Türkiye’nin seçim atmosferine girdiği bu dönemde, siyasal ve askeri açıdan dünya toplumları ciddi bir kriz ve kaos iklimini yaşıyor. Bunun nedeni bir avuç sermaye kesiminin toplumlara, halklara, kadınlara ait olan kaynaklar üzerinde kurdukları tekel ilişkileri oluyor. Her ne kadar dünyadaki siyasal sistemlerin modern çağda demokratik olarak oluştuğu öne sürülse de günümüzde demokrasi kavramı gibi tekel ilişkilerine dayalı oluşturulan kurumları da ayıbı örten asma yaprağı işlevini görüyor. Devlet ve iktidar ilişkilerinin despotik, talancı, tecavüz ve el koymaya dayalı karakteri, bir dünya savaşının yaşandığı bir süreçte, daha iyi bir dünyaya inanarak demokratik sistemler peşinde koşan milyonlar hatta milyarlarca insan açısından bir hayal kırıklığına dönüşmüş bulunuyor. Fakat bu hayal kırıklığı ve geniş toplumsal kesimleri saran umutsuzluk hali, Kürdistan’da yok. Kürdistan’da devletçi, iktidarcı, erkek egemen toplumsal sistemlere karşı demokratik, özgürlükçü, kadın eksenli bir siyasal sistemin bilinci, söylemi ve iradesi var. Bunun da ötesinde uygarlığın maddi ve manevi tüm birikimini arkasına almış olarak bu iradeye yüklenen, güncel olarak askeri ve politik olarak her yönüyle desteklenen TC’ye karşı eşsiz bir özgürlük savaşı, direnişi var. Sadece Kürt halkına değil bölge ve insanlığa, kapitalizmin insan olmaktan düşüren kölelik ilişkilerine karşı seçeneksiz olmadığını ortaya koyan Önder Apo gerçekliği var. Önder Apo’nun İmralı’daki özgürlük direnişini, iradesini bu vesileyle bir kez daha selamlıyor ve minnetlerimi belirtiyorum. Önder Apo’suz bir yaşamın karanlık, kölece, iradesiz bir yaşam inşası olduğunu içinde yaşadığımız dünya gerçekliği çarpıcı bir şekilde ortaya çıkarmış bulunuyor. Başta kadınlar olmak üzere üzerinde sömürü ilişkileri kurulan halklar, sınıflar, yoksullar yani bir bütün ezilenlerin özgürlük sistemlerinin nasıl kurulacağı, bunun yöntemi, mücadele tarzı ve öz savunması açığa çıkarılmış bulunuyor. Bu temelde Kürdistan’da dağların doruklarını, derin vadilerini, ele avuca sığmayan köşelerini canını siper ederek savunan HPG-YJA STAR gerillalarını selamlıyor, bu uğurda şehit düşen yoldaşlarımızı gururla, özlemle anıyorum. Anılarının Kürdistan’da özgür toplumsallığımızın inşası olarak hayat bulacağının sözünü bir kez daha veriyorum.
Türkiye Cumhuriyeti en kırılgan dönemini yaşıyor
Türkiye’nin geleceği açısından her toplumsal kesimin, durduğu yere göre büyük anlamlar biçtiği 2023 yılına sayılı günler kaldı. 2023 yılı, halkların, inanç gruplarının soykırımı üzerine inşa edilen TC’nin yüzüncü yılını doldurduğu bir yıl oluyor. Her şey normal seyrinde gelişmiş olsaydı, varlık kazanan her olgu gibi yeni bir yıla girilmesinde hiçbir özgünlük olmayacaktı. TC’ye göre normal olan, kuruluş amaçlarına bağlı kalarak soykırım politikalarında sonuca ulaşmak, Türk uluslaşmasını, egemenlik sınırları olarak gördüğü coğrafya üzerinde hakim kılmaktı. Eğer bunu başarabilselerdi, Cumhuriyetin ikinci yüzyılına bölge halklarına yönelik neo-sömürge politikalarını tartışarak girebilirlerdi. Fakat dikkat edilirse yüz yılı geride bırakan cumhuriyet en kırılgan dönemini yaşıyor. TC, agresif politikalarla, biraz da kuruluşunda etkili olan dengelerin yeniden canlandırılmış olmasına dayalı olarak ayakta kalabiliyor. Dünya savaşına dönüşmüş olan kapitalist sömürü sisteminin krizinden her yönüyle etkilendiği gibi bu kriz ortamının ortaya çıkardığı konjonktürel yani geçici dengelerini kendi lehine değerlendirmeye çalışıyor. Bu, bir devlet politikası olarak yürütülüyor. Çünkü; dünya savaşı denilen ve dünya üzerinde birçok ülkenin siyasi sınırlarını dönüştüren olgunun kendisini etkilemesinden ciddi şekilde korkuyor. Bu nedenle soğuk savaş döneminin dengelerini kullanan Kemalist iktidar gibi Batı sistemine bağlılığını ortaya koymaya çalışırken diğer yandan Ortadoğu’da etkisini çok iyi bildiği Rusya ve İran gibi ülkelerle ilişkilerini yoğunlaştırıyor. Klasik ulus-devletler açısından ciddi bir gündem olan güvenlik konusunu jeo politik konumunun farkında olarak kullanıyor.
TC Devleti’nin kuruluş hikayesini asla unutmamak gerektiğini belirtmek istiyorum. TC, bölge halklarına karşı kapitalist emperyalist politikaların koruyucu kalesi olarak inşa edilmiştir ve bu rol, başta ABD ve İngiltere olmak üzere hala oynattırılmak istenmektedir. İsrail’in kuruluşu öncesi proto-İsrail olarak oluşturulmuş ve Ortadoğu toplumlarını kontrol etmek için her türlü destek sunulmaktadır. Yani Türkiye’deki mevcut siyasal sisteme son 20 yıldır damgasını vuran AKP iktidarı da bu çerçevede görev almış, proje bir parti olarak uluslararası sistemin ihtiyaçlarına göre hareket etmiştir. AKP, kendisinden önce TC yönetiminde yer alan siyasal yapıların yetersiz kaldığı bir aşamada, yine uluslararası sistem tarafından allanıp pullanarak bölge halklarına sunulan bir siyasal İslam projesi olmuştur. Fakat Ortadoğu gerçekliğinin belki de en çarpıcı yönü, dışarıdan dayatılan hiçbir projeyi özümsememesi oluyor. Kendisi olmak, kendi olarak kalmak temel kültürel direniş kodu olarak ne mutlu ki varlığını sürdürüyor. AKP şahsında Ortadoğu’da yapılan müdahale de benzer bir sonuca ulaşmış bulunuyor. Gelinen aşamada AKP bırakalım bölge halklarına, siyasal proje olarak model olmayı hemen hemen her yerde teşhir edilen, karşısında mücadele edilen bir gerçekliğe dönüşmüştür. Hak yerini bulmuştur.
Türkiye’de seçimlere giderken Türkiye’nin dünya ve bölge içindeki konumu, özel savaş medyasının tüm çabalarına rağmen bunun bir adım ötesinde değildir. Dışa bağımlı bir ülke olarak Türkiye’deki seçimleri bu gerçekliklerden bağımsız ele almak mümkün değildir. Türkiye yönetiminde her zaman dış etki olmuştur, geçmişte açık bir şekilde NATO darbeleri ile gerçekleşen müdahaleler şimdi daha örtülü yaşanmaktadır. Bu durumun tümden değiştiğini sanmak gaflet olur. Yöntemlerde değişim vardır ancak müdahalelerin özü benzerdir. Bu temelde Türkiye’de artık yönetilemez olan rejim üzerinden uluslararası sermaye kesimlerinin kapışmalarının gerçekleşeceğini bilmek gerekir.
İkinci husus, dış dünya ile ilişkili olarak Türkiye’nin iç siyasal dengelerinin durumudur. 2023 yılının Haziran ayına takvimi verilen seçimlere giderken, Türkiye tarihindeki en şiddetli, karışık, belirsizliklerle dolu siyasi tablolarından birinin yaşandığı belirtilebilir. Bunun nedeni seçimler değildir. Seçimler, var olan çelişki ve çatışmalı ortamı daha da gerginleştiren, keskin hale getiren bir gerçeklik oluyor. Gelinen aşamada geri sayım başladı ve herkes eteğindeki taşları döküyor. Bunun neden böyle olduğunu anlamak için Türkiye’deki siyasal atmosferin stratejik belirleyenlerini yani temel siyasal fay hatlarını çözümlemek gerekir. Burada neler olduğunu bilince çıkarmadan yeterli bir analiz yapabilmek mümkün olmadığı gibi güncel tartışmaların peşinden sürüklenmeye, hatta mevcut iktidarın hazırladığı gündemlerle uğraşarak sapmaya yol açar. Bunun için daha şimdiden 2023 seçimleri için demogojik, perdeleyici ve ajite yönü ağırlıkta olan ‘önem’ söyleminin dışında bir değerlendirme yapabilmeliyiz. Fakat burada bu seçim sürecinin önemsiz olduğundan bahsetmiyoruz. Haziran ayında gerçekleşecek seçimleri, Türkiye’nin siyasal tablosunu ve elbette gelecekte nasıl bir cumhuriyet halini alacağını belirleyecek bir seçim süreci olarak görmek abartılı olmayacaktır. Bu anlamda elbette ki önemlidir. Bu durumu ortaya çıkaran ise Önder Apo’nun öncülüğünde 50 yıldır süren Kürt halkının özgürlük ve varlık mücadelesi, savaşı olmaktadır. Öncelikle Türkiye’nin başta siyaseti olmak üzere tüm alanlarında tüm yakıcılığı ile kendini hissettiren, gündemini oluşturan, belirleyici olan faktörü Önder Apo ve Özgürlük Hareketidir. Son 50 yıldır, Türk egemen sınıflarının, bu sınıfların çıkarları temelinde oluşan siyasi partilerinin, kurum ve yapılarının temel uğraşını, gündemini özgürlük hareketinin ortaya çıkardığı gelişmeleri engelleme, mümkünse ortadan kaldırma faaliyetleri oluşturmuştur. Bu anlamda Türkiye’nin siyasetinin birinci belirleyeni budur.
Bilindiği gibi TC Devleti kurulurken Ortadoğu halklarına bir model olarak sunulmuş, bu model üzerinden bölge halkları hem zihnen hem de sistemsel olarak teslim alınmak istenmişti. Günümüzde büyük bir yıkımı yaşayan Suriye, Irak ve benzeri ulus devletler ardı sıra kurularak milliyetçilikle zehirlenmiş ve bu bölgenin homojen olmayan yapısına ‘demokratik parlementer rejimler’ ihraç edilmişti. Özünde ulus-devletçilik halklara özgürlük ve refah kaynağı olarak kurtarıcı olarak sunulmuş, rejimler hiçbir zaman demokratikleştirilememiştir. Halkların, uluslaşma adı altında kapitalist modernitenin bir uydusu olmayı aşamayan devletler tarafından zincirlenmesi süreci sistematik olarak isyanlarla karşılık bulmuş ve Ortadoğu bu katı, despotik devletçi, halkların birliğini ve zenginliğini inkar temelinde inşa edilen iktidarlara karşı ölümüne direniş gerçekleştirmişlerdir. TC’nin kuruluş sürecini hatırlatmamızın sebebi, mevcut siyaset tablosunun hangi temeller üzerinden yükseldiğine dikkat çekmek içindir. Temeli yanlış olan binayı ne kadar ayakta tutmaya çalışırsak çalışalım bunun mümkün olmadığını fizik kurallarından biliyoruz. Verdiğimiz örnek toplum ve siyaset bilimini açıklamada çok yeterli olmayabilir. Fakat nasıl ki evrenin gelişimi rastgele değilse toplum ve dolayısıyla siyaset biliminin de kuralsız olduğunu savunamayız. Bu şekilde yaklaşanlar yaşananların sistematiğini kavrayamayacağı gibi geleceğe ilişkin ön görülerde bulunamaz, dahası yeni toplumsal inşalara yönelemezler.
Türk devleti, başta Türkiye sınırları olarak belirlenen Anadolu ve yukarı Mezepotamya olarak genelleştirebileceğimiz bir coğrafya üzerindeki iktidar inşasını, halklar açısından zenginlik, çeşitlilik, geçiş alanı olarak çoklu toplum gerçekliğine dayatılan bir tekçi, Türkçü rejim olarak gerçekleştirmek istemiştir. Bu coğrafyanın dokusuna, binlerce yıllık var oluşuna, insanlığın ilk beşiği olma gerçekliğine ters düşen bir dayatma olarak bu alandaki toplumsal gerçeklik üzerine gerçek bir kabus olmuştur. Bunun sonucu olarak artık adını bile sayamadığımız onlarca etnik yapı fiziki ve zihinsel soykırımdan geçirilmiş tam bir kimlik kırımı yaşanmıştır. Anadolu’nun renklerini oluşturan Gürcüleri, Abhazları, Lazları, Pomakları, Arapları, Terekemeleri, Ermenileri, Rum, Çerkez, Asurileri ve hatta Yahudilerinin sesi kesilmiştir. Felsefi olarak var olan hiçbir şeyin yok olmayacağını iddia edebiliriz. Böyle olduğuna da inanıyoruz. Fakat bu kimliklerin büyük oranda eritildiği ve Türk uluslaşmasının hizmetine koyulduğunu da görmek durumundayız. Günümüzde Türk milliyetçiliği ile övünen kesimlerin başında ironik bir biçimde bunlar geliyor. Fakat her varlık köklerini arar, ona döner, onu var eden değerler peşini bırakmaz. Kürt halkının varlığı da halkların inkarı ve soykırımdan geçirilmesi üzerine inşa edilmiştir. TC, işte tam da bu nedenle hiçbir zaman iç krizlerinden kurtulamadı. Hep gerilimli, çatışmalı oldu. Adını tam koymak gerekirse bir iç savaş gerçekliği olarak 100 yıllık varlığını gerçekleştirebildi. Gelinen aşamada artık bu şekilde var olamayacağı açığa çıkmış bulunuyor. Bu anlamıyla 2023 yılı soykırımcı sömürgeci kodlarla şekillenen TC’nin tam bir yol ayrımına geldiği süre oluyor. İkinci fay hattını da bu şekilde belirleyebiliriz. Yani başta Kürt halkının varlık ve özgürlük talebi olmak üzere halklara, inançlara, çeşitli toplumsal kesimlere dayatılan tekçiliği, çoklu özelliği ile bu toplumsal bileşim taşıyamıyor. Demokratikleşme ihtiyacı, özgürlük alanlarının inşası en temel ihtiyaç olarak kendisini dayatıyor.
Akıl tutulması yaşayan bir toplumsal gerçeklik oluşuyor
Önemli bir konu ise emekçi sınıfların durumudur. Halklara karşı savaşın en fazla aparat haline getirildiği durum işçi sınıfı başta olmak üzere Türkiye’deki sınıfsal gerçekliktir. Türkiye’deki sınıfsal uçurum dünya ölçeğinde ele alındığında içler acısıdır. Başta Kürt halkı olmak üzere iç düşman yaratımlarıyla angaje edilen toplum, en temel çelişkilerini yaşayamaz duruma getirilmiştir. Dünyanın her hangi bir yerinde, modernitenin etkisi ile belki de hiç beğenilmeyen, geri görülen halklarında bile emeğine sahip çıkmak ve ekmeğin mücadelesini yürütmek mümkünken söz konusu Türkiye olduğunda kuzuların sessizliğine bürünmüş bir emekçi sınıfı gerçekliği vardır. Elbette bunun suçu sadece Türkiye emekçi sınıflarına kesilemez, bunun için suçlanamaz. Bu sınıfların öncülüğünü yürüten siyasi yapıların da ciddi sorunları olduğu kesindir. Fakat bu bir lokma ekmek için her türlü savrulmayı yaşayan bir sınıf gerçekliğini değiştirmiyor. İliklerine kadar sömürü zincirinin bir parçası haline geldiği halde, bunu bir kader gibi yaşayan milyonlar var. Evet, günümüzün kölelerinin elleri ve kollarında pranga yoktur ama gönül gözü körleştirilmiş, akıl tutulması yaşayan, geleceğini mevcut iktidarların iki dudağı arasına bırakan büyük bir çoğunluk vardır. Önder Apo bir görüşmesinde AKP iktidarına ‘bana her şeyi kabul ettirebilirsiniz ama hegemonyanızı kabul ettiremezsiniz, tekelciliğinizi kabul ettiremezsiniz’ demişti. Bu iki cümlelik ifade özünde bir sınıfsal duruş, dahası sınıf olmayı kabul etmemeyi içeriyordu. Şimdi Türkiye’de kaç kişi sınıfsız, herkesin farklılıklarıyla birlikte eşit olarak yaşayabileceği, adil bir yaşamı hayal edebiliyor? Türkiye halklarının kronik bir kriz, bunalım halinden çıkamamasının temel bir nedeni olarak da bu gerçekliği görmek ve tespit etmek gerekiyor. Bu kadar derinlemesine yaşanan ve tüm yaşam biçimlerini ele geçiren sınıfsal çelişki, TC’nin özel savaş politikaları ile ayakta tutulurken, tüm ahlaki çözülüş, değer yargılarından uzaklaşma, kişiliksiz bir toplumsal gerçeklik oluşuyor. Hiçbir toplumsal yapı böylesine acılı, sancılı bir var oluşu taşıyamaz. Türkiye emekçi sınıfları da, sürekli olarak yoksullaşmayı, maddi ve manevi birikimlerini, yarattığı değerleri kaybetme tehlikesi ile yaşayamaz. Dikkat edilirse, seçimler yaklaşınca egemen sınıfları temsilen oluşturulan siyasi partilerin tamamı ekonomik krizi, yoksulluğu, vurgun ve talanı gündeme getiriyor, iktidar mikro kredilerle 20 yıldır yaratmadığı aksine çalıp çırpıp çağın en güzide saraylarına harcadığı refahı toplumun refahı olarak empoze etmeye çalışıyor. Demek ki seçimler açısından belirleyici bir fay hattı da bu oluyor.
Her kesimden kadının kadın özgürlüğünde birleşmesi iktidarların korkulu rüyasıdır
Bu siyasi tabloya Kürt halkına karşı soykırım savaşı yürüten, halkları kırımdan geçiren, emekçileri çağın modern köleleri haline getiren erkek egemenlikli siyasettir. Kadınların özgürlük problemi her ne kadar evrensel bir sorun olsa ve bir cins olarak kimliği devletçi, iktidarcı yapılar tarafından sistematik olarak kölelik ilişkilerine konu edilse de Türkiye’deki kadın sorunu oldukça ağırdır. Kürt kadınlarının 40 yıla varan özgürlük arayışları Türkiye’deki kadın sorununu oldukça deşifre etmiş, aydınlatmıştır. Bu durum kadınların geleneksel rollerinden sıyrılarak kendilerini yeni ölçülerle inşa etme arayışını hızlandırırken başta aile olmak üzere var olan ilişki biçimleri ciddi anlamda çözülme sürecine girmiştir.
Türkiye’deki mevcut iktidar, erkek egemenlikli, sömürü ve soykırımcı varlığını kadınların köleliği üzerine inşa etme zorunluluğunu yaşıyor. Bunun için gittikçe hızlanan bir biçimde kadınların kazandığı hakları, yarattıkları değer yargılarını ise ideolojik olarak yıpratıyor. Yerine ikame etmek istediği ise kadınların temel hak ve özgürlüklerini ortadan kaldıran Sunni İslamın kadın-erkek formu oluyor. Bu formda 6 yaşındaki kız çocuğu da dahil olmak üzere kadın mutlak mülk, obje ve insan görülmezken, erkek için cihatçı fetihler oluşturularak iktidar, devlet ve erkin paydaları sunulmuş oluyor. Kısacası sadece Türkiye’de değil, Ortadoğu ve dünyada kadın özgürlük mücadelesini niteliksel olarak yeni bir aşamaya taşımış olan Kürt Kadın Özgürlük Hareketi’nin etkisi ile AKP-MHP iktidarının artık hiçbir meşruluğu kalmamıştır. Muhafazakar ve gerici saldırılarla sıkışmış olan kadınlar bu seçim sürecinde kendi varlığını sandıklara da yansıtacaktır. Bilinmelidir ki bu kadınların önemli bir kısmı AKP-MHP iktidarının köle kadın inşasından etkilenmiş, inancı istismar edilerek yönlendirilen kadınlar olmaktadır. Fakat inançlıdırlar, inanç ise bilinçten önce gelen çok güçlü bir var olma biçimidir. Bu nedenle asla küçümsenmemesi, ciddiye alınması gereken bir realiteden bahsediyoruz. Potansiyel olarak tüm kadınların, iktidar ve erkek egemenliğine dayalı devletçi yapılara karşıtlığı var olsa da her kesimden kadının, kadın özgürlüğü paydasında birleştirilmesi dün olduğu gibi bugün de iktidarların korkulu rüyasıdır. Dikkat edelim, İran devleti gibi kadim bir devleti bile kadınlar nasıl salladı?
2023 seçimlerini değerlendirirken belirleyici olan bu ana konular oluyor. Bu konularda doğru ve etkili politika belirleyebilen güç Türkiye’nin geleceğinde yer alabilecektir. Çünkü artık çelişkiler çok keskinleşmiştir. Buna ister devrim ister demokratik dönüşüm diyelim fark etmez. Türkiye artık bu hali ile bırakalım yeni yüzyılını karşılamayı bir yıl ötesine bile gidemez. Yenilenme ve dönüşüm ertelenemeyecek kadar acil hale gelmiştir.
Özgürlük Hareketimizin kesintisiz 45 yıldır yürüttüğü devrimci mücadele ve savaş, Türkiye’nin hakikatini ortaya çıkarmış ve yıkım aşamasına getirmiştir. İçten yıkım çoktan gerçekleşmiştir. Göstermelik siyaset oyunları bile yapılamamaktadır. Günü birlik darbe ve komplolarla süreç yürütülmektedir. Bırakalım demokratikleşme adımlarını tartışmayı, demokrasinin ne olduğu bile gündeme getirilemez haldedir. Tüm kesimler için temel hak ve özgürlükler tehdit altındadır. Toplumsal yaşam, Kürt halkına karşı yürütülen soykırım politikaları için lime lime edilmiştir. Toplumların temel ihtiyacı olan beslenme, yani ekonominin durumu sadece enflasyon rakamlarıyla bile yaşam sınırlarının altına düşüldüğünü ortaya koymaktadır. Zaten Kürt varlığı artık inkar edilemez bir gerçeklik olarak açığa çıkarılmıştır. Şimdi bu varlığın yani Kürtlüğün kendisini nasıl yapılandıracağı tartışma konusudur. Son on yıla damgasını vuran Kürtlere karşı soykırım savaşı, her ne kadar inkarcılık ve asimilasyon çizgisine bağlılık temelinde yürütülse de esas olarak Kürt halkının özgürlük temelinde varlığını inşa etmemesi için yapılmaktadır. PKK öncülüğünde gerçekleşen demokratik Kürt uluslaşmasının, özgürlük temelinde kalıcı bir statü oluşturmaması için akıl sınırlarını aşan, içinde her türlü kirli yöntemin bulunduğu, açık ve örtülü savaş yöntemlerinin birlikte kullanıldığı bir yol oluşturulmuştur. Gelinen aşamada bu yolun sonuna gelinmiş, uçurumun eşiğine varılmıştır. TC’nin uçurumu bağrındaki Kürt varlığıdır. Ya yolunu değiştirecek ya da düşecektir.
AKP belirlediği hedeflerin hiç birine ulaşamamıştır
AKP-MHP olarak bloklaşan ve kendini ‘Cumhur’ olarak tanımlayan iktidar bloğu, 20 yıl önce iktidara geldiğinde de siyasal süreç oldukça kırılgan bir durumdaydı. Hatırlanırsa Uluslararası Komplo ile, küresel sermaye güçleri bölgede halklar lehine olan devrimci gelişmeyi Önder Apo şahsında durdurmak istemiş, Türkiye’nin ‘Kürt sorunu’ dediği özünde ise Kürt halkına dayatılan soykırıma karşı varlık ve özgürlük savaşını yeni bir konsept ile etkisizleştirmeyi planlamışlardı. Bu rol ise AKP’ye verilmişti.
Kemalist ya da ulusalcı da denilebilecek, başını klasik CHP zihniyetinin çektiği iktidar güçleri Kürt Özgürlük Hareketi’nin destansı özgürlük savaşı ile yenilmiştir. CHP’nin veya resmi devlet zihniyetinin yürüttüğü soykırım politikaları başarısız kalmış ve Kürt halkı demokratik bir ulus olarak tarih sahnesine çıkmıştır. CHP zihniyetini sadece bir parti olarak kullanmadığımı belirtmek istiyorum. Çünkü sözde Türkiye’de 1945 yılından beri çok partili sisteme geçiş yaşanmıştır. Fakat bu partilerin varoluşları Kemalist zihniyete bağlılık temelinde, varyant olarak gerçekleşmiştir.
Kısacası Türk devletinin bu yenilgisi, bağlı olduğu uluslararası güçlerin de yenilgisi olduğu için uluslararası komplo ile devrimci gelişmeye saldırı ile karşılık verilerek, Kürt halkının özgürlük iradesini rehine konumunda tutarak, kandırma ve oyalamaya dayalı yeni bir tasfiye süreci başlatılmıştır. AKP iktidarının ilk on yılı bu temeldeki tasfiye saldırıları ile gelişmiştir. Kürt halkının Önder Apo etrafında yaşadığı ulusal kenetlenmeyi hazmetmeyen uluslararası sistem, Kürt varlığını işbirlikçi, sahte önderler etrafında tasfiye etmek isterken, Türk-İslam ideolojisi ile zihniyet kazanmış olan AKP ve lideri Erdoğan eliyle de Kürtlerin, Kürt olarak varlık kazanmasını engellemek istemiştir. Bu konuda AKP, nemalandıkları dış güçlerle çelişkiler yaşasa da, yaşadığı bu çelişkileri ustaca kullanmaya çalışsa da ve Türkiye’nin jeo-politik-jeo-stratejik konumunu kullanmaya çalışsa da geldiği durum on yıl önceki durumdur. Yani belirlediği stratejik hedeflerin hiç birine ulaşamamıştır. Savaş hükümeti olarak, Kürt halkının var olduğu her yerde saldırı yürütmesine rağmen kazandığı tek şey zalim bir diktatör olma olmuştur. 2015 yılında pratiğe koyduğu ‘Çöktürme eylem planı’ ile Kürt halkına büyük zararlar vermiş ve acılar yaşatmış olsa da varlık ve özgürlük savaşı tüm Kürdistan parçalarında devam etmiştir. Diğer bütün sorunlar Kürt halkına karşı yürüttüğü soykırım savaşına bağlı olarak katlanarak günümüze kadar gelmiştir. Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı yürütelen savaş Türkiye’yi dünyanın en anti demokratik ve yoksul ülkesi haline getirmiştir.
AKP’nin MHP’nin siyasi kanadı olduğunu, MHP’nin AKP’nin ideolojik fikir babası olduğu fikrinde netleştiğimizi belirtebilirim. Çünkü AKP’yi iktidara taşıyan da Devlet Bahçeli’nin 2003 yılındaki hamleleri olmuştu. Ecevit bu şekilde iktidardan düşürülmüş, Türkiye erken seçime götürülerek AKP’nin önü açılmıştı.
2023 yılı seçimlerine giderken iktidarda bulunan Cumhur ittifakı partilerinin başta Kürt halkının özgürlük mücadelesi karşısındaki soykırımcı politikaları sonuç alamamıştır. 2015’ten itibaren uyguladığı her türlü faşizm ile Kürt toplumunu devlet terörü ile frenleyebilmektedir. Küçücük bir grubun bile bir araya gelerek soykırımcı, faşizan uygulamaları protesto etmesini beka sorununa dönüştürecek kadar Kürt halkından korkmaktadır. Dengesini kaybetmiş bir iktidar yapılanması olarak normale dönme şansını yitirdiği için savaşı tırmandırmaktan başka bir seçeneği yoktur. Fakat toplumlar savaşı bir yere kadar taşıyabilirler. Toplumların da bir kırılma noktası vardır ki, Türkiye toplumu çoktan bu sınıra gelip dayanmıştır. Hareketimizin önder kadrolarından olan Kemal Pir’in tarihi sözünü bir kez daha hatırlatmak isterim. ‘Türkiye halklarının kurtuluşu Kürdistan’dan geçer.’ Bir kez daha Kürdistan’daki özgürlük ve varlık mücadelesinin Türkiye’deki faşizmi alaşağı edeceği bir sürece girmiş bulunuyoruz.
Millet İttifakı’nın durumu ise henüz belirsizliklerle iç içedir. Bu ittifak ve bileşenleri 2015’den beri ve aslında başından itibaren AKP’nin ayakta durması, güçlenmesi ve Kürdistan Özgürlük Mücadelesi karşısında başarılı olması için cumhuriyetin tüm olumlu değerlerinin katıksız bir soykırım rejimine dönüşmesinde onay veren bir tutum içinde olmuştur. Bu tutum özünde Millet İttifakı bileşenlerinin gerçek ve güçlü muhalefet geliştirememesinin temel nedeni olmuştur. Tutarlı bir demokrasi programı ortaya koyamayan Millet İttifakı Türkiye’deki ekonomik krizi gerekçe göstererek politika geliştirmeyi hedefleseler de bu Türkiye’nin sosyolojik gerçekliğini hiç görmeyen, yok sayan, adeta kaçak dövüşe dönüşen cesaretsiz bir duruş sergilemelerine yol açmaktadır ki faşizm karşısında cesaret sahibi olamayan, sorunların kaynağını görerek güçlü söylem geliştiremeyen bir muhalefetin toplum açısından umut kaynağına dönüşmesi, seçenek haline gelmesi çok zordur.
Arapçada siyaset, seyislikten geliyor. Yani at terbiyesi. Nasıl ki bir atın binicisi at ile uyumlu olmak zorunda ve kendi ruhunu, duygusunu, heyecanını, korkusuzluğunu geçirmek zorundaysa siyasetçi de halk ile, toplum ile böyle bir ilişki kurmak ve yönetmek durumundadır. Oysa Millet İttifakı iktidar, korku, baskı ve devlet gücünü arkasına almış bir faşist yönetim karşısında ürkektir. Bu ürkeklik toplumda tereddüt ve ikirciklik yaratmaktadır. Toplumu savaşla konsolide eden AKP-MHP faşizmine karşı bu savaşın iktidarın kendisini ayakta tutmak için en güçlü argümanı olduğunu görmek istememekte, dahası Kürt halkının varlığına ve özgürlük arayışları karşısında başarılı olmasını istemektedirler. Oysa anti-toplumcu, anti demokratik, anti kadın ve anti ekonomik bu sistem karşısında tutarlı bir demokratikleşme ancak savaşa karşıtlık temelinde geliştirilebilir. Parlementer sisteme dönüş ve tek adam rejimi anlamına gelen Türk tipi başkanlık sistemini eski ayarlarına döndürmek, Türkiye toplumunun beklentilerine de arayışlarına da cevap veremez. Zaten cumhuriyetin 70 yılı bu temelde geliştirilmek istenmişti. Sonuçları biliniyor. Yeterli bir demokratik dönüşümü kararlılığını yaşamadan Millet İttifakının 2023 seçimlerinden başarıyla çıkması, çıksa da Türkiye’de yönetim erkini gerçekleştiremeyeceği görülmektedir.
Emek ve Özgürlük İttifakı’nın engin deneyimleri bu sürece yansımalıdır
Kendisini üçüncü bir blok olarak tanımlayan Emek ve Özgürlük İttifakı’nın rolü burada öne çıkıyor. Türkiye sosyolojisini çözümlerken Önder Apo, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında dışlanan üç kesimden bahsetmektedir. Bunlardan biri İslami kesimlerdi. AKP, aslında Kemalist projenin, toplumsal dokuda belirleyici ve en etkili olan ideolojisini Batı tarzı yaşam ve modernist ölçülerle elimine etme politikalarına karşı öfkeli toplumsal kesimlerin istismarını gerçekleştirerek iktidara gelmişti. Benzetme yerindeyse, sürekli barajlanan Sünni İslama mensup milyonlarca halkın, siyasal sistemde görünür olma, bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratikleşerek tüm farklılıkları temsil etme hasretini yoğunlaştırarak kendi sınırsız iktidarının aracına dönüştürdü. 20 yıllık iktidarını buna dayandırdı ve esas olarak ‘millet iradesi’ dediği bu kesimlerin özlemlerine seslenmekti. Bunu kısmen de başardı. Bu kesimlerden yeni bir orta sınıf çıkardı, pay dağıttı, MÜSİAD zenginleri arttı. AKP-MHP iktidarını, iktidarda kalmak için bu kadar gözü kara yapan, yaklaşık 70 yıl mahrum oldukları devlet imkanlarına kavuştuktan sonra bunlardan vazgeçme olasılığı oluyor. Fakat İslami kesim diye nitelendirdiğimiz halk tabanı, 20 yıl önceki gibi ideolojik saiklerle hareket etmemektedir. Küçük bir azınlık tüm imkanlardan yararlanırken büyük çoğunluk ise sürekli kendi haklarından feragat etmek ve fedakarlık yapmak zorunda kalmıştır. Büyük çoğunluk ile AKP-MHP iktidarı etrafında kümelenen seçkinci azınlık arasındaki uçurum çok büyümüştür. Bu iktidarın elinde güçlü hatip yeteneği ile topluma sunduğu sahte sözler kalmıştır. Artık bu sözlerde cennet hayali satan, ortaçağ tüccarlarını çağrıştırmaktadır ki nasıl ki Avrupa halkları kendi iç demokrasi mücadelelerini yürüterek devleti sınırlandırmış ve demokrasiye alan açmışlarsa, bunun için onlarca iç savaş, binlerce insanın bedel vermesini göze almışlarsa Türkiye halkları da böyle bir hesaplaşmaya doğru ilerlemektedir. Zamanın ruhu, AKP-MHP’den yana değil radikal demokratik hareketlerden yanadır. Her geçen gün bunu çok daha iyi görüyoruz. Çokça propagandası yapılan dünyada sağcı liderlerin, savaş nedeniyle iktidara gelmesi bu gerçekliği değiştirmiyor. Tam tersine dünya sisteminin krizi, yani kapitalist modernitenin krizi, göbekten bağlı olan bağımlı rejimleri doğrudan etkiliyor. Bunun sonucu olarak kendisine ne kadar yerli ve milli derse desin bunun tam tersi olan Türkiye’deki soykırımcı AKP-MHP iktidarının vadesi dolmuştur. Zamanın ruhunu anlamak için gençliğe bakmak yeter.
Özel savaş saldırıları 3. Yol temelinde bir araya gelen Emek ve Özgürlük İttifakı’nı marjinal, dar, sınırlı tutmak için çok özel çaba gösteriyor. Oysa Radikal Demokrasiyi temsil eden, Türkiye’deki temel siyasal fay hatlarına yani kırılma noktalarına yönelik politika geliştirebilecek olan bu ittifak oluyor. Cumhuriyetten dışlanarak üzerlerinde amansız bir devlet terörünün estirildiği sosyalistler ve Kürtlerin böyle bir ittifakla bir araya gelmesi gerçek ve etkili muhalefetin merkezinin de oluştuğunu gösteriyor. Geriye kalan özellikle muhafazakar kesim denilen ama bu kavramsallaştırmanın yetersiz kaldığı İslami kesimlere ve ezilen sınıflara, kadınlara, Kürt halkının varlığı ve özgürlüğü konularına yönelik doğru politika geliştirmek, ortaklaşmak ve bu coğrafyaya özgü, biricik demokratik halk devrimini hedeflemektir. Çünkü tüm İslami toplumsal kesimleri değişim karşıtı ve tutucu görmek yanlıştır, doğru değildir. Hakikati de böyle değildir. Bunun için samimiyeti şüphe götürmeyen Türkiye solcularının toplumla bütünleşerek ona öncülük etmesinin zamanıdır. Türkiye solunun uzun geçmişi, engin deneyimleri, mücadelesinden çıkardığı sonuçları vardır. Bağlı olduğu değerler sistemi vardır. Her şeyden önce eşitliği, özgürlüğü, farklılık içinde birliği temsil eden yoksulluğa karşı çıkan, gelir eşitliğini savunan daha adil bir yaşam idealleri vardır. Bunların şimdiye kadar toplumsallaştırılmaması halklar açısından büyük bir kayıp ve özeleştiri konusudur. Bu durumu resmi devletin onay vermemesine bağlamak ise mücadeleyi bir yaşam biçimi bilen devrimcilerin duruşu olamaz. Kısacası 1968 kuşağının köklerine sahip çıkarken onların açığa çıkardığı mirasın ilk olduğunu, gençlik hareketi olduğunu, deneyimsiz ve Türk özel savaş sisteminin gerçekliğinin farkında olmadıklarını bilerek şimdi politikanın devrimci tarzda, oldukça yöntemli, halk için halka rağmen değil halk için halk ile birlikte sloganı ile iddialı bir mücadeleye ihtiyaç vardır. Türkiye ve Kürdistan sosyalist hareketleri, Ortadoğu’da siyaset yapa yapa yeterli olgunluğa ulaşmış bulunuyor. Mevlana’nın dediği gibi ‘hamdık, yandık, piştik.’
Emek ve Özgürlük ittifakı temsil ettiği değerlere güvenip bunlara dayanmalıdır
Bu konuda belirtilmesi gereken Kürt siyasi hareketi ile Türkiye sosyalist hareketinin bir araya gelmesini tarihi bir birlik olarak görmektir. Gerçekleşen ittifak, Millet ve Cumhur ittifakındakinden öz olarak farklıdır. Emek ve Özgürlük İttifakı’nın dışındaki her iki ittifakında Küresel sermeyenin desteklediği kesimler olduğunu görmeliyiz. Her ikisi de asla ‘yerli ve milli’ olamaz. Ancak proje olabilirler. Aralarındaki fark yönteme ilişkindir ki amaçları Türkiye’deki sermaye kesimlerinin çıkarlarını korumak, dünya kapitalist sistemi ile daha uyumlu hale gelmektir. Türkiye toplumunun temel sorunları ve ihtiyaçları başat değil ancak seçim dönemlerinde gündeme getirilen hususlar olabilir ki bunda bile ne kadar kaçak döğüş yapıldığı ortadır. Turnusol kağıdı görevini gören Kürt halkının varlık ve özgürlük mücadelesi karşısındaki tutumları bilinmekte, soykırım siyaseti konusunda hiçbir açıklama yapamamaktadırlar. Çözümü, çareyi başkalarından bekleyemeyeceğimize göre çare, çözüm kendimiz olmak durumundayız. Bu anlamda Emek ve Özgürlük İttifakı temsil ettiği değerlere güvenmeli ve bunlara dayanmalıdır. Tüm bunlar olurken AKP-MHP faşizminin, radikal demokrasiyi temsil etme iddiasında olan Emek ve Özgürlük İttifakı’na göz yumacağını, alan açacağını beklemek safdillik olur. Böyle bir beklenti olduğunu da sanmıyoruz. Sistematik olarak yıpratma saldırılarının süreceği, başta HDP olmak üzere bu ittifakta yer alan siyasi partilere ve hareketlere yönelik başta algı operasyonları olmak üzere her türlü daraltma faaliyetinin oluşacağını biliyoruz. Seçimlere doğru ilerlerken ittifakın en etkili partisi konumunda olan, Türk parlamentosunda 3. büyük parti olarak bulunan HDP’nin kapatılmasının gündemde olacağı da bir gerçekliktir.
Dünya demokrasi hareketlerinden de beslenmek gerekir
Tüm bunlara karşı Emek ve Özgürlük İttifakı hazırlıklarını yapmıştır. Burada buna ilişkin belirteceğimiz herhangi bir şey olamaz. Belirtmek istediğimiz şey bu saldırıların içe büzülmeyi, etkisiz kılmayı, parçalamayı hedeflediğini görerek hamleci, atak, çok yönlü siyaset kuran, Türkiye ve Kürdistan toplumunu gerçek bir demokratik sistem etrafında birleştirmeyi başaran bir tarzın açığa çıkarılmasının önemidir. Örneğin bu ittifakın diplomasi alanında daha etkili çalışma yürütmesi gerekmez mi? Birçok kıtada var olan demokratik hareketlerle, sol-sosyalist yapılarla, ekolojist, feminist, akademisyen ve siyasetçi ile birlikte çalışması gerekmez mi? Dünya demokrasi hareketlerinin birbirinden güç alması, beslenmesi gerekir. Yine Türkiye ve Kürdistan halkını buluşturacak, işçi, işsiz ve emekçilerini gençlerle, kadınlarla, birbiriyle tanıştıracak toplantılar serisi aralıksız sürdürülemez mi? Yöre derneklerinden, kültür merkezlerine, inanç kurumlarından spor aktivitelerine kadar Emek ve Özgürlük ittifakının politik söylemini görünür kılacak çalışmalar yürütülemez mi? Burada bir gerçekliği daha vurgulayalım. Türkiye’de çok geniş bir muhalefet tabanı oluşmuştur. Önder Apo ‘örgütlediğin halk seninledir’ demişti. Türkiye tarihinin en önemli seçimlerinden birine doğru ilerlerken bu gerçekliği asla unutmamak gerekir.
AKP-MHP faşist ittifakının Kürt-Kürdistan siyaseti herkes tarafından görülmektedir. Bu siyaset soykırım siyasetidir ve bu siyasette herhangi bir değişim yapacaklarına dair hiçbir gelişme yoktur. Sadece Bakur Kurdistan’da değil Rojava ve Başûr Kurdistan’da yürüttüğü bir soykırım savaşıdır, işgaldir. ‘Kendi Kürdü’ ile bu koşullarda uzlaşma arayışı olmaz, olamaz. Ancak özel savaş oyunları olabilir, muğlaklık yaratarak hiçbir meşruluğu bulunmayan saldırılarını sürdürmek isteyebilir. Cumhurbaşkanı sıfatı ile soykırımcı Erdoğan’ın gerçekleştirdiği Amed gezisi bu gerçekliği çok açık bir şekilde ortaya koymuştur. Kürt halkının başkent kabul ettiği, siyasi merkezi Amed’de Kürt halkına, onun değerlerine hakaret ve tehdit dışında bir yaklaşım göstermemiştir.
Şu bilinmelidir ki farklı bir söylem geliştirmiş olsa da bu değerlendirmemiz değişmeyecekti. Çünkü 2015 yılında ‘oyalama ve kandırma siyasetinin’ sonuna gelinmişti. Bundan böyle de icraatlerine bakılacağı, ona göre ölçüleceği bilinmelidir. Dikkat edilirse AKP’nin kurmaylarının bir kısmı Bakur Kurdistan’da çalışmakta, Süleyman Soylu Kürdistan illerinde Kürt karşıtı savaşı koordine etmektedir. Başta Serhat bölgesi olmak üzere özel savaş saldırılarını bizzat yönetmektedir. AKP-MHP’nin 2023 seçimlerine giderken Kürdistan’daki stratejilerinin iki ayak üzerinden oluşacağını gözlemliyoruz. Bunlardan ilki soykırım saldırılarını sürdürmek, direnen ve mücadele eden kesimleri etkisiz kılacak siyasi operasyonları yapmaktır. Bununla birlikte özel savaş saldırıları ile halk tarafından kabul görmüş kanaat önderlerini yıpratmak, toplum içinde çelişki yaratmak, komplo ve ayak oyunları geliştirerek, işbirlikçi ajan ağıyla güvensizlik yaratmak olacaktır. Bu anlamda açıktan Kürt oylarına talip olma gibi bir durumları olmayacaktır. Bununla birlikte alttan alta Kürt halkının ‘demokratik çözüm’ talebini istismar etmek için mesajlar vermeyi de sürdüreceklerdir. 2015’den beri tüm imkanlarıyla Kürt halkının Özgürlük Mücadelesini, onun iradesini tasfiye etmek için her türlü yöntemi kullanan, toplum kırımın tüm yöntemlerini devreye koyan, bu halkın göz nuru evlatlarının üzerine başta kimyasal olmak üzere akıl almaz silahlar kullanan AKP-MHP iktidarını, tüm bu süre boyunca gizliden gizliye ‘bu işi ancak Erdoğan’ın çözebileceği’ ‘AKP içinde Kürt sorunu konusunda ciddi çelişkilerin olduğu’ ‘İmralı’da görüşmeler olduğu, olacağı’ gibi haberleri servis etmekten de geri durmayacaklardır. Bu tür bilgilerle beklentileri canlı tutmayı, toplumda bu sürecin geçici olduğu hissini yaratmaya çalışacaklardır. Aslında Kürt halkının ve elbette bu halkın siyasi temsilcilerinin iyi niyetini istismar etmek istediler, umutlarıyla oynamayı marifet saydılar. Bu yaklaşım Kürt toplumunu aşağılamanın, yok saymanın bir başka yolu oldu. Tam bir sömürgeci ruh haliyle hareket ettiler. Fakat geleceği belirleyecek bir seçim sürecine kadar beklentileri karşılamayan bir iktidar, gitme tehlikesi altındayken kimseyi kandıramayacaktır. Kürt halkı bu konuda hem çok öfkeli hem de çok kararlıdır. Önder Apo üzerindeki mutlak tecrite bakarak karar veren milyonlarca Kürt, kendi gerçekliğini Önderliklerinde görmektedir. Bunu görmeyen güç zehirlenmesi yaşayan iktidardır, AKP-MHP soykırımcı zihniyetidir. Buna mukabil ikinci olarak AKP-MHP Kürt oylarını parçalamak isteyecektir. HDP’nin kapatılması kararı da bu eksende yüksek olasılıkla verilecektir. Hedefi Kürt halkının sandığa gitmemesi, kararlı kitlenin seçimlerden umudunun kesilmesi olduğu belirtilebilir. Bu konularda çalıştığı açıktır.
Kürt halkı Önder Apo’nun durumuna göre kararını verecektir
Kürt halkı bir soykırım merkezi olan İmralı’da rehine olarak tutulan Önder Apo’nun durumuna göre kararını verecektir.
Yine son günlerdeki gelişmeler oluyor. AKP’nin anayasa değişikliği nedeniyle HDP’ye yaptığı ziyaret tartışma konusu oldu. Oysa böyle bir ziyaret olağan bir görüşmeydi. Prosedür gereğiydi. Bunu şişiren, yeni bir açılım hazırlığı gibi lanse edenlerin bunu bilinçlice yaptığı kesindir. Yine Aysel Tuğluk’un ağır sağlık sorunları ile tahliye edilmesi de iktidarı zorladığı için verilen bir karardır. Çünkü yaşadığı sağlık sorunlarının müsebbibi bu iktidarın kendisiydi. Bunu farklı anlamak, yorumlamak çok yanlıştır. Kürt sorununun çözümü bu şekilde ciddiyet yoksunu adımlarla gerçekleşemez. Başta Aysel Tuğluk olmak üzere içerdeki binlerce siyasi tutsak zaten esirdir, rehinedir. Sırf siyaset yaptı, düşüncelerini söyledi, inancını ve hayallerini siyaset konusu yaptı diye insanlar zindanda tutulamaz. Bu insanlık suçudur. Selahattin Demirtaş’ın hasta olan babasını ziyareti de insani bir haktır. Fakat burada görülmesi gereken husus şudur. Başta S. Demirtaş olmak üzere bu siyasetçiler bireysel yaşam üzerinden teslim alınamazlar. Çünkü bu siyasetçiler halk için yaşadılar, bunun için zindana girdiler. AKP-MHP soykırımcı iktidarının çirkinliği bu noktada açığa çıkıyor. Temsil ettikleri toplumsal hakikatler ve kimlikler üzerinden değil, basit ve bireysel yaşam ihtiyaçları üzerinden etkilemeye çalışıyorlar. Fakat herkes bilmeli ki Kürt siyasi hareketi ateşten çıkmıştır. 90’ların serhildanları ile kitleselleşmiş, binlerce bedel vermiştir. Kürt siyasi hareketinin arkasında köyünden göçertilen, evleri yakılan, kurşunlara dizilen bir halk gerçekliği vardır. Yani ne basittirler, ne bireysel. Cesur ve kararlıdırlar.
Sonuç olarak AKP-MHP soykırım ittifakı, Kürt seçmenler üzerinde ne kadar oyun yaparsa yapsın artık kredisini tüketmiştir. Belki af isterlerse tartışılabilir. Buna da halkımız karar verecektir. Türkiye ve Kürdistan’ın geleceğini belirleyecek 2023 yılı Haziran seçimlerine giderken, tarihsel bilinçle hareket edilecek, Kürt halkı bir soykırım merkezi olan İmralı’da rehine olarak tutulan Önder Apo’nun durumuna göre kararını verecektir. Her türlü oyun ve saldırı karşısında kararlı bir duruş sergileyerek siyasi iradesini, Kürt halkının varlık ve özgürlük mücadelesinin çıkarlarına göre belirleyecektir. Karşısında gözü dönmüş bir iktidar olduğunu bilerek bu seçimlerin normal değil olağanüstü koşullarda gerçekleştiği bilinciyle gerekli tedbirlerini alacak, savaşın sadece dağlarda değil başta demokratik ulus olma kararlaşmasını ulaşmış halkımızın bağrında yürütüldüğünü görerek siyasi tercihlerini savunma anlayışına dayandıracaktır.