Sabri Ok
Tarihsel, toplumsal karşılığı olmayan hiçbir örgüt yoktur. Her örgütün mutlaka hitap ettiği bir ekonomik, toplumsal ve siyaset alanı vardır. Adı ve kimliği ne olursa olsun örgütler belli bir ekonomik, toplumsal ve siyasi zemine dayanarak ortaya çıkarlar ve buna göre de faaliyetlerini sürdürürler. Tüm zamanların en sapkın ve en gaddar örgütü olan faşist DAİŞ çete örgütünü de bu temelde değerlendirmek gerekir.
Önemli olan şudur; DAİŞ hangi coğrafyadan, mekandan ve toplumsal zeminden nasıl bir zamanda ve hangi boşluklardan faydalanarak toplumlara ve bireylere seslenerek ortaya çıkmıştır. Bilmek gerekir ki DAİŞ her şeyden önce bir Ortadoğu örgütüdür; ama aynı zamanda bir uluslararası örgüttür de. Yani DAİŞ’in uluslararası bir özelliği vardır. Dünyanın birçok ülkesinde yüzlerce ve binlerce kişi DAİŞ’e katılmıştır. Fakat DAİŞ belirgin olan rengi ve kimliğiyle bir Arap örgütüdür. Dünyanın farklı ülkelerinde, farklı toplumlara ait Müslümanların DAİŞ’e katılmış olmaları onun özünde bir Arap örgütü olduğu gerçeğini değiştirmez. DAİŞ’ten önce Müslüman Kardeşler ve El Kaide’nin de Ortadoğu’ya ait Arap toplumuna dayanan örgütler olarak ortaya çıktığı bilinmektedir. Kuşkusuz bu durum bir rastlantı ve tesadüfi bir gelişme olarak değerlendirilemez. Tam da bu noktada en azından bazı yanlarıyla da olsa Ortadoğu’yu ve buna bağlı olarak Arap toplumunu anlamakta yarar vardır.
İslam dünyası kendi Rönesans ve reformundan mahrum kalmıştır
Merkezi Ortadoğu olan İslamiyet’i Arap toplumu yaratmış ve geliştirmiştir. Halid Bin Welid’in İslam adına Filistin’i Bizanslardan alması Araplar için ayrı bir onur ve gurur payesi olmuştur. İslamiyet ve Arap toplumu bir dönem insanlığın geleceğini belirleyecek kadar etkili bir rol oynamıştır. Bu anlamda Arapların kendilerine olan öz güvenlerinin bir tarihsel geçmişi ve toplumsal dayanağı vardır. Fakat İslamiyet’in gelişme ve genişleme süreci kısa bir süre sonra çıkış özelliklerini kaybetmiştir. İslam devletinin kuruluşunun üzerinden 30 yıl geçmeden Ehlibeyt ile Emevi hanedanı arasında bir mücadele baş göstermiştir. Bu mücadele İslamiyet’in hem gelişmesine hem de geleceğine olumsuz etkide bulunmuştur. Kısa sürede İslamiyet devletçi iktidarcı Emevi hanedanının etkisi içine girmiştir. İbni Rüşt’ün Aristo’nun felsefesini en iyi özümseyen ve geliştiren düzeyde bilim ve felsefeye verdiği önem daha sonraki Arap yönetimleri tarafından önü kesilmiştir. İbni Rüşt gibi filozoflar çıkaran İslam dünyasının daha sonra İmam Gazali gibi muhafazakar, dogmatik, şematik düşünce sahipleri tarafından gelişmesi durdurulmuş, böylece İslam dünyası kendi Rönesans ve reformundan mahrum kalmıştır. İslam ve Ortadoğu dünyası böyle bir gerileme durumuna girerken, aynı dönemde Avrupa Rönesans ve reformlarıyla Ortadoğu’nun tüm olumlu değerlerini kendisine mal ederek felsefede, düşüncede, sanatta, sosyal ve siyasal bilimde bir sıçrama yapmıştır. Bu süreç İslam dünyası açısından Osmanlı İmparatorluğunun hakimiyet sürecine denk gelmiştir. Halifelik üzerinden varlığını sürdüren Osmanlı İmparatorluğu Ortadoğu’yu ve Arap toplumunu yüzlerce yıl egemenliği altında tutacak biçimde bir hakimiyet kurmuştur. Arapların bu dönemde de etkinliklerini yitirmesi Arap toplumu üzerinde olumsuz etkilerde bulunmuştur. 16. yüzyıla gelindiğinde İslamiyet’i temsil ettiğini söyleyen Osmanlı İmparatorluğu Avrupa karşısında zayıf düşme sürecine girmiştir.
Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşından çok önceleri Süveyş’ten Hindistan’a kadar Körfez kıyısındaki Arap Şeyhlikleri İngilizlerin eline geçmiştir. Yüzyıl önce Ortadoğu-Arap devletlerinin haritasını bir İngiliz memur cetvelle çizmiştir. Araplarda önce hanedanlıklar, manda rejimleri sonra ise toplamda 22 devlet ortaya çıkmıştır. 20. yüzyılda milliyetçilik ve sosyalizm yükselen değerler haline gelmesi siyasal ve toplumsal yaşamını din temelinde şekillendiren Arapları da etkilemiştir. Ortadoğu toplumsal geleneği ve dinsel değerleri dikkate almayan bu ideolojik eğilimler ve buna dayalı siyasal yapılanmalar Ortadoğu ve halklarını bir kadavra gibi parçalayıp üzerinde her türlü oyun oynamışlardır. Böl, parçala, yönet stratejisi sadece Kürtler üzerinde değil Arap toplumuna da dayatılmıştır. Aynı ulustan sınırları cetvelle çizilen 22 devletin olmasının başka da bir anlamı ve izahı yoktur. Rêber Apo “Ortadoğu ulus devletleri ulusların bizzat kendisi tarafından değil hegemonik sistem tarafından kuruldukları için hepsi birbirleriyle çatışmalıdır” demektedir. Bunu 22 Arap devletinin birbirleriyle olan ilişki ve çelişkilerinde görmek rahatlıkla mümkündür.
Ortadoğu kapitalist modernitenin gübreliği haline getirilmiştir
Toplumsallığın, geleneğin en güçlü olduğu Ortadoğu kapitalist modernite kıskacında değerlerine ters düşürülüp özünden koparılıp nefes alamaz hale getirilmiştir. Bunun yanında ortaya çıkan manda rejimleri ve işbirlikçi ajan devletler sahiplerine ne kadar sadık olduklarını kanıtlamak için ihanet ve işbirlikçiliklerinden sınır tanımamışlardır. Bu işbirlikçiler üzerinden toplum iradesiz bırakılmıştır. Bir zamanlar dünyayı sarsan bir gelişme olarak ortaya çıkan İslamiyet’in dayandığı ve bu temelde büyük bir özgüvene kavuşan Arap toplumu artık tam bir onur ve gurur kıyımına uğradığına inanmıştır. Üzerinde yabancı tahakkümün yüzlerce yıl sürdüğü ve kapitalist modernitenin girişiyle Araplar sürekli ötelenmiş ve Rêber Apo’nun belirttiği gibi Ortadoğu kapitalist modernitenin gübreliği haline getirilmiştir. Haçlı seferlerinden günümüze dek süren üstenci, oryantalist politikaların aralıksız sürdüğü Ortadoğu ve Arap dünyasında çok büyük tahribatlar yaşanmıştır. Buna rağmen Ortadoğu bir manevi uygarlık dünyası olarak hiçbir zaman teslim olmamış, maddi uygarlık dünyasıyla sürekli bir hesaplaşma ve direniş içinde olmuştur.
20. yüzyılın başında Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesinde İngiltere ve Fransa belirleyici ve başat aktörler olarak rol oynamışlardır. Almanya ise İngiltere ve Fransa’ya göre geç bir emperyalist olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Almanya emperyalist güç konumuna geldiği dönemde dünyanın büyük bölümü İngiltere ve Fransa tarafından paylaşılmış durumdaydı. Bu açıdan Almanya, İngiltere ve Fransa karşısında kendisini güç yapmak için askeri işgal, ilhak ve sömürge elde etmekten çok yerel özelliklere ve inançlara dayanarak kendini etkili kılmak istemiştir. Bu açıdan özellikle tam sömürge olmayan Osmanlı üzerinde etkili olarak kendisine sömürü ve siyasi etki alanı yaratmaya çalışmıştır. Bu açıdan da buralarda İslami kesimlerle ilişki kurma üzerinden etkili olma politikası izlemiştir. Osmanlı’daki Pan-İslamizm eğilimini de destekleyen Almanya olduğu gibi bu eğilim sahipleri de Almanya’ya dayanmışlardır. Almanya kısa sürede güçlenen genç bir emperyalist güç olarak etkisini böyle yaymaya çalışmaktadır. Bu yönüyle İslami akımların önemli bir kesimi kendilerini Almanya’ya dayandırma eğilimi içinde olmuşlardır. Türkiye’de ortaya çıkan İslami siyasi güçlerin Almanya’yı önemsemeleri, hatta Almanya’da bu yönlü örgütlenme içine girmeleri de bu tarihsel ilişki ve gerçekliğin bir sonucudur. Kuşkusuz İngiltere de Ortadoğu’nun en eski hegemon gücü olarak yerel otoriteleri her zaman önemsemiş, onlar da zaman zaman bazı İslami tarikatları ve etkin çevreleri politik araç olarak kullanmışlardır. Bugün Ortadoğu’da İslami tarikatlar ve oluşumlar hala önemli bir politik araç olarak kullanılmaktadır.
Ortadoğu’ya ve Arap toplumuna ikinci büyük müdahale Körfez savaşıyla başlamıştır. İki kutuplu dünya yıllarında her ne kadar Mısır’da Cemal Abdülnasır Sovyetlerin desteğinde milli güçlere dayanarak kendini Arapların önderi yapmak istemiş ve Arap devletlerini birleştirme çabası içine girmişse de başarılı olamamıştır. Mısır ve Suriye’nin birleşmesi kısa süreli bir proje olarak kalmıştır. Arap ülkelerinin önemli bir bölümü Arap milliyetçiliği temelinde Sovyetlere dayanarak daha bağımsız ve milli bir politika izlemek istemiş olsalar da Reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte bu zemini kaybetmişlerdir. Saddam Hüseyin soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte Ortadoğu’da ortaya çıkan siyasal boşluğu Arap milliyetçiliğine seslenerek doldurmak istemişse de o güne kadar İran İslam Devrimi karşısında kendisini destekleyen ABD ve batının müdahalesiyle ilk önce zayıflatılmış, sonradan da tasfiye edilmiştir.
Kapitalist modernite ortadoğu’yu krizler yumağı haline getirmiştir
Ortaya çıkan şudur ki bütün bu dış müdahaleler, işgal, saldırı ve talan hareketleri Arap toplumsallığı ve değerlerini küçümseme ve dağıtma biçiminde gelişmiştir. İşbirlikçi Araplar hegemon güçlere dayansalar da Arap halkları ağırlıklı olarak bu ilişkiden ve işbirlikçilikten rahatsız olmuşlardır. Özellikle Arap toplumunu hor gören, üstenci, baskı ve zorbalık uygulamaları Arap toplumunda büyük bir tepki yaratmıştır. Kendilerini onurları kırılmış bir toplum olarak görmüşlerdir. İslamiyet’i yaratan ve uzun yıllar Ortadoğu’da hakim olan Araplarda tarihsel olarak üstün kavmiyetçi eğilim oluşmuştur. Bu eğilim kapitalist modernitenin milliyetçi eğilim ile çarpıklaşsa da varlığını sürdürmüştür. İşte böyle bir toplumsal gerçeklik içinde kapitalist modernist güçlerin hegemonyasına karşı ister gizli ister açıktan olsun büyük bir kin, öfke ve intikam duyguları gelişmiştir. ABD ve müttefiklerinin Irak cezaevinde insanların onurunu kıran uygulamaları son derece bilinçli bir politika olarak ısrarla uygulanmıştır. Onur kırıcı uygulamalarla topluma verilmek istenen mesaj “sizi halden hale koyacak kadar güçlüyüz, size her şeyi yaşatacak kadar gücümüz vardır. İstersek başınıza her türlü belayı getirebiliriz” olmuştur. Araplar bu mesajı derinden onurlarına dokunacak düzeyde hissetmişlerdir. Sonuç; öfke, kin ve intikam duygularının her an biraz daha bilenmesi olmuştur. Zira kapitalist modernite Arap toplumunu küçümsemiş ve değerleriyle o kadar oynamıştır ki ne din-inanç ne de kimlik-milliyetçilik bir şey bırakmamıştır. İşbirlikçi, hain ve ajan rejimlerin tutumunu bir tarafa bırakalım, kendini ezik gören Arap toplumu gerçekten hegemon güçlere büyük bir öfkeyle dolmuştur. Bu da Arap toplumunda kendilerini bu durumdan çıkaracak bir arayış ortaya çıkarmıştır. Önderlik DAİŞ’i kapitalizmin gübreliğinde ortaya çıkmış hareket olarak ifade ederken bunun diğer önemli bir boyutu da kapitalizmin işbirlikçi güçler üzerinden dayattığı kapitalist ekonomik anlayış, maddiyatçı kültür, toplumculuğun dağıtılmasına dayanan bireycilik Ortadoğu toplumlarının kimyasını bozduğundan söz eder. Ortadoğu temel dinlerin ortaya çıktığı coğrafyadır. Tarihsel olarak toplumculuğu yaşayan Ortadoğu bu dinler ve kavramlarıyla toplumculuk genel bir kültür haline gelmiştir. Tarih boyu da kültürüyle, sanatıyla ve dinsel formlarla Ortadoğu manevi uygarlığın coğrafyası olmuştur. Manevi uygarlığın ve toplumculuğun coğrafyası olan Ortadoğu’da ve Araplarda kapitalist modernite gerçek anlamda bir toplumsal yıkım yaratmıştır. Bu aynı zamanda değerler yıkımı olmuştur. Buna bir de kapitalist modernitenin yarattığı çarpık kişilikler ve onun yarattığı yapılar eklenince Rêber Apo’nun vurguladığı gübrelik durumu ortaya çıkmıştır. Böyle bir toplumsal yaşam ve tepki yaratan siyasal iktidarlar ve arkasındaki kapitalist modernist hegemonyacılık Ortadoğu’yu krizler yumağı haline getirmiştir. Böyle bir gerçeklik içinde toplumun psikolojisi bozulmuş ve bundan kurtulmak için bir kurtarıcı bekler hale gelmiştir.
Arap Baharı ve DAİŞ’in ortaya çıkışı
Toplumun var olan psikolojisine, biriktirdiği kin, öfke ve intikam duygularına kim ya da kimler, nasıl bir paradigma ve nasıl bir öncülükle cevap olacaklar, bu önemlidir. Aslında Arap Baharı denen halk hareketleri de belirttiğimiz gereçeklik içinde ortaya çıkan ama öncüden yoksun olan bir arayışı ifade ediyordu. Yurtsever, devrimci, sosyalist bir hareket Arap toplumunun bu beklentilerine karşılık verebilecek durumda olsaydı gelişmelerin çok farklı bir mecrada ve minvalde olacağı kesindi. Ama olmadı. Arap Baharını bir taraftan dış güçler, bir taraftan geleneksel ama toplumun ihtiyacına cevap olmayacak dinci kesimler kendi çıkarlarına kullanmak istediler. Ancak bunlar halkların ihtiyacına cevap olamadılar. İşte bu süreçte 2. Körfez Savaşından sonra Irak’ta ABD’ye karşı direnen El Kaideciler Irak’taki eski Baasçılar ve cezaevinde işkence görüp aşağılanan kesimler yeni bir ideolojik ve siyasi yaklaşımla bu durumu değerlendirmek için hamle yapmışlardır. Zaten Arap toplumlarının psikolojisi de hegemon güçlere ve işbirlikçilerine karşı çıkacak kim olursa olsun peşine takıp sürüklenecek bir durumdadır. Milliyetçi ve dini duygular toplum içinde patlayacak düzeyde güçlenmiştir. Böyle bir toplum suistimal edilmeye ve yönlendirmeye son derece hazır hale gelmiş bir toplumdur. İşte bu süreci en iyi değerlendiren dinci grupları ve eski Baasçıları da yanına alarak siyasi ve askeri hamle yapan sapkın faşist DAİŞ çetesi olmuştur.
1.Dünya Savaşı sonrası Almanya’nın yenilgisini ifade eden Versailles Antlaşması imzalanmıştı. Buna ‘Barışa Son Veren Barış Antlaşması’ da denmektedir. Bu antlaşmada Almanya toplumu aşağılanmıştır, ötelenmiştir. Alman toplumu bu nedenle Versailles Antlaşmasına tepki duymuştur. Hitler’in Alman toplumunun bu psikolojisini ve tepkisini ırkçı ve faşist emelleri için oldukça kötü biçimde kullandığı bilinmektedir. Hitler Almanların kırılmış onurlarına ve gururlarına seslenerek, Alman onur ve gururundan söz ederek etrafında tam bir faşist örgütlenme ve askeri aygıt yaratmıştır. Almanların bu duygularına dayanarak tarihin en acımasız siyasi ve askeri güçlerden biri haline gelmiştir. Öyle ki, kısa sürede Avrupa’nın büyük bölümünü işgal etmiştir. Bu gerçeklik onurları kırılan toplumların saptırılmış ideoloji ve düşüncelerin peşine nasıl takıldığının kanıtı olmaktadır. Yine Türkiye’de Kemalizm’in dine kaba ve baskıcı yaklaşması, aynı şekilde İran’da Şah’ın benzer politik yönelim göstermesi bugün hem Türkiye’de hem de İran’da dinciliğin halen güçlü olmasının başlıca nedeni olarak görülmektedir. Hatta BAAS gibi Arap milliyetçiliklerin bile Arap toplumunda bir dönem sonra gereken karşılığı bulmaması dinin ne düzeyde etkili bir ideolojik güç olduğunu ortaya koymaktadır. Arap toplumunda binlerce yıla dayanan inanç değerleri her zaman, her türlü hassasiyet ve değerlerin üzerinde olmuştur. Reel sosyalizmin “artık sosyalizmden komünizme geçmek üzereyiz” dediği bir süreçte bile inançlar özünde varlığını hep korumuş ve canlı tutmuştur. Dine yüzeysel ve basit yaklaşımın en bariz sonuçlarından biri de Sovyetler’de görülmüştür. Rêber Apo ise bu yanlışlığa düşmediği gibi, reel sosyalizmin dine yanlış yaklaşımını çok çarpıcı biçimde ortaya koymuştur. Rêber Apo’nun sosyalizmdeki toplumsallığı dinlerin özünde var olduğunu söylemesi son derece anlamlı ve değerli bir yaklaşım olmaktadır.
Dine doğru yaklaşmayan hiçbir siyaset başarılı olamaz
Dine doğru yaklaşmayan hiçbir siyaset asla başarılı olamaz. Dine yanlış yaklaşım başkaları tarafından kullanılır ve o siyasi eğilim boşa çıkarılır. Çünkü din istismara da oldukça açık bir alandır. Bu özellikle İslam toplulukları yani Ortadoğu halkları için geçerli bir durum olmaktadır. ABD ve Avrupa Ortadoğu halklarının inançlarıyla, kültürleriyle ve gelenekleriyle çok oynamıştır. Batı değerlerini üstün görüp Ortadoğu ve Doğu değerlerini ise geri ve aşağı görmüştür. Avrupa’nın bu üstenci, oryantalist ve maddiyatçı yaklaşımları Ortadoğu halklarını bu yaklaşım karşısında savunmacı kılmış, manevi dünyalarını katı biçimde korumalarına yol açmıştır. İçten içe de bu aşağılanmanın ezikliğiyle derin bir öfkeyle dolmuşlardır. Arap Baharındaki halk hareketleri en başta da bu duygularını açığa vurmuşlardır. Arap Baharının sadece mevcut işbirlikçi iktidarlara değil, hegemonik güçlere karşı isyan olduğunu göstermişlerdir.
Ortadoğu dünya dengelerinin kurulduğu yerdir. Kapitalistlerin öyle kolay vazgeçmeyeceği de açıktır. Demek ki demokratikleşmeyen, halklarının özgürleşmediği Ortadoğu kapitalist-emperyalist güçlerin sürekli müdahale alanı olmaya devam edecektir. Şu andaki mevcut zihniyetler ve siyasi eğilimler böyle bir duruma zemin sunmaktadırlar. Etnik ve inanç, milliyetçilik, bağnazlık düzeyinde erkek egemenliğine dayandığından, demokratikleşme ve kadın özgürlüğünü getirecek cins mücadelesine kapalı bir siyasal ve toplumsal sistem gerçekliği bulunmaktadır. Bu da hem dış güçlerin hem de işbirlikçilerin toplumsal ve kültürel kriz yaratan bir sorunlar yumağının ortaya çıkmasını beraberinde getirmektedir. İşte Rêber Apo’nun kapitalist modernitenin gübreliği dediği gerçeklik tam da bu olmaktadır. DAİŞ gibi sapkın hareketler dünyanın başka yerlerinde değil de Ortadoğu’da çıkmasına yol açan neden bu gerçekliklerdir. Demek ki Ortadoğu’da DAİŞ gibi hareketlerin çıkmasına temel olacak tarihsel, toplumsal, kültürel nedenler ve zemin bulunmaktadır. Uluslararası hegemonik güçler ve işbirlikçi yerel, ajan devletler toplumun genleriyle ve değerleriyle ne kadar oynadılarsa; fanatik, milliyetçi güçler ve dini referans alan DAİŞ gibi sapkın hareketler de bu durumu istismar edip o düzeyde yaşam ve hareket alanı buldular. Hem de gelenekselliğe ve toplumun hassas inanç değerlerine hitap ederek örgütlendiler. Toplumsal değerleri saptırarak kendi amaçları doğrultusunda kullandılar. Bu artık muazzam bir manevi güç demektir. Çünkü DAİŞ ve türev örgütleri tam da Arap toplumunun manevi dünyasına hitap etmekteydiler. Kapitalizmin gübreliğinde bu düzeyde etkili güçler ortaya çıkınca kuşkusuz bu tür hareketlerin başka güçler tarafından görülüp kullanılması ve değerlendirilmesi de kaçınılmaz olacaktı. Aslında bu ortam devrimci hareketler için çok güçlü bir zemin yarattığı gibi Arap gençleri başta olmak üzere toplumun da devrimci dinamikler taşıdığı gözler önüne serilmiştir. Devrimci demokratik hareketler ortaya çıkmayınca demokratik devrim için uygun bu zemini DAİŞ kullanarak Arap gençlerini etrafında toplamış ve tarihin en zalim hareketlerinden birini ortaya çıkarmıştır.
Müslüman Kardeşler hareketi de uzun yıllara dayanan bir örgüttür. Başta Katar ve Türkiye olmak üzere birçok destekleyicilerinin olduğu bilinmektedir. Türkiye Müslüman Kardeşler örgütünü Suriye’ye karşı baştan beri sürekli desteklemiştir. Aynı şekilde Katar desteklemiş, finanse etmiştir. Almanya vb uluslararası güçler de Türkiye gibi devletler üzerinden yerel dinci gruplarla ilişkilenmiş ve desteklemişlerdir. Zaten ABD’nin soğuk savaş döneminde Yeşil Kuşak denen İslami toplumsal kesimleri sosyalist güçlere karşı kullanan bir örgütlenmesi ve siyasi anlayışı vardı. ABD hala bu zemin üzerinde bazı devletler ve siyasi İslami çevreler üzerinden dinci grupları kullanmaktadır. ABD’nin halen Katar ve Türkiye üzerinden Suriye, Irak ve Afganistan’da birçok yerel dinci gruplarla ilişkide olduğu ve desteklediği bilinmektedir. Suudi Arabistan radikal Vahabi inancı üzerinden El Kaide’yi en başta destekleyen olmuştur. Tüm bu gerçeklikler Ortadoğu dinci hareketlerin çıkmasına her zaman zemin sunduğu bir coğrafya olduğunu göstermektedir.
DAİŞ ise El Kaide’nin bir varyantı olarak ortaya çıkmıştır. Ortadoğu’nun dengelerini sarsacak kadar bir etki gücüne kavuşmuştur. Böyle bir gücü çıkarları için desteklemek ve kullanmak isteyenlerin olmaması mümkün değildir. Özellikle Türk devleti bunu açıktan yapmıştır. DAİŞ başta gençleri olmak üzere Arap toplumunun kırılan onur ve gururunu, etnik ve dinsel milliyetçiliği çok iyi değerlendirerek hızla büyümüş, engel tanımaz bir kararlılıkla sahneye çıkmıştır. Adeta ikinci bir Cengizhan örneği gibi önüne kattığını sürüklemiş, öyle psikolojik bir hava yaratmıştır ki fethedemeyeceği hedef yoktur anlamında bir algı yaratmıştır. Bu durum kapitalist modernist güçler ve onun işbirlikçilerine öfke duyan Arap gençliğini fazlasıyla etkilemiştir. DAİŞ uyguladığı zulmün yarattığı etkiyle artık kapitalist moderniteye, onur ve gurur kıran tüm güçlere karşı Arap milliyetçiliği ve İslam inancının intikam kılıcı olmuştur. Kendisine biçtiği rol ve misyon budur. Bir kesim Arapların algısı da bu yönlüdür. Yarattığı hava ve vahşilik düzeyindeki heybet karşısında kimse karşısında durabilecek durumda değildir. Bundandır ki Irak’ın çok büyük bir bölümünü ve ikinci büyük şehri olan Musul’u hiçbir engel ve dirençle karşılaşmadan işgal etmiştir. Şengal’e saldırıp Êzidî toplumu üzerine tam bir soykırım saldırısı yürütmesi ardından yönünü Suriye’ye çevirmiştir. Uzun konvoylar halinde araçlar üzerinden füzelerle geçit töreni gibi dünyanın gözleri önünde Suriye’ye yönelmiştir. DAİŞ’e karşı mücadele iddiasında olan güçler buna neden tepki göstermeyip seyirci kaldılar? DAİŞ’in Suriye’yi işgal edip rejimi devirmesini mi bekliyorlardı? DAİŞ’le bir hesapları olacaksa sonraya mı ertelemişlerdi? Bu anlamda DAİŞ’i objektif olarak kullanmak mı istiyorlardı? Kuşkusuz bunlar önemli sorulardır.
DAİŞ’in temel destekleyicisi Türk devletidir
Ancak tartışmasız, açık ve net olan başka bir doğru vardı. O da şudur: Faşist Türk devleti DAİŞ’i baştan beri tüm aşamalarda istikrarlı biçimde sürekli desteklemiştir. AKP-MHP faşizmi DAİŞ’i ideolojik olarak kendine yakın görmüştür. En önemlisi de Kürt halkının varlığına ve özgürlüğüne karşı kullanmak için desteklemişlerdir. İdeolojik yakınlıklarıyla birlikte muhtemelen Musul’da TC Konsolosluğu rehin alındığında DAİŞ’le Kürtler konusunda kapsamlı müzakereler yapmışlardır. Zira DAİŞ’in şu itirafı oldukça ilginç ve dikkat çekicidir, “Türk devleti ve Erdoğan olmasaydı bizim hedefimiz Şam’dı, Kobanê hesabımızda yoktu. Yönümüzü Kürtlere ve Kobanê’ye çeviren Türk devleti ve Erdoğan olmuştur” dedi. Gerçekten de DAİŞ’in normalde hedefinin Halep ve Şam olması gerekirdi. Hedefin Kobanê olması, Kobanê’nin de Türk devleti açısından önemi dikkate alındığında gerçekliğin tamamen böyle olduğu açıktır. Türk devleti DAİŞ’in içine MİT elemanları sızdırarak daha ilk çıkışından itibaren DAİŞ’i yönlendirme etkisine sahip olmuştur. Zaten Irak El Kaidesi’yle ilişkili olduğu daha sonra netleşmiştir. Bilindiği gibi bir dönem Irak Cumhurbaşkanı yardımcısı olan Tarık El Haşimi daha sonra Irak tarafından El Kaide’ye yardım etmek, bilgi vermek ve birçok kişinin ölümünden dolayı idamla yargılanmıştır. Bu kişi ilk önce Başûrê Kurdistan’da KDP’ye sığınmış, daha sonra da Türkiye’nin himayesine girmiştir.
Türk devleti, AKP-MHP faşizmi Türkiye’de ve Kürdistan’da DAİŞ’e destek veren derneklerin ve büroların açılmasına izin vermiştir. Özellikle Kürdistan’da birçok şehirde DAİŞ’e katılımların yapıldığı yerler bizzat MİT tarafından örgütlendirilmiştir. Dünyanın her tarafından DAİŞ çetesi binlerce kişi Türkiye üzerinden katılım gerçekleştirmiştir. Türkiye DAİŞ’in otobanı olmuştur. Türk devleti bunun için ayrıca pasaport ve vize konularında müthiş imkanlar sunup büyük kolaylıklar sağlamıştır. DAİŞ’in Türkiye’nin pek çok yerlerinde eğitim kampları düzeyinde imkanlardan yararlandığı kesindir, ki bunlar belgelidir. DAİŞ çeteleri Türkiye’de eğitilmiş, silahlandırılmışlardır. DAİŞ’le başta petrol olmak üzere birçok ekonomik ve ticari ilişki içinde olmuştur. DAİŞ de buna karşılık bir konsept ve hedef değişikliğine giderek tüm varlığı ve tüm gücüyle Rojava Devrimine, Kürtlere yönelmiştir. DAİŞ bir yönüyle Türkiye’nin başta Kürtlerin mücadelelerini engellemek olmak üzere Ortadoğu’daki amaçlarına ulaşmak için kullandığı bir örgüt haline gelmiştir.
Özgürlük Hareketi ve Kürtler DAİŞ’le mücadelede kuşkusuz çok önemli ve çok ağır bedeller ödemiştir. Zira tehlike büyüktür. AKP-MHP faşizminden yine dolaylı ya da doğrudan birçok güçlerden destek alarak Kürtlere saldıran DAİŞ kırılmadan, Kürtlerin varlığını sürdürmesi ve özgürlüğünü koruması mümkün değildi. Bunun için her türlü bedel göze alınarak direnilmiştir. Kaldı ki DAİŞ sadece Kürtler için değil tüm insanlık için büyük bir tehlike ve tehdit gücü olmuştur. DAİŞ’in gerçekliğini erkenden görüp çözümleyen Rêber Apo bu nedenledir ki “DAİŞ Ortadoğu’nun JİTEM’idir, neredeyse orada savaşmak temel bir görev olarak görülmelidir” yönünde açıklama yaptığında tüm Kürtler seferber olup ayağa kalkmıştır. Artık Kürtlerin ve dostlarının odaklandığı yer Kobanê olmuştur. Çünkü Kürtler ve Özgürlük Hareketi Kobanê’de kırılsaydı, bir kez daha belini doğrultmak mümkün olmayabilirdi. Rojava Devrimi ve Kürt halkının iradesi Kobanê’de kırılmak isteniyordu. Açıktır ki Özgürlük Hareketinin ve Kürtlerin DAİŞ’le savaşı kıran kırana olacaktı. Sonuçta sapkınlık düzeyinde de olsa DAİŞ bir inanca dayanarak savaşıyordu ve arkasında Kürt düşmanı Türk devleti vardı. DAİŞ ideolojik gücüyle önünde durulamaz bir güç haline gelmişti. Dolayısıyla Kürtler ve Özgürlük Hareketi DAİŞ’i sadece savaşçı yetenekleriyle, cesur ve cesaretli oldukları için değil en önemlisi ideolojik güçleri ve mücadele iradeleriyle yeneceklerdi. Denilir ki “iyi bir düşünce sadece iyi bir kalkan (koruyucu) değil, aynı zamanda iyi bir kılıçtır da”. Evet, Özgürlük Hareketinin DAİŞ’i kırılmasında Rêber Apo’nun Demokratik Ulus paradigması en keskin kılıç rolünü oynamış ve bunda belirleyici olmuştur. Sonuçta DAİŞ, kadın öncülüğünde gerçekleşen Rojava Devrimine, Rêber Apo’nun Demokratik Ulus paradigmasına yenilmiştir.
DAİŞ’e karşı ideolojik mücadele kadar, demokratik sistem mücadelesi de verilmelidir
DAİŞ yenilmiştir ama Ortadoğu demokratikleşmeyip, halklar özgürleşmeyinceye kadar DAİŞ vb din referanslı faşist çete grupların çıkması her zaman mümkündür. Bu tür örgütler ortaya çıkınca bunları destekleyip kullanmak isteyen güçler de hep olacaktır. DAİŞ büyük ve tarihi bir yenilgi yaşamasına rağmen halen böyle potansiyel bir güce ve pozisyona sahip olduğu da unutulmamalıdır. DAİŞ’in gücü saptırılmış ideolojisinin dayandığı tarihsel toplumsal temelden geldiği gibi kendini kapitalist modernite karşıtı göstererek hem dünya genelindeki Müslüman topluluklarda hem de bu toplulukların kapitalist moderniteye tepkili kesimlerinden gelmektedir. Bu açıdan DAİŞ’e karşı mücadelenin ideolojik temelde süreklileştirilmesi ve Ortadoğu gerçekliğine dayanan alternatif bir demokratik sistemin gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Bu açıdan Rêber Apo’nun 5 bin yıllık erkek egemenlikli devletçi sisteme ve kapitalist moderniteye alternatif Demokratik Konfederal yönetim ve Demokratik Sosyalist sistem anlayışı temelinde mücadelenin geliştirilmesi Ortadoğu halkları açısından çok önemli hale gelmiştir. Zaten bu nedenle Arap halkları Rêber Apo bizim de Önderimizdir, diyerek kapitalist modernitenin yarattığı gübrelik ortamından çıkışı bu ideolojik politik çizgide görmektedirler. Bu açıdan bu çizginin Arap halkları içinde etkili kılınması DAİŞ’e karşı mücadelenin en sonuç alıcı çalışması olarak görülmelidir.
DAİŞ’in ilk önce başkent ilan ettiği Rakka ele geçirilmiş, 2019 Mart’ında da alan hakimiyetine tümüyle son verilmiştir. Binlerce DAİŞ’li teslim alınmış, yine DAİŞ’lilerin on binlerce aile ferdi Kuzey ve Doğu Suriye’deki kamplara yerleştirilmiştir. Kuzey ve Doğu Suriye cezaevlerinde 54 ülkeye ait 12 bin DAİŞ’li tutuklu bulunmaktadır. Hol Kampı’nda on binlerce yaşlı, kadın ve çocuk barındırılmaktadır.
Özetle DAİŞ Kuzey ve Doğu Suriye’de halen ciddi bir potansiyel tehlike durumundadır. Sadece potansiyel tehlike de değil, 20 Ocak 2022 tarihinde gayet planlı ve organizeli biçimde Hesekê’de Xiwêran’deki cezaevine yaptığı saldırıyla gücünü belli oranda koruduğu görülmüştür. Uluslararası koalisyonun DAİŞ’e karşı mücadelede ne kadar samimi ve tutarlı olduğu kuşkusuz tartışma konusudur. Kürtler başta olmak üzere Kuzey ve Doğu Suriye halkları DAİŞ’e karşı yalnız kendileri için değil, tüm insanlık için mücadele vermişlerdir. On binlerce şehit ve yaralı vererek insanlığı bu beladan korumuşlardır. Ancak Kuzey ve Doğu Suriye halkları tüm insanlık adına ağır bedeller ödedikleri halde DAİŞ’e karşı koalisyon kurduğunu söyleyen güçler hala Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetiminin meşruiyetini kabul etmedikleri gibi destek konusunda da oldukça isteksiz ve ikirciklidirler. Verdiği destekler de öyle söylenildiği gibi önemli destekler değildir.
Bugün Kuzey ve Doğu Suriye’de Kürt, Arap, Hıristiyan halklarından 5 milyon insan yaşamaktadır. DAİŞ’e karşı mücadelede bu halkların kanı birbirine karışmış, birlikte akmıştır. Bu da Ortadoğu’da bir ilk olmaktadır. Halen din ve etnik milliyetçilik adına halkların birbirlerini boğazladığı, kadın kırımının sürdüğü Ortadoğu’da devrime kadınlar öncülük etmekte ve bu halklar (Arap, Kürt, Çerkez, Çeçen) ortak geleceklerini ve ortak yaşamlarını demokratik özgür bir biçimde inşa etmektedirler. DAİŞ’e karşı mücadele veren Kuzey ve Doğu Suriye halkları böyle bir demokratik ve özgürlükçü sistem kurmalarına rağmen kendilerini demokratik ve özgürlükçü gösterenler bu halklara gereken desteği vermedikleri gibi yapılan saldırılara da göz yummaktadırlar. Nitekim ABD, Avrupa ve uluslararası koalisyon halen Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetiminin meşruiyetini tanımakta isteksiz davranmaktadır. Kuzey ve Doğu Suriye halklarıyla ilişkilerini DAİŞ’e karşı mücadele ile sınırlı tutmaktadırlar. Bunlar kapitalist modernist güçlerin siyasi ahlakının ne olduğunu ortaya koymakta ve halklar açısından sorgulanması gereken bir durum olmaktadır.
DAİŞ’i kıran PKK’dir
Başta Kürtler olmak üzere Kuzey ve Doğu Suriye halkları ABD’nin ve Koalisyon güçlerinin PKK’yi terör listesinde gören ve çoğu kez KDP’nin argümanlarıyla bazen dolaylı bazen de açıktan PKK’yle aranıza mesafe koyun yönündeki açıklamalarını büyük bir tepki ile karşılamakta ve ret etmektedirler. Eğer hak, adalet, hukuk ve insani değerler adına bir şey varsa PKK’nin terörist bir hareket olduğu yalanını artık hiç kimsenin buna inanmaması, tekrarlamaması ve bunu terk etmesi gerekmektedir. Bu anlamda ABD’nin ve Koalisyon güçlerinin PKK’ye yaklaşımı aynı zamanda onların DAİŞ’e karşı mücadelede ne kadar samimi ve tutarlı olduklarının da göstergesi olmaktadır. Daha doğrusu PKK onların gerçek yüzünü bir turnusol kağıdı gibi açığa çıkarmaktadır. DAİŞ’e karşı olduğunu söyleyip PKK’yi terörist bir hareket olarak değerlendirmek tam bir ikiyüzlülük olmaktadır. DAİŞ’e karşı Başûr’da, Irak’ta, Suriye’de ve Rojava’da ideolojik ve askeri mücadeleyi en kararlı biçimde veren ve DAİŞ’i kıran PKK olmuştur. Eğer Rêber Apo’nun ortaya koyduğu ideolojik çizgisi olmasaydı hiçbir askeri güç DAİŞ’i yenilgiye uğratamazdı. DAİŞ’in ABD silahlarıyla yenilgiye uğratıldığını düşünmesi büyük bir yanılgıdır. Eğer DAİŞ’in karşısında PKK’nin ideolojik çizgisi bulunmasa DAİŞ şimdi de siyasi ve askeri bir hamle yaparak birçok yeri işgal edebilir. Ancak Rêber Apo’nun ideolojik politik çizgisi DAİŞ’e böyle güçlü bir hamle yapma zemini bırakmamıştır. ABD ve Koalisyon güçlerinin PKK’yi terörist görmesi ve yine Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimine son derece pragmatik yaklaşması hem TC’nin işgalini cesaretlendirmekte ve hem de DAİŞ’in yeniden toparlanmasına hizmet etmektedir.
Nitekim faşist DAİŞ çeteleri 20 Ocak 2022 tarihinde oldukça planlı ve organizeli bir biçimde Hesekê’nin Xiwêran’deki cezaevine kapsamlı ve büyük bir saldırı gerçekleştirmiştir. Bu saldırının stratejik büyük bir hedefi olduğu anlaşılmıştır. Yapılan tüm araştırmalar göstermektedir ki bu saldırıyı DAİŞ ve işgalci Türk devleti birlikte planladıkları ortaya çıkmıştır. Bu saldırı başarılsaydı Hesekê’nin işgal edilmesiyle birlikte Kuzey ve Doğu Suriye’de yeni bir süreç başlatılacaktı. İşgalci Türk devletinin Xiwêran’deki cezaevine yapılan saldırıyla eş zamanlı olarak Serêkaniyê ve Girê Spî’den 3 bin çeteyi Til Temir’e yerleştirmesi cezaevi saldırısının ne kadar stratejik düşünüldüğü ve DAİŞ çeteleriyle işgalci Türk devletinin birlikte nasıl hareket ettiğini gözler önüne sermektedir. İşgalci Türk devleti hiçbir zaman DAİŞ’in yenilgisini hazmetmemiştir. DAİŞ’le her fırsatta ilişkilerini sürdürmüş ve desteklemiştir. Bu durumu ABD ve Koalisyon güçleri çok iyi bilmesine rağmen işgalci Türk devletine karşı hiçbir zaman açık ve net bir tutum geliştirmedikleri gibi gerek tutuklu DAİŞ çetelerinin gerekse Hol Kampı’nın güvenliğini tamamen Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimine bırakmışlardır. Ne güvenlik konusunda Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimine destek olunmuş ve ne de DAİŞ çetelerini ülkelerine götürmüşlerdir. Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetiminin DAİŞ çetelerinin Kuzey ve Doğu Suriye’de yargılanması yönündeki isteğini ise ret etmişlerdir. Özetle tüm sorumluluk sorumsuz biçimde Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimine yüklenmiştir. Bu da ABD ve Koalisyon güçlerinin hem Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimiyle ilişkilerini ve hem de DAİŞ’e karşı yürüttükleri mücadelenin tutarlılık düzeyini ortaya koymaktadır.
DAİŞ çetelerinin Kuzey ve Doğu Suriye’de yargılanmalarını kabul etmemelerinin en büyük nedeni yargılama sürecinde DAİŞ’le Türk devletinin ve başka birçok güçlerin ilişkilerinin ortaya çıkma olasılığıdır. Ancak Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi DAİŞ’in yenildiği topraklarda yani Kuzey ve Doğu Suriye’de yargılanmasında ısrar etmesi en doğru olandır. DAİŞ’i yenilgiye uğratan ve insanlık adına DAİŞ’le mücadelede en büyük bedeller ödeyen Kuzey ve Doğu Suriye halkları olmuştur. DAİŞ’i mahkeme etmesi gereken de, romanını yazması ve sinemasını yapması gereken de Kuzey ve Doğu Suriye halkları olmalıdır.