Mustafa Karasu
Kapitalist ülkeler 20. yüzyılın başında dünyanın hemen her bölgesinde siyasi ve askeri hakimiyetini sağlamışlardı. Sadece Osmanlı, İran ve Çin gibi ülkeler geçmişteki önemli devlet yapılanmaları nedeniyle askeri işgal altında olmasalar da siyasi ve ekonomik olarak yarı sömürge ülkeler haline gelmişti. Bu dönemler ulusal devlet ve ulusal burjuvaların daha fazla yerde askeri, siyasi, ekonomik etkinlik kurarak güç olmalarını gerektiriyordu.Nitekim bu zihniyet ve amaçla Birinci ve İkinci Dünya Savaşı denen paylaşım savaşları gerçekleşmişti. İkinci Dünya Savaşı sonrası işgal ve doğrudan yönetme yerine işbirlikçi iktidarlar eliyle yeni sömürgecilik denilen bir egemenlik ve sömürü düzeni kuruldu. Öte yandan İkinci Dünya Savaşıyla birlikte dünya iki kampa bölündü ve soğuk savaş denilen bir egemenlik mücadelesi dönemi başladı. Bu dönemin kamplaşması çok keskindi. Bağlantısızlar ülkeler topluluğu denilen bir oluşum bulunuyor olsa da bunlar da dünyadaki bu katı cepheleşme ve denklemden doğrudan etkileniyordu. Çünkü siyasi durumu bu iki kamp; emperyalist-kapitalist kamp (NATO Paktı) ile reel sosyalist (Varşova Paktı) kamp belirliyordu.
1970’li yıllara gelindiğinde bu iki kampın da sorunları ağırlaşmıştı. Sosyalist sistemi gerçek anlamda uygulamaması, bürokratik devlet kapitalizmi haline gelmesi, demokrasi eksikliği ve moral değerlerin güçlü olmaması reel sosyalizmin kapitalist modernite karşısında çökmesini beraberinde getirdi. Reel sosyalist sistem dış etkiler olsa da esas olarak iç etkenler ve olumsuzluklar temelinde çöküş yaşadı. Gerçek bir sosyalizm kuruluşu gerçekleşmediğinden bu yıkılış kapitalizmin zaferi değil; sorunların kapitalist sistem üstüne yıkılması anlamına geliyordu. Kuşkusuz dünyanın üçte biri kapitalist modernitenin sömürü alanına tam açılmış olsa da bu ancak bir süreliğine kapitalist moderniteyi rahatlattı.
Reel sosyalizmin yıkılması ve kapitalist modernitenin kendini tek hakim sistem haline getirmesiyle bu kısa dönem, yaşanan rahatlama ortamında kapitalist modernitenin yeni temsilcileri neoliberaller tarihin sonunun geldiğini söylediler. En son din olma iddiası gibi neoliberal kapitalist sistemin de sonul sistem olduğunu, bundan sonra farklı bir ekonomik, toplumsal, siyasi sistem olmayacağını iddia ettiler. Küreselleşen kapitalizm, bireyciliğe dayanan tüketim toplumu bu sistemin esasını oluşturacaktı. Onlara göre bundan sonra yaşanacak her değişiklik yeni bir sistemi ifade etmeyecek değişiklikler olabilirdi.
Birinci Körfez savaşı aslında Ortadoğu’ya müdahale temelinde dünyada yeni bir siyasi düzen kurmayı hedefliyordu. Bu yönüyle dünyada yeni bir siyasi düzen kurmayı hedeflediğinden 1991 Körfez Savaşıyla başlayan Ortadoğu’ya yönelik müdahale Üçüncü Dünya Savaşı olarak değerlendirildi. O günden bugüne kadar da bu Üçüncü Dünya Savaşı sürmektedir. Rêber Apo’ya yönelik Uluslararası Komplo da Üçüncü Dünya Savaşının önemli bir parçası olarak gerçekleştirildi. ABD ve müttefiklerinin Ortadoğu’ya yaptığı müdahale sürecinde PKK ortaya çıkan fırsatlardan yararlanır korkusuyla Uluslararası Komploya yöneldiler.
1991 yılından bu yana süren Üçüncü Dünya Savaşının 30 yılını doldurması kapitalist modernitenin geldiği aşama ve bu temelde oluşmuş siyasi gerçeklikler nedeniyledir. Artık Birinci ve İkinci Dünya Savaşları gibi kısa sürede cepheden sert çatışmalarla sonuç alma ve yeni dünya siyasi dengelerini bu temelde kurma dönemi aşılmıştır. Kapitalist modernist güçler arasında böyle savaşlar görülmeyecektir. Bu, soğuk savaş döneminde ortaya atılan nükleer dehşet dengesi nedeniyle savaşların olmayacağı tezinden farklı bir şeydir.
Kapitalizm var oldukça kapitalist güçler arasındaki mücadele de var olacaktır
Artık kapitalist modernist güçler arasında keskin kamplaşmalar olmaz. Çünkü kapitalizm küreselleşmiş, birçok uluslararası tekel oluşmuştur. Kapitalizmin küreselleşmesi ve tüketim toplumu aşamasında sermayenin ve metaların serbest ve güvenli dolaşımı esas alınmaktadır. Kapitalist modernitenin anayasası bu olmaktadır. Aynı gemide yol alan bir kapitalist modernite gerçekliği oluşmuştur. Rêber Apo kapitalist modernitenin bu aşamasında hakimiyet mücadelesi bir piramidin basamakları içinde geçecektir, tespitini yapmıştır. Kamplaşarak karşıdan vuruşma, rakiplerini tümden saf dışı etme yerine hakimiyet piramidinin üstünde yer alma mücadelesi verilmektedir. Bu temelde de kapitalist güçler arasındaki mücadele piramidin basamakları arasındaki yer değiştirme biçiminde ortaya çıkmaktadır.
Kapitalizm var oldukça kapitalist güçler arasındaki mücadele de var olacaktır. Bundan sonra da devletler ve kapitalist modernist güçler ve onların siyasi temsilcileri arasındaki mücadele sürecektir. Bu açıdan siyasi çelişkiler, siyasi ittifaklar, dengeler ve bu çelişkilerden yararlanma kapitalist modernite var oldukça görülecektir. Günümüzde cepheden ve şiddetli çatışmalar biçiminde bir savaş dönemi olmayacaktır. Ancak bu mücadelenin düşük yoğunluklu ve sürekli olacağını da öngörmek gerekir. Artık kapitalist modernist güçler her yerde aynı dozda mücadele etme ya da anlaşma içinde olmayacaktır. Bir alanda mücadele ederken başka bir alanda uzlaşma içinde olabilirler. Bu açıdan mücadele kamplaşma ve şiddetli biçimde değil, her alanın ve her çelişkinin durumuna göre biçim alacaktır. Bu açıdan olay ve olgulara Birinci ve İkinci Dünya Savaşına giden süreç sonrası ve soğuk savaş dönemi gibi yaklaşmak politikada yanılgılara götürebilir. Bu açıdan kapitalist modernitenin bugünkü aşamasının ekonomik, toplumsal, siyasal durumunu, savaş araç ve taktiklerinin geldiği düzeyi de iyi bilmek önemlidir. Kuşkusuz kapitalsit modernitenin bugün geldiği aşamayı genel olarak bilmek yanında her bölge ve ülkenin konumunu iyi analiz etmek de önemli olmaktadır. Öte yandan kapitalist modernitenin her ülkede tarih içindeki şekillenmesi de siyasal ve toplumsal mücadelelerde belli farklılıklar ortaya çıkarmaktadır.
Kapitalist modernite her ne kadar dünyaya hakim olsa da artık evlere, insanların beynine ve hücrelerine kadar girse de böyle bir etkinlik ve hakimiyet içinde olsa da bu durum sistemin sorunlarını ağırlaştırmaktan başka bir sonuç vermemektedir. Kapitalist modernite bu dünyada ve insanlar içinde varlığını ve etkinliğini sürdürse de bireyciliği ve maddiyatçılığı toplumlar içinde yaysa da bu bireycilik ve maddiyatçılık özünde toplum karşıtlığı olduğundan toplumsal sorunlar ve buna bağlı olarak siyasal sorunlar da artmaktadır. İnsanlık eğer robotlar yığını haline gelmeyecekse; binlerce yıla dayalı bir toplumsal kültür gerçeği varsa kapitalist modernite bu gerçekliğe çarpacaktır. Nitekim çarpmakta, kapitalist modernite için ciddi siyasal ve toplumsal sorunlar haline gelmektedir.
Rêber Apo’nun öngördüğü demokratik modernite gerçekleşmeden krizler ortadan kalkmaz
Kapitalist modernite geldiği aşama nedeniyle sistem için çok şiddetli çatışmaları kaldıramaz. Çünkü şiddetli savaşlar toplumsal huzursuzluğu ve ayaklanmaları tetikleyen bir rol oynayarak kapitalizmi daha da ciddi krizlerle karşı karşıya getirir. Bu yönüyle Kapitalist modernite hem kendi içinde hem de dışında sorunları yumuşak zeminde çözmeyi tercih edebilir. Ancak bu sadece niyette kalır. Çünkü; kapitalist modernitenin doğası değişmeyeceğine göre çelişki ve çatışmaları sınırlandırmak ve niyetlerle yumuşatmak mümkün değildir. Kapitalist modernitenin geldiği aşama cepheden şiddetli savaşlara imkan vermese de çelişki ve çatışmaları durdurması da mümkün değildir. Çelişkileri yumuşatıp çözmeyi teşvik etseler de çelişki, çekişme ve çatışmaların yeni dönem koşullarına göre sürekli olacağı da diğer temel bir gerçekliktir.
Günümüz dünyasında bir siyasi güç ile ilişki kurulursa diğer güçlere düşmanlık yapılmak durumunda kalma gibi bir durum söz konusu olmaz. Bu açıdan her gücün soğuk savaş dönemine göre siyasi hareket kabiliyeti artmıştır. Katı siyasal seçenekler ve tercihler dönemi önemli oranda aşılmıştır.
Kapitalizmin üretim ve kar kapasitesi on yıllar öncesine göre çok artmıştır. Küreselleşme ve tüketim toplum aşaması zaten bu durumu yaratmıştır. Ancak bunlar krizi hafifletmiyor; daha da artırıyor. Hangi tedbiri alsalar da hem ülkeler içinde hem de ülkeler arasındaki gelir uçurumu giderek artmaktadır. Kapitalist modernite bir yaşam standardı ortaya çıkarıyor, ancak bu bolluk içinde yoksulluk çelişkisini artırıyor. Kapitalist modernitenin doğası değiştirilemeyeceğine göre bu durumu da düzeltmek mümkün olmayacaktır. Sistemin krizi sadece kapitalist modernitenin karakterinden ileri gelen ekonomik kriz değil; bunun yarattığı toplumsal, siyasi ve kültürel krizler de artık bu sistem içinde aşılamayacak düzeydedir. İleri enternasyonal gibi oluşumlar yurttaşlık geliri gibi herkese bir maaş vermeyi ve toplumun belli düzeyde katılımını sağlayan bir demokratikleşme ile bu durumdan çıkmayı hedefleseler de geçici bazı rahatlamalar dışında sistem krizini çözmeleri mümkün değildir. Kapitalist modernite aşılıp Rêber Apo’nun öngördüğü demokratik modernite, yani demokratik konfederal temeldeki örgütlü topluma dayalı demokratik sosyalizm gerçekleşmeden bu krizler geride bırakılamaz. Bu temelde uluslararası alandaki çekişme ve çatışmalar Birinci ve İkinci Dünya Savaşları gibi olmasa da devam edecektir.
ABD ve Rusya arasındaki mücadelenin yeni tarzda sürmesini zorunlu kılmaktadır
Şu anda uluslararası alanda ABD-Rus, ABD-Çin çekişmesi en temel sorun alanları olarak öne çıkmaktadır. Rusya ile ABD arasında Ortadoğu ve Doğu Avrupa üzeri sorunlar yaşanırken; Çin’le Uzak Doğu’da ciddi sorun alanları ortaya çıkmış bulunmaktadır. Çin ekonomik gücü ile dünyanın tüm alanlarına el attığından gelecekte Çin’le gerilim ve çatışma alanı daha da yayılacaktır. Rusya’nın geniş coğrafyaya sahip olması birçok siyasal sorunun muhatabı haline gelmesini beraberinde getiriyor. Doğu Avrupa, Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya Rusya’yla sınır nedeniyle ilgi alanları olma yanında aynı zamanda çeşitli güçlerle mücadele sahası olmaktadır. Yine Türkiye, İran ve Ortadoğu da Rusya’nın siyasi ilgi ve mücadele alanlarıdır. Bu yönüyle Rusya coğrafya ve tarihinin getirdiği büyük siyasi güç olarak bugün ABD ile en fazla karşı karşıya gelen güç durumundadır. ABD-Rusya çelişki ve çatışmasının ekonomik boyutları olsa da esas olarak siyasi ve askeri alandaki güç mücadelesidir. Doğu Avrupa, Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya ve Ortadoğu Rusya’nın tarih boyu büyük devlet olmasının getirdiği coğrafi ve siyasi ilgi alanıdır. Ya da buralarla ilgili ve bunun mücadelesi içinde olduğu için büyük siyasi ve askeri güç haline gelmiştir. Ortadoğu ise Rusya’nın sıcak denizlere inme politikasının en temel hedeflerinden olmuştur. Bu da doğrudan Türkiye ve İran’la ilgilenmesini zorunlu kılmıştır. Şu anda İran’la iyi ilişkiler dışında diğer alanlarda ABD ile karşı karşıya gelmektedir. Çünkü ABD’de de Rusya ve Çin’i durduracak bir siyasi ve askeri güç olarak büyük güç durumundadır. Kuşkusuz ekonomisi de güçlüdür. Ancak askeri ve siyasi gücüyle bu güçler karşısında durmadan da bugünkü düzeyde büyük güç olma iddiasını sürdüremez.
Rusya ve Çin’le şiddetli çatışmaya girildiğinde sorunlar daha da ağırlaşır. Öte yandan küresel kapitalizmin önemli parçaları olarak da şiddetli savaşa giremezler. Bu durum ABD ve Rusya arasındaki mücadelenin yeni tarzda sürmesini zorunlu kılmaktadır. Bu gerçeklik bu güçlerin aralarında bir ilişki ve çatışma diyalektiği ortaya çıkarmıştır. Çatışma halindeyken ilişki ve görüşme içinde oluyorlar; ilişki ve görüşme yaparlarken çatışmaları da sürmektedir. Ne mücadeleyi durdurabiliyorlar; ne de ilişki ve görüşmeyi. Böylece yeni siyasi koşullarda çatışma ve ilişkinin sınırları ortaya çıkıyor. Bu aynı zamanda birbirlerini,sınırları aşmayacak düzeyde belli bir zorlama yöntem ve tarzını geliştirme durumu ortaya çıkarıyor. Kim ki diğerini ilişki ve mücadele sınırları konusunda daha fazla zorlayabiliyorsa, bu imkanlara sahipse o alanda onun üstünlüğü ortaya çıkıyor. Bu, diğer gücü tümden saf dışı etme üstünlüğü olmuyor. Bu durumu en somut biçimde Suriye’deki ABD-Rus ilişki ve çatışmasında görebiliyoruz. Yıllardır bu alanda mücadele ettikleri gibi birbirlerinin hakimiyet alanlarını da kabul eder pozisyondalar. Bu alanları zorla ele geçirme ve rakibini etkisiz kılmayı değil de farklı siyasal mücadele yöntemleriyle kendi politikalarını yürütmeyi esas alıyorlar.
Şimdi ABD’nin çatışma alanlarını yumuşatmasından söz ediliyor. Bu Biden’in ya da bir siyasi ekibin öznel niyetleriyle ilgili bir durum değildir. Kuşkusuz kapitalist modernist güçler arasında siyasi görüş farkları var. Amaca ulaşmada kullandıkları yol, yöntem ve araç farklılıkları var. Bu da kapitalist modernist güçlerin, büyük tekellerin karakterlerinin arasındaki farklı bağlantılardır. Silah ve enerji tekelleriyle iletişim-bilişim alanındaki tekellerin ekonomik karakterleri arasındaki farktan kaynaklanmaktadır. Bu yönüyle iletişim-bilişim alanındaki tekellerin daha etkili ekonomik güç haline gelmeleri açısından çatışma alanlarının azaltılması ve yumuşatılması daha avantajlı olmaktadır. Biden yönetiminde ABD’nin çatışma alanlarını azaltması ve yumuşatması politikası anlaşılırdır. Ancak bu ABD açısından mücadelenin bırakılacağı ve çatışmaları göze almayacağı anlamına gelmez. Bu açıdan ABD’nin Ortadoğu’yu bırakacağı gibi değerlendirmeler gerçeği ifade etmemektedir. ABD’nin güç azaltacağı, hatta azalttığı da doğrudur. Bu da yeni teknik kapasite ile daha az askeri güç ve daha karmaşık tekniklerle çok sayıda askerin yapacağı etkinliği sağlamalarıyla ilgilidir. Öte yandan askeri ve siyasi gücünü başka güçlerle ikame edebilirse tabi ki tercihi orda kalmama yönünde olur.
Bir diğer konu da Uzak Doğu’nun öneminin arttığı, bu nedenle Ortadoğu’nun öneminin azaldığı yönündeki değerlendirmelerdir. Uzak Doğu’nun öneminin arttığı doğrudur. Ancak bu Ortadoğu’nun öneminin azaldığı anlamına gelmiyor. Küreselleşen kapitalizmle dünyanın uzak köşesi kalmamıştır. Uzak Doğu’nun önemli hale gelmesi ise kapitalizmin tüketim toplumu aşamasıyla ilgilidir. Kapitalizmin ürettiklerinin en fazla tüketileceği alan burasıdır. Kuşkusuz gelir düzeyi yükselen Avrupa gibi alanlarda da tüketim artmaktadır. Uzak Doğu’da bazı alanlarda gelir düzeyi düşük olsa da giderek yüksek oranda tüketen coğrafya olduğu tartışmasız bir gerçekliktir.
ABD, birçok ülke ile ilişki geliştirerek Çin’i kuşatma ve daraltma politikası izlemektedir
Çin’in coğrafya yakınlığı nedeniyle Uzak Doğu’da rekabet avantajı bulunmaktadır. En önemlisi de Çin’deki ucuz iş gücü Çin’e rekabette bazı avantajlar sağlamaktadır. Kapitalist Modernitenin ekonomik gücü en yüksek olan ABD ile hızla ekonomik gücü artan Çin arasında bu alanda ciddi bir rekabet ve siyasi mücadele ortaya çıkmıştır. Avrupa’nın da ABD ile birlikte Çin’le bir rekabet içine girdiği açıktır. Japonya da ABD ile birlikte Çin’e karşı ekonomik ve siyasi mücadele içine girmiş bulunmaktadır. Bu alandaki siyasi mücadelenin hiç olmadığı kadar artacağı görülmektedir. ABD, birçok ülke ile ilişki geliştirerek Çin’i kuşatma ve daraltma politikası izlemektedir. Yakın zamanda ABD, İngiltere ve Avusturalya’nın Uzak Doğu’da ittifak oluşturmaları, nükleer denizaltılar konuşlandırmaları söz konusu oldu. Öyle ki Fransa bu güçlerin kendisini dışlayan bu siyasi ve askeri ilişkilerine tepki gösterdi. Uzak Doğu’nun önemli bir ekonomik ve siyasi mücadele alanı olması bu durumu ortaya çıkarmıştır.
Ortadoğu’nun öneminin azaldığı tezleri doğru değildir. Binlerce yıl uygarlığa beşiklik yapmış, ilk toplumsallık ya da ilk insanlık yaşamı esas olarak bu coğrafyada ortaya çıkmıştır. Toplumsallık ve kültürel derinliğin coğrafyası olan Ortadoğu’nun öneminin azalması yaratılan bu tarihsel değerlerin öneminin azalması gibi bir şey olur. Bunun da olması mümkün değildir. Ortadoğu petrol olmadan önce de çok önemliydi. Zaten tarih boyu önemi azalmamıştır. Öte yandan Ortadoğu yüzyıllardır dünyanın en önemli alanı haline gelen Avrupa’dan kopuk ele alınamaz. Günümüzde önemi giderek artan Afrika ile birlikte düşünüldüğünde Ortadoğu’nun öneminin azaldığını, azalacağını söylemek tarih ve coğrafya gerçekliğiyle de bağdaşmamaktadır. Kapitalist Modernitenin her şeyinin ekonomi ve maddiyat olduğu düşünüldüğünde bile Ortadoğu’nun öneminin azaldığından söz etmek ciddi yanılgı olur.
Rêber Apo coğrafyaların, ülkelerin önemi ve yeni uygarlıksal hamleler yapması konusunu değerlendirirken bu rolü oynamada belirleyici ve en güçlü etkenin kültürel birikim ve gelenekteki derinlik olduğundan söz eder. Bu konuda da en avantajlı durumda olan coğrafyanın da Ortadoğu olduğu belirlemesini yapar. Bugün toplumsallığı dağıtan ve insanlığı kanserli bir toplumsal ve kültürel yaşama mahkum eden kapitalist modernitenin her alana hakim olduğunu ama toplumsallık ve kültürel derinliği nedeniyle bu coğrafyayı kendi sistemi içinde eritip fethedemediğini belirtir. Değişmesinde, dönüşmesinde zorluklar yaşansa da yeni uygarlık sentezi olacak insanlık hamlesinin bu coğrafyada gelişeceğini belirtir. Kapitalist modernitenin ve onun temsilcilerinin Ortadoğu’da yürüttüğü mücadeleler, harcadıkları imkanlar dikkate alındığında öneminin azaldığına dair bir veri bulunmamaktadır. ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi ve Ortadoğu’da bazı alanlarda asker sayısını azaltması Ortadoğu’nun öneminin azalmasıyla ilgili ortaya çıkan durumlar değildir.
Ortadoğu’da siyasi gelişmeler eski katı kamplaşmalar dönemindeki gibi değildir. Yeni çelişkiler, uzlaşmalar, ittifaklar ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan siyasi gelişmelere dinamik bakmak gerçekleri doğru anlamak açısından önemlidir. ABD hala Ortadoğu’da etkin bir güçtür. Afganistan’dan çekilmesi oranın sorunlarını bölge ülkelerine yüklemek amaçlıdır. Pakistan üzeri Afganistan üzerinde her zaman etkide bulunacak durumdadır. Ortadoğu’da mücadele ettiği Rusya ve İran’ın kucağına böyle bir alan bırakıp çıkmıştır. ABD, Ortadoğu’da Rusya ve İran’ı dengeleyen siyasi ilişkilere sahiptir. Hala başta birçok Arap ülkesi olmak üzere İsrail ve Türkiye ile de ilişkileri vardır. Rusya Ortadoğu’da esas hegemon güç olamaz, ama etkisi her zaman olur. Rusya’nın İran ile Suriye ve bazı alanlarda kimi çelişkiler yaşadığı söylense de Rusya-İran ilişkileri güçlüdür. İran’ın Çin’le de ilişkileri iyi durumdadır. Rusya, Ortadoğu’da ABD ile kıyasıya rekabete girecek durumda değildir. Böyle bir politikası da yoktur. Ancak belli düzeyde etkin olmayı da hedefliyor. ABD Ortadoğu’da temel hegemon güç olmasına yönelik bir kafa tutma olmadığı müddetçe mücadeleleri sürse de Rusya’nın belli düzeyde etkinliğine açıktan bir tutum koymayacaktır. Günümüzdeki yeni dünya düzeninin bir karakteri de bu olmaktadır. Suudi’nin Rusya’dan S-400, Su-35 gibi silahlar almak istemesi Suudi’lerin ABD’yi esas alan politikalarında bir değişiklik olduğu anlamına gelmiyor. Suudi’nin İran’la sorunları çözmede uzlaşı arayışı da İran’a yönelik yeni mücadele yolu olarak görülmelidir. İran’ın eskiden İslam Devrimini Ortadoğu’ya yayma stratejisi ve politikası vardı. İran’ın şimdi Arap ülkeleri üzerinde böyle bir etkisi kalmamıştır. İran’ın eskiden çok keskin İsrail karşıtlığı yapmasının önemli bir nedeni de İslam Devrimini Arap ülkelerine yaymak ve böylece Ortadoğu siyasetinde etkili bir güç haline gelmekti. Şu anda İran sadece bölgede sorunların varlığı üzerinden etkili olmayı ve sorunları kendi dışında karşılamayı hedefleyen bir politikaya sahiptir. Bu, İran’ın Ortadoğu ile ilgili tarihsel politikasına en uygun tarz olmaktadır.
TC’nin Ortadoğu’da dayandığı güçler DAİŞ ve benzer anlayıştaki çeteler olmaktadır
İran’ın Şangay örgütüne üye olması Çin ve Rusya’nın politikalarıyla ilgilidir. Şangay örgütünü Avrupa Birliği ya da benzer birlikler gibi bir örgüt olarak görmemek gerekir. İkili üçlü ilişkiler üzeri oluşmuş bir topluluktur. Hindistan, Pakistan ve Çin’le bir araya gelecek durumda değil ama Rusya ve başka ülkeler üzerinden böyle bir işbirliği örgütünden yararlanmaktadır. Hindistan, Pakistan ve Çin arasında çok gerilimli alanlar bulunmaktadır. Coğrafyaya yakınlıkları işbirliği imkanlarını ortaya çıkardığı gibi; çelişkileri de ortaya çıkmaktadır. Günümüzde bu iki durumu birlikte yaşayan ilişkilerin bulunması olmayacak bir durummuş gibi ele alınmamalıdır.
Ortadoğu’da hala yeni dengelerin kurulması arayışı vardır. Bu sadece savaşla olmuyor; siyasi ilişki ve görüşmelerle de gerçekleşiyor. İsrail’in bazı Arap ülkeleriyle ilişki kurması ve bunun giderek birçok Arap ülkesini kapsaması Ortadoğu’da çok önemli siyasi dengeler ortaya çıkarır. Türkiye eskiden İsrail üzerinden Avrupa ve ABD’den fazlasıyla destek alıyordu. Türkiye bu imkanı eskiye göre önemli oranda kaybetmiştir. İsrail de Batının TC’ye destek vermesi yönünde tüm etkisini kullanıyordu. Şimdi ise aksine İsrail Türkiye’nin Batıyla ilişkilerinde sorun çıkaran bir etkide bulunmaktadır. İsrail Türkiye’yi tümden bırakmasa da artık sadece Türkiye üzerinden Ortadoğu politikası yürütmüyor. Arap dünyası ile yüzyılın barışı yapılmaya çalışılıyor. Hatta ABD ve Rusya’nın İsrail’le güvenliği temelinde yeni bir Suriye politikasında uzlaşacakları bile söylenmektedir. Türkiye’nin Ortadoğu açısından yaşadığı siyasi telaşının bir nedeni de bu olmaktadır. Öyle ki, TC’nin Ortadoğu’da dayandığı güçler DAİŞ, El Nusra ve benzer anlayıştaki çeteler olmaktadır. Önceleri İhvanı Müslim konusunda ABD ile ortak politika yürütürken şimdi Türkiye bu konuda da yalnız kalmıştır. Tüm bunlar Türkiye’nin Ortadoğu’daki eski rolünün gerilemesini ifade etmektedir. Bu, Türkiye’nin ABD ve Avrupa için öneminin kalmadığı anlamına gelmiyor. Ancak AKP-MHP ittifakının politikaları ve yarattığı sorunlar Ortadoğu’da yeni ilişki ve ittifakları ortaya çıkarma nedeni olmuştur.
Ortadoğu’da demokratikleşme dinamiğinin öncüsü Kürtlerdir
Kuşkusuz Türkiye’nin ABD ve Batı için önemi soğuk savaş dönemindeki gibi kalmamıştır. Rusya ile ABD ve Avrupa arasındaki çelişkiler soğuk savaş dönemindeki gibi değildir. ABD ve Avrupa’nın Türkiye ile ilişkilerinde Sovyetlerin durumu önemli etkide bulunuyordu. Bu açıdan Türkiye’nin eski önemini kaybetmesi anlaşılır bir durumdur. ABD ve Avrupa için Türkiye’nin mevcut önemi Türkiye’deki batı değerleri ve kültürünün zemininin eskiye dayanmasıdır. Türkiye’nin ABD ve Batı karşısındaki önemi bugün esas olarak bu etken nedeniyledir. Türkiye’nin ABD ve Avrupa’ya dayanarak Ortadoğu’da yeni Osmanlı olması söz konusu olamaz. Bu nedenle izlediği bu politika şimdi yere çakılmış; Türkiye’nin önündeki engel ve çıkmaz haline gelmiştir. Ne Rusya’ya ne de ABD’ye dayanılarak yeni Osmanlı anlayışıyla Ortadoğu’nun etkin gücü olamaz. Bunu sadece demokratikleşerek yapabilirdi. Artık bu fırsatı da büyük oranda kaçırmıştır. Ortadoğu gerçekliğine uygun demokratikleşme sancılı biçimde olsa da bugün Türkiye dışındaki tüm Ortadoğu’da demokratik gelişme dinamiğine sahip bir durum yaşanmaktadır. Zaten bugün Ortadoğu’da demokratikleşme dinamiğinin ve gelişmesinin öncüsü Kürtlerdir.
AKP-MHP ittifakının politikaları hem dışarda hem içerde çıkmaza girmiştir. İçerde ve dışarda bu politikaya yönelik itirazlar artmıştır. Bu iktidar için bir gelecek görünmüyor. Şimdi varlığını Kürtlere karşı yürüttüğü savaşa ve bu temelde tüm gerici güçleri etrafında toplamaya bağlamıştır. Ancak bu politikasının da sonuna gelinmiş gibi görünüyor. Arap Birliği açıkça Türkiye’nin yürüttüğü savaş politikasına, Suriye ve Irak’a yönelik askeri yönelimler içinde olmasına karşı çıkmaktadır. Artık TC’nin teröre karşı mücadele ediyorum tezine kimse inanmıyor. Hatta Arap ülkelerinin terörist gördüğü örgütlerle TC’nin ilişki içinde olduğunu biliyorlar. Türkiye’nin tüm Arap ülkeleri için istikrarsızlık odağı haline geldiğini görüyorlar. Arap ülkeleri TC’ye yönelik daha sert tutumlar gösterebilir. Bunu engelleyen iki faktör var; birincisi Arap Birliğinin TC’ye tutumda ortak olsa da harekete geçmede aynı düzeyde ortaklık yapacak durumda olmamasıdır. Diğer etken de ABD ve Avrupa’nın bu gerilimin daha fazla tırmandırılmasını istememesidir. Yoksa Arap ülkelerinin dışa yansıtmadıkları tepkileri çok daha fazladır.
Arap Birliğinin bu düzeyde açık tutum takınmasında Türkiye’nin ABD, Avrupa ve Rusya ile yaşadığı sorunların da etkisi bulunmaktadır. Hatta İsrail’in de teşvik ettiği söylenebilir. Özcesi Türkiye geçen yıllarda kendisi için avantaj sağlayan siyasi dengeleri ve ilişkileri kaybetmiştir. 6 yıldan fazladır yürüttüğü savaş politikasının dayanakları zayıflayınca AKP-MHP iktidarının çıkmaza girmesi de kaçınılmaz olmuştur. Kuşkusuz yine savaş naraları atıyor; bazı yerlere saldıracağını söylüyor. Ancak bu saldırı ve işgaller AKP iktidarını kurtaramaz, hatta yıkılışını hızlandıracak etken haline gelme olasılığı çok yüksektir.
Rusya ile görüşmesi esas olarak Rojava’ya yönelik işgal konusunda bir uzlaşma sağlamaktı. Anlaşılıyor ki, Rusya yeni işgaller karşılığında Türkiye’den daha fazla şey istedi. Şurayı burayı işgal edebilirsin, girebilirsin ama karşılığında da şunları yapacaksın denilince öngördüğü işgalleri yapmada da tereddüde girdi. Planladığı işgal saldırısına şimdilik girişemedi. Ancak hala pazarlıklar sürmektedir. Rusya, AKP-MHP iktidarının bir askeri başarıya ihtiyacının olduğunu görerek karşılığında çok şey istemiştir. Herhalde Türkiye’ye o kadar değil de şu kadar verebilirim, demektedir.
Türkiye gerillanın direnişini kırmak bir yana kendisi kırılmayı yaşamaktadır
TC yeni işgallere yönelebilir. Ancak böyle bir işgal saldırısını çok zayıf konumda yapacaktır. Bu açıdan direnildiği ve bu direniş uzun süre sürdürüldüğünde yeni bir işgal saldırısı AKP-MHP faşist iktidarının çöküşüyle sonuçlanacaktır. Bu da sadece Türkiye halkları ve Kürtler açısından değil, Ortadoğu halkları için hayırlı olacaktır. Rojava’daki devrimci demokratik güçlerin önünde böyle bir tarihi görev bulunmaktadır.
AKP-MHP iktidarını çöküş noktasına getiren Türk devletinin 2014’te hazırladığı Çöktürme Planının başarısız kılınmasıdır. 2015 yazından bugüne Türk devleti tarihinin hiçbir döneminde yürütmediği savaşı yürütmüştür. Birinci Dünya Savaşından sonra Türk devleti bu düzeyde bir savaş içine girmemişti. Yine halk üzerinde bu kadar uzun süre baskı kurulması da bu dönemde görülmüştür. İşte 6 yıl gibi uzun süren böyle bir kirli savaşa ve halk üzerindeki ağır baskılara karşı tarihi bir direniş gösterilmiştir. Türk devleti her türlü imkanını kullanarak 6 yıldır saldırmasına rağmen gerillanın direnişini kırmak bir yana kendisi bir kırılmayı yaşamaktadır. Bu yıl içinde Garê, Metîna, Zap ve Avaşîn’e yönelik saldırılarının tıkanma ve yenilgi yaşaması bu gerçekliği ifade etmektedir. Türk ordusunun gerilla karşısındaki başarısızlığı faşist iktidarını ayakta tutan savaş politikasına da büyük darbe vurmuştur. Bu gerilla direnişi Türk devletine karşı içerde ve dışarda direnişin güçlenmesinde tarihi bir rol oynamıştır. AKP-MHP faşizmi Türkiye’nin tüm ekonomik imkanlarını, siyasi ve diplomatik rezervlerini, toplumda kışkırttığı şovenizmi bu savaşa sürmesine rağmen sonuç alamadığı gibi, tüm potansiyelini ve imkanlarını bu savaş içinde tüketmiştir. Diğer taraftan halk ve demokrasi güçleri tüm baskılara rağmen direnmiştir. 6 yılın sonunda AKP-MHP iktidarı tükenirken, halkın özgürlük ve demokrasi direnci ve duruşu ayakta kalmıştır. Böylece direnişin başarı kazandığı, kazanacağı bir daha görülmüştür.
AKP iktidarı politik olarak çökmüştür. Ancak Kürt düşmanlığı ve savaş politikalarıyla ayakta kalmaktadır. Ayakta kalmasının nedeni muhalif güçlerin, demokratik halk hareketinin bu iktidarı süpürüp atacak bir hamle yapmamasıdır. Sistem için muhalif güçler seçimi bekleyerek faşist iktidarın sürmesine zemin sunmaktadır. CHP-İyi Parti gibi güçler iktidarın keskin düşüşünden korkmaktadırlar. Bu aynı zamanda köklü demokratik dönüşümü siyasi çıkarlarına görmeyen bu partilerin bu iktidara nasıl dayanak olduğunun ifadesi olmaktadır. Onların Türkiye’nin demokratikleşmesi diye bir dertleri yoktur. Ya da demokratikleşme dedikleri iktidarın kendilerine devredilmesi olmaktadır. Kuşkusuz bu faşist iktidara muhalefet etmeleri önemlidir. Ancak böyle bir karaktere sahip oldukları ve bu iktidarın ömrünün uzamasına yol açtıkları da diğer bir gerçektir. Bu tür güçleri faşist iktidarlara karşı daha etkin bir duruş içine sokacak olanlar da gerçek demokrasi güçleridir.
Türkiye’de radikal demokratik güçler bulunmaktadır. Zaten bunların direnişi ve mücadelesi diğer muhalif güçleri de ayakta tutmuştur. HDP çatısı altındaki siyasi bileşenler; HDP’nin ilişkide olduğu diğer demokratik güçler, kadın hareketi, gençler ve emekçiler bu faşist iktidarın önünde barikat kurmuşlardır. ‘No Pasaran’ demişlerdir. Ancak faşist iktidarı devirmek için daha fazlasına ihtiyaç vardır. Faşist iktidar halkı örgütleyecek binlerce demokratik siyasetçiyi ve doğal önderi tutuklamıştır. Zamanında gösterilmeyen direnişler böyle bedeller ödenmesini beraberinde getirmiştir. Ancak başta Kürt halkı olmak üzere Türkiye’de faşizme karşı direnecek önemli bir toplumsal kesim vardır. Demokratik siyasi güçlerin Kürdistan’daki her etkinliği ve eylemi Kürt halkı tarafından coşkuyla karşılanmaktadır. İki yıldır Kürdistan ve Türkiye’de kadınların ve gençlerin mücadelesi AKP iktidarını hem teşhir etmede hem de sarsmada önemli rol oynamıştır. Türkiye’nin demokrasi güçleri her fırsatta bu iktidara karşı tutumunu ortaya koymuştur. Deniz Poyraz’ın katledilmesi karşısında Kürdü ve Türküyle tüm Türkiye halkları ve tüm demokrasi güçleri bu gerçekliği kanıtlamıştır
Bu iktidar Türkiye’nin en temel demokrasi gücü olan Kürtleri hedef yaparak, Kürtleri diğer demokrasi güçlerinden kopararak üzerine gidip ezmek istemiştir. HDP’nin nasıl hedeflendiği ve günah keçisi haline getirildiği bilinmektedir. Faşizm Kürtleri Türkiye demokrasi güçlerinden tümden koparıp hedef haline getirdiğinde, ezdiğinde Türkiye’deki demokrasi güçleri de ezilmiş olacaktır. AKP-MHP faşizmi bu stratejiyi ve politikayı tüm baskı araçlarıyla uygulamıştır. Ancak AKP-MHP iktidarının bu stratejisi ve izlediği politika başarısız kalmış; sonuç alamamıştır. AKP-MHP faşizminin çöküşe gitmesinde Kürt halkıyla demokrasi güçlerinin birbirinden koparılamaması, ortak mücadele vermesinin engellenememesinin önemli payı vardır. Hatta ilk defa bu düzeyde Kürt halkıyla Türkiye demokrasi güçlerinin buluşmasının sağlanması, Kürt halkıyla Türkiye halkları arasında iyi ilişkilerin gelişmesi soykırımcı sömürgeciliğin en temel politikası ve ayağının çökmesi anlamına gelmektedir. Bunun değerini tüm Türkiye halkları bilmelidir. Eğer bu zemin demokrasi güçleri ve Türkiye halkları tarafından iyi değerlendirilirse Türkiye’de sadece mevcut faşist iktidar değil, Türkiye’deki soykırımcı sömürgeci sistem de yıkılır; Demokratik Türkiye, Özgür Kürdistan gerçekleşir.
“Özgürlük Zamanı” hamlesi AKP-MHP faşizminin yarattığı korku duvarlarını yıkmıştır
“Özgürlük Zamanı” hamlemiz AKP-MHP faşizminin Kürt halkı üzerindeki saldırılara önemli bir cevap olmuştur. Kürt halkı her yerde faşizme karşı mücadele içine girilmiştir. “Özgürlük Zamanı” hamlesi AKP-MHP faşizminin yarattığı korku duvarlarını yıkmıştır. Bu gerçeklik korku üzerine yaşamını sürdüren faşist iktidarın sonunun gelmek üzere olduğunun habercisidir. Faşizmin ağır baskısı altında halk hareketinin bir dönem yetersiz ve zayıf kalması söz konusu olabilir. Ancak faşizme teslim olmayıp direnildiği ve faşizm amaçlarına ulaşmadığı zaman bu çok önemli sonuçlar yaratır. 6 yıllık direniş bu sonuçları belli oranda yaratmış; direnişin sonuçları bundan sonra daha fazla görülecektir. Uzak olmayan zamanda AKP-MHP faşizmini yıkacak tüm etkenler birleşip bu iktidarın yıkılışını sağlayacaktır. Bu açıdan faşizmin bağırıp çağırmasına bakılmamalıdır. Diktatörler son ana kadar kendilerini güçlü ve muktedir gösterirler. Kürt halkı ve Türkiye halkları bu iktidarın sonunun geldiğini görmektedir. Bu iktidar gidecektir; önemli olan bugüne kadar yürütülen bu mücadelenin ve verilen ağır bedellerin Türkiye’de demokratikleşmeyi köklü sağlatmasıdır. Kürt halkı Türkiye halkları ve demokrasi güçleri buna hazırlanmalıdır. Düşünce, program, örgüt ve mücadele olarak böyle bir Türkiye yaratmaya odaklanmalıdırlar.
Türkiye’de yönetim ve iktidar olmak Kürt sorununu çözmekle gerçekleşir
AKP-MHP iktidarının sonu yakınlaşırken CHP’nin Kürt sorununun çözümünden söz etmesi, meclisi çözüm platformu olarak göstermesi AKP-MHP iktidarının Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye etme planları ve saldırılarının sonuçsuz kalması ve çökmesiyle ilgilidir. Türkiye’de Kürt halkının özgürlük mücadelesi tasfiye edilemediğine göre Türkiye’de yönetim ve iktidar olmak Kürt sorununu çözmekle gerçekleşir. Türkiye artık Kürt sorununa bir çözüm bulmadan barışa ve istikrara kavuşamaz. Kürt sorununun çözümsüzlüğü Türkiye’yi bitirir ve daha büyük tehlikelerle karşı karşıya bırakır. CHP Kürt sorununun çözümünde bir politikası olmadan Türkiye’yi yönetme iddiasında bulunamazdı. Kürt halkının mücadelesini ezme üzerinden iktidar olmak isteyenler başarısız kaldı. İşte bu durum iktidara aday CHP’nin böyle bir çıkış yapmasını beraberinde getirdi. CHP’nin çözüm derken neyi kastettiği net değildir. CHP’nin tarihsel karakteri nedeniyle Kürt sorununun çözümü konusunda söylediklerine kuşkulu bakılması yanlış değildir. CHP’nin tabanında Kürt sorununun çözümünü isteyecek, karşı çıkmayacak önemli bir kesim olsa da CHP içinde Kürt inkarıyla şekillenmiş tekçi ulus devlet anlayışında olanların hala önemli bir etkinlikleri vardır. Cumhuriyetin demokratikleşmesi konusunda CHP’nin bir program ve kararlığı yoktur. Sadece Kürt sorununun çözülmesi gerektiği; bu konuda bir politika değişikliğine ihtiyaç olduğu düşüncesi vardır.
Kuşkusuz CHP’de böyle bir eğilimi ortaya çıkarmak da önemlidir. Bunu da Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin yürüttüğü mücadele ortaya çıkarmıştır. Eğer Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin mücadelesi ve duruşu Türkiye’yi gerçek demokratikleşmeye zorlarsa Kürt sorununun çözümü gerçekleşecektir. Bu, CHP’nin şu ya da bu gücün bakışı ve söyleminden bağımsız olarak ortaya çıkacaktır. Kimin muhatap olacağı tartışmaları bireylerin ve siyasi güçlerin sübjektif yaklaşım ve niyetlerine göre belirlenecek bir durum değildir. Kürt sorununun muhataplarından biri Kürtler üzerinde bugüne kadar soykırımcı sömürgeci politika izleyen devlettir. Devlet derken artık bunu eskisi gibi ele almak yanlıştır. Devleti bugün meclis temsil eder. Böyle bir konuda karar merci odur. Ancak artık Türkiye’de demokratik kamuoyunu da dikkate almak gerekir. Kalıcı çözüm açısından meclis ve demokratik kamuoyunun birlikte bir çözüm iradesi ortaya koyması önemlidir. Kürt halkı açısından muhatap da bellidir, nettir. Rêber Apo ve onun yarattığı Özgürlük Hareketidir. Kürt halkını ölüm döşeğinden ayağa kaldıran, Kürt halkına özgürlük isteyen ve bunun için mücadele eder halk haline getiren Rêber Apo’dur. Zaten 23 yıldır bu nedenle bir hücrede ağır tecrit koşullarında ve psikolojik savaş altında tutulmaktadır. Kürt sorununu çözmek isteyenler Rêber Apo’yu ve onun örgütünü ve oluşturduğu demokratik sistemini muhatap alacaklardır.
Bir daha vurgulayalım; Kürt sorununu şu ya da bu parti çözecek; şu bu partiyle çözülür demek yanlıştır. Kürt sorunu demokrasiye inanan; Türkiye’nin demokratikleşmesini hedefleyen zihniyet ve siyasi anlayışla çözülür. Bir parti demokratik olmayacak, Türkiye’nin demokratikleşmesini hedeflemeyecek ancak Kürt sorununun çözümünde aktör olacak, bu mümkün değildir. Dünyanın başka bir yerinde herhangi bir siyasi çözüm, demokratik olmayan bir iktidarla uzlaşma içinde gerçekleşebilir. Ancak Türkiye’de Kürt sorunu böyle bir sorun değildir. Türkiye’nin demokratikleşmesi dışında bir çözüm olacağını sanmak büyük yanılgıdır. Bu açıdan Kürt halkının Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesinde rolünü oynaması, bunun için en başta da soykırımcı sömürgeci Türk devletine karşı demokrasi ve özgürlük mücadelesini süreklileştirmesi ve geliştirmesi gerekir.
Faşizmi yıkacak ve krizlere son verecek olan yürütülen direniş olacaktır
Türkiye’de demokratikleşmeyi ve bu iktidarın gidişini ekonomik krizlerde görmek de yanlıştır. Ekonomik krizlerin nedeni de iç ve dış siyasi sorunlardır. Kürt halkının ve Türkiye halklarının demokrasi mücadelesine baskı ve zulümle karşılık vermesindendir. Ekonomik sorunlar Türkiye halklarının demokrasi ve özgülük mücadelesine karşı şiddetle karşılık verme ve sorunları çözümsüz bırakmanın sonucudur. Demokrasi ve özgürlük mücadelesi faşizmi ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasi krizler içine sokacak ve yıkılışını sağlayacaktır. Yoksa dolar şu kadar yükseldi, diyerek bu iktidarın sonunun geleceğini söylemek bir yanılgıdır. Ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal sorunları yaratan temel gerçekliğin halkın özgürlük ve demokrasi taleplerine baskı ve zulümle karşılık verilmesidir. Dolayısıyla faşizmi yıkacak ve krizlere son verecek olan da baskı ve zulme karşı yürütülen direniş olacaktır.
Irak’ta Kürtleri ve tüm Ortadoğu halklarını ilgilendiren bir seçim gerçekleşti. Irak’taki seçim sonuçları gösterdi ki, bir ülkede gerçek anlamda demokratikleşme olmadan seçimler de bir anlam ifade etmiyor, sorunları çözmüyor. Aslında bu 4 yılda bir seçim yapıp, bir parlamento seçip ve bir hükümet oluşturma sistemi İkinci Dünya Savaşıyla birlikte çökmüştü. Demokrasi halkın yönetimiyse 4 yılda bir seçim, halkın yönetimini ortaya çıkarmıyordu. Halk yönetimi ortaya çıkmadığı gibi faşist iktidarları önleyemiyor; hatta onların iktidara gelmesinin aracı haline gelebiliyordu. Bu nedenle İkinci Dünya Savaşı sonrası baskı grupları denen parlamento üzerinde sürekli etkide bulunacak ve halkın taleplerini yansıtacak sivil toplum örgütleri geliştirilmek istendi. Ancak bu sivil toplum yamaları da genel ve eşit oya dayalı 4 yılda bir seçilen parlamentonun defolarını örtemedi. Belli bir demokratik kültür kazanan Avrupa’da mevcut seçim sisteminin çözüm olmadığı gerçekliği dikkate alındığında demokratik kültürün hala çok zayıf olduğu Irak’ta bu seçimin bir sonuç vermesi beklenemezdi.
Irak’ta seçimi kazanan hiçbir siyasi güç yoktur
Irak’ta bir seçim oldu. Ancak bu seçim yönetimin belirlenmesini değil; halkın mevcut siyasi sistemi reddetmesinin referandumu oldu. Halk şimdiye kadar yönetimde olanlar başta olmak üzere mevcut siyasi partileri reddetti. Irak’ta seçimi kazanan hiçbir siyasi güç yoktur. En fazla kazandığını söyleyenler en fazla kaybedenlerdir. Seçimler bir partinin yönetimini belirlemek için yapılmaz. Özellikle de yönetim olacaklar için meşruiyet kazandırmak için yapılır. Resmi rakamlara göre halkın %60’ı, gayri resmi olarak ise en azından halkın %70’i sandığa gitmemiş. Sandığa gidenlerin birçoğu da protesto oyu kullanmış. Bunlarla birlikte sadece %20’lik geçerli oy kullanımı var. Kazandık diyenler de bu %20’yi paylaşmış. Bir parti ben %50 oy aldım dese bile bu seçmenin %10’na tekabül eder. %10’la hangi siyasi meşruiyet kazanılır; yönetim hakkı elde edilir. Şu açıktır; önümüzdeki dönemde hangi siyasi güç muhalefette kalırsa o güçlü olacaktır. Muhalefet %80’i arkasına alarak mevcut iktidara karşı mücadele edecektir. Irak’ta Arap bölgelerinde tabi ki Şii partiler sandığa gidenlerin en fazla oyunu almıştır. Ancak hiçbiri yönetme meşruiyeti kadar oy alamamışlardır. Ne kadar ittifak kurarlarsa kursunlar yine de yönetim meşruiyeti kazanacak bir seçmen tabanını temsil edemezler.
Kürdistan’da da durum aynıdır. Halkın en az %70’inin sandığa gitmemesi o güne kadar yönetim gücü olan KDP yönetim anlayışına yönelik bir tepkiyi ifade etmektedir. YNK ve Goran da hükümet üyesi olarak önemli oy kaybına uğramışlardır. Bu açıdan Başûr’da bir kaybeden varsa hükümettir; hükümette esas yönlendiren parti de KDP’dir. KDP’nin biz kazandık demesi gerçekleri çarpıtmaktır, demagojidir. Genç nüfus Başûrê Kurdistan’dan çıkmak istiyor. Halkın %80’i mevcut yönetimden memnun değil. Bu durumda nasıl oluyor da kazanmış oluyor! O zaman sorarlar bu halk kimden memnun değil; halk niye Kürdistan dışına çıkmak istiyor? Başûrê Kurdistan’da halk mevcut muhalefetten de memnun değil, ancak en fazla oy kaybedenler hükümetteki partilerdir. Halk açıktan açığa KDP’ye senin yönetiminden memnun değiliz demiştir. KDP’nin Türkiye’deki AKP-MHP faşizmi gibi halk üzerinde baskısı olmazsa halk sokağa çıkar, tüm yönetim alanlarına el koyar. Zaten Başûrê Kurdistan’da böyle bir durum her zaman ortaya çıkabilir. %80 memnun değilse bu memnuniyetsizlik kendini başka biçimlerde dışa vurur.
Halk sandığa gitmediği gibi sandığa gidenlerin de en az protesto ettiği ya da en az oy kaybına uğrayanlar hükümeti en fazla eleştiren partiler olmuştur. Bu bile Başûrê Kurdistan’daki seçmen eğilimini ifade ediyor. Bu açıdan Başurê Kurdistan’da tüm partiler kaybetmiştir. Yapılması gereken başta KDP olmak üzere hükümete katılan partilerin halktan özür dilemesidir, halka özeleştiri vermeleridir. Özeleştiri vermeleri yanında demokratik bir program açıklamaları gerekir. Toplumsal yaşamda, ekonomide, eğitimde, her alanda demokrasi hedefleri ortaya koymaları gerekir. Sadece siyasal alanda demokrasi vaat etmek de yetmez.
Artık sadece 4 yılda bir seçime dayalı demokrasi olmuyor. Böyle meşruiyet de alınmıyor. Günümüzde yerel demokrasi olmadan, demokrasi köyden, mahalleden başlamadan, her yerel kendini yönetme irade ve gücüne sahip olmadan artık ne seçimlerin bir anlamı olur; ne de demokrasiden söz edilebilir. Sadece bir parlamento ve hükümet seçen temsili sistem artık demokratik olamıyor. Bu temsili demokrasi denen sistem halkın demokratik iradesinin gasp edildiği bir siyasi düzen haline gelmiştir. Temsili demokrasi denen siyasi sistemin demokrasi kültürünün belli oranda var olduğu ülkelerde bile demokratik yanı çok zayıf kalmaktadır. Irak ve Başurê Kurdistan’da ise halkı aldatma aracı haline gelmiştir. Irak’taki halk seçimde artık bizi böyle aldatamazsınız diye sandığa gitmemiştir. Bu, başlı başına bir sistem krizidir. 4 yılda bir sandığa gidip yönetim seçme aldatmacasının krizidir. Irak seçimlerinin gerçeği böyledir. Bunun dışındaki her yaklaşım demagojidir. Irak’ta yönetim meşruiyeti aranırken; yönetim krizi daha da artmıştır. Irak şu anda bir kaos ülkesidir. Başûrê Kurdistan’da böyledir. Irak’ta Başûrê Kurdistan’da demokrasisini arıyor. Yerel demokrasiye dayanan demokrasisini ve buna dayalı yönetimini arıyor. Irak ve Başûrê Kurdistan’da kim bu arayışlara cevap olursa geleceğin yönetim gücü de o olur.
KDP sessizliği ile TC’nin kimyasal silah kullanmasının suç ortağı oluyor
KDP Başûr’da Kürt halkının tepkisini aldığı halde Kürt halkının kabul etmeyeceği biçimde Türk devletine işbirlikçilik yapmakta; Kürt düşmanlığında öncü Türk devletinin gerillaya karşı yürüttüğü savaşta Türk devletine yardım etmektedir. Gerilla güçleri arasındaki bağı koparmıştır. Bazı gerilla güçlerinin etrafını kuşatmıştır. Bir gerilla alanından başka bir gerilla alanına geçmek isteyen gerillalara pusu kurmakta, saldırmaktadır. Xelifan’da birinde 3, birinde de 7 gerillayı pusuya düşürmüş; en az 8 gerillayı böylece katletmiştir. Gerillalara pusu kurup katlettiği gibi gerilla cenazelerini ailelerine vermemektedir. Şu anda Rojava-Başûr sınır kapısı Sêmalka’da çocuklarının cenazelerini isteyen analara dahi bir cevap vermemektedir. Soykırımcı sömürgeci Türk devleti Kürt düşmanlığı nedeniyle gerillalara, gerilla cesetlerine nasıl yaklaşıyorsa KDP de benzer bir yaklaşım göstermektedir.
Türkiye şu anda Ortadoğu’da demokrasi ve özgürlüklerin önündeki en temel engel güçtür. Ortadoğu’da demokrasi düşmanlığı en başta da Kürt düşmanlığıdır. Bu açıdan KDP TC’ye verdiği destekle, kurduğu ilişki ve yaptığı işbirliği ile Kürt düşmanlığına destek vermektedir. Türk devleti Kürt soykırımını hedefliyor. Bunu Kürt işbirlikçileri dışında tüm dünya biliyor. TC, yüz yıldır en doğal haklarını, özgürlüklerini isteyen Kürtlere nasıl yaklaşmışsa PKK’ye de öyle yaklaşmaktadır. Türk devletinin bu gerçeğini görmemek bir Kürt siyasi gücü için TC’nin bu politikalarına hizmet etmekten başka bir anlama gelmemektedir. Ancak KDP ulusal düzeyde değil, günlük parti çıkarı için baktığından TC’nin Kürt düşmanı politikalarına hizmet ediyor. Biraz uzun vadeli baksa TC’nin bugün PKK’ye yaptığını yarın KDP ya da başka bir siyasi harekete yapacağını görür. Herhalde KDP iş işten geçtikten sonra bu gerçeği görecektir. Çünkü KDP günlük yaşadığı için bu gerçekleri göremiyor. KDP, bu tutumuyla Kürt halkına da tüm Ortadoğu halklarına da büyük zarar veriyor. Ama dünyaya ve olaylara tersten baktığından bu gerçekleri göremiyor.
KDP şu anda iktidardan düşmek üzere olan, zayıflamış olan faşist iktidarın ayakta kalmasına koltuk değneği oluyor. Halbuki AKP-MHP faşist iktidarı yıkılsa sadece Kürtler değil, tüm Ortadoğu rahatlayacak, ancak KDP bu iktidarın ömrünü uzatıyor. Kürt düşmanlığında öncü soykırımcı sömürgecilere tarihteki en büyük desteği veriyor. Günümüzde hiçbir güç KDP kadar Türk devletine bu düzeyde destek vermiyor. Türk devleti Avaşîn, Zap ve Metîna’da bir çıkmaza girmiş; yenilecek ve bozguna uğrayacak ama KDP gerillanın TC’ye bu bozgunu yaşatmasının önüne geçiyor. Türk ordusu her gün zehirli gaz ve kimyasal silah kullanıyor; Kürdistan coğrafyasını tahrip ediyor ama KDP buna da ses çıkarmıyor. Sessizliği ile TC’nin zehirli gaz ve kimyasal silah kullanmasının suç ortağı oluyor. Kimyasal silah konusunda çok hassas olan Başûrê Kurdistan kamuoyunu bile dikkate almayan bir KDP gerçeği var. Saddam kullanınca insanlık dışı bir durum oluyor; ama KDP’nin ilişkide olduğu TC kullanınca normal oluyor. Bu gerçeklik bile KDP’nin Kürt halk gerçeğinden ne kadar koptuğunu gösteriyor. Başûrê Kurdistan halkının hassasiyetini dikkate alarak hiç değilse tarafsız kurumlar gelsin incelesin diyebilirdi. Ne var ki, aylardır kimyasal silah konusu konuşulmuyormuş gibi bu gerçekliğe kulağını tıkıyor.
HPG 6 aylık savaşın bilançosunu açıkladı. Gerilla 6 aydır Türk devletine kök söktürüyor. Türk devletini çaresiz bırakmış bulunuyor. Faşist Türk devleti bu nedenle kimyasal silahlara başvuruyor. HPG 32 gerillanın kimyasal silahlarla şehit düştüğünü ilan etti. Kimyasal silah kullansa da bu Türk ordusunu kurtaramayacaktır. Türk ordusunun girdiği her yer savaş alanı haline gelecektir. Türk ordusu Medya Savunma Alanları’ndan mutlaka kovulacaktır. Gerilla bir cephe savaşı vermiyor. Gerilla savaşı her zaman küçük güçlerin büyük güçlere karşı savaşıdır. Bazı yerleri zaman zaman savunur ama esas olarak nokta ve cephe değil, alanda savaş yürütür. Bu açıdan Türk ordusu ne kadar yayılırsa savaş da o kadar yayılır ve bu alanlar Türk ordusu için bir bataklık haline gelir.
Gerilla, devletlerin bile en fazla bir ay dayandığı bir savaş gücüne karşı genelde 6 yıl, Metîna, Zap ve Avaşîn özelinde de 6 aydır savaş yürütüyor. Bu savaş AKP-MHP faşizmi yenilene kadar sürecektir. Daha doğrusu bu savaş AKP-MHP faşist iktidarının sonunu getirecektir.