerçekleştirmektedirler. Tüm bu çabaların amacı; dünya çapında kültürel olarak kökünden sökülmüş ve buna bağlı olarak homojen, politik olarak aciz, ahlaki olarak çökmüş, doğaya yabancılaşmış ve sanal yaşam kalıplarına hapsolmuş bir kişilik tipini dayatmaktır. Nitekim sermaye kar mantığı üzerine kurulduğu için sürekli bir genişleme ve yayılma eğilimindedir. Sürekli olarak bulunduğu mekanların dışına taşma, kendisinden ekonomik ve sosyal olarak güçsüz alanları etkisi altına alma dinamiğine sahip olduğu için her şeyi metalaştırır, parasal ilişkiler içerisine almak ister.
Böylelikle Küreselci güçler, on yıllardır derinleşen krizin üstesinden gelmek için bir süredir kapitalist moderniteyi -kapitalizm, ulus-devlet ve sanayicilikten oluşan üç ayağı da dahil olmak üzere- örgütsel ve paradigmatik olarak dönüştürmeye çalışmaktadırlar. Küreselci bloğu homojen bir aktörler grubu olarak anlamamamız gerekse de politikaları yine de belirli stratejik temeller tarafından karakterize edilmektedir.
Klasik ulus-devletlerin çelişki ve rekabetleri
Avrupa ülkeleri, bir yandan ABD’nin tasarladığı küresel hegemonya projesi içinde yer alırken, diğer yandan kendilerini bu projeden ayırarak küresel sistemden pay talep eden bir politika izlemektedirler.
AB’nin önde gelen temsilcileri yıllardır ‘Avrupa’nın stratejik özerkliğinden bahsediyor ve AB’nin kendi çıkarlarını ‘güç dili’ ile küresel olarak savunacağı kehanetinde bulunuyorlar. Başta Almanya ve Fransa olmak üzere AB üyesi devletler siyasi, ekonomik ve askeri açıdan birleşmiş bir birlik aracılığıyla, ortaya çıkmakta olan çok kutuplu dünya düzeninde avantajlı bir konum elde etmeye çalışmaktadırlar. Böylelikle Balkanlar’dan Kafkasya’ya kadar yeni üyelerin katılımıyla üyelik artırma arayışına girdiler. Vizyon, askeri açıdan artık ABD’ye bağımlı olmayan bir AB’dir. Ekonomik olarak baskın ve siyasi olarak birleşmiş, üyeleri için küresel olarak asla tek başlarına elde edemeyecekleri güç ve karları güvence altına alan bir birlik olmak istemektedirler. 2000’li yılların başından bu yana Almanya ve Fransa’nın başını çektiği pek çok AB ülkesi, Avrasya’nın diğer iki büyük gücü olan Rusya ve Çin ile yakın ekonomik ilişkiler kurma politikası izledi. Ancak Ukrayna savaşının ardından AB, çatışmanın taraflarından biri olan ABD ya da Rusya ve Çin ile ittifak kurmaya dayanmayan, kendi kendine yeterli bir politika izlemek için hala yeterli özerkliğe ve güce sahip olmadıklarını kabul etmek zorunda kaldılar.
Buna paralel sistemin özellikle II. Paylaşım Savaşı sonrasında oluşturdukları uluslararası kurumlar; Birleşmiş Milletler (BM), Avrupa Birliği (AB), NATO, Avrupa Konseyi (AK), Arap Birliği, Şangay İşbirliği Örgütü ŞİÖ) ve bir çok ekonomik ve güvenlik kurumu artık sistemi bırakalım ayakta tutmayı sistem güçleri tarafından birbirine karşı kullanılmaktadır. Bu platformalar ‘büyük güçlerin’ arasında güç-dengesi platformlarına dönüşmüştür. İnsan hakları, barış, insani değerler, uzlaşı vb gibi kavramların içinin boşaltıldığı, her birinin diğerine karşı kullanıldığı alanlara dönüşen bu kurumların içine girdikleri durumu BM Genel Sekreteri Guterres “artık hukukun ve normların işlemediği bir döneme girdik” sözleri ile açık bir biçimde itiraf etmiştir. Örneğin, 2018 yılında Rojava’da Efrîn’i işgal eden faşist Türk devleti, Serêkaniyê ve Girê Spî işgalini meşrulaştırmak için BM kürsüsünden işgal etmek istediği haritayı göstererek aslında bu kurumun nasıl işgalcilere ve katliamcılara onay çıkaran platforma dönüştüğünü açık bir şekilde göstermiştir. Her bir üye devlet ve birlik bu platformları kurbanlarının trajedisini evrenselleştirdiği alanlar haline getirmiştir. Bu kurumlar işlevini yapmadıkları gibi özünde tıkanan sistemin en son habercisi konumundadırlar. Bu yılın ocak ayında Davos’ta toplanan ‘Dünya Ekonomik Forumu’nda 2023 Küresel Risk Raporuna göre ‘Enerji arz krizi’, ‘yükselen enflasyon’, ‘gıda arz krizi’, ‘büyük ölçekli istemsiz göç’, ‘güvenlik krizi’ en önemli krizler arasında ilk sıralarda yer aldı. Böylelikle sistemin her iki hegemonik gücü özünde kendilerinin sosyal ve ideolojik mantığını ve siyasi yöntemlerini reddeden, ‘çoğunluğa’ hükmeden ama kontrolü sadece baskı, manipülasyon, korku ve sömürü ile sağlayan ideolojik-askeri-istihbari bir ‘azınlık’ olmuş durumdadır.
Sistemin topluma karşı sürekli savaş hali
Pandemiden önce yaşadıkları krizi toplumdan gizlemeye çalışan hegemonik güçlerin, Korona sürecinde yaşadıkları acizlikler başta sağlık alanı olmak üzere uluslararası sistemlerinin ve kurumlarının ne kadar zayıf ve yetersiz olduğunu gözler önüne sermiş, toplumlar bu durumu yaşayarak görmüştür. Tüm kendi iç çelişki ve hegemonik savaşlarına rağmen hem kendi içinde hem de toplumlar nezdinde sorun kaynağı haline gelen sistem, artık kaçınılmaz bir yapısal ekonomik, siyasi ve hakikat kriz içindedir. Halkın cebinden ve sırtından devlet kapitalizmi korumak ve yaşatmak için karşılıksız para basarak sürekli savaş ve kriz yaratan sistem, bir nevi kendi eliyle de krizi yapısallaştırmıştır. Sistemde yaşanan; küresel ekonomik durgunluk, yükselen enflasyon, ulusal para biriminin dolara nazaran her geçen gün değer kaybetmesi, yükselen gıda fiyatları ve bunun orta sınıfta yarattığı endişe, küresel arzda ciddi düşüş yaratmaktadır. Yine, ekonomik olarak sömürü altında olan ülkelerde derinleşen yoksullaşma, savaşların çoğalması ve yaygınlaşmasıyla ortaya çıkan enerji krizi, ulus devletleri kendi toplumunun kurdu haline getirmiştir. Kapitalist ulus-devletlerin uyguladıkları baskı ve sansür, egemenliklerini devam ettirmek ve toplumda hakimiyetlerini derinleştirmek için devreye koydukları korku ve tehdit senaryolarıyla uygulanan güvenlik politikaları krizin ne kadar derin olduğunu göstermektedir. Mevcut durumda yaklaşık olarak global brüt iş hasılatının yüzde 400 katı borçlanan sistemin bu borçları reel-ekonomi ve büyüme ile orantılı olmadığı gibi, üretilen mallar ile de dengelenememektedir. Bu borçları mevcut kapital-birikim ile ödemesi -ki bunun da sadece kâğıt üzeri manipüle edilmiş rakamlar olduğunu biliyoruz- mümkün değildir. O zaman bunlardan kurtulmak için daha fazla doğayı ve toplumları tahrip ederek yeni kaynaklara ulaşmak ve böylelikle zaten bozulan doğa dengesini daha da bozarak felaketin önünü açacaktır. Yani daha fazla savaş ve işgal yaparak halkların katliamını hızlandıracaktır. Daha fazla kar sağlamak ve iç krizlerden kurtulmak için kapitalist sistem “açılım” ve “yeniden paylaşım-işgal” stratejisine dayanmaktadır. Bunu en yakinen Türkiye’deki AKP-MHP faşist rejiminin bölgede yaptıklarına bakarak anlayabiliriz. Sermaye nereye giderse kar için gider ve karın kaynağı da emek sömürüsü ve doğa talanıdır.
Kapitalist modernitenin tarihsel süreçlerini en iyi şekilde analiz eden Önderliğimizin üç aşamaya ayırdığı sistem krizleri; I. küreselleşme yani ticaret kapitalizmi ve sömürgecilik (15. yy), II. küreselleşme yani sanayi kapitalizmi ile emperyalizm (19. yy) ve III. küreselleşme yani finans kapitalizmi ile küreselcilik (20. yy) kapsamında kapitalist hegemonyacılığın sonuna gelmiş olduğumuzu söylersek abartı olmaz. Nitekim, Modern Dünya Sistemi teorisini ortaya atan kuramcı Immanuel Wallerstein’e göre de sistemler üç aşamadan oluşur: 1. varoluş, 2. normal yaşam (ki en uzun aşama) ve 3. yok oluş. Yokoluş aşaması aynı zamanda sistemlerin yapısal kriz dönemidir. Kapitalist dünya sisteminin yaşadığı yapısal krizi irdeleyen Wallerstein, şimdiden gelecek yeni sistemi belirleme mücadelesinin içinde olduğumuzu vurgular. Wallerstein’e göre bu mücadele süreci 1970’li yıllarda başlamış olup 2040’lı veya 2050’li yıllara kadar da devam edecektir.
Toplumsal direniş alanları
Özünde şimdilerde yaşanan savaş ideolojik ve hegemonya savaşıdır ve temel amacı 20. yüzyılda oluşturulan siyasal sistemin değiştirilerek 21. yüzyıl koşullarına göre yeniden uyarlanmasıdır. Eski yapı ve dengelerin yıkıldığı, yeni yapı ve dengelerin kurulmak istenildiği bu tür ekonomik, siyasi, diplomatik ve askeri mücadele süreçleri stratejik anlamda dönüşümlerin yaşandığı önemli geçiş süreçleridir. Hegemonik güçlerin ciddi kriz ve boşluğa düştüğü, tam hakimiyet sağlayamadığı bu süreçler aynı zamanda ezilen halklar ve devrimci hareketler için devrim ve özgürlük için büyük fırsatların açığa çıktığı süreçlerdir. Hegemonik güçler kadar, hazırlıklı ve örgütlü davranmaları halinde halkların ve devrimci güçlerin de önemli kazanımlar sağlayabilecekleri süreçlerdir. Önderliğimizin dediği gibi; “Şüphesiz büyük savaşlarda hep hegemonik güçler kazanmazlar, halklar da çok şey kazanabilirler. Hatta hegemonik güçler sistemsel kaybedebilir, halklar sistemsel kazanabilirler.”
Kökenleri bizzat kapitalist modernitenin zihniyet ve politikalarında yatan toplumsal sorunlar, Üçüncü Dünya Savaşı devam ettikçe derinleşmektedir. 1990’ların başında savaşın başlamasından bu yana, insanların belirli küresel sorunlara ilişkin farkındalığı önemli ölçüde artmıştır. Önderliğimizin deyimi ile sistemin bir kanseroloji gibi kendini topluma dayatmasına karşı bazen göç sorunu sonucu ortaya çıkan ırkçılığa karşı toplumun dayanışması ile, bazen ekonomik sorunlar kapsamında daha fazla reform yapılmasını talep eden memur, işçi ve çiftçilerin grevleriyle, doğa tahribatına ve dengesinin bozulmasına karşı çevreci ve ekolojistlerin eylemlerinde ortaya çıkar. Toplumun esas dinamiği ve 21. yüzyıla damgasını vuran kadınların özgürlük ve değişim mücadelesine, öğrencilerin ve gençlerin sistem dışı arayış eylemleri ve bazen de kapitalist paylaşım savaşlarına karşı barış hareketlerinin protestoları toplumsal direnişin ifadesi olmakta; bu direniş ve arayışlar her geçen gün büyümekte ve derinleşmektedir.
Sistemin sebep olduğu toplumsal sorunlar ve kendi aralarında yaşadıkları çatışmalara bir de kendilerini krizden kurtarmak ve devamlılığını sağlamlaştırmak için sebep oldukları doğa tahribatı eklemlenmektedir. Tahrip edilerek bozulan doğa dengesi sonucu yaşanan yaygın orman yangınları, kasırgalar, sel felaketleri kuraklık, buzulların erimesi, okyanuslarda bazı adaların batması, aşırı sıcak ve kuraklığın insan sağlığına olumsuz etkileri, göllerin kuruması, gıda kaynaklarının sınırlı hale gelmesi, enerji kaynaklarının daralması gibi eko kırım politikalarına ve 1,5°C’lik bir sıcaklık artışı ile dünyanın geleceği büyük bir risk altındadır. Enflasyon, hayat pahalılığı, ticaret ve egemenlik savaşları, sosyal huzursuzluk, jeopolitik çatışma ve nükleer savaş olasılığı gibi risklerin artışı gibi faktörler geleceği daha bilinmez ve tehlikeli hale getirmektedir. Bütün bu olumsuzluklarla birlikte aşırı ve sürdürülemez borç seviyeleri, yatırımın azalması, askeri teknolojilerin hızlı ve sınırsız gelişimi toplumlara baskı, sömürü ve teslim alma olarak dönmektedir. Sorunlara baktığımızda aslında sistem krizinin artık yapısal olduğu, toplum tarafından kabul görmediği ve çöküş aşamasında olduğunu göstermektedir.
Bu gerçek göz önünde bulundurulduğunda özellikle son 10 yılda dünyanın her yerinde -kapitalist modernitenin sadece çevreleri değil merkezlerinde de- halkların giderek daha fazla protesto etmesi, itiraz geliştirmesi, ayaklanması artık kaçınılmaz olmuştur. Bireysel düzlemde insanların, kolektif düzlemde kitlelerin kapitalist modernite sistemi ile çelişkileri derinleşmektedir. Bugün ekolojik kriz, uluslararası mülteci hareketleri, sağlık politikaları ve dünyadaki sayısız savaş hakkında yoğun tartışmalar yapılıyor.
ABD’de siyahlara karşı yapısallaşmış devlet şiddeti ve beyaz üstünlüğünün yol açtığı infazlara karşı Black Lives Matter (Siyah Hayatlar Önemlidir) hareketi kuruldu. Hareket, George Floyd isimli bir siyahın beyaz bir polis tarafından boğularak öldürülmesi ardından yeni bir ivme kazandı. 2015’te kadın kırımına karşı Arjantin’de start alan Ni Una Menos (Bir Kadın Daha Eksilmeyeceğiz) hareketi Latin Amerika kıtasının dışına da yayılıp ‘Macho kültürünün’ güçlü olduğu İtalya ve Portekiz’de örgütlü bir mücadeleye yol açtı. 2017’nin başında Donald Trump gibi bir kadın düşmanının ABD Başkanı seçilmesine karşı kadınlar, ülke tarihinin en büyük protesto eylemini gerçekleştirdi. Aynı yıl ABD’de cinsel taciz ve tecavüz kültürüne karşı MeToo hareketi start aldı. 2018 yılının sonunda Fransa’da, yükselen yaşam maliyetine karşı Sarı Yelekliler hareketi doğdu. Tekelci kapitalist açgözlülük, emperyalist rekabet ve saldırı savaşları dünya halklarını ve gezegeni eşi benzeri görülmemiş bir varoluşsal krizin eşiğine getirmiştir. Bu bağlamda ABD, özellikle G7’ler Grubu’ndaki (G7) emperyalist müttefikleri ve ajanlarıyla birlikte, rakip güçlere ve dünya halklarına karşı durmaksızın çeşitli biçimlerde saldırganlık savaşları yürütmektedir.
Halen günümüzde enerji, akaryakıt, yem ve gıda fiyatlarındaki artış yüzde 500’den fazla artan fiyatlar sonrası milyonlarca Avrupalı açlık ve ağır geçim sıkıntısıyla karşı karşıyadır. Traktör, kamyon ve motosikletlerle konvoy yapan Alman protestocular, “Tolerans sınırı aşıldı, yeter artık” demektedirler.
Enerji fiyatlarındaki artışın etkisiyle yüzde 10,9’ye ulaşarak yükselen enflasyon karşısında Fransa’da insanlar enflasyona uyumlu maaş artışları talep etmek için sokaklara dökülürken, İngiliz demiryolu personeli ve Alman pilotlar, fiyatlar yükselirken daha iyi ücret için grev yapmaktadırlar. Sadece 1 Mayıs 2023 günü protesto eylemlerine on milyonlarca insan sokaklara çıkarak hak ve özgürlük talebinde bulundu. Fransa’da emeklilik yaşının 62’den 64’e çıkarılmasını öngören yasa tasarısını protesto eden sendikaların çağrısıyla bugün ülke genelinde yüz binlerce kişi greve gidiyor. Öğretmenlerin yanı sıra endüstri, demiryolu, gaz ve elektrik işçilerinin greve katılması nedeniyle ulaşım, kamu hizmetleri ve enerji üretiminde büyük aksamalar yaşanıyor. İspanya’da itfaiyecilerin, Yunanistan’da emeklilerin, Fransa’da işçilerin ve İtalya’da enerji faturalarına karşı çeşitli toplumsal kesimlerin eylemleri halen devam etmektedir. Almanya’da 27 Mart’ta son 30 yılın en büyük grevi yaşandı. İngiltere’de, Şubat-Mart aylarında çok yaygın işçi eylemleri yaşandı. Bunun dışında dünyanın birçok yerinde, somut bir adla tanınmasalar da toplumlar devlet iktidarına karşı başkaldırıp antidemokratik rejimleri zorlayan direnişler geliştirdiler. Toplumsal hareketler Belçika çiftçilerinin direnişi önemli bir yer tutmaktadır. Almanya başta olmak üzere birçok ülkede çevre hareketlerinin geliştirdiği direnişler bu dönemde oldukça etkili olmuş ve sistem krizini daha görünür bir duruma getirmiştir.
Temsili demokrasiye olan güvensizliğin yarattığı sorunlar
Merkezi hegemonik iktidarların özellikle 3. Dünya Savaşı’nın yaygınlaştığı süreç boyunca kendini yenileyemediği, dahası böyle bir yenileme gücünden yoksun olduğu biliniyor.
Avrupa’da yaşanan toplumsal eylemler ve yaygınlaşan grevler kapitalist modernitenin yapısal krizinin toplumsal yapılardaki ve sokaklardaki yansıması olarak açığa çıkmaktadır.
Bu anlamda ABD ve AB’de bazen üst üste bazen belli aralıklarla devam eden toplumsal ayaklanış aslında bir birikimin sürekliliğine işaret eden halkalardır. Yapısal kriz yaşayan kapitalist modernitenin krizini salt ekonomik sebeplerle açıklamanın yetersiz olduğu artık herkes tarafından kabul görmektedir. Modernitenin çok övündüğü liberalizmle yarattığı “istediğini seçme ve yapma özgürlüğüne sahipsin’’ algısı çökmektedir. İnsanlar artık kendileri hakkında toplanan dijital veriler sonucu neyi seçmeri gerektiği ve ne yapacakları konusunda günlük olarak yönlendirilmektedirler. Kararlar artık bu “özgür insanlar’’ tarafından değil de onları çıkarları için yönlendiren ulus aşırı sistem ve şirketler tarafından alınmaktadır. En son gelişen teknolojik gelişmelerin azami kar mantığı ile kullanıldığı gerçeğine baktığımızda aslında sistem insanlığı “gereksiz ve işe yaramaz’’ olarak sınıflandırmaya doğru hızlı adımlarla yürümektedir. Yine tek tip insan yaratma projesi kapsamında “sosyal mühendislik’’ tüm hızıyla devreye girmiş durumdadır. Bu durumu kabul etmeyen toplumlar, dışardan bakıldığında daha fazla maaş ve refah için eylem yaptıkları varsayılsa da özünde varlıklarının sorgulanmasına ve hiçleştirilmelerine tepki göstermektedirler.
Yine Batı’nın çok övündüğü demokrasi ve bürokrasisine de toplumların güveni kalmamıştır. Salt son yıllarda “temsili demokrasinin’’ esası olan seçimlere halkların minimum düzeyde, bazı ülkelerde yüzde 18 bazılarında ise yüzde 25 civarında katılması temsili demokrasiye olan güvensizliğin açık kanıtıdır Toplumların sisteme, oy ve sandık demokrasisine ve onun temsilcilerine güveni ve umudu kalmamıştır. Milyonların demokratik hak olarak gördükleri protesto eylemlerinin sistem temsilcileri tarafından “sokaklara çıkarak demokrasiyi esir alan kitleler’’ olarak aşırı polis şiddeti ile saldırıya uğramaları da kitlelerin bu batı tarzı demokrasi sistemine güvenini yok etmektedir. Demokrasisine çok güvenen İsveç’in en son Türk faşizmi karşısında girdiği tutum bile “İskandinav sosyal demokrasisini’’ ne tür bir aldatmaca olduğunu ortaya koymuştur. Hemen hemen tüm AB devletleri sözde ‘‘sosyal-devlet’’ yerini her geçen gün daha fazla militarist devlete bırakmaktadır. Sadece Ukrayna-Rusya savaşı ile silah endüstrisine yatırdıkları milyarlarca dolar bile bunun küçük bir göstergesidir.
Krize geleneksel sol ve sistem dışı hareketlerin yaklaşımı
Yukarıda ayrıntılarıyla değindiğimiz ekonomik krizlerin toplum üzerinde yarattığı tahribatlara, çok değil birkaç yıl sonra daha büyük bir ekonomik kriz beklentisinin herkesçe dillendirildiği gerçeğine baktığımızda, bu durum doğal olarak toplumların değişim taleplerinin büyümesini de beraberinde getirecektir. Bu değişimin nasıl olması gerektiği ya da hangi yönde olacağı konusunda çok tartışmalar yapılmaktadır. Klasik Avrupa solu bu konuda ciddi bir perspektif sunmamıştır. Reformist karakteri, politik anlayışı ve toplumsallıktan uzak olmasından dolayı bunu yapması mümkün görünmemektedir. Sol, öncü düzeyde sistem krizlerinin tespiti ve tanımı konusunda çözüm ve alternatif geliştirme hususunda ciddi bir tıkanma ve tekrarı aşamamakta, adeta bilinen sol klasik geleneği yinelemektedir. Örneğin Yunanistan ve Fransa’da parlementer sol partiler demokratik krizden veya bir rejim krizinden bahsetmelerine rağmen krize yüzeysel bir perspektifi ile yaklaşılmakta, sadece reform arayışını önceledikleri için bir değişikliği yaratamamaktadırlar. Aslında sistemin devamına ve kendisini meşru kılmasına hizmet etmekteler. Sistem dışı güçlerin önemli önermeleri ve projeleri olmasına rağmen bunların da yeteri düzeyde örgütlü olmaması, beklenen değişikliği veya toplumun beklentilerine cevap olabilecek ortak örgütlemeleri yaratamamaktadır. Hem sistem dışı hem de sistem içi sol grup ve partilerde sıkça görülen, toplumun yaşadığı sosyal normlara gösterdikleri direnç ve farklı yaşam tarzı seçimleri bunları hem elitleştirmekte hem de tersinden kişisel bazda ayrıcalıklı görmelerine yol açmaktadır.
Burada krizin aşılmasında en belirgin rol başta bunun öncülüğünü yapacak direnişçi bireyin rol ve misyonu açığa çıkmalı ve bu öncü ile birlikte örgüt eylem ve sistem boyutu netleşip pratikleşmelidir.
Süreklilik çoğalan toplumsal ayaklanış bir değişim istediğini gösterir. Eğer sol bu değişime bir perspektif ve alternatif sunmazsa kitleler İtalya’da olduğu gibi seçimde faşist bir başbakan, İsveç’te faşistlerin ülkede ikinci parti haline gelmesinde, İspanya’da Francocu faşist Vox’un yükselişindeki örnekleride görüldüğü gibi, faşistlere oy vermeye de kayabilirler. Nitekim arayış ve değişim isteyen kitleler kendisine en hızlı hitap eden ve destekleyene kayarlar.
Derinleşen çelişki hem alternatif arayışını hem de itirazı beraberinde getiriyor. İtiraz protestoya götürüyor. Protesto mücadele yolunu gösteriyor. Eksiklik, protestonun örgütlülüğe kavuşturulmasında yatıyor. Çözüm arama ve çözümü uygulamada son derece zayıflıklar yaşanmaktadır.
Toplumsal hareketlerde olası tartışma ve arayışlar
Vahşi kapitalist sömürgecilik, hırsızlık, talan ve katliamların ürünü olan ve kapitalist modernite sözcüleri Doğu Blokunun yıkılmasından hemen sonra “Tarihin Sonu (Liberalizmin hakimiyeti)’’ tezleri ile kapitalizmin tekliğini ve liberalizmin zaferini ilan etti. Bunların başında gelen Francis Fukuyama bile yazdığı kitaplarda ve makalelerinde liberalizmin tehlikede olduğunu ve ABD’nin krizleri çözme kapasitesinde olmadığını söyleyerek Sosyalizme dönüşün gerekli olduğunu dillendirmeye başladı. Oysa modernite düşünürleri artık ‘Tek Kutuplu Dünya Sisteminin’ bittiğini söylemekteler. Bitişin veya hakikatinin tükenmişliği rakip dış modeller ya da içkin maddi çelişkilerden değil liberalizmin kendi içindeki ekonomik ve sosyal çürümelerden kaynaklandığını özenle vurgulamak gerek.
Küresel kapitalizminin ve ulus-devletin toplumsal sorunlara cevap olamaması, toplumda her geçen gün derinleşen hoşnutsuzluk yeni bir sürece girdiğimizi göstermektedir. Tüketim toplumu yaratma projesinin giderek manevi, ahlaki ve edebi boşluk ve zafiyete neden olmasını aslında modernitenin hakikatini yitirmesi olarak okumak lazım. İdeolojik ve hakikat çıkmazı yaşayan sistem, toplumları salt teknik ve teknolojik gelişmelerin ürünü olan ‘yapay zeka’ kitlelere karşı kullanarak insanları kontrolüne alacağını tasarlasa da bunun toplumlar tarafından kabul görmeyeceğini kısa sürede anlayacaktır.
Önümüzdeki yılların odak noktası, muhtemelen, yeni neoliberal politikalar dalgasına ve sağcı hükümetlere karşı ayaklanmalar, radikal ekolojik hareketin (kitle hareketinden ziyade) güçlendirilmesi, Kadın Kurtuluş İdeolojisiyle kadın devrimlerinin yaygınlaşması, birçok merkezde halkların ortak platformlarda bir araya gelerek özerk yapılar (Rojava ve Zapatista’da olduğu gibi) oluşturma arayışları ve toplumsal hareketlerin yürüttüğü kısmi mücadelelerden oluşan bir siyasi döngünün ardından klasik bir örgütsel çerçevenin yeniden inşa edilmesi olacaktır.
Covid krizinin ardından Avrupa’yı Ukrayna savaşına sürükleyen ekonomik istikrarsızlık ve hükümetlerin neoliberal politikaları, artan enflasyon ve hak yoksunluğu karşısında yaşam standardını (yani ekonomik ve sosyal anlamda yaşama kapasitesini) düşürüyor. Bunlar, parlamenter sisteme, siyasi temsilcilerine ve yine halkın ihtiyaçlarından uzaklaşan politikalarına güvensizliğe yol açan nedenlerden bazılarıdır. Dayatılan neoliberal politikalara ve yeni sağcı hükümetlere karşı ayaklanmalar farklı ülkelerde artacaktır. Temsili demokrasinin meşruiyetine karşı, doğrudan karar alma kapasitesi talep eden, demokrasiyi yeniden düşünen bir mücadelenin yükseldiğini görebiliriz.
Çevresel kriz ve kaynak yetersizliği göz önüne alındığında, şimdiye kadar kitlesel bir hareket olarak belirleyici bir aktör olamayan ekolojist hareket radikalleşecek ve daha yerel olarak örgütlenecektir. Mücadele somut projelere ve toprak savunmasına odaklanıyor. İş istikrarsızlığı ve yaşam standardı kaybının yanı sıra gelecek perspektiflerinin eksikliği de kilit bir faktör olarak görüldüğü için özellikle gençler bundan etkileniyor.
Birkaç yıl sonra ve hareketin büyümesiyle birlikte feminist mücadele diğer hareketlerin içinde hareket edecek, taleplerini ortaya koyarak gücünü koruyacak, böylece kitlesel hareketlerin ve örgütlenmelerin içinde onların katılımı ve liderliğiyle öncü olacaktır. Bu konuda Kürt Kadın Kurtuluş İdeolojisi’nin hem örgütsel hem pratik hem de Jineoloji ile düşünsel bazda öncü rol alacağı en son Önderliğimizin Jin, Jiyan, Azadî sloganının başta Doğu Kurdistan ve İran olmak üzere tüm dünyada Kadın Devrimi sloganı haline gelmesi umutları artırmaktadır.
Temel ihtiyaçların karşılanması ve hükümetler tarafından alınan yeni önlemlere karşı sürekli mücadele ile insana yakışır yaşam koşullarını sürdürme mücadelesi, kısmi ama koordineli mücadeleler şeklinde güç kazanacaktır. Önderliğimizin Dünya Demokratik Halklar Konfederalizmi (DDHK) perspektifi ile küresel bir platform önermesi bu tür bir ihtiyacı karşılayacak durumdadır. Bu arada bölgelerde, radikal soldaki militan çalışma ve tartışma, bu kısmi (odaklanmış) mücadeleleri birleştiren ve antikapitalist mücadelenin bütünlüğüne bakan güçlerin birikimi çerçevesinden geçiyor. Ezilen halklar anlamında proletaryanın likit formlarına dair yeni bir anlayış var ve bu formlar işçi sınıfı analizine dahil ediliyor.
Teknoloji konusunda, ideolojik yayılmada sosyal ağlar ve YouTube (ve diğer platformlar) gibi kanalların yanı sıra kontrol toplumundaki ilerleme, önümüzdeki zamanlarda yüzleşilmesi gereken kilit noktalardır. Zihniyetin daha incelikli bir şekilde şekillenmesine, insanların daha fazla bireyselleşmesine ve kadın düşmanlığı ile sağcı ideolojinin yayılmasına olanak sağlamaktadır.
Sol ve sosyal demokratlar aşırı sağın nabzını parlamentolarda fazla şansları olmadan tutmaya çalışıyorlar. Neoliberal politikalar daha da çözülecek, halkın hükümetten uzaklığı artacak ve sektörel mücadeleler yükselerek kriz karşıtı bir cephede birleşecek ancak bunlar 2010’dakinden daha dağınık durumdadır. Ekolojik kriz ve ekonomik (dolayısıyla sosyal) krizle ilgili talepler, gelecek perspektiflerinin eksikliğine ve hükümetlerin bu konuda önlem alma konusundaki hareketsizliğine bağlı kalacaktır.
Sistem karşıtı demokrasi ve özgürlük mücadelelerinin örgütlü bir forma kavuşup kendi aralarında, demokratik konfederalizm temelinde çoklu bağlar oluşturması önemlidir. Zira çoklu kriz ve kaos durumuna ancak çoklu demokratik ittifaklarla etkili bir yanıt verilebilir. Burada önemli olan yerel ile küresel, tikel ile evrensel, özgün ile ortak arasında optimal dengenin yakalanmasıdır. Çağımız küresel çapta iletişim, organizasyon, koordinasyon, alışveriş, ortaklaşma için gerekli teknik imkanları sunmakla birlikte mücadelenin yürütüleceği esas zemin yerel olmak durumundadır. Bunu ‘yerellerin evrenselliği üzerinden küresel ortaklaşmanın sağlanması’ olarak ifade edebiliriz.